Oysa Müslümanlık; cesur, kararlı, vicdanlı, dürüst, adil ve duruluklarıyla tanımlanan bir kimliktir. Hakkı olanı dilenmez, mal ve canını kaybedecek kaygısı taşımaz, haksızlıklar karşısında susmaz, adaletten taviz vermez, kötüye sırtını dayamaz, hiçbir şartta riyakâr davranmaz, öldürüleceğini bilse doğruluktan şaşmaz, inancına bedel biçmez, kardeşini hançerlemez, benliğini yüceltmez, kompleks ve kibir taşımaz, şartlar ne olursa olsun başkalarını aldatmaz ve sömürmez…
Allah ve Resulünün emrettiği bir Müslüman olmadıkları; gerek siyasi, gerek ekonomi, gerek kültürel ve sosyal fırsatçılıklarından anlaşılmakta, para ve makamı İslam’i değerlerin üstünde tutmalarından en azılı düşmanlarla dahi müttefikliğe girerek, din kardeşlerini acımasızca dışlar ve boynuzlarlar. Bununla da yetinmez, kardeşlerini hasımlara ya gammazlar ya da işgal ettirerek katlettirirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) buyurduğu üzere; neden “Emrolundukları gibi dosdoğru olamıyorlar?”
Bir taraftan insan hakları adına türbanın meşrulaşması için güya mücadele ederlerken, diğer taraftan “cübbeli, sarıklı ve çarşaflı” gerekçesiyle dindarlara alçakça saldırır ve özgürlük hakkı tanımak istemezler. Türban karşıtlarından hiçbir farkları olmadığı gibi yeri geldiğinde daha da baskıcı, horlayıcı ve yasakçıdırlar. Maden kılık ve kıyafet serbestliğinden yanalar; neden cübbe, sarık ve çarşaf giyinenlere karşılar? Çünkü onlar savundukları ibadeti dahi din adına değil hümanist temelli insan hakları adına müdafaa etmekte, dolayısıyla ne kadar korkunç bir münafık olduklarını ispatlamaktadırlar. Cesur ve ilkeli kâfir düşmanımı, korkak ve riyakâr bir Müslüman kimliğine tercih ederim…
Hala 28 Şubat sürecinden öyle titriyorlar ki, Batı’nın tanıdığı kriter doğrultusundaki kılık ve kıyafet hürriyetinden öteye gidememektedirler. Zaten Batı’dan icazet alamasalardı ona da cesaret edemezlerdi ya!
İfade ettikleri siyaset dünyasının başörtüsü sorununu tarihe gömme başarısızlığını da provokatör ilan ettikleri iki kız öğrenciye ve Cübbeli Ahmet Hoca’ya kestiler. Nasıl bir muhakeme chp’den umut bekleyebilir? Aslında hedefleri Mahmut Hoca ve dünyanın birçok yerinden gelen İslam âlimlerinin cübbeli ve sarıklı görüntüleridir. Efendileri ABD’nin savaş açtığı şeriatçı Müslümanların Türkiye’de ağırlanmalarını nasıl izah edebilecek endişelerindeki kurtuluş reçetelerini karalayarak halkın katılımını engellemekte buldular. ABD’nin övdüğü ve ödüllerle yücelttiği laik karmalı ve çok dinli Fetullah Gülen’e karşı İslam dünyasının liyakate değer gördüğü şeriatçı Mahmut Ustaosmanoğlu’nun sakallı, cübbeli ve sarıklı varlığı dikkatli okunmalı, böylece tepkinin de asli unsuru anlaşılmalıdır. Fetullah Gülen, Zaman Gazetesiyle hedef olmamak için Ak Partideki şakirtleri eliyle Yeni Şafak’ı tetikçi kullanmış, Batı’nın dâhili olmadığı İslam’i birlikteliğe yaptırım uygulamıştır.
Ancak Batı’nın kabul edebileceği modernleşmiş bir dini savunur, dolayısıyla kapitalistten daha acımasız bir sömürüyle ezip geçerler. Faizi kâr payı, kurbanı yardım, zinayı imam nikâhı, başörtüsünü türban, israfı zenginlik, markayı saygınlık gibi yorumlarla İslam karşıtlarından çok daha nefislerine, paraya ve gösterişe düşkündürler. Acaba İslam peygamberi ve eşleri öyle miydi?
Chp, vaatlerde bulunsa da kendisini fiziki iktidara taşıyacak temellerinden vazgeçip laik ve Kemalist kurallarından asla taviz vermemekte, ödün verecek bir iktidarlığı muhalefete tercih ederek, ne kadar faşistçe de olsa kararlı ve ilkeli duruşunu devam ettirmektedir. Temel inançlarından imtiyaz edip iktidar olmaktansa, ömür boyu değil muhalefet, meclis dışı bile kalmaya razı olabilen bir tavır, ancak samimi bir inancın göstergesidir. Oysa onlar, sadece geçici bu dünyaya güvenip uhrevi hayata da inanmadıkları halde! Dünyaya ahretten daha çok iman edenlerin Müslüman mı yoksa münafık mı olduklarının yargısını sizlere bırakıyorum.
İşte bunlar, amaçları yalnızca para ve makam olup, içinde vahyin olmadığı bir hizmet anlayışıyla günde beşer dakikadan yirmibeş dakika namaz, yılda otuz gün oruç, hacca gidip bavulları doldurmak, sömürdükleri insanlara açlığı giderici yardımlarla cenneti satın alabileceklerini sanan sefillerdir. Hani, nerede Allah yolunda cihad, nerede yeryüzündeki fitneyi yok edip İslam’i düzeni hâkim kılma mecburiyeti, nerede Müslümanların birlik ve beraberliği? Bir şeyi başarıp başaramamakla ilgili politikalardan daha öncelikli İlaha teslimiyettir! Zaten Yaratıcı’nın izni olmadan herhangi bir kul iradesi, hakkında belirlenmiş olanı aşmaya gücü bulunmadığından, patrona itaat esas alınmalıdır.
Artık kurban bayramının gelmesiyle avuçları kaşınan ve yıl boyunca kâr payı adı altında yaptıkları sömürüyü kurbanla taçlandırabilmek için Müslümanları şirke sokanlar; Batı’nın hayvanları mundarlaştıran mantığıyla saygısızca canlı canlı otomatik makinelerden eziyetle geçirerek zincirle asmalarıyla alelacele Allah adına hediye edilmesi gereken hayvanları besmelesiz katletmekle kalmıyor, hayvanlara elektrik şoku veya narkoz vererek bayıltılmalarıyla ilgili fetvalarda da bulunabiliyorlar. Dolayısıyla avlarına düşürdükleri Müslümanların huşu içinde Allah’a hediyelerini engelledikleri gibi çevre temizliği ve ekolojik denge gibi absürt gerekçelerle de özgürce ibadetlerin yerine getirilmesini yasaklıyorlar. Hâlbuki belediyeler halkı sömürmek için değil, özgürce ibadetlerini yerine getirecek imkânları sunmakla yükümlüdürler.
Eğer Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edişi ve Hz. Peygamberimizin kurban töreni ölçüt değil de, diyanetin modern fetvası mı caiz sayılmalı?
01.01.2007 tarihinde; nokhaber.com adlı sitemde “İBB’den kurban rezaleti” başlıklı yazımla sömürüleri eleştirmiş, gözümün önünde besmele dahi çekilmeden kesilen hayvanların mundarlığını dile getirmem üzerine; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı bölgesel kurban kesim yerlerine son vermişti.
İşte yazım;
İBB’den kurban rezaleti
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ilçelerde kurduğu Kurban kesim yerlerindeki ranta dayalı Batı endeksli otomasyon hayvan kesimleri Kurban katliamına dönüşmüş, gözümün önünde besmelesiz kesilen hayvanlar haramlaştırılmıştır. Müslümanların yüce Yaratıcılarına saygıyla takdim etmek istedikleri büyükbaş kurbanlarını alelacele devirme makinelerinden geçirirken ya sakatlanmakta, idam edercesine ayaklarından bağlayarak zincirle hızla havaya kaldırırken ya boyunlarını kırmakta, ya da darp ederek acı çektirmekte, hayvana, özellikle Kurbana gösterilmesi gereken sevgi ve saygı önemsenmemektedir. İBB, hayvanları, Allah’a sunulan mübarek kurbanlar olarak değil, sanki seküler Batının insana takdim ettiği sıradan etler ticari mantığıyla mundarlaştırmakta, sözde hijyen ve temizliğe özen gösterisi işkenceye ve mafyamsı ranta dönüşmektedir. İBB’nin hizmet hilesi, hijyenik aldatmacası ve pislik endişesiyle sokakta yasakladığı helal kurbanı, makbuzsuz ve faturasız tahsil ettiği bedeller karşılığı çadır tesislerde haramlaştırması, acaba AB’nin bir gereksimi ve materyalist modern hayatın bir koşulu mudur?
150 YTL’lik kesim ücretini ödeyen Kurban sahibi, Allah’a takdim etmesi gereken kurbanını tekbir getirerek şahsen kesemediği gibi, kesimhaneye bile girmesine izin verilmeyerek yanına yaklaştırılıp başında bulundurulmamakta, kimin olduğuna bakmaksızın önüne gelen numaralı hayvanın rengini bile fark etmeyip kıyan kasaba vekâleti dahi söz konusu olamamaktadır. Çünkü sırada gayri resmi gelir getiren çok hayvan olduğundan, ne kadar hızlı ve çabuk hareket etseler, o kadar çok kazanç elde edeceklerinden, çıkarcı herkes gibi hizmet manipülasyonuyla kurban fırsatçılığından yararlanamayacaklardır. Kesimhanelerdeki İslamsız Batı standartlarına güveni olmayan insanların İBB’ye itimat ederek ibadetlerini yerine getirmesi esnasında karşılaştıkları manzara, Batı mezbahanelerini aratmayacak bir dehşet ve trajikomik boyuttadır. Kurbanlıkları törene ihtiyaç duymaksızın saygısızca ve eziyetle kesmekte, şov amaçlı görevlendirdikleri cami veya cenaze imamlarına benzer cübbeli ve sarıklı sözde imam gençlerin arada bir tekbir getirmeleriyle kurbanı istismar etmektedirler. Böylece kurbanlarını Allah nezdinde kabul gördüğünü ve etlerin helal olduğunu sanan insanlar, bilgisizliklerinden sömürülmekte ve aldatılmaktadırlar. Sömürü, hizmet adıyla meşrulaşmakta, dolayısıyla Hz.İbrahim’in ve Hz.Muhammed’in sünnetlerine uygun kesimler yapılmamaktadır. Ortada ne kurbanın manevi önemi, ne saygı, ne kurban sahibi veya sahipleri, ne tören, ne besmele, ne de vekâletin olmadığı çadır tesislerdeki ürkütücü kasaplık tüyler ürperticidir. Onların tek hedefi para, deri, bağırsak, işkembe ve ettir.
Kızılay, Mehmetçik Vakfı, THK ve diğerlerinin medyaya milyarlar ödeyerek verdikleri reklâmlarla kesimli veya kesimsiz topladıkları kurban paraları, sistemin nasıl işlediğini gözler önüne sermekte, kurbanın nidasından öte Allah nezdinde ki kıymetinden hiçbir maneviyat bulunmamaktadır.
Kurbanının kesim parasını ödemeyen bir vatandaşının etlerine el koyabilecek kadar haddi aşan İBB, ancak resmi hiçbir belge, makbuz ve fatura olmaksızın tahsil ettiği 150 YTL’den sonra etin çıkışına izin verebilmektedir. Bir mafya organizasyonu gibi çalışan İBB, kesimden sonra et parçalama işini Akabe Vakfı adındaki bir kuruma deri ve bağırsak karşılığı vererek, profesyonel olmayan çalışanlara bile hiçbir ücret ödememekte ve onların Allah rızası adına karşılıksız hizmet etme inançlarını da acımasızca sömürmektedirler. Kurbanın gelir getiren her detayından ustalıkla istifade edip hizmet bahanesiyle giriştikleri korkunç sömürü, hizmet kavramına da materyalist köklü yeni bir tanım getirmektedir. Şüphesiz tüm kesimhanelerde durum farksız olup, insanlar huzur içinde ve ibadet aşkıyla kurbanlarını Allah’a takdim edememektedirler.
Bütün bu olaylara Üsküdar’daki kesimhanesinde şahit olduğum İstanbul Büyükşehir Belediyesini şiddetle kınayıp lanetliyor ve diğerlerini de uyararak, Allah’ın hesabının çabuk olduğunu ve azgın ihtiraslarının karşılığı olan o acı bedeli mutlaka ödeyeceklerini bilmelerini istiyorum.
“Hanginiz Allah rızasına uymayan bir icraat görürse ona karşı gelsin.” Hz. Muhammed (SAV)
O kadar kurbanlar kesiliyor, namazlar kılınıyor, hacca gidiliyor ve dualar ediliyor ama alçaltıcı belâlardan sakınamıyor, suçları durduramıyor, haçlıların esaretinden bağımsızlığa ulaşamıyor, ne kadar çabalasak da bir türlü huzur, güven ve adalete kavuşamıyorsak; sebebini hiç merak ettiniz mi?
İster dinli, ister dinsiz olun ama asla Diyanetin ve Fetullah Gülen’in fetvalarına itibar etmeyiniz…
30 Ekim 2010 Cumartesi
28 Ekim 2010 Perşembe
Laikliği kabul edenlerin din özgürlüğü bir aldatmacadır...
Dünyanın her tarafını gezdim gördüm; her inanç ve kültür sahibiyle iş ve arkadaşlık yaptım; siyasi, askeri, din ve bilim adamlarıyla sohbetlerde bulundum ve sonunda Türkiye gibi riyakâr bir siyasete, inanışa ve topluluğa rastlamadım.
Din kurallarını seküler anlayışı çerçevesinde belirleyip yasak ve özgürlükleri dikta eden bir rejimin sadece Türkiye’de var olduğu, “devrim ve laik yasalar” ilkesi gereği mutlak itaati mecbur kılarak halkı hegemonyası altına almasının doğru mu yoksa yanlış mı olduğu tartışması tamamen beyhudedir.
Laikliği ve din karşıtı devrimleri onamış bir milletin din hürriyetiyle ilgili hiçbir talebi olamaz. Hele laikliğe, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına yemin ederek devlet olan siyasilerin türban misali inanç ve ibadet özgürlüklerine ilişkin serzeniş ve girişimleri apaçık bir ikiyüzlülük ve aldatmacadır.
Laikliğin vahyi reddeden bir sekülerizm olduğunu inkâr eden, Atatürk’ün bir kurtarıcı olarak dine özgürlük ve millete egemenlik kazandırdığını savunan politikacıların güç ve makam uğruna dinlerini ve müminleri peşkeş çekerek laikliği ve Atatürkçülüğü meşrulaştırıp kökleştirmelerinin korkunç ve paradoksal sıkıntısı yaşanmaktadır.
Vahye ya da türbana geçit vermeyen laik rejim bayraktarlarına karşı duyulan tepki ve nefretin ulumaktan öte hiçbir haklılığı ve yaptırımı bulunmamaktadır. Hem laikliğe bağlılığını dile getirecek hem de vahyin kurallarına sadık olduğunu iddia edeceksin. Diğer bir ifadeyle hem inkâr edecek hem de iman edeceksin!
Onlar, değiştirilmesinin teklifini dahi yasaklayan laik rejimin muhafızları iken, SEN KİMSİN?
Din lehine olabilecek herhangi bir düşünceyi dahi “laikliğe aykırı” gerekçesiyle en sert tepkilerle püskürten, yargılayan ve partileri kapattırabilen bir düzende, herhangi Müslüman bir politikacının “dine aykırı” söylemine hiç şahit olunmamıştır. Çünkü hepsi gizli veya aşikâr laik düzenin koruyucularıdırlar…
Din adına fetva verilmesinin yasak olduğu laik bir düzende; resmi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne işe yaradığı çoğu kişinin zihninde bir sorgu oluştursa da, laik egemenliğin İslam’i düzene karşı bir kalkan misyonu yürüttüğü, böylece laikliği meşrulaştıran bir güvence aracı olduğu, ancak rejimin dinle ilgili öngördüğü direktifler doğrultusunda varlığını sürdürdüğü bilinmelidir. Dinle ilgili emirleri Allah, peygamber ve Kur’an’dan değil doğrudan laik devletten almakta, modernleşme hareketinde çok önemli adımlar attıklarını ifade ederek, peygamberin davranış ve yaşamını gericilikle yaftalamaktadırlar. Örneğin tartışılan türban ile ilgili bir fetvaya dahi cesaret edememekte, apaçık bir hüküm olan başörtüsünü geleneksel dini bir vecibe olarak algılandığı açıklamasıyla nasıl laik bir papalık kurumu olduklarını kanıtlamaktadırlar. “Laiklik artık oturdu” diyebilen Diyanet İşleri Başkanı Müslüman olabilir mi?
Aslında hiçbiri savunduğu fikir ve inançta samimi olmayıp, her kesim birbirinden korkmaktadır. Başta devlet olmak üzere laisizm yanlıları cami, ezan, namaz, oruç ve hac gibi İslam emirlerine olurluluk vererek müminleri zapt etmekte, Müslüman kimliklerde laikliği İslam’la özdeşleştirerek sığıntı da olsa bürokrasi, meclis ve hükümette yer alabilmektedirler. Dolayısıyla ortada ne laiklik ne de İslam kalmakta, özün değil sözün egemen olduğu münafıklık yediden yetmişe herkesi kuşatmaktadır.
Laiklik ve Kemalizm’e karşı dik duramayıp ekonomik veya siyasi kaygı güdenlerin dinleri ve inançlarıyla ilgili dilenci misali herhangi bir hak iddiaları söz konusu değildir. Aynı şekilde diyanet teşkilatına ve dinin bazı buyruklarına izin veren rejimin de laiklik adına türbanı yahut başka bir ayeti yasaklaması mümkün değildir. Halk iradesi dışında zorla dayatılan düşünce ve yasalar bir uzlaşma perspektifinde değerlendirilse de, neticede savaşsı bir ayrılığı getireceği tartışılmazdır. Birbirini yok etmeye çalışan iki zıt anlayış diktasal bir rejimle değil, ancak bireylerin özgürlükleriyle uzlaşı ve barışı doğurur. Adil, tarafsız ve eşit hassasiyetle dengeyi sağlaması gereken devlet, laik ve Atatürkçü olduğunu vurgulayıp kendini meydana getiren diğerlerine düşman kesilmesi kaosu ve savaşı tetikleyen bir ayırımcılıktır. Kimin laik ya da Müslüman’ca yaşamasına devlet değil bireyler karar vermelidir. İnsaniyetsizliği, çatışmayı, tahammülsüzlüğü, bölünmeyi ve saldırganlığı teşvik eden rejimin ta kendisidir.
Gerek politikacılar gerekse toplumun rızasıyla laiklik ve Atatürkçülük anayasayla hükme bağlanmışken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın laiklik uyarısı meşrudur. Başsavcının bildirisini TBMM’ni vesayet altına alma, haddi aşma ve hakaret etme benzeri tepkiler, ancak trajikomik gösteriden başka bir şey ifade etmemektedir. Laikliğe ve Atatürkçülüğe yemin etmiş ve laik rejimin tüm kurallarını kabul etmiş bir meclis, hükümet ve halkın dinle ilgili özgürlük arayışları tabi ki laikliğe aykırıdır. Madem insan haklarına aykırı ve antidemokratik olduğunu iddia ediyorlar; Türkiye’yi laik bir rejimle ve kurtarıcı Atatürk ilkeleriyle yönetenler kendileri değil mi?
İstanbul Üniversitesinin eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun; “Bu yasak kararı uygulanmaya başladığında hiç bir sorun olmadı. Öğrenciler başlarını açmaya başladılar” açıklaması tüm gerçeği özetlemekte, yasağı başlatanlardan daha aşağılık yasağa teslim olup saçlarını açan ve açtıranların olduğu ortaya çıkmaktadır. Ölümüne ciddi bir deriniş sergilenseydi yasağın devam edemeyeceğini dolaylı olsa da Alamderoğlu itiraf etmektedir.
Dinler arası diyalog girişimiyle hak din İslam’ı Hıristiyanlık ve Yahudiliğe peşkeş çeken Müslümanların yüzkarası Fetullah Gülen, verdiği fetvalarla türbanlı öğrencilerin ya saçını açtırarak ya da peruk taktırarak direnişi kırdırıp din aleyhtarlarını cesaretlendirmiş, dolayısıyla Müslüman imajı türbanı “adet bezine” dönüştürerek kutsallığını yitirtmiştir. Amaçları hak düzen İslam değil para ve müstemlekesel bir iktidardır! Haklar ancak mücadelesel dik bir duruşla elde edilir. Bundan dolayı sürmekte olan türban yasağının asıl sorumluları Fetullah Gülen, diyanet ve Müslüman maskeli politikacılar olup, başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya ve Kemal Alemdaroğlu gibiler onların yanında masumdurlar. Para, saltanat, şöhret, itibar ve dokunulmaz makamlar varken; neden rejime direnip de fırsatları tepelim ve peygamberlerin yaşadığı o meşakkatli yolları izleyerek rahatımızdan ve canımızdan olalım benliği aleniyken; neyin hesabını soruyor ve hakkını arıyorlar? Özellikle Fetullah Gülen, tıpkı şeytanın ilmiyle sapıtması misali dinden çıkmış bir kâfir midir?
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.” Al’i İmran 100
Önce kendinize bakın da ondan sonra başkalarını suçlayın…
Şeriata laiklerden daha insafsız ve celalle saldıran Müslüman kimlikli materyalistler, saltanat koltukları ve harami kazançları altlarından kayar korkusuyla rejime dost görünebilmek maksadıyla vahye iman etmişlere vurdukça vururlar.
Örneğin muhafazakâr olarak bilinen Yeni Şafak Gazetesinin daha etkili ve inandırıcı olabilme hasebiyle Cumhuriyet Gazetesinin bile yapmayı onuruna yediremeyeceği bir iftiraya kalkışarak, dünyanın birçok yerinden ödül töreni maksadıyla gelen saygın İslam âlimlerini Cübbeli Ahmet Hoca üzerinden provoke etmeleri, münafıkların ne denli daha tehlikeli olduklarını ortaya koymaktadır. Sözde siyaset dünyasının türban sorununu tarihe gömmek üzere seferber olduğu propagandasıyla “Karagöz-Hacivat” oyununu referans göstererek, halkla âlimlerin buluşmalarını engelleme komplosunun senaristi gizli bir mason teşkilatı olan Bildenberg’ci binbir surat Fehmi Koru, teşvikkâr da Ak Parti olduğu kuvvetle muhtemeldir. Unutulmamalıdır ki 28 Şubat darbesi, cübbeli ve sarıklı alimlere verilen iftar yemeğinden yapılmış, dolayısıyla Ak Parti ve malum gazeteler hala bu paranoyadan sıyrılamamışlardır.
Hıristiyan, Yahudi ve mason dostlarını memnun edebilmek için papa, rahip ve hahamlara kırmızı halılar serer, U2 rock grubunu Dolmabahçe de ağırlayarak boğaz köprüsünü kapattırıp emirlerine amade eder, şerefli atalarımızı soykırım yapmakla aşağılayan tecavüzcü zalim Ermenilerin iddialarına meşruiyet kazandırabilmek için İdare Mahkemesinin yasak kararına rağmen İstanbul’da toplantılar düzenlerler; ama sıra dünya Müslümanlarının “İnsanlığa Hizmet Sempozyumu” adı altındaki ödül verme törenine gelince, düşmanlardan daha çok düşman kesilirler. Acaba o ödül Mahmut Hoca’ya değil de Fetullah Gülen’e verilseydi başta Bülent Arınç olmak üzere cumhurbaşkanı, başbakan, tüm hükümet üyeleri ve diyalogcu masonlar orada bulunmazlar mıydı? ABD’nin düşman ilan ettiği İslam âlimlerine müttefiki Başbakan Erdoğan nasıl dost olabilir?
Birkaç velinin kızlarını türbanla ilköğretim okuluna göndermesi, 10-12 yaşları arasındaki sokak defilelerine bikinilerle çıkan kız çocuklarından daha büyük yankı yapabilmesi, çocuk pornosu gibi bir sapıklıkta neden dünya birinciliğine ulaştığımıza açık bir delildir. Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri gibi münafıkların ilköğretim okuluna gönderilen türbanlı öğrencilerin güya türban çözümüne darbe olarak nitelendirilmeleri, laik oligarşiye gösterdikleri yaltakçılık değil de nedir?
Münafıklar tarihe gömülmeden ne türban sorunu çözülür ne din özüne kavuşabilir ne de sömürü sona erer…
Aslında saç örtüsü türbanın, sokaklarında kamu alanı sayılarak yasaklanmasını ve hak etmeyen işbirlikçi sürüngenlere nefes dahi aldırılmamasından yanayım.
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab. 36
Son derece açık ayet hükmüne göre; Allah’ın bugünü ya da geleceği bilmekten aciz görerek İslam’ı modernleştirmekle övünen laik papa Ali Bardakoğlu ile dinler arası diyalogun bayraktarı Fetullah Gülen sapık olmuyorlar mı?
Din kurallarını seküler anlayışı çerçevesinde belirleyip yasak ve özgürlükleri dikta eden bir rejimin sadece Türkiye’de var olduğu, “devrim ve laik yasalar” ilkesi gereği mutlak itaati mecbur kılarak halkı hegemonyası altına almasının doğru mu yoksa yanlış mı olduğu tartışması tamamen beyhudedir.
Laikliği ve din karşıtı devrimleri onamış bir milletin din hürriyetiyle ilgili hiçbir talebi olamaz. Hele laikliğe, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına yemin ederek devlet olan siyasilerin türban misali inanç ve ibadet özgürlüklerine ilişkin serzeniş ve girişimleri apaçık bir ikiyüzlülük ve aldatmacadır.
Laikliğin vahyi reddeden bir sekülerizm olduğunu inkâr eden, Atatürk’ün bir kurtarıcı olarak dine özgürlük ve millete egemenlik kazandırdığını savunan politikacıların güç ve makam uğruna dinlerini ve müminleri peşkeş çekerek laikliği ve Atatürkçülüğü meşrulaştırıp kökleştirmelerinin korkunç ve paradoksal sıkıntısı yaşanmaktadır.
Vahye ya da türbana geçit vermeyen laik rejim bayraktarlarına karşı duyulan tepki ve nefretin ulumaktan öte hiçbir haklılığı ve yaptırımı bulunmamaktadır. Hem laikliğe bağlılığını dile getirecek hem de vahyin kurallarına sadık olduğunu iddia edeceksin. Diğer bir ifadeyle hem inkâr edecek hem de iman edeceksin!
Onlar, değiştirilmesinin teklifini dahi yasaklayan laik rejimin muhafızları iken, SEN KİMSİN?
Din lehine olabilecek herhangi bir düşünceyi dahi “laikliğe aykırı” gerekçesiyle en sert tepkilerle püskürten, yargılayan ve partileri kapattırabilen bir düzende, herhangi Müslüman bir politikacının “dine aykırı” söylemine hiç şahit olunmamıştır. Çünkü hepsi gizli veya aşikâr laik düzenin koruyucularıdırlar…
Din adına fetva verilmesinin yasak olduğu laik bir düzende; resmi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne işe yaradığı çoğu kişinin zihninde bir sorgu oluştursa da, laik egemenliğin İslam’i düzene karşı bir kalkan misyonu yürüttüğü, böylece laikliği meşrulaştıran bir güvence aracı olduğu, ancak rejimin dinle ilgili öngördüğü direktifler doğrultusunda varlığını sürdürdüğü bilinmelidir. Dinle ilgili emirleri Allah, peygamber ve Kur’an’dan değil doğrudan laik devletten almakta, modernleşme hareketinde çok önemli adımlar attıklarını ifade ederek, peygamberin davranış ve yaşamını gericilikle yaftalamaktadırlar. Örneğin tartışılan türban ile ilgili bir fetvaya dahi cesaret edememekte, apaçık bir hüküm olan başörtüsünü geleneksel dini bir vecibe olarak algılandığı açıklamasıyla nasıl laik bir papalık kurumu olduklarını kanıtlamaktadırlar. “Laiklik artık oturdu” diyebilen Diyanet İşleri Başkanı Müslüman olabilir mi?
Aslında hiçbiri savunduğu fikir ve inançta samimi olmayıp, her kesim birbirinden korkmaktadır. Başta devlet olmak üzere laisizm yanlıları cami, ezan, namaz, oruç ve hac gibi İslam emirlerine olurluluk vererek müminleri zapt etmekte, Müslüman kimliklerde laikliği İslam’la özdeşleştirerek sığıntı da olsa bürokrasi, meclis ve hükümette yer alabilmektedirler. Dolayısıyla ortada ne laiklik ne de İslam kalmakta, özün değil sözün egemen olduğu münafıklık yediden yetmişe herkesi kuşatmaktadır.
Laiklik ve Kemalizm’e karşı dik duramayıp ekonomik veya siyasi kaygı güdenlerin dinleri ve inançlarıyla ilgili dilenci misali herhangi bir hak iddiaları söz konusu değildir. Aynı şekilde diyanet teşkilatına ve dinin bazı buyruklarına izin veren rejimin de laiklik adına türbanı yahut başka bir ayeti yasaklaması mümkün değildir. Halk iradesi dışında zorla dayatılan düşünce ve yasalar bir uzlaşma perspektifinde değerlendirilse de, neticede savaşsı bir ayrılığı getireceği tartışılmazdır. Birbirini yok etmeye çalışan iki zıt anlayış diktasal bir rejimle değil, ancak bireylerin özgürlükleriyle uzlaşı ve barışı doğurur. Adil, tarafsız ve eşit hassasiyetle dengeyi sağlaması gereken devlet, laik ve Atatürkçü olduğunu vurgulayıp kendini meydana getiren diğerlerine düşman kesilmesi kaosu ve savaşı tetikleyen bir ayırımcılıktır. Kimin laik ya da Müslüman’ca yaşamasına devlet değil bireyler karar vermelidir. İnsaniyetsizliği, çatışmayı, tahammülsüzlüğü, bölünmeyi ve saldırganlığı teşvik eden rejimin ta kendisidir.
Gerek politikacılar gerekse toplumun rızasıyla laiklik ve Atatürkçülük anayasayla hükme bağlanmışken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın laiklik uyarısı meşrudur. Başsavcının bildirisini TBMM’ni vesayet altına alma, haddi aşma ve hakaret etme benzeri tepkiler, ancak trajikomik gösteriden başka bir şey ifade etmemektedir. Laikliğe ve Atatürkçülüğe yemin etmiş ve laik rejimin tüm kurallarını kabul etmiş bir meclis, hükümet ve halkın dinle ilgili özgürlük arayışları tabi ki laikliğe aykırıdır. Madem insan haklarına aykırı ve antidemokratik olduğunu iddia ediyorlar; Türkiye’yi laik bir rejimle ve kurtarıcı Atatürk ilkeleriyle yönetenler kendileri değil mi?
İstanbul Üniversitesinin eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun; “Bu yasak kararı uygulanmaya başladığında hiç bir sorun olmadı. Öğrenciler başlarını açmaya başladılar” açıklaması tüm gerçeği özetlemekte, yasağı başlatanlardan daha aşağılık yasağa teslim olup saçlarını açan ve açtıranların olduğu ortaya çıkmaktadır. Ölümüne ciddi bir deriniş sergilenseydi yasağın devam edemeyeceğini dolaylı olsa da Alamderoğlu itiraf etmektedir.
Dinler arası diyalog girişimiyle hak din İslam’ı Hıristiyanlık ve Yahudiliğe peşkeş çeken Müslümanların yüzkarası Fetullah Gülen, verdiği fetvalarla türbanlı öğrencilerin ya saçını açtırarak ya da peruk taktırarak direnişi kırdırıp din aleyhtarlarını cesaretlendirmiş, dolayısıyla Müslüman imajı türbanı “adet bezine” dönüştürerek kutsallığını yitirtmiştir. Amaçları hak düzen İslam değil para ve müstemlekesel bir iktidardır! Haklar ancak mücadelesel dik bir duruşla elde edilir. Bundan dolayı sürmekte olan türban yasağının asıl sorumluları Fetullah Gülen, diyanet ve Müslüman maskeli politikacılar olup, başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya ve Kemal Alemdaroğlu gibiler onların yanında masumdurlar. Para, saltanat, şöhret, itibar ve dokunulmaz makamlar varken; neden rejime direnip de fırsatları tepelim ve peygamberlerin yaşadığı o meşakkatli yolları izleyerek rahatımızdan ve canımızdan olalım benliği aleniyken; neyin hesabını soruyor ve hakkını arıyorlar? Özellikle Fetullah Gülen, tıpkı şeytanın ilmiyle sapıtması misali dinden çıkmış bir kâfir midir?
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.” Al’i İmran 100
Önce kendinize bakın da ondan sonra başkalarını suçlayın…
Şeriata laiklerden daha insafsız ve celalle saldıran Müslüman kimlikli materyalistler, saltanat koltukları ve harami kazançları altlarından kayar korkusuyla rejime dost görünebilmek maksadıyla vahye iman etmişlere vurdukça vururlar.
Örneğin muhafazakâr olarak bilinen Yeni Şafak Gazetesinin daha etkili ve inandırıcı olabilme hasebiyle Cumhuriyet Gazetesinin bile yapmayı onuruna yediremeyeceği bir iftiraya kalkışarak, dünyanın birçok yerinden ödül töreni maksadıyla gelen saygın İslam âlimlerini Cübbeli Ahmet Hoca üzerinden provoke etmeleri, münafıkların ne denli daha tehlikeli olduklarını ortaya koymaktadır. Sözde siyaset dünyasının türban sorununu tarihe gömmek üzere seferber olduğu propagandasıyla “Karagöz-Hacivat” oyununu referans göstererek, halkla âlimlerin buluşmalarını engelleme komplosunun senaristi gizli bir mason teşkilatı olan Bildenberg’ci binbir surat Fehmi Koru, teşvikkâr da Ak Parti olduğu kuvvetle muhtemeldir. Unutulmamalıdır ki 28 Şubat darbesi, cübbeli ve sarıklı alimlere verilen iftar yemeğinden yapılmış, dolayısıyla Ak Parti ve malum gazeteler hala bu paranoyadan sıyrılamamışlardır.
Hıristiyan, Yahudi ve mason dostlarını memnun edebilmek için papa, rahip ve hahamlara kırmızı halılar serer, U2 rock grubunu Dolmabahçe de ağırlayarak boğaz köprüsünü kapattırıp emirlerine amade eder, şerefli atalarımızı soykırım yapmakla aşağılayan tecavüzcü zalim Ermenilerin iddialarına meşruiyet kazandırabilmek için İdare Mahkemesinin yasak kararına rağmen İstanbul’da toplantılar düzenlerler; ama sıra dünya Müslümanlarının “İnsanlığa Hizmet Sempozyumu” adı altındaki ödül verme törenine gelince, düşmanlardan daha çok düşman kesilirler. Acaba o ödül Mahmut Hoca’ya değil de Fetullah Gülen’e verilseydi başta Bülent Arınç olmak üzere cumhurbaşkanı, başbakan, tüm hükümet üyeleri ve diyalogcu masonlar orada bulunmazlar mıydı? ABD’nin düşman ilan ettiği İslam âlimlerine müttefiki Başbakan Erdoğan nasıl dost olabilir?
Birkaç velinin kızlarını türbanla ilköğretim okuluna göndermesi, 10-12 yaşları arasındaki sokak defilelerine bikinilerle çıkan kız çocuklarından daha büyük yankı yapabilmesi, çocuk pornosu gibi bir sapıklıkta neden dünya birinciliğine ulaştığımıza açık bir delildir. Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri gibi münafıkların ilköğretim okuluna gönderilen türbanlı öğrencilerin güya türban çözümüne darbe olarak nitelendirilmeleri, laik oligarşiye gösterdikleri yaltakçılık değil de nedir?
Münafıklar tarihe gömülmeden ne türban sorunu çözülür ne din özüne kavuşabilir ne de sömürü sona erer…
Aslında saç örtüsü türbanın, sokaklarında kamu alanı sayılarak yasaklanmasını ve hak etmeyen işbirlikçi sürüngenlere nefes dahi aldırılmamasından yanayım.
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab. 36
Son derece açık ayet hükmüne göre; Allah’ın bugünü ya da geleceği bilmekten aciz görerek İslam’ı modernleştirmekle övünen laik papa Ali Bardakoğlu ile dinler arası diyalogun bayraktarı Fetullah Gülen sapık olmuyorlar mı?
26 Ekim 2010 Salı
Vekâletle kestirilen kurbanlar Allah’a şirktir…
Vahyin ve Allah’a teslimiyetin hurafelerle bozulması Müslümanlık gibi yüce bir ayrıcalığı ve şerefi ortadan kaldırmış, böylece münafıklık İslam’la özdeşleştirilmiştir. Bir okuyucumun “Tek çare federalizm” başlıklı yazıma; “Merhaba Mehmet Bey, bunca zaman yazılarınızı takip ediyorum, yoğunluktan olsa gerek, arada bir saçmalıyorsunuz, işte o yazılardan biri de bu. Münafığa çalan bir Müslüman yaşantısında, Müslümanların federalizmini tartışmak saçma olsa gerek. Müslümanlar önce adam olsunlar, birbirlerini kazıklamayı, mal yığma tutkusunu üzerlerinden atsınlar, öyle” yorumu, tamamıyla temeli özetlemekteydi. Laikleşmiş ve materyalistleşmiş politikacılardan İslam’ın emrettiği doğrultuda hak ve adaletle davranabilecek tek bir Müslüman siyasetçi bulabilmek imkânsızdır. Gerek laik gerekse pkk’lı politikacılar özlerine bağlı bir samimiyet sergilerler ama Müslüman kimlikliler asla!
Politikacısıyla cemaatiyle ve sokaktakiyle öyle yozlaşmışlar ki, imana gelen bir laik, Kemalist, Marksist, Hıristiyan veya Yahudi İslam’i düzenden yana olurlar da onlar yanaşmazlar…
İslam’ın adını hurafelerin şanını yaşadığımız laik Türkiye’de gerek din dışı rejim gerekse vahyi paraya tahvil etmiş ilahiyatçı ve kurumların ittifak kurarak İslam adına Müslümanları insafsızca sömürüp ibadetlerini de şirke çevirmeleri, şüphesiz insanların yaratıcı Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ın özünü bilmemelerindendir. Aksi takdirde böylesi şeytani fetvalarla tuzağa düşerler miydi?
Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi Allah’a bir üstünlüktür. Ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin herhangi bir kurban törenine iştirakleri dahi aynı sevabı kazanmalarına neden olur. Önemli olan maddi katkıları değil, samimi duygularıdır.
Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir. Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılabilen bir yardım manipülasyonuna dönüştürmüşlerdir. Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmedi? Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz.İsmail’i kurban etme amacı etini yoksullara dağıtmak mıydı?
İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek, anlaşmazlığa sebep verebilecek ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadığı halde; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın, kıskançlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu söylentileri destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.
Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi, böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, alçaklığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesiyle başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder. Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?
Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?
Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.
Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail, üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.
Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta, dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu anlaşılmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür, ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.
Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır. Ancak yaratık çapulcu bir politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addederler; neden aynı duruşu Allah’a karşı göstermiyorlar? Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler Hz. İbrahim’den daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmüyorlar. Allah’a saygısı olmayanın hayvana veya insana sevgi duyabilmesi mümkün mü?
Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise, kurbanınızın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…
Kurbanınızı ya doğrudan ya da vekil aracılığıyla Allah’a takdim ettikten sonra dilerseniz tamamını yiyebilir, dilerseniz tamamını istediğiniz kuruma veya yoksula bağışlayabilirsiniz. Kurban toplayan sömürücülerden törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Kurban amacı yardım değil, yaratıcı Allah’a bir tazimdir…
Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olduysa; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı hurafecilere güvenip ateşe girmeyiniz…
Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeyi vekil aracılığıyla takdim edemezsin!
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur. 52
“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala. 10-13
Politikacısıyla cemaatiyle ve sokaktakiyle öyle yozlaşmışlar ki, imana gelen bir laik, Kemalist, Marksist, Hıristiyan veya Yahudi İslam’i düzenden yana olurlar da onlar yanaşmazlar…
İslam’ın adını hurafelerin şanını yaşadığımız laik Türkiye’de gerek din dışı rejim gerekse vahyi paraya tahvil etmiş ilahiyatçı ve kurumların ittifak kurarak İslam adına Müslümanları insafsızca sömürüp ibadetlerini de şirke çevirmeleri, şüphesiz insanların yaratıcı Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ın özünü bilmemelerindendir. Aksi takdirde böylesi şeytani fetvalarla tuzağa düşerler miydi?
Kurban, namazla eşdeğer fevkalade önemli bir ibadet olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi Allah’a bir üstünlüktür. Ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin herhangi bir kurban törenine iştirakleri dahi aynı sevabı kazanmalarına neden olur. Önemli olan maddi katkıları değil, samimi duygularıdır.
Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, takdim ettikleri “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın fiziki değil fizikötesi ne kadar ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 1. ve 2. ayetlerde; “(Ya Resulüm!) Gerçekten Biz, sana kevseri verdik. Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” emredilmiştir. Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılabilen bir yardım manipülasyonuna dönüştürmüşlerdir. Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilecek ehemmiyetsiz bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmedi? Ayrıca günümüzdeki gibi oğlu Hz.İsmail’i kurban etme amacı etini yoksullara dağıtmak mıydı?
İlk insan Hz. Âdem’in yaratılması ile cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, savaş ile barış, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek, anlaşmazlığa sebep verebilecek ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadığı halde; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler. Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın, kıskançlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu söylentileri destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.
Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi, böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, alçaklığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesiyle başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder. Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?
Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?
Hz. İbrahim, rüyasını Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, doğrusu ben, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Sen ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail dedi ki: “Babacığım, sana emrolunanı yap. Allah’ın sana emretmiş olduğu beni boğazlama işini yerine getir. İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Şüphesiz ben sabredeceğim. Bunun ecrini Allah katında bulacağımı umuyorum” dedi.
Yaratıcıları Allah’a ikisi de teslim olunca, Hz. İbrahim oğlu İsmail’i alnı üzerine yatırdı ve tekbirler eşliğinde şahadet getirerek Allah’ı zikrettiler. Bu, öylesi bir imanı ve teslimiyeti sembolize ediyordu ki, İsmail, üzerindeki bembeyaz gömleğiyle babasına; “Ey babacığım! Beni kefenleyebileceğin başka elbisem yok. Bunu çıkar ki beni onunla kefenleyebilesin” dedi. Hz. İbrahim gömleği çıkarmaya çalışırken, “Ey İbrahim! Sen rüyayı gerçekleştirdin” nidası geldi. Hz. İbrahim dönüp bir de baktığında karşısında; beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç duruyordu. Allah; “Elbette Biz, ihsan edenleri böylece mükâfatlandırırız” ayetiyle, kendisine itaat edenlerden hoşlanmayacakları şeyleri ve zorlukları engelleyeceğini, işlerinde onlar için bir ferahlık ve çıkış yeri kılacağını bildirdi.
Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın maddi öneminden ziyade manevi yüceliğini ortaya koymakta, dolayısıyla kurbanın karın doyuran özelliğinin değil, Allah’a teslimi bir saygı olduğu anlaşılmaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür, ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacaktı.
Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasime tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’a kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır. Ancak yaratık çapulcu bir politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addederler; neden aynı duruşu Allah’a karşı göstermiyorlar? Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler Hz. İbrahim’den daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmüyorlar. Allah’a saygısı olmayanın hayvana veya insana sevgi duyabilmesi mümkün mü?
Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin edin ve sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise, kurbanınızın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…
Kurbanınızı ya doğrudan ya da vekil aracılığıyla Allah’a takdim ettikten sonra dilerseniz tamamını yiyebilir, dilerseniz tamamını istediğiniz kuruma veya yoksula bağışlayabilirsiniz. Kurban toplayan sömürücülerden törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Kurban amacı yardım değil, yaratıcı Allah’a bir tazimdir…
Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olduysa; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı hurafecilere güvenip ateşe girmeyiniz…
Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeyi vekil aracılığıyla takdim edemezsin!
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur. 52
“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala. 10-13
23 Ekim 2010 Cumartesi
Ya münafıklar ya da muhakeme edemiyorlar…
Her şey o kadar aleni cereyan etmesine rağmen çıkarcı benliğin adil bir yargıyı engellemesi çözümü de etkisizleştirmektedir. Kemalist diktatörlüğün anayasa üstü “kırmızı kitap” olarak bilinen siyaset belgesindeki irtica adına Müslümanlar ve bölücülük adına Kürtlerin en tehlikeli ayrılıkçılar olarak vurgulanması cepheleşmeyi meşrulaştırdığından, oligarşinin gerek Müslümanlar gerekse Kürtlerle samimi bir barışı söz konusu olamaz.
Eğer bir devlet, kendini meydana getiren halkını en tehlikeli düşman statüsüne koyuyor ise, asgari şartlarda dahi olsa güven temelinde uzlaşabilmek mümkün değildir. Çünkü onlar her daim potansiyel bir düşman olduğundan sürekli denetim altında bulunmaları ve alttan alta asimilasyon taktiğine devam edilerek güçlenme ve özgürlüklerinin önüne geçilmesi olmazsa olmaz bir koşuldur.
Kimileri Müslüman Kürtlerin nasıl olurda Marksist bir bdp ve pkk’yı destekleyebildiklerine hayret etmektedirler. Oysa gerek bdp gerekse pkk, devlet gibi laik ve sinsi bir vahiy düşmanıdırlar. Devletin pkk ideolojisinden farksız ırkçı, putperest ve laik oluşu, dinin ikinci plana itilerek kimlik ve özgürlük arayışını öncelikli kılmakta, böylece tıpkı yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali umut bellemelerine neden olmaktadır. Düşmanlıkla yaftalanmalarından çareleri tükenen Kürtler, Şeyh Said’in “Bizleri ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi bağlayan hiçbir şey kalmadı” düşüncesiyle hareket ederek, Kürt kimliğine özgürlük vadeden laik pkk’yı desteklemek zorunda kalmalarını seküler mantık ya da vatan edebiyatında değil, duygularda arayarak kanaate varılmalıdır.
Atatürk’ün de Batılı olma gerekçesiyle devleti Osmanlı’ya başkaldırıp Türkiye Cumhuriyeti adı altında laik diktatörlüğü kurma sürecindeki gelişmeler peşin hükümlerden uzak bir tarafsızlıkla irdelendiğinde, daha adil bir yargıya varılabileceği kuvvetle muhtemeldir. “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” ilkesiyle isyan eden pkk, tarihsel geçmişimiz göz önüne alındığında tek taraflı bir canavar olmadığı da anlaşılacaktır.
Örneğin gündemi teşkil etmiş olan Müslüman Boşnak kadınlarını katleden ve hunharca tecavüz eden Sırpları dolaylı yollardan destekleyen Emir Kusturica adlı acımasız bir barbarı Türkiye’ye davet edebilecek kadar vicdanları tükenmiş politikacıların güya sanat maskesi altındaki ihanetleri; Ak Partili Bursa Belediyesi tarafından davet edilmişse sanatsı, CHP’li Antalya Belediyesinin çağrımını ise tepkiyle karşılamak da apaçık bir çelişkidir. Üstelik Kusturica gibi geçmişte bir Osmanlı ve Müslüman olan Antalya Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın Sırpsal dönüşümü sonrası Kustiraca’laşarak Osmanlı ve Müslüman düşmanlığından dolayı yakınlıkları son derece normal olup, asıl tepki duyulması gerekenin Müslüman referanslı ve Boşnak asıllı Bursa Belediye Başkanı Recep Altepe’nin münafıklığı olmalıdır. İktidar ve rejime göre yanlışın doğru, doğrunun yanlış sayıldığı riyakâr bir anlayıştan dürüstlük, vicdan ve adalet beklenmemelidir.
Kemalistlerin acımadan tepelemeleri rejimsel, pkk’nın acımadan tepelemesi teröristsel ise; hukuk nerededir?
En amansız baskı, şiddet ve yasaklara maruz kalan Müslümanlar olmasına rağmen, Kemalistler ve pkk’lılar gibi zorbalığa ve silaha sarılmayıp kardeşin kardeşi öldürmemesi merhametiyle zulümlere sabretmesi dikkatle muhakeme edilmeli, böylece Müslümanlarla Kemalist ve pkk’lıların insani farkı da itiraf edilmelidir.
Adil olan hiç kimse olayları tek taraflı değerlendirmemeli, insanlık suçunu kim işlemişse herhangi bir gerekçeye kalkışmadan açıkça itiraf edebilmelidir. Fitne çıkararak ülkeyi bölmeye çalışan ve irtica amacı güden ne Müslüman Türkler ne de Müslüman Kürtlerdir. Bölücü ve irticai faaliyetlerde bulunanlar laikler, ırkçılar, Kemalistler, Aleviler ve chp’dir. Ancak acımasız despot ideoloji, söz konusu bölücülerin yapı taşı olmalarından rejim lehine dokunulmaz kılıp güvence altına alması, hedefe oturtulan Müslümanlar aleyhine apaçık bir soykırımdır. Özellikle Alevilerin ayrılıkçı bir talebi olmamaları rejimin bayraktarlıklarındandır. Aleviler, laik ve Atatürkçü olduklarından ne Hz. Ali ile ne vahiyle bir bağları vardır. Müslümanlara “yezit” diyerek, Kur’an ve peygamberimiz hakkında iftiralar atıp uygunsuz sözler sarf ederek nasıl İslam düşmanı oldukları ortadadır. Kısacası laik devletin dini tetikçileridirler. İslam’la yakından uzaktan hiçbir ilişiği bulunmayan bozguncu Alevilere Atatürk başta olmak üzere ne İsmet İnönü ne de herhangi bir chp iktidarı nifaksal taleplerini karşılamadıkları halde; Ak Parti hükümetinin laik Alevilerin çarpık inançlarını din müfredatına koyarak çocuklarımızı zehirleyebilmeleri ihanet değil de nedir? Aleviler, laik ve Kemalist düşüncenin ta kendileri değil midir? Neden Müslümanların türbanı dışında Rum ve Ermeni Ortodoksları başta olmak üzere her kesime özgürlük veriyorlar?
İşte acımasız bölücülüğe bir örnek…
Tarih 2007, yer Kozan ilçesi. 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle Ak Partili Kozan Belediyesi tarafından düzenlenen programda yarışmalarda derece alan öğrencilere hediye verilmek üzere kürsüye davet edilmeleriyle İstiklal Savaşlarının amacını ortaya koyan iğrenç bir saldırı vuku buldu.
Davet edilen öğrenciler arasında bulunan Kozan İmam Hatip Lisesi 11-C sınıfı öğrencilerinden Tevhide Kütük adlı bir kızımız ki köküne kadar bu vatanın bir hanımefendisi ve şehit kahramanlarımızın geriye bıraktığı yetimi, “Bir Öğretmen Olmalı” isimli kompozisyon dalında kazanmış olduğu birincilik ödülünü almak için arkadaşlarıyla birlikte kürsüye çıktı. Türbanlı bir Müslüman oluşundan, kuvvetle ihtimaldir ki haçlıların fışkırttığı döllerinden olduğunu sandığım kaymakam ve garnizon komutanı derhal kürsüden indirilmesini emretmişler, ilçe milli eğitim müdürü tarafından da gözyaşları içinde iffetsiz bir fahişe ya da teröristmişçesine kürsüden indirilerek haksızlık, adaletsizlik ve bölücülük yerle göğü inletmişti.
En acısı ise, Kozan’ın Ak Partili Belediye Başkanı Kazım Özgan’ın kıyamet koparıcı haksızlığa dilsiz şeytan misali sessiz kalarak salonu terk etmesiydi.
En acınmasız canavarlardan hiçbir farkı olmayan, milletin kardeşliği, birlik ve beraberliği aleyhine büyük bir tehdit oluşturan o günün kaymakamı Eskişehir Vali Yardımcılığına, Milli Eğitim Müdürü Kadirli ilçesine atanmış, garnizon komutanı da generallikle ödüllendirilmiş olsa gerek. Eğer bunlar bölücü değilse bölücüler kimlerdir ve bölücülük ne demektir?
Başbakan Erdoğan; “Milletimizin ufkunu açmak, devletin gücüne güç katmak, devlet-millet bütünleşmesini daha da perçinlemek noktasında muazzam mesafeler katettik, muazzam başarılar yakaladık” açıklamasında Tevhide Kütük gibi aşağılanan ve zulme uğrayanlar özgürlüğe kavuşabildi mi? Devlet adına ondan ve onun gibi zulme uğrayanlardan özür dilendi mi?
Ancak kararlı bir çözüm yerine chp ile çelik-çomak oyununu tercih eden hükümet, Tevhide Kütük gibi nice kızlarımızın onur ve şereflerini doğrayan aşağılamalara sessiz kalabilmekte, bölücüleri cezalandıracağına terfi ettirebilmektedir.
Referansı, inancı ve şöhreti ne olursa olsun laiklik ve Atatürkçülük üzerine ant içmiş hiçbir politikacı; ne Müslümanlar ne de etnik kimlik sahiplerini özgürleştirici bir mücadelede bulunur. Konuşurlar ama yapamazlar! Din dışı rejim değişmediği müddetçe Müslüman halkın kendi ülkesinde esir muamelesi görmekten kurtulamayacağı tartışılmazdır.
Başbakanın; ”Laiklik inancından dolayı başını örten için bir güvencedir. Başörtülü gezmeyi laikliğe tehdit gösterme zorlama bir yaklaşımdır” açıklaması gerçeği yansıtmamakta, seküler (ateist) düşüncenin Allah inancı olan toplumlarda siyasi bir terminolojisi varlığını manipüle etmek suretiyle meşrulaştırma gayreti hiçbir sonuç vermemektedir. Laiklik, dogmatik kabul ettiği dini, akıl ve bilimin engeli, hatta yüzkarası olmakla aşağılayıp, her şart ve koşulda bertaraf edilebilmesi için kurgulanmış bir din karşıtlığıdır. Dolayısıyla dini, özellikle İslam’ı çağrıştıran her türlü görsellik laikliğe aykırıdır. Müslüman halka inandığı gibi yaşama hakkı tanımayan laiklik değilse nedir? Öyleyse iktidardaki hükümetin başı olarak neden gereğini yapmıyor da Tevhide Kütük gibi kızlarımızı aşağılatıyor? İfade ettiği üzere neden dünyanın her protokolüne türbanlı eş ve kızını yanında gezdirebiliyor da hükümeti olduğu kendi ülkesinde cesaret edemiyor? Aslında din dışı laik ve Kemalist rejimi kökleştirerek mıhlattıran chp değil, Müslüman kimlikli partiler, politikacılar ve ilahiyatçı münafıklardır…
Laikliğin tanımı son derece açıktır. Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden bir ateizmdir. Tıpkı vahyi paçavraya çeviren yorumlar misali üzerine ant içtikleri laikliği ne kadar evirip çevirseler ve bozmaya çabalasalar da gereğini yapma mahkûmiyetleri ortadadır.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 29 Ekim Cumhuriyet resepsiyonuna genç yaşta horlanarak alaşağı edilen Tevhide Kütük ve benzeri cumhurları da davet edebilecek bir cesarete ve iktidara sahip mi?
İşte irtica; işte bölücülük! Nerede cumhurbaşkanı; nerede başbakan; nerede hukuk…
Eğer bir devlet, kendini meydana getiren halkını en tehlikeli düşman statüsüne koyuyor ise, asgari şartlarda dahi olsa güven temelinde uzlaşabilmek mümkün değildir. Çünkü onlar her daim potansiyel bir düşman olduğundan sürekli denetim altında bulunmaları ve alttan alta asimilasyon taktiğine devam edilerek güçlenme ve özgürlüklerinin önüne geçilmesi olmazsa olmaz bir koşuldur.
Kimileri Müslüman Kürtlerin nasıl olurda Marksist bir bdp ve pkk’yı destekleyebildiklerine hayret etmektedirler. Oysa gerek bdp gerekse pkk, devlet gibi laik ve sinsi bir vahiy düşmanıdırlar. Devletin pkk ideolojisinden farksız ırkçı, putperest ve laik oluşu, dinin ikinci plana itilerek kimlik ve özgürlük arayışını öncelikli kılmakta, böylece tıpkı yağmurdan kaçarken doluya tutulma misali umut bellemelerine neden olmaktadır. Düşmanlıkla yaftalanmalarından çareleri tükenen Kürtler, Şeyh Said’in “Bizleri ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi bağlayan hiçbir şey kalmadı” düşüncesiyle hareket ederek, Kürt kimliğine özgürlük vadeden laik pkk’yı desteklemek zorunda kalmalarını seküler mantık ya da vatan edebiyatında değil, duygularda arayarak kanaate varılmalıdır.
Atatürk’ün de Batılı olma gerekçesiyle devleti Osmanlı’ya başkaldırıp Türkiye Cumhuriyeti adı altında laik diktatörlüğü kurma sürecindeki gelişmeler peşin hükümlerden uzak bir tarafsızlıkla irdelendiğinde, daha adil bir yargıya varılabileceği kuvvetle muhtemeldir. “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” ilkesiyle isyan eden pkk, tarihsel geçmişimiz göz önüne alındığında tek taraflı bir canavar olmadığı da anlaşılacaktır.
Örneğin gündemi teşkil etmiş olan Müslüman Boşnak kadınlarını katleden ve hunharca tecavüz eden Sırpları dolaylı yollardan destekleyen Emir Kusturica adlı acımasız bir barbarı Türkiye’ye davet edebilecek kadar vicdanları tükenmiş politikacıların güya sanat maskesi altındaki ihanetleri; Ak Partili Bursa Belediyesi tarafından davet edilmişse sanatsı, CHP’li Antalya Belediyesinin çağrımını ise tepkiyle karşılamak da apaçık bir çelişkidir. Üstelik Kusturica gibi geçmişte bir Osmanlı ve Müslüman olan Antalya Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın Sırpsal dönüşümü sonrası Kustiraca’laşarak Osmanlı ve Müslüman düşmanlığından dolayı yakınlıkları son derece normal olup, asıl tepki duyulması gerekenin Müslüman referanslı ve Boşnak asıllı Bursa Belediye Başkanı Recep Altepe’nin münafıklığı olmalıdır. İktidar ve rejime göre yanlışın doğru, doğrunun yanlış sayıldığı riyakâr bir anlayıştan dürüstlük, vicdan ve adalet beklenmemelidir.
Kemalistlerin acımadan tepelemeleri rejimsel, pkk’nın acımadan tepelemesi teröristsel ise; hukuk nerededir?
En amansız baskı, şiddet ve yasaklara maruz kalan Müslümanlar olmasına rağmen, Kemalistler ve pkk’lılar gibi zorbalığa ve silaha sarılmayıp kardeşin kardeşi öldürmemesi merhametiyle zulümlere sabretmesi dikkatle muhakeme edilmeli, böylece Müslümanlarla Kemalist ve pkk’lıların insani farkı da itiraf edilmelidir.
Adil olan hiç kimse olayları tek taraflı değerlendirmemeli, insanlık suçunu kim işlemişse herhangi bir gerekçeye kalkışmadan açıkça itiraf edebilmelidir. Fitne çıkararak ülkeyi bölmeye çalışan ve irtica amacı güden ne Müslüman Türkler ne de Müslüman Kürtlerdir. Bölücü ve irticai faaliyetlerde bulunanlar laikler, ırkçılar, Kemalistler, Aleviler ve chp’dir. Ancak acımasız despot ideoloji, söz konusu bölücülerin yapı taşı olmalarından rejim lehine dokunulmaz kılıp güvence altına alması, hedefe oturtulan Müslümanlar aleyhine apaçık bir soykırımdır. Özellikle Alevilerin ayrılıkçı bir talebi olmamaları rejimin bayraktarlıklarındandır. Aleviler, laik ve Atatürkçü olduklarından ne Hz. Ali ile ne vahiyle bir bağları vardır. Müslümanlara “yezit” diyerek, Kur’an ve peygamberimiz hakkında iftiralar atıp uygunsuz sözler sarf ederek nasıl İslam düşmanı oldukları ortadadır. Kısacası laik devletin dini tetikçileridirler. İslam’la yakından uzaktan hiçbir ilişiği bulunmayan bozguncu Alevilere Atatürk başta olmak üzere ne İsmet İnönü ne de herhangi bir chp iktidarı nifaksal taleplerini karşılamadıkları halde; Ak Parti hükümetinin laik Alevilerin çarpık inançlarını din müfredatına koyarak çocuklarımızı zehirleyebilmeleri ihanet değil de nedir? Aleviler, laik ve Kemalist düşüncenin ta kendileri değil midir? Neden Müslümanların türbanı dışında Rum ve Ermeni Ortodoksları başta olmak üzere her kesime özgürlük veriyorlar?
İşte acımasız bölücülüğe bir örnek…
Tarih 2007, yer Kozan ilçesi. 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle Ak Partili Kozan Belediyesi tarafından düzenlenen programda yarışmalarda derece alan öğrencilere hediye verilmek üzere kürsüye davet edilmeleriyle İstiklal Savaşlarının amacını ortaya koyan iğrenç bir saldırı vuku buldu.
Davet edilen öğrenciler arasında bulunan Kozan İmam Hatip Lisesi 11-C sınıfı öğrencilerinden Tevhide Kütük adlı bir kızımız ki köküne kadar bu vatanın bir hanımefendisi ve şehit kahramanlarımızın geriye bıraktığı yetimi, “Bir Öğretmen Olmalı” isimli kompozisyon dalında kazanmış olduğu birincilik ödülünü almak için arkadaşlarıyla birlikte kürsüye çıktı. Türbanlı bir Müslüman oluşundan, kuvvetle ihtimaldir ki haçlıların fışkırttığı döllerinden olduğunu sandığım kaymakam ve garnizon komutanı derhal kürsüden indirilmesini emretmişler, ilçe milli eğitim müdürü tarafından da gözyaşları içinde iffetsiz bir fahişe ya da teröristmişçesine kürsüden indirilerek haksızlık, adaletsizlik ve bölücülük yerle göğü inletmişti.
En acısı ise, Kozan’ın Ak Partili Belediye Başkanı Kazım Özgan’ın kıyamet koparıcı haksızlığa dilsiz şeytan misali sessiz kalarak salonu terk etmesiydi.
En acınmasız canavarlardan hiçbir farkı olmayan, milletin kardeşliği, birlik ve beraberliği aleyhine büyük bir tehdit oluşturan o günün kaymakamı Eskişehir Vali Yardımcılığına, Milli Eğitim Müdürü Kadirli ilçesine atanmış, garnizon komutanı da generallikle ödüllendirilmiş olsa gerek. Eğer bunlar bölücü değilse bölücüler kimlerdir ve bölücülük ne demektir?
Başbakan Erdoğan; “Milletimizin ufkunu açmak, devletin gücüne güç katmak, devlet-millet bütünleşmesini daha da perçinlemek noktasında muazzam mesafeler katettik, muazzam başarılar yakaladık” açıklamasında Tevhide Kütük gibi aşağılanan ve zulme uğrayanlar özgürlüğe kavuşabildi mi? Devlet adına ondan ve onun gibi zulme uğrayanlardan özür dilendi mi?
Ancak kararlı bir çözüm yerine chp ile çelik-çomak oyununu tercih eden hükümet, Tevhide Kütük gibi nice kızlarımızın onur ve şereflerini doğrayan aşağılamalara sessiz kalabilmekte, bölücüleri cezalandıracağına terfi ettirebilmektedir.
Referansı, inancı ve şöhreti ne olursa olsun laiklik ve Atatürkçülük üzerine ant içmiş hiçbir politikacı; ne Müslümanlar ne de etnik kimlik sahiplerini özgürleştirici bir mücadelede bulunur. Konuşurlar ama yapamazlar! Din dışı rejim değişmediği müddetçe Müslüman halkın kendi ülkesinde esir muamelesi görmekten kurtulamayacağı tartışılmazdır.
Başbakanın; ”Laiklik inancından dolayı başını örten için bir güvencedir. Başörtülü gezmeyi laikliğe tehdit gösterme zorlama bir yaklaşımdır” açıklaması gerçeği yansıtmamakta, seküler (ateist) düşüncenin Allah inancı olan toplumlarda siyasi bir terminolojisi varlığını manipüle etmek suretiyle meşrulaştırma gayreti hiçbir sonuç vermemektedir. Laiklik, dogmatik kabul ettiği dini, akıl ve bilimin engeli, hatta yüzkarası olmakla aşağılayıp, her şart ve koşulda bertaraf edilebilmesi için kurgulanmış bir din karşıtlığıdır. Dolayısıyla dini, özellikle İslam’ı çağrıştıran her türlü görsellik laikliğe aykırıdır. Müslüman halka inandığı gibi yaşama hakkı tanımayan laiklik değilse nedir? Öyleyse iktidardaki hükümetin başı olarak neden gereğini yapmıyor da Tevhide Kütük gibi kızlarımızı aşağılatıyor? İfade ettiği üzere neden dünyanın her protokolüne türbanlı eş ve kızını yanında gezdirebiliyor da hükümeti olduğu kendi ülkesinde cesaret edemiyor? Aslında din dışı laik ve Kemalist rejimi kökleştirerek mıhlattıran chp değil, Müslüman kimlikli partiler, politikacılar ve ilahiyatçı münafıklardır…
Laikliğin tanımı son derece açıktır. Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden bir ateizmdir. Tıpkı vahyi paçavraya çeviren yorumlar misali üzerine ant içtikleri laikliği ne kadar evirip çevirseler ve bozmaya çabalasalar da gereğini yapma mahkûmiyetleri ortadadır.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 29 Ekim Cumhuriyet resepsiyonuna genç yaşta horlanarak alaşağı edilen Tevhide Kütük ve benzeri cumhurları da davet edebilecek bir cesarete ve iktidara sahip mi?
İşte irtica; işte bölücülük! Nerede cumhurbaşkanı; nerede başbakan; nerede hukuk…
17 Ekim 2010 Pazar
Tek çare federalizm...
Birbirimize tahammül edemiyor, farklılıkları sindiremiyor, ırka ve inançlara hoşgörüyle müsamaha gösteremiyor, adil davranamıyor, kendimizin haricindekileri horlayarak ve aşağılayarak dışlayabiliyor, devletçe bağıra basamıyor, eşit hak ve hukukun gereğini yapamıyor, sen-ben saltanat mücadelesiyle milleti bölebiliyor, totaliter rejim uğruna toplumu birbirine hasım kılarak çatıştırabiliyor, fırsatını yakaladığı anda acımadan tepeleyebiliyor, vatanı ve devleti meydana getirenleri düşman belleyebiliyor isek; nasıl birlik ve beraberliği sağlayabilir, huzur ve barış içinde yaşayabilir, üniter bir devlet olabiliriz?
Irki ve dini duyguları reddeden ya da baskı altına alan üniter devletin dikta ideolojisiyle farklılıkları malum anlayışı egemenliğinde bastırma ve zorlama müstebitliği asimilasyonu doğurmakta, dolayısıyla bağımsızlık taleplerinin önüne geçilemeyerek bitmek tükenmez isyansı mücadeleler anarşilere neden olmaktadır.
Ayrı ırk ve dinden oluşmuş devletlerin ödün vermez kurallarından “tek millet tek ideoloji” gibi üniter bir yapıyı muhafaza edemedikleri dünya yaratıldığından bugüne dek kanıtlanmış, ne kadar zorlanılsa da sonucun değişmediği ve geciktirilen süreçte milyonlarca insanın hebasından öte hiçbir bütünlüğün sağlanamadığı görülmüştür. Ancak anası ve babası aleyhine de olsa ideolojik benliğini hapsederek adaletten zerre taviz vermeyen adil yönetimler istisnadır…
Şüphesiz asimilasyon bir insanlık suçu ve canavarlıktır. Örneğin bir Kürt’ü Türk yapamayacağınız gibi bir Müslüman’ı da laik yapabilmeniz söz konusu değil, hangi kuvvet ve yasal gerekçelere başvurulsa da sonuç alabilmek olanaksızdır. Ancak kendilerine fiyat etiketi biçmiş çıkarcı devşirmelerin asimilasyonu yanıltmamalı, kulaklara girip kalbe inmeyen çözümler umut doğurmamalı; yüreklerdeki basıncın her an patlayarak yanardağ misali lavlar püskürtebileceği göz ardı edilmemelidir.
Kendini insanlığa adamış hiçbir düşünce, ne kadar aykırı da olsa bir başkasının hak ve hürriyetine müdahale edemez. 85 yıldır süregelen asimilasyonla ırki ve dini bir zorbalığın dayattığı gözyaşı selleri ve ceset molozları, üniter bazlı acımasız ideolojinin mahkûmiyetini ortaya koymuştur.
Artık vicdanın, hak ve adaletin yerlerde süründüğü Türkiye’de laik ve Kemalizm’le inşa edilmiş üniter diktatörlük iflas etmiş durumdadır. Bir taraftan kendi ırk, düşünce ve inançlarından olmayanları tehlikeli düşman sayıp, diğer taraftan vatan-devlet sömürüsüyle toplumları bir arada tutabilme manipülasyonu sineleri delmekte, kaçınılmaz bir özgürlük mücadelesi meşruiyet kazanmaktadır. Önce vatan değil, insanlık ve adalet değer olmalıdır. İnsanlık ve adaletin olmadığı bir vatan, taş-kayadan öte ne işe yarar!
Türk’ün milliyetçilik zaafı ne kadar hükmî ise, Kürt’ün de milliyetçilik duyguları o kadar legal kabul edilmelidir. Laik veya Atatürkçü toplumun özgürlüğü ne kadar hukuki ise, Müslüman’ın da hürriyeti tartışılmamalıdır. Sonuçta her taraf Türkiye’yi var eden olmazsa olmaz gerçekleri, devleti ve vatanı meydana getiren hayati unsurlarıdır. Birini diğerinden bağımsız ve dokunulmaz iktidar kılmak; bölünme ve savaşı davet eder.
Baskın rejimin anayasa ve silahlı güçlerle halkın çok büyük bir bölümünü sindirebilme anlayışı tarihin hiçbir döneminde başarıya ulaşmamış, tayin edilen zaman diliminde insanlığa ve adalete savaş açanlar hüsrana uğramaktan kurtulamamışlardır. Bir halkın haykırışını ve yaratıcının Mutlak İradesini elimine edebilecek bir güç bulunmamaktadır. Hiçbir rejim ve devlet, halk iradesinin üstünde değildir. Ruhsuz, yani Yaratıcısız bir yaşam olamayacağına göre; halksız bir devlet ve vatanda var olamaz.
ABD, Almanya, Kanada, Avusturya, İsviçre, Avustralya yanı sıra Malezya ve UAE gibi İslam ülkelerinin federasyonla yönetilmesi ve son olarak da Rusya’nın konjonktürel yapısından dehşetsi savaşları engelleyebilmek maksadıyla federe devlete geçişi, özellikle Türkiye’nin örnek alması gereken hayati bir yönetim şekli olmalıdır. Türk, Kürt, laik ve Müslüman ayırımının en dorukta yaşandığı Türkiye’de federasyonla ilgili mutlaka referanduma gidilerek halkın tercihine danışılmalı, her ırk ve inancın temsil edilebileceği bölgelere seçimle özerklik tanınarak, halkın iradesine boyun eğilmelidir. Böylece ne laiklerin, ne Atatürkçülerin, ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne de Müslümanların sorunları kalır, dolayısıyla öz egemen olup asimilasyon gibi bir insanlık suçu ve riyakârlığa gerek kalmayarak, kaçınılmaz yok edici bölünmelerin ve savaşların da önüne geçilir.
Bütün çaba ve gayretlere rağmen kinsi derin ayrılıkların yaşandığı toplum kesimlerini aynı ideolojik kurallarla muhafaza edebilmenin imkânsızlığını hiç kimse inkâr edemez. Örneğin Kürtlerin yaradılış fıtratları gereği bir millet olduğu ve hiçbir ırkın vesayeti altına sokulamayacağı; kendilerini Atatürk’ün değil Allah’ın yarattığına iman eden ve O’nun ilkelerine kayırsız-şartsız itaate inanan Müslümanları seküler bir düşünceyle esir edilemeyeceği insani ve barışçıl bir zorunluluktur. Zaten yapılan savaşların nedeni de bu hak arayışıdır.
“İslam’ın şartı beştir” hilesel dayatmayla vahyin diğer hükümlerini, yani şeriatını yok sayan laik düşüncenin nasıl bir yalan ve aldatmaca olduğu daha fazla gizlenememektedir. Kemalistler için kuralları koyan Atatürk ise, Müslümanlar için kuralları koyan da Allah’tır. Kemalistler için kurtarıcı ulu, Atatürk ise; Müslümanlar için kurtarıcı ulu da Allah’tır. Laiklikle İslam’ı ne siyasi ne sosyal ne hukuki ne de kültürel bir çatı altında barındıramazsınız. Birbirine tamamen rakip iki tanrı ve iki düşüncenin bir arada iktidar olabilmesi mümkün olamayacağına göre; hiçbir şart ve kural dayatmaksızın ya federasyona gidilecek ya da vazgeçilmez felaketlere razı olunacak.
İnsanlık dışı güdülen inadın fayda mı yoksa zarar mı getireceğinin cevabı geçmişin yazılı olduğu tarihte, gelecekle ilgili uyarılarda Kuran’da mevcuttur…
Federasyona geçişle ortaya çıkacak bölgesel yönetimler her kesimin huzur ve güvenle yaşamasına olanak getirecek, böylece özgürlüğün sağladığı köklü barış tüm Türkiye’yi kuşatarak, hiç kimse ne ırki ne de dini bir elem ve keder yaşayacaktır. Bilinmelidir ki egemen gücün öne sürdüğü koşullar karşı tarafın düşüncesel ve duygusal taleplerini dizginlemeye yeterli değildir. Nasıl laiklik ya da Atatürkçülüğün bekası adına feryatlar koparılıyor ise, Müslümanlığın ya da Kürtçülüğün elden gitme tedirginliği de o denli endişeye mahal olmaktadır.
Devleti eline geçiren gücün ahkâm kesebilmesi insani olmadığı kadar barışı da mevzubahis değildir. Ruhsuz bir bedene inanan Darwinistçi laiklerin halksız bir vatanı savunabilmeleri anormal sayılmamalıdır. Ruhsuz bir bedenin yaşam gerçeğine inanmayanlar, halksız bir vatan kutsallığına inanırlar. Arif Doğan adlı halk düşmanı ve jitemin canavar kurucusu; “Vatan benden memnun. Halk memnun değilmiş. Otursun kendi haline ağlasın” sözleri, laik devletin halkı nasıl bir yığın, tutsak ve dolgu malzemesi gördüğüne apaçık kanıttır. Her şey vatan içinse, halk için nedir?
Aslında lafı uzatmanın pek gereği yoktur. Türkiye; farklı ırk, düşünce ve inançların bütünleşmesiyle oluşmuş bir ülkedir. Türkiye’ye hükmeden laik ve Atatürkçü rejim, dikta benliğiyle eşit bir hak ve hukuku başaramamış, kendini meydana getirip uğruna canlarını veren toplumu aleyhine tehdit algıladığından; milletin her kesimi için tek çözümün acil bir federasyon olduğu ortaya çıkmıştır. Kim neyi istiyorsa onu iktidara taşıyabilmeli, böylece kıyametsi bir felaketin önüne geçilerek köklü ve kalıcı bir barış tesis edilmelidir.
Her ırk ve inancın kendine mahsus bir yönetimi, kendine mahsus bir hukuku, kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlamayan merkezi hükümete bağlı sınırlı bir egemenliği mevcut olmalıdır. Türkiye gibi insan unsuru üzerinde inşa edilmemiş devletler, diktatörlük hüviyeti taşıdıklarından farklı ırk ve inançlara tahammül edememekte, dolayısıyla özgürlükler adına federe devlete ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrı tüzel kişiliklere sahip olmayan yönetimlerde hâkim ırk ve düşünceleri bir arada barındırabilmek imkânsızdır. Çünkü her ırk ve düşünce birbirini lağvedecek talepler dile getirdiğinden ve kaygılar güttüğünden orta yolun bulunabilmesi, huzur ve barışın sağlanabilmesi, aşırılıktan dolayı mümkün değildir. Federasyonda iki ayrı tür devlet olduğundan, aynı ülke ve insan topluluğu iki ayrı devlet egemenliğine ve dolayısıyla hukuk düzenlerine tabi olursa, tüm sorunlar otomatikman ortadan kalkar. Böylece laiklerde, Müslümanlarda, Türklerde, Kürtlerde hiçbir tedirginlik ve kısıtlama duymaksızın, devlet ve mahalle baskınlarına son verecek fitneye nokta koyup, çözümü başaran devletler arasına girer.
Müslüman bir türbanlı veya sarıklı vatandaşına kamu alanı yasağı getiren, vahye iman edeni rejim düşmanı olmakla suçlayan, hükümetini devirmeye kalkışan, Kürt’ü ırkından dolayı aşağılayan, halkı arasına kin ve nefret tohumları saçarak birbirine kıydırmaya çalışan, adaleti kendi mülkü haline getiren laik ve Kemalist bir düşüncenin halkı temsil edebilmesi ve barışı sağlayabilmesi mümkün müdür? Laiklikle teslim alıp irticayla vuran bir rejimden umut beklenebilinir mi?
“Halkını tüketen devletlerin kendileri de tükenir. “ Platon
Irki ve dini duyguları reddeden ya da baskı altına alan üniter devletin dikta ideolojisiyle farklılıkları malum anlayışı egemenliğinde bastırma ve zorlama müstebitliği asimilasyonu doğurmakta, dolayısıyla bağımsızlık taleplerinin önüne geçilemeyerek bitmek tükenmez isyansı mücadeleler anarşilere neden olmaktadır.
Ayrı ırk ve dinden oluşmuş devletlerin ödün vermez kurallarından “tek millet tek ideoloji” gibi üniter bir yapıyı muhafaza edemedikleri dünya yaratıldığından bugüne dek kanıtlanmış, ne kadar zorlanılsa da sonucun değişmediği ve geciktirilen süreçte milyonlarca insanın hebasından öte hiçbir bütünlüğün sağlanamadığı görülmüştür. Ancak anası ve babası aleyhine de olsa ideolojik benliğini hapsederek adaletten zerre taviz vermeyen adil yönetimler istisnadır…
Şüphesiz asimilasyon bir insanlık suçu ve canavarlıktır. Örneğin bir Kürt’ü Türk yapamayacağınız gibi bir Müslüman’ı da laik yapabilmeniz söz konusu değil, hangi kuvvet ve yasal gerekçelere başvurulsa da sonuç alabilmek olanaksızdır. Ancak kendilerine fiyat etiketi biçmiş çıkarcı devşirmelerin asimilasyonu yanıltmamalı, kulaklara girip kalbe inmeyen çözümler umut doğurmamalı; yüreklerdeki basıncın her an patlayarak yanardağ misali lavlar püskürtebileceği göz ardı edilmemelidir.
Kendini insanlığa adamış hiçbir düşünce, ne kadar aykırı da olsa bir başkasının hak ve hürriyetine müdahale edemez. 85 yıldır süregelen asimilasyonla ırki ve dini bir zorbalığın dayattığı gözyaşı selleri ve ceset molozları, üniter bazlı acımasız ideolojinin mahkûmiyetini ortaya koymuştur.
Artık vicdanın, hak ve adaletin yerlerde süründüğü Türkiye’de laik ve Kemalizm’le inşa edilmiş üniter diktatörlük iflas etmiş durumdadır. Bir taraftan kendi ırk, düşünce ve inançlarından olmayanları tehlikeli düşman sayıp, diğer taraftan vatan-devlet sömürüsüyle toplumları bir arada tutabilme manipülasyonu sineleri delmekte, kaçınılmaz bir özgürlük mücadelesi meşruiyet kazanmaktadır. Önce vatan değil, insanlık ve adalet değer olmalıdır. İnsanlık ve adaletin olmadığı bir vatan, taş-kayadan öte ne işe yarar!
Türk’ün milliyetçilik zaafı ne kadar hükmî ise, Kürt’ün de milliyetçilik duyguları o kadar legal kabul edilmelidir. Laik veya Atatürkçü toplumun özgürlüğü ne kadar hukuki ise, Müslüman’ın da hürriyeti tartışılmamalıdır. Sonuçta her taraf Türkiye’yi var eden olmazsa olmaz gerçekleri, devleti ve vatanı meydana getiren hayati unsurlarıdır. Birini diğerinden bağımsız ve dokunulmaz iktidar kılmak; bölünme ve savaşı davet eder.
Baskın rejimin anayasa ve silahlı güçlerle halkın çok büyük bir bölümünü sindirebilme anlayışı tarihin hiçbir döneminde başarıya ulaşmamış, tayin edilen zaman diliminde insanlığa ve adalete savaş açanlar hüsrana uğramaktan kurtulamamışlardır. Bir halkın haykırışını ve yaratıcının Mutlak İradesini elimine edebilecek bir güç bulunmamaktadır. Hiçbir rejim ve devlet, halk iradesinin üstünde değildir. Ruhsuz, yani Yaratıcısız bir yaşam olamayacağına göre; halksız bir devlet ve vatanda var olamaz.
ABD, Almanya, Kanada, Avusturya, İsviçre, Avustralya yanı sıra Malezya ve UAE gibi İslam ülkelerinin federasyonla yönetilmesi ve son olarak da Rusya’nın konjonktürel yapısından dehşetsi savaşları engelleyebilmek maksadıyla federe devlete geçişi, özellikle Türkiye’nin örnek alması gereken hayati bir yönetim şekli olmalıdır. Türk, Kürt, laik ve Müslüman ayırımının en dorukta yaşandığı Türkiye’de federasyonla ilgili mutlaka referanduma gidilerek halkın tercihine danışılmalı, her ırk ve inancın temsil edilebileceği bölgelere seçimle özerklik tanınarak, halkın iradesine boyun eğilmelidir. Böylece ne laiklerin, ne Atatürkçülerin, ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne de Müslümanların sorunları kalır, dolayısıyla öz egemen olup asimilasyon gibi bir insanlık suçu ve riyakârlığa gerek kalmayarak, kaçınılmaz yok edici bölünmelerin ve savaşların da önüne geçilir.
Bütün çaba ve gayretlere rağmen kinsi derin ayrılıkların yaşandığı toplum kesimlerini aynı ideolojik kurallarla muhafaza edebilmenin imkânsızlığını hiç kimse inkâr edemez. Örneğin Kürtlerin yaradılış fıtratları gereği bir millet olduğu ve hiçbir ırkın vesayeti altına sokulamayacağı; kendilerini Atatürk’ün değil Allah’ın yarattığına iman eden ve O’nun ilkelerine kayırsız-şartsız itaate inanan Müslümanları seküler bir düşünceyle esir edilemeyeceği insani ve barışçıl bir zorunluluktur. Zaten yapılan savaşların nedeni de bu hak arayışıdır.
“İslam’ın şartı beştir” hilesel dayatmayla vahyin diğer hükümlerini, yani şeriatını yok sayan laik düşüncenin nasıl bir yalan ve aldatmaca olduğu daha fazla gizlenememektedir. Kemalistler için kuralları koyan Atatürk ise, Müslümanlar için kuralları koyan da Allah’tır. Kemalistler için kurtarıcı ulu, Atatürk ise; Müslümanlar için kurtarıcı ulu da Allah’tır. Laiklikle İslam’ı ne siyasi ne sosyal ne hukuki ne de kültürel bir çatı altında barındıramazsınız. Birbirine tamamen rakip iki tanrı ve iki düşüncenin bir arada iktidar olabilmesi mümkün olamayacağına göre; hiçbir şart ve kural dayatmaksızın ya federasyona gidilecek ya da vazgeçilmez felaketlere razı olunacak.
İnsanlık dışı güdülen inadın fayda mı yoksa zarar mı getireceğinin cevabı geçmişin yazılı olduğu tarihte, gelecekle ilgili uyarılarda Kuran’da mevcuttur…
Federasyona geçişle ortaya çıkacak bölgesel yönetimler her kesimin huzur ve güvenle yaşamasına olanak getirecek, böylece özgürlüğün sağladığı köklü barış tüm Türkiye’yi kuşatarak, hiç kimse ne ırki ne de dini bir elem ve keder yaşayacaktır. Bilinmelidir ki egemen gücün öne sürdüğü koşullar karşı tarafın düşüncesel ve duygusal taleplerini dizginlemeye yeterli değildir. Nasıl laiklik ya da Atatürkçülüğün bekası adına feryatlar koparılıyor ise, Müslümanlığın ya da Kürtçülüğün elden gitme tedirginliği de o denli endişeye mahal olmaktadır.
Devleti eline geçiren gücün ahkâm kesebilmesi insani olmadığı kadar barışı da mevzubahis değildir. Ruhsuz bir bedene inanan Darwinistçi laiklerin halksız bir vatanı savunabilmeleri anormal sayılmamalıdır. Ruhsuz bir bedenin yaşam gerçeğine inanmayanlar, halksız bir vatan kutsallığına inanırlar. Arif Doğan adlı halk düşmanı ve jitemin canavar kurucusu; “Vatan benden memnun. Halk memnun değilmiş. Otursun kendi haline ağlasın” sözleri, laik devletin halkı nasıl bir yığın, tutsak ve dolgu malzemesi gördüğüne apaçık kanıttır. Her şey vatan içinse, halk için nedir?
Aslında lafı uzatmanın pek gereği yoktur. Türkiye; farklı ırk, düşünce ve inançların bütünleşmesiyle oluşmuş bir ülkedir. Türkiye’ye hükmeden laik ve Atatürkçü rejim, dikta benliğiyle eşit bir hak ve hukuku başaramamış, kendini meydana getirip uğruna canlarını veren toplumu aleyhine tehdit algıladığından; milletin her kesimi için tek çözümün acil bir federasyon olduğu ortaya çıkmıştır. Kim neyi istiyorsa onu iktidara taşıyabilmeli, böylece kıyametsi bir felaketin önüne geçilerek köklü ve kalıcı bir barış tesis edilmelidir.
Her ırk ve inancın kendine mahsus bir yönetimi, kendine mahsus bir hukuku, kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlamayan merkezi hükümete bağlı sınırlı bir egemenliği mevcut olmalıdır. Türkiye gibi insan unsuru üzerinde inşa edilmemiş devletler, diktatörlük hüviyeti taşıdıklarından farklı ırk ve inançlara tahammül edememekte, dolayısıyla özgürlükler adına federe devlete ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrı tüzel kişiliklere sahip olmayan yönetimlerde hâkim ırk ve düşünceleri bir arada barındırabilmek imkânsızdır. Çünkü her ırk ve düşünce birbirini lağvedecek talepler dile getirdiğinden ve kaygılar güttüğünden orta yolun bulunabilmesi, huzur ve barışın sağlanabilmesi, aşırılıktan dolayı mümkün değildir. Federasyonda iki ayrı tür devlet olduğundan, aynı ülke ve insan topluluğu iki ayrı devlet egemenliğine ve dolayısıyla hukuk düzenlerine tabi olursa, tüm sorunlar otomatikman ortadan kalkar. Böylece laiklerde, Müslümanlarda, Türklerde, Kürtlerde hiçbir tedirginlik ve kısıtlama duymaksızın, devlet ve mahalle baskınlarına son verecek fitneye nokta koyup, çözümü başaran devletler arasına girer.
Müslüman bir türbanlı veya sarıklı vatandaşına kamu alanı yasağı getiren, vahye iman edeni rejim düşmanı olmakla suçlayan, hükümetini devirmeye kalkışan, Kürt’ü ırkından dolayı aşağılayan, halkı arasına kin ve nefret tohumları saçarak birbirine kıydırmaya çalışan, adaleti kendi mülkü haline getiren laik ve Kemalist bir düşüncenin halkı temsil edebilmesi ve barışı sağlayabilmesi mümkün müdür? Laiklikle teslim alıp irticayla vuran bir rejimden umut beklenebilinir mi?
“Halkını tüketen devletlerin kendileri de tükenir. “ Platon
13 Ekim 2010 Çarşamba
Neden münafıklar daha tehlikelidir?
Peygamberimiz; “Münafık, kâfirden yetmiş kat daha tehlikelidir” buyurarak, iman etmiş müminleri inkârcı ebedi düşmanlarından ziyade riyakârlara karşı uyararak, herhangi bir ihanetle karşılaşıp yıkıcı darbe almamaları konusunda dikkatli olmayı özellikle vurgulamıştır. Her ilişkide olduğu gibi aleni düşmana karşı tedbirli, dost ya da senden görünenlere teslimiyetçi duygular çöküntü ve yenilginin yegâne sebebidir. Özde değil sözdeki görüntü en sinsi tehlikedir…
Dinlerdeki rehberler, siyasetteki önderler, öğrenimdeki eğiticiler, ticaretteki ortaklar ve ailedeki üyelerin sakınılan düşmandan daha korkunç tahribatlara yol açarak gerek din ve namusu, gerek umutları, gerek malı, gerekse canı iliklere kadar sömürerek sıkıntılar, acılar ya da cinayetlerle sonuçlanması, yaratık olan insanın ne kadar nankör ve hain olduğunu kanıtlamaktadır.
Seküler düzenin maddeyi odaklattıran düşüncesi vicdanları katranlandırmış, merhamet ve adalet ışığıyla yaratılmış insanların kalplerine çöküp egoistleştirmek suretiyle zalimleştirmiştir. Müslüman olanlar din-dışı düşüncelerin etkisinde kalarak münafıklaşmış, güce kavuşabilmek için sözde inandıkları Allah’ın ayetlerini ve mutlak iktidarını nefislerine peşkeş çekmişlerdir. Her şart ve koşulda Müslümanlık gibi yüce bir şerefle onur duyup karşıtları aleyhine haklı bir müdafaaya girişeceklerine, meşru sayılabilmek için vahyi kemirerek onlara benzemiş, hatta daha da beteri olmuşlardır. Sonuçta masonik bir İslam anlayışı doğmuştur…
“Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” Al’i İmran. 77
Müslüman referansa sahip Başbakan Erdoğan, sekülerizmin ya da laikliğin vahyi topyekûn ortadan kaldırmak amacıyla manipüle edilmiş bir düşünce olduğunu imansı bir cesaretle ifade etmektense; “Devlet laik olabilir ama insanlar olamaz” güzaf açıklaması, tıpkı bataklıktan kurtulmaya çalışıp debelendikçe batan insandan farksızdı. Acaba başbakan olma sıfatından kendisi devlet değil mi?
Allah, karakterime bir fiyat etiketi koydurmadığından her kim olursa olsun asla taviz vermemekte, bundan dolayı bakan ve bürokrat arkadaşlarım dahi cüzamlı bir hastadan kaçarcasına telefonlarıma çıkmamaktadırlar. Oysa çıkarım için değil, mağduriyete uğramış kimselerin haklarını teslim etmeleri için arıyordum. Nede olsa pkk teröristlerinden çok daha tehlikeli ve laik rejimin önemli düşmanı yaftasıyla damgalanmış birinden kaçmasınlar da ne yapsınlar? Oysa gerek chp, gerekse bdp’nin en azılı teröristlere arka çıkarak açıkça sahiplenmeleri, işte çakma Müslüman gerçeğini ortaya koymaktadır.
Vilayetin birinde adamın biri çeşme yaptırmış ve çeşmenin üzerine “Müslümanlar buradan su içemezler” diye bir uyarı asmış. Bu haber valinin kulağına gidince, “Şu densizi derhal tutuklayıp karşıma getirin” diye emir vermiş. Adamı derdeste edip valinin karşısına getirdiklerinde adam; “Bana bir manga asker verin ve doğruluğumu size kanıtlayayım” demiş. Yanına bir manga asker alıp, önce kiliseye giderek ayin yaptırmakta olan papazı cemaatinin önünde yaka-paça tutuklarında tüm cemaat ayağa kalkmış, “Papazımızın yerine bizi götürün” diyerek gözyaşları içinde feryat figanı basmışlar. Sonra havraya giderek, yine cemaatiyle birlikte dua eden haham’ı gözaltına almaları üzerine aynı tepkiyle cemaat ayaklanmış ve kendilerini haham’larına siper etmişler. Son olarak camiye gitmişler ve vaaz vermekte olan imamı gözaltına aldıklarında cemaatten tek bir aldırış olmadığı gibi, “zaten onu tutuklayacakları belliydi, haddini aşıp konuşmasaydı” diyerek, askerlerin götürmesine izin vermişler. Adam valinin karşısına çıkıp durumu bir bir anlatınca, valinin boynu büküp kalıp, adamı serbest bırakmış…
Vahye iman etmiş Müslümanlar sadece haçlı veya laiklerce değil, kendinden bildikleri münafıklarca da baskı ve zulüm altındadır.
Şeytan öyle tuzaklarla inananları yoldan çıkarıyor ki, “yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim” vaadi tüm dehşetiyle sürmekte, ilim sahiplerini dahi sapıttırarak düzen doğrultusunda siparişsi fetvalar verdirmektedir.
Faizin çok korkunç bir haram olduğu vahyin birçok yerinde hükme bağlanmış, günah korkusuyla birikimlerini bankalara yatırmaktan kaçınan Müslümanların inançsı siperini kırabilmek için, “kâr payı” gibi şeytani bir hileyle faiz kavramına dini bir kimlik kazandırılmıştı. Hâlbuki seküler ekonomi kurallarıyla temelleştirilmiş bir düzende dini hükümlerin uygulanabilme imkânsızlığını hiç kimse ya muhakeme edemedi ya da işlerine gelmedi. Para, para, para…
“İslâm devletinin olmadığı bir yerde İslâmi müesseseler kurmak, ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir.”
Geçmişte İslami finans kuruluşları olup günümüzde bankaya dönüşen kurumlar, tıpkı para karşılığı cinsel ilişkide bulunmayı gayrimeşru, aşk karşılığı ilişkide bulunmayı meşru sayan modern dünyanın mantığıyla hareket ederek, evli ya da bekar kişinin ilişkisini zinadan kurtarabilme manipülasyonuyla “imam nikâhı” adı altında helalleştirme hilelerini ticarette de uygulamışlardır.
Sekülerist düzenin kapitalist ya da sosyalist bankalarınca verilen faizler vahyen haram sayılmalarına rağmen aynı düzenin sözde kâr payı dağıtan İslam maskeli bankalarından daha dürüst ve şeffaf oldukları, müşterilerinin de dinin haram saydığı ticareti karşılıklı mutabakatla kabul ettikleri ortada olup, ticaretlerinin helal olması konusunda güya hassasiyet gösteren dindarların kar-zarar hesap katılımlarında kurumları kadar samimi ve dürüst olmadıkları tartışılmazdır.
Lise yıllarımda biyoloji öğretmenim olan Enver Ören, biyoloji dersinden çok ahlakı, dürüstlüğü, hakkı ve hukuku öğretir, ateşe dayanabileceğimiz kadar günah işlememiz gerektiğini öğütlerdi. Ne var ki laik düzen iktidar olma hırsından onu da münafıklaştırmış, öğrencilerine anlattıklarının tam aksi bir davranışa itmişti. Sahibi olduğu İhlas Finans Kuruluşuyla mütedeyyin insanları nasıl zor durumlara sokup iflasa sürüklediğini herkes hatırlar. Müşterilerinin yatırımlarını zimmetine geçirerek ya şirketlerini zarardan kurtarmak ya da daha büyük yatırımlar yapabilmek maksadıyla hesapları dondurmuş ve keyfiyetine göre bir ödeme planı yaparak faizden kaçanları kâr hortumuyla yerle bir etmişti. Ancak sadece Enver Ören mi suçlu ya da gayri ahlaklı? Güya faizden sakınıp kar-zarar hesabına katılarak ticaretini helal yollardan kazanmak isteyenlerin de Enver Ören ya da diğer parazitlerden hiçbir farkları bulunmamaktadır. Şöyle ki, helal bir kazanç elde edebilmek için kar-zarar hesabına katılıyor, sonra da zararla karşılaştığı zaman kıyametler kopararak hak arayışına kalkıyor. Sözü başka, kalbi başka riyakârlar sadece sömürücü patronlar değil, onlara çanak tutan içten pazarlıklı yığınlarda! Sonuçta hem kurum hem de müşteri vahyi sömürmektedirler.
Ahlakı çökerten tek neden riyakarlıktır…
Artık para, din dâhil her şeyin anahtarı haline gelmiştir. Dolaylı yollardan cennetin dahi parayla satın alınabileceği anlayışı öyle egemen olmuş ki, hizmet ve yardım gerekçesiyle vahiy paçavraya dönüştürülerek seküler rejim, Allah’ın tartışmasız yasaları olan şeriata karşı Müslüman kimliklerce meşruiyet kazanmıştır. Kâr payı adı altında İslam’ı ve Müslümanları acımasızca sömüren münafıklar, helal aşkıyla teslim olan insanları birikimleri nispetinde kefen parasına yetecek sözde kârlar dağıtarak servetlerine servet katmakta; bir taraftan yıllık milyar dolarlarca karlarını ve devasa yatırımlarını övünçle açıklarlarken, diğer taraftan katılımcı ortaklarına hakkı olan paylarını vermeyebilmektedirler. Nasıl olsa harami kazançlarını aklayan fetvalar ceplerinde olmalarından dolayı hiç kimse itiraz etmemektedir. Bu sebeple münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğu delili, bu kar dağıtıcı kurumların faizci bankalardan ne kadar daha sömürücü ve tehlikeli olduklarını ortaya koymaktadır.
Bu acımasız sömürücüleri çok yakından tanımış ve ne tür entrikalar çevirdiklerine bizzat şahitlik etmişimdir.
2008 yılında haklarında açtığım davanın sonuçlanmasından dolayı “Kuveyt-Türk” olarak bilinen kurumun gerçek yüzünü deşifre etmekte hiçbir sakınca görmüyor, böylece müşterilerinin dikkatlerini çekmeyi vicdani bir görev addediyorum.
Altın alış-verişiyle ilgili 2008 tarihinde ticaret yaptığım Kuveyt-Türk, bir müddet sonra talep ettiğim ama kaçınarak oyaladıkları hesap ekstremin gönderilmesiyle ilgili ısrarım üzerine, 150.000 USD.’ın bilgim haricinde hesabımdan çekildiğini fark etmiş, sözlü ve yazılı uyarılarım sonrası bir yanıt alamamam üzerine, güvenimi yitirdiklerinden dolayı bakiye tutarımın derhal diğer bir banka hesabına EFT’sini talep etmiştim. Ancak hesabımdaki meblağı EFT yapmamaları üzerine şubeye giderek EFT’yi gerçekleştirmiş, yeni bir hesap ekstresi istediğimde gördüğüm gerçek, 150.000 USD.ın kaybıyla ilgili yapılan altın alış verişini iptal etmeleriydi. Nasıl olurdu da tamamen güvene dayalı, hem de İslam’i hassasiyet taşıyan bir kurum sahtekârlığa tevessül ederek resmi evrakta tahrifat yapabilirdi? Hesabımdan zimmetine geçirdikleri 150.000 USD.’ı resmiyette belgeleyebilmek için evrakta tahrifat yapabilmelerine hayret etmiş ve yapmaya çalıştıkları pazarlığa aldırış etmeksizin aleyhlerinde ticaret mahkemesinde dava açıp, yaklaşık iki hafta önce mahkûm etmek suretiyle uğradığım zararla birlikte geri ödemelerini hükme bağlattım. Ancak yetinmeyip “sahte evrak tanzimi ve resmi evrakta tahrifat” suçlarından cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda da bulunup, tüm yönetim kurulu üyeleri hakkında ceza davası açtım.
Güçleri ve sözde hatasız inançlarıyla müşterilerini caydıran ve hak aramada korku salan sömürücülerin söylemleri ne olursa olsun asla taviz vermeyin ki, cesaretlenip başkalarına yapmayı düşündükleri haksızlıkların önüne geçin. Bunlar öylesine pişman olmaz sürüngenlerdir ki, yaptıklarından tövbe edeceklerine hakkımda bankayı dolandırmakla suçlayabilecek kadar alçalabilmişlerdir. Amaçları mahkeme kararıyla da kanıtlanmış dolandırıcılık ve sahtekârlıklarını dedikodularla kamufle edebilmek, tarafımdan yapılabilecek olası bir deşifrenin öncesinde lehlerine altyapı oluşturmaktır.
Faizin haram olmasından sakınan Müslümanlara diyeceğim odur ki, seküler yani laik düzen kurallarıyla faaliyet gösteren herhangi bir İslami banka olmayacağı gibi kâr payı denilen kazancın tıpkı zinanın “muta nikâhı” adıyla aklanması misali faizin ta kendisi olduğu, eğer gerçekten iman etmişler ise bu tuzaktan kurtulmalarıdır. Şayet illâ geçim için bir kâra ihtiyacımız var diyorlar ise, Allah’ın ayetlerine bedel biçmekten vazgeçip önceden adı konulan bankalara müracaat etsinler ki, meçhul bir sömürü yerine miktarı belirlenen bir harama razı olup en azından Allah’ı kandırma müşrikliğinden sıyrılsınlar.
“Kâfir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. Onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysaki inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” Bakara. 212
Parayla bağımsızlığa ve cennete kavuşabilecekleri iddiasıyla kendilerine hükmedenleri dize getirebileceklerini sanan münafıkların eğitim adı altında okul ve üniversiteler, sağlık adı altında hastaneler, siyaset adı altında partiler, güç birliği adı altında holding, dernek ve vakıflarla sadece paraya odaklanıp şeriatın egemenliği için sözlü ve fiziki hiçbir mücadelede bulunmamaları; aksine çabalayanları radikallik, marjinallik ya da teröristlikle suçlayarak dışlamaları, neden Türkiye’nin İslam’la şereflenemediğine ve müminlerin horlanabildiğine açık bir delildir.
Onun için Türkiye’de vahyin emrettiği ölçüde iman etmiş bir Müslüman olmadığı beyanatını vermiştim. Eğer parayla cennet kazanılıyorsa, fakir ve yoksul olan tüm peygamberler cehenneme atılacaklardır.
İslam referansıyla katılımcı ortaklarını sömürerek dünyanın en zenginleri arasında yer alan kâr paycı banka veya finans kuruluş patronlarının mason kapitalistlerden hiçbir farkı bulunmamakta, İslam’ı parayla özdeşleştirmelerinden her türlü haksızlık ve adaletsizliği fetvalarla helalleştirebilmektedirler. Din ve vicdanlarına fiyat etiketi koyan Hayrettin Karaman gibi âlimlerin güce ve rejime özel fetvaları fırsatçı münafıkları tahta çıkarırken, dünya hayatına cezp edenleri de atık yalayıcılığına mecbur kılmaktadır.
“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin.” Münafikun. 3- 4
Dinlerdeki rehberler, siyasetteki önderler, öğrenimdeki eğiticiler, ticaretteki ortaklar ve ailedeki üyelerin sakınılan düşmandan daha korkunç tahribatlara yol açarak gerek din ve namusu, gerek umutları, gerek malı, gerekse canı iliklere kadar sömürerek sıkıntılar, acılar ya da cinayetlerle sonuçlanması, yaratık olan insanın ne kadar nankör ve hain olduğunu kanıtlamaktadır.
Seküler düzenin maddeyi odaklattıran düşüncesi vicdanları katranlandırmış, merhamet ve adalet ışığıyla yaratılmış insanların kalplerine çöküp egoistleştirmek suretiyle zalimleştirmiştir. Müslüman olanlar din-dışı düşüncelerin etkisinde kalarak münafıklaşmış, güce kavuşabilmek için sözde inandıkları Allah’ın ayetlerini ve mutlak iktidarını nefislerine peşkeş çekmişlerdir. Her şart ve koşulda Müslümanlık gibi yüce bir şerefle onur duyup karşıtları aleyhine haklı bir müdafaaya girişeceklerine, meşru sayılabilmek için vahyi kemirerek onlara benzemiş, hatta daha da beteri olmuşlardır. Sonuçta masonik bir İslam anlayışı doğmuştur…
“Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” Al’i İmran. 77
Müslüman referansa sahip Başbakan Erdoğan, sekülerizmin ya da laikliğin vahyi topyekûn ortadan kaldırmak amacıyla manipüle edilmiş bir düşünce olduğunu imansı bir cesaretle ifade etmektense; “Devlet laik olabilir ama insanlar olamaz” güzaf açıklaması, tıpkı bataklıktan kurtulmaya çalışıp debelendikçe batan insandan farksızdı. Acaba başbakan olma sıfatından kendisi devlet değil mi?
Allah, karakterime bir fiyat etiketi koydurmadığından her kim olursa olsun asla taviz vermemekte, bundan dolayı bakan ve bürokrat arkadaşlarım dahi cüzamlı bir hastadan kaçarcasına telefonlarıma çıkmamaktadırlar. Oysa çıkarım için değil, mağduriyete uğramış kimselerin haklarını teslim etmeleri için arıyordum. Nede olsa pkk teröristlerinden çok daha tehlikeli ve laik rejimin önemli düşmanı yaftasıyla damgalanmış birinden kaçmasınlar da ne yapsınlar? Oysa gerek chp, gerekse bdp’nin en azılı teröristlere arka çıkarak açıkça sahiplenmeleri, işte çakma Müslüman gerçeğini ortaya koymaktadır.
Vilayetin birinde adamın biri çeşme yaptırmış ve çeşmenin üzerine “Müslümanlar buradan su içemezler” diye bir uyarı asmış. Bu haber valinin kulağına gidince, “Şu densizi derhal tutuklayıp karşıma getirin” diye emir vermiş. Adamı derdeste edip valinin karşısına getirdiklerinde adam; “Bana bir manga asker verin ve doğruluğumu size kanıtlayayım” demiş. Yanına bir manga asker alıp, önce kiliseye giderek ayin yaptırmakta olan papazı cemaatinin önünde yaka-paça tutuklarında tüm cemaat ayağa kalkmış, “Papazımızın yerine bizi götürün” diyerek gözyaşları içinde feryat figanı basmışlar. Sonra havraya giderek, yine cemaatiyle birlikte dua eden haham’ı gözaltına almaları üzerine aynı tepkiyle cemaat ayaklanmış ve kendilerini haham’larına siper etmişler. Son olarak camiye gitmişler ve vaaz vermekte olan imamı gözaltına aldıklarında cemaatten tek bir aldırış olmadığı gibi, “zaten onu tutuklayacakları belliydi, haddini aşıp konuşmasaydı” diyerek, askerlerin götürmesine izin vermişler. Adam valinin karşısına çıkıp durumu bir bir anlatınca, valinin boynu büküp kalıp, adamı serbest bırakmış…
Vahye iman etmiş Müslümanlar sadece haçlı veya laiklerce değil, kendinden bildikleri münafıklarca da baskı ve zulüm altındadır.
Şeytan öyle tuzaklarla inananları yoldan çıkarıyor ki, “yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim” vaadi tüm dehşetiyle sürmekte, ilim sahiplerini dahi sapıttırarak düzen doğrultusunda siparişsi fetvalar verdirmektedir.
Faizin çok korkunç bir haram olduğu vahyin birçok yerinde hükme bağlanmış, günah korkusuyla birikimlerini bankalara yatırmaktan kaçınan Müslümanların inançsı siperini kırabilmek için, “kâr payı” gibi şeytani bir hileyle faiz kavramına dini bir kimlik kazandırılmıştı. Hâlbuki seküler ekonomi kurallarıyla temelleştirilmiş bir düzende dini hükümlerin uygulanabilme imkânsızlığını hiç kimse ya muhakeme edemedi ya da işlerine gelmedi. Para, para, para…
“İslâm devletinin olmadığı bir yerde İslâmi müesseseler kurmak, ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir.”
Geçmişte İslami finans kuruluşları olup günümüzde bankaya dönüşen kurumlar, tıpkı para karşılığı cinsel ilişkide bulunmayı gayrimeşru, aşk karşılığı ilişkide bulunmayı meşru sayan modern dünyanın mantığıyla hareket ederek, evli ya da bekar kişinin ilişkisini zinadan kurtarabilme manipülasyonuyla “imam nikâhı” adı altında helalleştirme hilelerini ticarette de uygulamışlardır.
Sekülerist düzenin kapitalist ya da sosyalist bankalarınca verilen faizler vahyen haram sayılmalarına rağmen aynı düzenin sözde kâr payı dağıtan İslam maskeli bankalarından daha dürüst ve şeffaf oldukları, müşterilerinin de dinin haram saydığı ticareti karşılıklı mutabakatla kabul ettikleri ortada olup, ticaretlerinin helal olması konusunda güya hassasiyet gösteren dindarların kar-zarar hesap katılımlarında kurumları kadar samimi ve dürüst olmadıkları tartışılmazdır.
Lise yıllarımda biyoloji öğretmenim olan Enver Ören, biyoloji dersinden çok ahlakı, dürüstlüğü, hakkı ve hukuku öğretir, ateşe dayanabileceğimiz kadar günah işlememiz gerektiğini öğütlerdi. Ne var ki laik düzen iktidar olma hırsından onu da münafıklaştırmış, öğrencilerine anlattıklarının tam aksi bir davranışa itmişti. Sahibi olduğu İhlas Finans Kuruluşuyla mütedeyyin insanları nasıl zor durumlara sokup iflasa sürüklediğini herkes hatırlar. Müşterilerinin yatırımlarını zimmetine geçirerek ya şirketlerini zarardan kurtarmak ya da daha büyük yatırımlar yapabilmek maksadıyla hesapları dondurmuş ve keyfiyetine göre bir ödeme planı yaparak faizden kaçanları kâr hortumuyla yerle bir etmişti. Ancak sadece Enver Ören mi suçlu ya da gayri ahlaklı? Güya faizden sakınıp kar-zarar hesabına katılarak ticaretini helal yollardan kazanmak isteyenlerin de Enver Ören ya da diğer parazitlerden hiçbir farkları bulunmamaktadır. Şöyle ki, helal bir kazanç elde edebilmek için kar-zarar hesabına katılıyor, sonra da zararla karşılaştığı zaman kıyametler kopararak hak arayışına kalkıyor. Sözü başka, kalbi başka riyakârlar sadece sömürücü patronlar değil, onlara çanak tutan içten pazarlıklı yığınlarda! Sonuçta hem kurum hem de müşteri vahyi sömürmektedirler.
Ahlakı çökerten tek neden riyakarlıktır…
Artık para, din dâhil her şeyin anahtarı haline gelmiştir. Dolaylı yollardan cennetin dahi parayla satın alınabileceği anlayışı öyle egemen olmuş ki, hizmet ve yardım gerekçesiyle vahiy paçavraya dönüştürülerek seküler rejim, Allah’ın tartışmasız yasaları olan şeriata karşı Müslüman kimliklerce meşruiyet kazanmıştır. Kâr payı adı altında İslam’ı ve Müslümanları acımasızca sömüren münafıklar, helal aşkıyla teslim olan insanları birikimleri nispetinde kefen parasına yetecek sözde kârlar dağıtarak servetlerine servet katmakta; bir taraftan yıllık milyar dolarlarca karlarını ve devasa yatırımlarını övünçle açıklarlarken, diğer taraftan katılımcı ortaklarına hakkı olan paylarını vermeyebilmektedirler. Nasıl olsa harami kazançlarını aklayan fetvalar ceplerinde olmalarından dolayı hiç kimse itiraz etmemektedir. Bu sebeple münafığın kâfirden yetmiş kez daha tehlikeli olduğu delili, bu kar dağıtıcı kurumların faizci bankalardan ne kadar daha sömürücü ve tehlikeli olduklarını ortaya koymaktadır.
Bu acımasız sömürücüleri çok yakından tanımış ve ne tür entrikalar çevirdiklerine bizzat şahitlik etmişimdir.
2008 yılında haklarında açtığım davanın sonuçlanmasından dolayı “Kuveyt-Türk” olarak bilinen kurumun gerçek yüzünü deşifre etmekte hiçbir sakınca görmüyor, böylece müşterilerinin dikkatlerini çekmeyi vicdani bir görev addediyorum.
Altın alış-verişiyle ilgili 2008 tarihinde ticaret yaptığım Kuveyt-Türk, bir müddet sonra talep ettiğim ama kaçınarak oyaladıkları hesap ekstremin gönderilmesiyle ilgili ısrarım üzerine, 150.000 USD.’ın bilgim haricinde hesabımdan çekildiğini fark etmiş, sözlü ve yazılı uyarılarım sonrası bir yanıt alamamam üzerine, güvenimi yitirdiklerinden dolayı bakiye tutarımın derhal diğer bir banka hesabına EFT’sini talep etmiştim. Ancak hesabımdaki meblağı EFT yapmamaları üzerine şubeye giderek EFT’yi gerçekleştirmiş, yeni bir hesap ekstresi istediğimde gördüğüm gerçek, 150.000 USD.ın kaybıyla ilgili yapılan altın alış verişini iptal etmeleriydi. Nasıl olurdu da tamamen güvene dayalı, hem de İslam’i hassasiyet taşıyan bir kurum sahtekârlığa tevessül ederek resmi evrakta tahrifat yapabilirdi? Hesabımdan zimmetine geçirdikleri 150.000 USD.’ı resmiyette belgeleyebilmek için evrakta tahrifat yapabilmelerine hayret etmiş ve yapmaya çalıştıkları pazarlığa aldırış etmeksizin aleyhlerinde ticaret mahkemesinde dava açıp, yaklaşık iki hafta önce mahkûm etmek suretiyle uğradığım zararla birlikte geri ödemelerini hükme bağlattım. Ancak yetinmeyip “sahte evrak tanzimi ve resmi evrakta tahrifat” suçlarından cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda da bulunup, tüm yönetim kurulu üyeleri hakkında ceza davası açtım.
Güçleri ve sözde hatasız inançlarıyla müşterilerini caydıran ve hak aramada korku salan sömürücülerin söylemleri ne olursa olsun asla taviz vermeyin ki, cesaretlenip başkalarına yapmayı düşündükleri haksızlıkların önüne geçin. Bunlar öylesine pişman olmaz sürüngenlerdir ki, yaptıklarından tövbe edeceklerine hakkımda bankayı dolandırmakla suçlayabilecek kadar alçalabilmişlerdir. Amaçları mahkeme kararıyla da kanıtlanmış dolandırıcılık ve sahtekârlıklarını dedikodularla kamufle edebilmek, tarafımdan yapılabilecek olası bir deşifrenin öncesinde lehlerine altyapı oluşturmaktır.
Faizin haram olmasından sakınan Müslümanlara diyeceğim odur ki, seküler yani laik düzen kurallarıyla faaliyet gösteren herhangi bir İslami banka olmayacağı gibi kâr payı denilen kazancın tıpkı zinanın “muta nikâhı” adıyla aklanması misali faizin ta kendisi olduğu, eğer gerçekten iman etmişler ise bu tuzaktan kurtulmalarıdır. Şayet illâ geçim için bir kâra ihtiyacımız var diyorlar ise, Allah’ın ayetlerine bedel biçmekten vazgeçip önceden adı konulan bankalara müracaat etsinler ki, meçhul bir sömürü yerine miktarı belirlenen bir harama razı olup en azından Allah’ı kandırma müşrikliğinden sıyrılsınlar.
“Kâfir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. Onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysaki inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” Bakara. 212
Parayla bağımsızlığa ve cennete kavuşabilecekleri iddiasıyla kendilerine hükmedenleri dize getirebileceklerini sanan münafıkların eğitim adı altında okul ve üniversiteler, sağlık adı altında hastaneler, siyaset adı altında partiler, güç birliği adı altında holding, dernek ve vakıflarla sadece paraya odaklanıp şeriatın egemenliği için sözlü ve fiziki hiçbir mücadelede bulunmamaları; aksine çabalayanları radikallik, marjinallik ya da teröristlikle suçlayarak dışlamaları, neden Türkiye’nin İslam’la şereflenemediğine ve müminlerin horlanabildiğine açık bir delildir.
Onun için Türkiye’de vahyin emrettiği ölçüde iman etmiş bir Müslüman olmadığı beyanatını vermiştim. Eğer parayla cennet kazanılıyorsa, fakir ve yoksul olan tüm peygamberler cehenneme atılacaklardır.
İslam referansıyla katılımcı ortaklarını sömürerek dünyanın en zenginleri arasında yer alan kâr paycı banka veya finans kuruluş patronlarının mason kapitalistlerden hiçbir farkı bulunmamakta, İslam’ı parayla özdeşleştirmelerinden her türlü haksızlık ve adaletsizliği fetvalarla helalleştirebilmektedirler. Din ve vicdanlarına fiyat etiketi koyan Hayrettin Karaman gibi âlimlerin güce ve rejime özel fetvaları fırsatçı münafıkları tahta çıkarırken, dünya hayatına cezp edenleri de atık yalayıcılığına mecbur kılmaktadır.
“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin.” Münafikun. 3- 4
8 Ekim 2010 Cuma
Özal zehirlendiyse kim öldürdü?
Düşünce, inanç ve yaşam değerleri birbirine tamamen zıt Turgut Özal ve hırsından tatmin olmaz oğlu ve eşinin fıtrati emelleri dikkate alınmadan yapılan yüzeysel tartışmalar alışılagelen komplo teorileriyle nebbaşları gündeme taşıyıp pirim kazandırmaktadır.
Başarısızlıklarını ölüden medet umma gibi bir lekeyle aşmaya çalışan azgın bir ailenin iddialarını ciddiye alan halk, yargı, medya ve politik çevrelerin aleni bir şekilde nasıl istismarla karşı karşıya bulundukları tek bir soruyla açıklıktadır.
Neden merhum Özal’ın otopsisine karşı çıktılar?
İktidarı boyunca ahlaki kuralları biçerek Turgut Özal’ı âleme rezil eden ve neredeyse yaşamdan bezdirip intihara sürükleyebilecek bir psikolojiye sokan ailesi, aradan 17 yıl geçmesine rağmen ruhunu berzahta rahat bırakmayarak hâlâ sömürmekte, şahsiyetleri yerlerde sürünen pespayelerin ayakta kalabilme çabalarını tüm örnekleriyle sergilemektedirler.
Hal ve davranışlarıyla sağlığında tahrip ettikleri Özal’ı ölümünün ardından da huzur vermeyerek, hiçliklerini varisi olma sıfatıyla kirli çıkarlarına alabildiğine peşkeş çekip politik güç edinebilme arayışlarındaki eş ve oğul, başları önünde bir köşeye çekilmektense şeytani hamlelerle eski nüfuz ve itibarlarına kavuşabilme peşindedirler. Halkın takdir ettiği Turgut Özal’ın hatıratından dolayı gece kulüplerinde alkolün dibine vurarak gönül eğlendiren Hacı Semra Özal ile babasının en amansız rakibi ve aile iffetinin en azılı düşmanı Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk’la işbirliğine giren Ahmet Özal’ın dışlanmamaları, maalesef komplo teorilerinin sürmesine neden olmaktadır. Turgut Özal’ı kızı Zeynep Özal’la boynuzlatmaya kalkışarak tarihte eşi görülmemiş ahlak dışı bir kumpas ve hakaretlerle gazete manşetlerini yönlendiren Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk değiller miydi?
Sıcağı sıcağına otopsi yaptırtmayıp öldüğünden bugüne kadar ocakta tüttürdükleri cinayet senaryosunu arada bir kaynatıp servis yapmaları, böyle bir olasılığın mümkün ama failleri ya eşi ya da çocukları olabileceği şifresi satır aralarında mevcuttur. “Hırs ve para düşkünlüğü, belki de bütün diğer ihtiraslardan daha fazla suç sebebidir ” Aristoteles
Özellikle Semra Özal’ın örneğine nadir rastlanılabilecek hırsına değil insanlar, hayvanlar, bitkiler ve taşlar dahi şahitlik eder
.
1988 tarihindeki Anavatan Partisi olağan Genel Kongresinde tetikçi saldırganın Özal’a giriştiği suikastın arkasındaki isim, her ne kadar kabullenilmek istenmese de eşi Semra Özal olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Turgut Özal, yaptığı soruşturma neticesi bu gerçeği anlamış ve suikastın üzerine gitmeyerek kapattırmıştı. Onuru ve çocuklarının annesi olan eşini gizleyebilmek ve dikkatleri başka tarafa çekebilmek için yakınlarına birkaç örgüt adı verdiği iddia edilse de gerçeği bir o, eşi ve Allah bilmektedir. Suikastçının 4 yıl hapis yattıktan sonra Turgut Özal tarafından 1992 yılında affedilmesi, Özal karakteriyle asla bağdaşmamaktadır.
Her geçen gün daha da tükenen ve istenmeyen adam imajından kurtulmaya çalışan Ahmet Özal’ın siyasi bir rant elde edebilmek için bazı isimleri manşete taşıması, tamamen çıkarsı bir kurgudur. Sözde saç kılını bir kasada sakladığını iddia eden Ahmet Özal, konuşacağına neden eyleme geçip gizemli perdeyi aralamıyor?
Diğer taraftan; ailesince ruhen cinayete uğramış bir insanın yabancı biri tarafından işlenmiş olası bir fiziki cinayetinin ne ehemmiyeti olabilir?
Ayrıca Korkut Özal, ağabeyinin kendisine olayın arkasındaki örgütün ne olduğunu söylediğini ancak verdiği bu sırrı ağabeyinin müsaade etmediği için açıklayamayacağını söylemesi; Semra Özal’ı kastetmiyorsa ya aileden birini koruyor ya da Özal’ın kemiklerinden semizleniyor. Bu nasıl bir muhakemedir ki hem ağabeyinin öldürüldüğünü feryat edeceksin hem de bildiğini açıkladığın faalini gizleyeceksin! Ahmet Özal ise tıpkı amcası gibi hem babasının öldürüldüğü çığlığını atıyor hem de babasının vasiyeti üzerine öldükten 15 yıl sonra sırlarını açıklamak yetkisi bulunduğunu söylüyor. Öyle bir tezgâh kurmuşlar ki Özal’ın hizmetleri ve hatırasını değil çürümüş cesedini pazarlıyorlar. Aradan 17 yıl geçmiş ve hazırlanmakta olan kitabın yakında kamuoyunun dikkatine sunulacağı ifadesiyle gem vuramadıkları hırslarıyla para ve güce kavuşabilme altyapısı içinde oldukları artık şüphe götürmemektedir.
Neden tetkçi Kartal Demirağ’da Turgut ve Korkut Özal gibi sırrı mezara götüreceğini söylüyor?
Turgut Özal başbakanken süikaste uğruyor, cumhurbaşkanıyken zehirlenerek öldürüldüğü iddia ediliyor ama faili bilindiği halde saklanıyor?
“Uyanık bir tek adam, uyuyan binlerce kişiden daha kuvvetlidir. “ S.Carnot
Başarısızlıklarını ölüden medet umma gibi bir lekeyle aşmaya çalışan azgın bir ailenin iddialarını ciddiye alan halk, yargı, medya ve politik çevrelerin aleni bir şekilde nasıl istismarla karşı karşıya bulundukları tek bir soruyla açıklıktadır.
Neden merhum Özal’ın otopsisine karşı çıktılar?
İktidarı boyunca ahlaki kuralları biçerek Turgut Özal’ı âleme rezil eden ve neredeyse yaşamdan bezdirip intihara sürükleyebilecek bir psikolojiye sokan ailesi, aradan 17 yıl geçmesine rağmen ruhunu berzahta rahat bırakmayarak hâlâ sömürmekte, şahsiyetleri yerlerde sürünen pespayelerin ayakta kalabilme çabalarını tüm örnekleriyle sergilemektedirler.
Hal ve davranışlarıyla sağlığında tahrip ettikleri Özal’ı ölümünün ardından da huzur vermeyerek, hiçliklerini varisi olma sıfatıyla kirli çıkarlarına alabildiğine peşkeş çekip politik güç edinebilme arayışlarındaki eş ve oğul, başları önünde bir köşeye çekilmektense şeytani hamlelerle eski nüfuz ve itibarlarına kavuşabilme peşindedirler. Halkın takdir ettiği Turgut Özal’ın hatıratından dolayı gece kulüplerinde alkolün dibine vurarak gönül eğlendiren Hacı Semra Özal ile babasının en amansız rakibi ve aile iffetinin en azılı düşmanı Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk’la işbirliğine giren Ahmet Özal’ın dışlanmamaları, maalesef komplo teorilerinin sürmesine neden olmaktadır. Turgut Özal’ı kızı Zeynep Özal’la boynuzlatmaya kalkışarak tarihte eşi görülmemiş ahlak dışı bir kumpas ve hakaretlerle gazete manşetlerini yönlendiren Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk değiller miydi?
Sıcağı sıcağına otopsi yaptırtmayıp öldüğünden bugüne kadar ocakta tüttürdükleri cinayet senaryosunu arada bir kaynatıp servis yapmaları, böyle bir olasılığın mümkün ama failleri ya eşi ya da çocukları olabileceği şifresi satır aralarında mevcuttur. “Hırs ve para düşkünlüğü, belki de bütün diğer ihtiraslardan daha fazla suç sebebidir ” Aristoteles
Özellikle Semra Özal’ın örneğine nadir rastlanılabilecek hırsına değil insanlar, hayvanlar, bitkiler ve taşlar dahi şahitlik eder
.
1988 tarihindeki Anavatan Partisi olağan Genel Kongresinde tetikçi saldırganın Özal’a giriştiği suikastın arkasındaki isim, her ne kadar kabullenilmek istenmese de eşi Semra Özal olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Turgut Özal, yaptığı soruşturma neticesi bu gerçeği anlamış ve suikastın üzerine gitmeyerek kapattırmıştı. Onuru ve çocuklarının annesi olan eşini gizleyebilmek ve dikkatleri başka tarafa çekebilmek için yakınlarına birkaç örgüt adı verdiği iddia edilse de gerçeği bir o, eşi ve Allah bilmektedir. Suikastçının 4 yıl hapis yattıktan sonra Turgut Özal tarafından 1992 yılında affedilmesi, Özal karakteriyle asla bağdaşmamaktadır.
Her geçen gün daha da tükenen ve istenmeyen adam imajından kurtulmaya çalışan Ahmet Özal’ın siyasi bir rant elde edebilmek için bazı isimleri manşete taşıması, tamamen çıkarsı bir kurgudur. Sözde saç kılını bir kasada sakladığını iddia eden Ahmet Özal, konuşacağına neden eyleme geçip gizemli perdeyi aralamıyor?
Diğer taraftan; ailesince ruhen cinayete uğramış bir insanın yabancı biri tarafından işlenmiş olası bir fiziki cinayetinin ne ehemmiyeti olabilir?
Ayrıca Korkut Özal, ağabeyinin kendisine olayın arkasındaki örgütün ne olduğunu söylediğini ancak verdiği bu sırrı ağabeyinin müsaade etmediği için açıklayamayacağını söylemesi; Semra Özal’ı kastetmiyorsa ya aileden birini koruyor ya da Özal’ın kemiklerinden semizleniyor. Bu nasıl bir muhakemedir ki hem ağabeyinin öldürüldüğünü feryat edeceksin hem de bildiğini açıkladığın faalini gizleyeceksin! Ahmet Özal ise tıpkı amcası gibi hem babasının öldürüldüğü çığlığını atıyor hem de babasının vasiyeti üzerine öldükten 15 yıl sonra sırlarını açıklamak yetkisi bulunduğunu söylüyor. Öyle bir tezgâh kurmuşlar ki Özal’ın hizmetleri ve hatırasını değil çürümüş cesedini pazarlıyorlar. Aradan 17 yıl geçmiş ve hazırlanmakta olan kitabın yakında kamuoyunun dikkatine sunulacağı ifadesiyle gem vuramadıkları hırslarıyla para ve güce kavuşabilme altyapısı içinde oldukları artık şüphe götürmemektedir.
Neden tetkçi Kartal Demirağ’da Turgut ve Korkut Özal gibi sırrı mezara götüreceğini söylüyor?
Turgut Özal başbakanken süikaste uğruyor, cumhurbaşkanıyken zehirlenerek öldürüldüğü iddia ediliyor ama faili bilindiği halde saklanıyor?
“Uyanık bir tek adam, uyuyan binlerce kişiden daha kuvvetlidir. “ S.Carnot
6 Ekim 2010 Çarşamba
Türbana amansız düşman tek ülke; TÜRKİYE
Müslüman bir ülkenin türbanı birinci derece tehlike sayıp çoğunluğu dindar vatandaşlarının örtülerine amansız hasımlığı tüm dünyada şaşkınlıkla izlenmekte, böylesi acımasız bir baskı ve faşist yasağı neden halkın, vekili meclisin ve hükümetin bertaraf edemedikleri daha da korkunç bir intiba uyandırmaktadır. Halkının inancına zorbalık yapan güçleri püskürtemeyen bir iktidarın sadakatine güvenebilmek mümkün mü? Tartışılması dahi mevzubahis olmayan temel hak ve hürriyetlerini elde edemeyen bir milletin cesaret ve caydırıcılığına güvenebilinir mi?
Belki kimileri hükümet değil laik devlet diyecek ama siyasi konjonktürde devlet, hükümetin ta kendisidir. Hükümetin mal ve can güvenliği başta olmak üzere insani değerleri garanti altına almak, vatandaşının din ve namusunu koruyup kollayabilmesi için tam yetkiyle iktidara taşıyanda millet olduğuna göre; suçlu kimdir? Rejim mi, hükümet mi, millet mi?
AB, her ne kadar Hıristiyan bir topluluğu olsa da, Başbakan Erdoğan’ın AB’ne alınmamasıyla ilgili serzenişlerinde önce kendine bakıp sonra eleştirmeye hakkı olduğu düşüncesindeyim. Vicdanları ve inançları dağlayan despot bir rejim, iktidar olamayan cesur bir hükümet, temel hak ve özgürlüklerine sahip olamayan esir bir millet, barış adına vahşi teröristler karşısında geri adım atarak meşruiyetlerini kazandırıp mazlum kadınlarına dini haklarını sağlayamayan bir ülkenin AB’ye ya da uluslar arası başka bir örgüte girerek istikrara katkı sunabileceği nasıl düşünülür?
Swaziland Kralı Mswati, vücudunun dörtte üçü dışarıda ve boncuklarla süslü yerel kıyafetiyle BM Genel Kurul salonuna özgürce girerek ülkesini temsil edebilirken, türbanlı Müslüman bir kadının temel hakkı olan eğitimini dahi alamayacak bir yasak, baskı, tehdit, şantaj ve horlamayla karşılaşması, “büyük Türkiye” ve “gündem belirleyen ülke” söylemlerinin nasıl bir abartı olduğunu ispatlamaktadır. Konuşmakla yücelip doyuluyorsa, eyleme ne hacet var?
Türkiye, tüm dünyanın siyasi merkezi olan BM’den de daha çağdaştır. Artık gericilikle yaftalanmış BM’de küçücük bir ülkenin kralını çağdaş kıyafet ve görünümünü önemsemeksizin kurul salonuna sokabiliyorsa, artık Türkiyeli çağdaşların sadece içeriyle yetinmeyip tüm dünyaya da çağdaşlık dersi vermesi, kılık ve kıyafet zorunluluğu konusunda baskı yaparak dünyayı gericilikten kurtarması şart olmuştur. Halkın seçtiği vekili sırf türbanından dolayı meclisten kovabilen, eğitimde uyguladığı türban yasaklarından dolayı başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı kışkırtan Türkiye, BM’de de kılık ve kıyafet devrimi yapmalıdır. Ne mutlu bize ki, çağdaş kılıkta dünyada bir eşimiz bulunmamaktadır…
Zihinleri ve kalpleri iğfal edilmiş türbanlı yazarların laik medyadaki mezesel popüleriterliği, onların nasıl münafık olduklarını ortaya koymakta, özgürlük adına sözde savundukları türbanlarına meşruiyet kazandırabilmek için “eşcinsel” gibi birçok sapıklıkları da himaye ederek, ayırımcılıklara kökten karşı bir özgürlük talebi içinde yasakçı zihniyete başkaldırı olduğu gerekçeleri; vahye apaçık bir isyandır. Kuralları ve yasakları yaratıcı Allah koyduğuna göre; Allah’ın çizdiği sınırları ‘tebliğ’ amacıyla aşabilme yetkilerini hangi ayet veya hadisten alıyorlar? Kendilerine fiyat etiketi koyan tavus kuşu kılıklı münafık türbanlı yazarlar, geçmişteki birçok kavmin sırf eşcinsel gibi sapıklıktan dolayı yerle bir edildiğini, örneğin Hz. Lut peygambere gelen misafir erkekleri talep eden halkına kızlarını teklif ettiği halde ısrarla onları istemelerine direnen Hz. Lut, neden tebliğ ve hidayete erişebilirler düşüncesiyle erkek misafirlerini (melekleri) sapkın arzularına peşkeş çekmeyip tüm halkının helak edilmesine neden oldu?
“(Resulüm!) Sen, onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur.” Nahl. 37
Herke şunu çok iyi bilmelidir ki, güya inancı gereği örtündüğü türbanı doğrudan müdafaa edemeyip sapık fikirleriyle vahiy karşıtı laik medyada misyonerlik yapmak suretiyle Müslümanları kirleten türbanlı yazarlar; keşke saç örtülerini çıkarsalar da düşüncelerindeki özgürlüğü bedenlerinde de sergileseler. Ayrıca dinlerine düşmanlarla aynı çatı altında bulunduklarına göre, çok az bir bedele satın alınabileceklerine de şüphe yoktur…
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” Muhammed. 23
Drakula Apo ve terörist pkk’ya özgürlük, türbana yasak…
Başbakan Erdoğan ve hükümetin türban çözümüyle ilgili girişimlerinde hiçbir samimiyet bulmuyorum. Laik anlayışıyla din ve vicdan özgürlüklerin düşmanı ve türban yasağının müsebbibi CHP ile uzlaşma hezeyanı içinde birlikte sorunu ortadan kaldırma arayışı tamamen bir oyalama ve aldatmacadır. “Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır” vaadiyle Cumhuriyet yerine laik bir diktatörlük kurarak 85 yıldır Müslümanları dışlayan ve esarete mahkûm eden CHP, öylesine amansız bir din ve dindar düşmanıdır ki; ne kadar maske taksa, bin bir surata bürünse ve gönülleri okşayıcı söylemler geliştirse de o özde hiç değişmez bir CHP’dir. Daha birkaç yıl önce türban ile ilgili meclis kararını Anayasa Mahkemesine götürerek mühürleten ve zaferinden dolayı zil takarak oynayan CHP değil miydi?
Eğer Başbakan ve Ak Parti gerçekten samimi olsaydı, CHP’nin şiddetli muhalefetine rağmen Anayasa Paketini referanduma götürerek halkın desteğini alması misali türban konusunda da aynı dirayetle bir referandum kararı alarak, halkın iradesiyle doğrudan çözüme gidebilirdi. Anayasa referandumuyla diktatör CHP’ye karşı dik durmalarını göz önüne alırsak; geriye ya Türkiye’nin sözde çağdaş görüntü kompleksi bir rahatsızlık duyup belki AB’ye kabul edilememe paranoyası içinde çekinceli davranmaları kalıyor, ya da her icraatlarının arkasında ABD ve AB talimatı olduğu anlaşılıyor. Yüzyıllardır Müslüman Türk’le savaşmış haçlı Batı’nın İslam inancı gereği takılan türbana geçit verebilmesi mümkün değildir. Özde Müslümanları potansiyel bir tehlike bellemiş Batı ve laiklerin türban özgürlüğünü, eşcinsel hakları gibi bir insan hakkı olarak görmemesi, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarıyla sabittir. Eğer türbanın özgürlüğü vahiy düşmanı CHP’nin politik çıkarlarına alet edilip ayağa düşürülmüşse, büyük çoğunluğu türbanlı eşe sahip Ak Partinin harakiri yapması kaçınılmaz bir hal almıştır.
Riyakâr Devlet Bahçeli’nin fetihsel bir inanç ve iman taşımadığı halde sömürdüğü Sümela Manastırı ve Akdamar Kiliselerini ibadete açarak Ermeni Ortodokslarına gösterilen özgürlük hoşgörüsü, neden aşağılanan Müslüman türbanlı kadınlarımıza da sunulmadı? Gerçi özgürlük getirilse de yılların yaydığı zehir özel sektörü de etkileyerek yeteneği ve kariyeri ne olursa olsun türbanlı bir bayanı bünyelerine katmayı imkânsız kılmıştır. Çünkü P.J. Gascoigne de ifade ettiği gibi, “Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.”
Önümüzdeki seçimlerde Ak Partinin tıpkı eşleri gibi türbanlı birden fazla kadını seçilecek bir listeden aday gösterip gösteremeyeceklerini hep birlikte göreceğiz. Türbanlı bir vatan evladına yasak olan meclise karın deşen pkk’lı teröristler girebiliyorsa, o meclisin millet iradesini temsil ettiği nasıl düşünülür? Öte yandan pkk’nın tıpkı çocukları bariyer kullanması gibi seks metası gördükleri kadınları ön plana çıkarması bazı ahmaklarca demokrat bir duruş olarak değerlendirilse de apaçık bir istismar olduğu tartışılmazdır.
Terörist Abdullah Öcalan’ın “diyalog ve uzlaşma bir devlet projesi ve birincil düzeyde görüşmeler sürdürülüyor” açıklamaları doğru ise; ister Türk ister Kürt olsun onurlu her vatandaş o devletin tebaası olma utancını taşır. Bu nasıl bir politikadır ki bir avuç çapulcunun eylemsizlik kararı ve ateşkesi sevinç doğurabilmektedir? Pkk kimdir ki sözde tanıdığı fırsatın gecikmeksizin değerlendirilmesi tehdidinde bulunabiliyor? Nasıl olur da pkk gibi acımasız bir terör örgütünden iyi niyet beklentisi içinde müzakereler başlatılarak somut adımların atılabileceği hezeyanıyla millet, daha büyük felaketlerin içine sürüklenmektedir? Ne var ki teröristleri muhatap almak, cüretkârlıklarına yegâne sebeptir. Aysel Tuğluk adlı bir terörist, “Görüşmelerin devam edebilmesi için Öcalan’ın örgütle ilişkisinin sağlanması gerektiğini, müzakerelerin ancak bu şart karşılığında sürebileceğini” söyleyebiliyorsa; Türk devleti, tarihinde ilk defa beyaz bayrak çekmiş demektir.
Oysa general ve amirallerin yönettiği Ergenekon Terör Örgütünün büyük bir darbe alışı ve pkk işbirlikçisi subayların sivil yargıda yargılanacak olmaları pkk’nın tüm lojistik ve istihbarat desteğini kesmiş, böylece gömülecek duruma gelmişlerdir. Pkk ve siyasi temsilcisi bdp, Türklerden çok Kürtlerin düşmanıdır…
Binlerce insanımızı katleden pkk devleti dize getirdi ama lanet olası oportünist Müslüman kimlikler ve marka sapkını tavus kuşu kılıklı türbanlılar çarpıldıkları lanetten haklarına kavuşamadı.
Bu milletin ABD yularından kurtulamaması bir lanet midir?
“Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim” demiştir.” Nisa. 118
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al’i İmran. 175
Önce vicdan, sonra kanun!
ÖNEMLİ UYARI: Türban ile başörtüsü birbirlerinden farklı örtülerdir. Allah’ın ayetlerdeki örtünme emri başörtüsü olup, Ahzab Süresi 59. ve Nur Süresi 31. Ayetlerde de buyurulduğu üzere, “kadının tanınması ve incitilmemesi” ve “Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtmeleri” için saçın değil başın, yani yüz dâhil tamamen kapanması gerektiği vurgulanmıştır. Ne var ki modern dünyayla uzlaşma adına sadece saçın örtünmesi Allah ve Resulünün koyduğu bir ölçü değildir.
Vahiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan kökten laik ve putperest Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban ile başörtü tanımı sinsi cehaletini ortaya koymakta, iman etmediği vahiyle ilgili haddi aşıp fetvalar vermesi lanetinin bir sunucudur. Türbanı değil de başörtüsünü savunarak; “Saçın bir kısmı gözükse de olur” yaklaşımı, en basit bir anatomi dersi dahi görmediğini kanıtlamaktadır.
Öylesine ahmakça kıvırtmaya çalışıyor ki, “Başörtüsü başı örtüyor ancak saçları tamamen kapatmıyor. Türban ise saçı tamamen kapatmak için kullanılıyor” açıklamasıyla saçı mı yoksa başı mı tanımladığının farkında bile değil. Saçla başı birbirine karıştırandan değil başbakan, ilköğretim talebesi bile olamaz.
Allah ve Resulüne iftira atarcasına hükümlerini eğip bükmenin küfre neden olabileceği bilinciyle emredilen örtüye bürünmeseniz de, hükümleri nefislerinize göre yorumlayarak sapıklaşmamanız, Ahzab Süresi 36. Ayette vaaz edilmiştir…
Belki kimileri hükümet değil laik devlet diyecek ama siyasi konjonktürde devlet, hükümetin ta kendisidir. Hükümetin mal ve can güvenliği başta olmak üzere insani değerleri garanti altına almak, vatandaşının din ve namusunu koruyup kollayabilmesi için tam yetkiyle iktidara taşıyanda millet olduğuna göre; suçlu kimdir? Rejim mi, hükümet mi, millet mi?
AB, her ne kadar Hıristiyan bir topluluğu olsa da, Başbakan Erdoğan’ın AB’ne alınmamasıyla ilgili serzenişlerinde önce kendine bakıp sonra eleştirmeye hakkı olduğu düşüncesindeyim. Vicdanları ve inançları dağlayan despot bir rejim, iktidar olamayan cesur bir hükümet, temel hak ve özgürlüklerine sahip olamayan esir bir millet, barış adına vahşi teröristler karşısında geri adım atarak meşruiyetlerini kazandırıp mazlum kadınlarına dini haklarını sağlayamayan bir ülkenin AB’ye ya da uluslar arası başka bir örgüte girerek istikrara katkı sunabileceği nasıl düşünülür?
Swaziland Kralı Mswati, vücudunun dörtte üçü dışarıda ve boncuklarla süslü yerel kıyafetiyle BM Genel Kurul salonuna özgürce girerek ülkesini temsil edebilirken, türbanlı Müslüman bir kadının temel hakkı olan eğitimini dahi alamayacak bir yasak, baskı, tehdit, şantaj ve horlamayla karşılaşması, “büyük Türkiye” ve “gündem belirleyen ülke” söylemlerinin nasıl bir abartı olduğunu ispatlamaktadır. Konuşmakla yücelip doyuluyorsa, eyleme ne hacet var?
Türkiye, tüm dünyanın siyasi merkezi olan BM’den de daha çağdaştır. Artık gericilikle yaftalanmış BM’de küçücük bir ülkenin kralını çağdaş kıyafet ve görünümünü önemsemeksizin kurul salonuna sokabiliyorsa, artık Türkiyeli çağdaşların sadece içeriyle yetinmeyip tüm dünyaya da çağdaşlık dersi vermesi, kılık ve kıyafet zorunluluğu konusunda baskı yaparak dünyayı gericilikten kurtarması şart olmuştur. Halkın seçtiği vekili sırf türbanından dolayı meclisten kovabilen, eğitimde uyguladığı türban yasaklarından dolayı başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı kışkırtan Türkiye, BM’de de kılık ve kıyafet devrimi yapmalıdır. Ne mutlu bize ki, çağdaş kılıkta dünyada bir eşimiz bulunmamaktadır…
Zihinleri ve kalpleri iğfal edilmiş türbanlı yazarların laik medyadaki mezesel popüleriterliği, onların nasıl münafık olduklarını ortaya koymakta, özgürlük adına sözde savundukları türbanlarına meşruiyet kazandırabilmek için “eşcinsel” gibi birçok sapıklıkları da himaye ederek, ayırımcılıklara kökten karşı bir özgürlük talebi içinde yasakçı zihniyete başkaldırı olduğu gerekçeleri; vahye apaçık bir isyandır. Kuralları ve yasakları yaratıcı Allah koyduğuna göre; Allah’ın çizdiği sınırları ‘tebliğ’ amacıyla aşabilme yetkilerini hangi ayet veya hadisten alıyorlar? Kendilerine fiyat etiketi koyan tavus kuşu kılıklı münafık türbanlı yazarlar, geçmişteki birçok kavmin sırf eşcinsel gibi sapıklıktan dolayı yerle bir edildiğini, örneğin Hz. Lut peygambere gelen misafir erkekleri talep eden halkına kızlarını teklif ettiği halde ısrarla onları istemelerine direnen Hz. Lut, neden tebliğ ve hidayete erişebilirler düşüncesiyle erkek misafirlerini (melekleri) sapkın arzularına peşkeş çekmeyip tüm halkının helak edilmesine neden oldu?
“(Resulüm!) Sen, onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur.” Nahl. 37
Herke şunu çok iyi bilmelidir ki, güya inancı gereği örtündüğü türbanı doğrudan müdafaa edemeyip sapık fikirleriyle vahiy karşıtı laik medyada misyonerlik yapmak suretiyle Müslümanları kirleten türbanlı yazarlar; keşke saç örtülerini çıkarsalar da düşüncelerindeki özgürlüğü bedenlerinde de sergileseler. Ayrıca dinlerine düşmanlarla aynı çatı altında bulunduklarına göre, çok az bir bedele satın alınabileceklerine de şüphe yoktur…
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” Muhammed. 23
Drakula Apo ve terörist pkk’ya özgürlük, türbana yasak…
Başbakan Erdoğan ve hükümetin türban çözümüyle ilgili girişimlerinde hiçbir samimiyet bulmuyorum. Laik anlayışıyla din ve vicdan özgürlüklerin düşmanı ve türban yasağının müsebbibi CHP ile uzlaşma hezeyanı içinde birlikte sorunu ortadan kaldırma arayışı tamamen bir oyalama ve aldatmacadır. “Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır” vaadiyle Cumhuriyet yerine laik bir diktatörlük kurarak 85 yıldır Müslümanları dışlayan ve esarete mahkûm eden CHP, öylesine amansız bir din ve dindar düşmanıdır ki; ne kadar maske taksa, bin bir surata bürünse ve gönülleri okşayıcı söylemler geliştirse de o özde hiç değişmez bir CHP’dir. Daha birkaç yıl önce türban ile ilgili meclis kararını Anayasa Mahkemesine götürerek mühürleten ve zaferinden dolayı zil takarak oynayan CHP değil miydi?
Eğer Başbakan ve Ak Parti gerçekten samimi olsaydı, CHP’nin şiddetli muhalefetine rağmen Anayasa Paketini referanduma götürerek halkın desteğini alması misali türban konusunda da aynı dirayetle bir referandum kararı alarak, halkın iradesiyle doğrudan çözüme gidebilirdi. Anayasa referandumuyla diktatör CHP’ye karşı dik durmalarını göz önüne alırsak; geriye ya Türkiye’nin sözde çağdaş görüntü kompleksi bir rahatsızlık duyup belki AB’ye kabul edilememe paranoyası içinde çekinceli davranmaları kalıyor, ya da her icraatlarının arkasında ABD ve AB talimatı olduğu anlaşılıyor. Yüzyıllardır Müslüman Türk’le savaşmış haçlı Batı’nın İslam inancı gereği takılan türbana geçit verebilmesi mümkün değildir. Özde Müslümanları potansiyel bir tehlike bellemiş Batı ve laiklerin türban özgürlüğünü, eşcinsel hakları gibi bir insan hakkı olarak görmemesi, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarıyla sabittir. Eğer türbanın özgürlüğü vahiy düşmanı CHP’nin politik çıkarlarına alet edilip ayağa düşürülmüşse, büyük çoğunluğu türbanlı eşe sahip Ak Partinin harakiri yapması kaçınılmaz bir hal almıştır.
Riyakâr Devlet Bahçeli’nin fetihsel bir inanç ve iman taşımadığı halde sömürdüğü Sümela Manastırı ve Akdamar Kiliselerini ibadete açarak Ermeni Ortodokslarına gösterilen özgürlük hoşgörüsü, neden aşağılanan Müslüman türbanlı kadınlarımıza da sunulmadı? Gerçi özgürlük getirilse de yılların yaydığı zehir özel sektörü de etkileyerek yeteneği ve kariyeri ne olursa olsun türbanlı bir bayanı bünyelerine katmayı imkânsız kılmıştır. Çünkü P.J. Gascoigne de ifade ettiği gibi, “Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.”
Önümüzdeki seçimlerde Ak Partinin tıpkı eşleri gibi türbanlı birden fazla kadını seçilecek bir listeden aday gösterip gösteremeyeceklerini hep birlikte göreceğiz. Türbanlı bir vatan evladına yasak olan meclise karın deşen pkk’lı teröristler girebiliyorsa, o meclisin millet iradesini temsil ettiği nasıl düşünülür? Öte yandan pkk’nın tıpkı çocukları bariyer kullanması gibi seks metası gördükleri kadınları ön plana çıkarması bazı ahmaklarca demokrat bir duruş olarak değerlendirilse de apaçık bir istismar olduğu tartışılmazdır.
Terörist Abdullah Öcalan’ın “diyalog ve uzlaşma bir devlet projesi ve birincil düzeyde görüşmeler sürdürülüyor” açıklamaları doğru ise; ister Türk ister Kürt olsun onurlu her vatandaş o devletin tebaası olma utancını taşır. Bu nasıl bir politikadır ki bir avuç çapulcunun eylemsizlik kararı ve ateşkesi sevinç doğurabilmektedir? Pkk kimdir ki sözde tanıdığı fırsatın gecikmeksizin değerlendirilmesi tehdidinde bulunabiliyor? Nasıl olur da pkk gibi acımasız bir terör örgütünden iyi niyet beklentisi içinde müzakereler başlatılarak somut adımların atılabileceği hezeyanıyla millet, daha büyük felaketlerin içine sürüklenmektedir? Ne var ki teröristleri muhatap almak, cüretkârlıklarına yegâne sebeptir. Aysel Tuğluk adlı bir terörist, “Görüşmelerin devam edebilmesi için Öcalan’ın örgütle ilişkisinin sağlanması gerektiğini, müzakerelerin ancak bu şart karşılığında sürebileceğini” söyleyebiliyorsa; Türk devleti, tarihinde ilk defa beyaz bayrak çekmiş demektir.
Oysa general ve amirallerin yönettiği Ergenekon Terör Örgütünün büyük bir darbe alışı ve pkk işbirlikçisi subayların sivil yargıda yargılanacak olmaları pkk’nın tüm lojistik ve istihbarat desteğini kesmiş, böylece gömülecek duruma gelmişlerdir. Pkk ve siyasi temsilcisi bdp, Türklerden çok Kürtlerin düşmanıdır…
Binlerce insanımızı katleden pkk devleti dize getirdi ama lanet olası oportünist Müslüman kimlikler ve marka sapkını tavus kuşu kılıklı türbanlılar çarpıldıkları lanetten haklarına kavuşamadı.
Bu milletin ABD yularından kurtulamaması bir lanet midir?
“Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim” demiştir.” Nisa. 118
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al’i İmran. 175
Önce vicdan, sonra kanun!
ÖNEMLİ UYARI: Türban ile başörtüsü birbirlerinden farklı örtülerdir. Allah’ın ayetlerdeki örtünme emri başörtüsü olup, Ahzab Süresi 59. ve Nur Süresi 31. Ayetlerde de buyurulduğu üzere, “kadının tanınması ve incitilmemesi” ve “Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtmeleri” için saçın değil başın, yani yüz dâhil tamamen kapanması gerektiği vurgulanmıştır. Ne var ki modern dünyayla uzlaşma adına sadece saçın örtünmesi Allah ve Resulünün koyduğu bir ölçü değildir.
Vahiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan kökten laik ve putperest Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban ile başörtü tanımı sinsi cehaletini ortaya koymakta, iman etmediği vahiyle ilgili haddi aşıp fetvalar vermesi lanetinin bir sunucudur. Türbanı değil de başörtüsünü savunarak; “Saçın bir kısmı gözükse de olur” yaklaşımı, en basit bir anatomi dersi dahi görmediğini kanıtlamaktadır.
Öylesine ahmakça kıvırtmaya çalışıyor ki, “Başörtüsü başı örtüyor ancak saçları tamamen kapatmıyor. Türban ise saçı tamamen kapatmak için kullanılıyor” açıklamasıyla saçı mı yoksa başı mı tanımladığının farkında bile değil. Saçla başı birbirine karıştırandan değil başbakan, ilköğretim talebesi bile olamaz.
Allah ve Resulüne iftira atarcasına hükümlerini eğip bükmenin küfre neden olabileceği bilinciyle emredilen örtüye bürünmeseniz de, hükümleri nefislerinize göre yorumlayarak sapıklaşmamanız, Ahzab Süresi 36. Ayette vaaz edilmiştir…
2 Ekim 2010 Cumartesi
Onlara karşı sert davran…
Yüce ALLAH, Tevbe süresi 73. ve Tahrim Süresi 9. ayetlerinde; “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” kesin buyruğuyla, kötünün yeryüzünde yayılmaması, fitnenin ortadan kalkması ve iyinin tamamen egemen olabilmesi için ‘olmazsa olmaz’ kurallarını açıklayarak, seküler hümanizm bayraktarı şeytan ve işbirlikçilerine karşı tavizsiz bir mücadele emretmiştir.
Hiçbir yaratık, yaratıcısı Allah kadar insanlara daha merhametli ve daha yakın olamaz. Lâkin kötünün temsilcisi şeytan ve adımlarını takip eden insanları “yaratılanı severim yaratandan ötürü” hümanist felsefeyle meşru kılmak; Allah’a, Peygambere, vahye, insaniyete ve iyiliğe bir başkaldırıdır. Çünkü Allah yarattığı kötülere düşman, iyilere dosttur…
Seküler temelli sözde evrensel insan hakları doktrini suçları, tacizleri, haksızlığı, adaletsziliği ve ahlaksızlıkları arttırmış, suçlulara cesaret vererek öyle azmettirmiş ki, adam öldürmekten daha büyük bir suç olan fitne canlı-cansız tüm mahlûkatı sararak, ”tanrı insan” hipotezinden azgınlar kayrılmış, böylece dokunulmaz kılınarak yanlış ve kötü ne varsa laik insan hakları adına ödüllendirilmiştir. Özellikle hiçbir Müslüman, Allah ve Resulünün hüküm verdiği bir şeyi kendi istek ve düşüncesine ve de laik yasalara göre yorumlayamaz. Doğruyu ve iyiyi kayıtsız savunmak yerine çıkar fırsatçılığı veya sekülerist anayasa boyunduruğunda yanlışın yanında yer alarak kötünün yok edilebilmesi için temsilcilerini bertaraf etmemek, işte o din dışı masonik insan hakları beyannamesinin gizli ve asli hükmüdür. Oysa Allah, Enfal Süresi 39. Ayetinde; “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” buyurmuştur.
Tophane’deki sanat galerisine mahalleli baskını provokasyonuyla insanların inancına ve ahlaki hassasiyetlerine karşı günlerce sürdürülen kıyım; örtülü bir dinsizlik, ahlaksızlık ve namussuzluk çığırtkanlığından başka bir şey değildir.
Mason chp diktatörlüğü ile birlikte devrimlerle dini ve ahlaki kuralları ortadan kaldırabilmek için yapılan kanlı katliam ve idamlar, baskı ve şiddet, cinayet, yasak, dayatma ve aşağılamalarla Müslüman Türkiye Halkı’nı manevi değerlerinden uzaklaştıramayıp diledikleri gibi laikleştiremeyen ve sapıklaştıramayan cenabın, sanat adına kendilerini masum ve dokunulmaz kılmak suretiyle sinsice sokak aralarında haçlı faaliyetlerini sürdürmeye kalkışıp; inanç, örf ve adetlerine bağlı mahallelerde ahlaki terör estirmelerine hiçbir insan tepkisiz kalamaz.
Sözde sanat galerisi adı altında ancak fuhuş, içki, kadın ve uyuşturucu kullanmak ve pazarlamak amacıyla açılan yerlerin başıboş ve yoksul iffetli evlatlarımızı çağdaşlaşma manipülasyonuyla baştan çıkarabilmek için organize birer şer yuvaları olduğu gerçeği aşikârdır. Eğer gerçek bir sanatçı ve sanatsever ruhu taşıyan insan olsaydılar; sevgi, saygı, tevazu, hoşgörü ve erdemlik niteliklerine haiz olur; başkalarının inançlarına, giyimlerine, düşüncelerine, seçimlerine ve yaşam tarzlarına bırakın müdahaleyi veya hor görmeyi, düşüncesi bile kendilerini rahatsız ederdi. Oysa onların her biri misyonları gereği namuslu kadın yahut erkek avcısı olup, evli insanlar olmak üzere çocukları dahi baştan çıkarabilme amacındadırlar.
Sözde sanat galerisine gelenlerin dışarıda görülecek ne eserler var ki güya içerideki eserleri değil de dışarıdakilerini merak ederek topyekûn sokağa taşıp sarhoş kafalarıyla yoldan geçenlere musallat oldular? Sokaktaki kadın ve erkeklere laf atarak ve harami gözlerini evlere dikerek infial uyandırma arayışları mahalleliler tarafından püskürtülmüş ve hak ettikleri karşılığı ödemişlerdir. Söz konusu tepki bir şiddet değil, vicdanı ve namusu olanların ortaya koyduğu bir direniştir. Direnmeyip de kafalarını çektikçe sokakta yürüyen ve evlerinde oturan namuslu insanlara sarkıntılık ve daha sonra tecavüz etmeleri mi beklenmeliydi?
Kültür Bakanı olacak zat Ertuğrul Günay; sanatçıların toplumun aynası, söz ve davranışlarında topluma örnek olması, farklı inanç ve yaşam tarzlarına saygı göstermesi, her türlü fitne ve fesattan uzak durarak bütünleştirici bir erdemliği sergilemeleri, bulundukları ortamın değerlerine tahammül etmeleri konusunda yönlendirici hiçbir açıklama yapmayarak, doğrudan “İstanbul’a yakışmayan bir saldırı yaşandı, saldırıyı şiddetle ve nefretle kınıyorum. Hiçbir gerekçe şiddet kullanmanın mazereti olamaz, burada gördüğüm manzaranın hiçbir şekilde izahı olamaz. Türkiye’nin her yanından terörü silmeye çalışırken İstanbul sokaklarında böyle bir görüntünün sergilenmesine müsamaha göstermeyiz. Olayın faillerini dikkatle takip edeceğiz, yargıda en ağır cezaları almalarını talep ediyoruz” sözleri tamamen taraflı ve provokatörleri dolaylı yoldan aklamaya ve teşvike yöneliktir. Öncelikle manevi değerleri üstün insanların duygu yüklü fıtratları bilinciyle olaylar tahlil edilebilse, saldırgan diye suçlanan direnişçilerin değil azmettiren mihrakların uyarılıp cezalandırılarak olaylar engellenmeye çalışılırdı. Ama sapıkların aydın sanatçı veya yazar etiketli dokunulmaz zırhları, yetkilileri ‘hazır ol’ duruşuna soktuğundan her zamanki gibi sokaktakiler suçlanır, sanatçı erdemliğiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan sapkınlardan özürler dilenerek daha beterini yapmaları için yollarına kırmızı halılar serilir.
Tahrik edeni değil de müdafaa edeni suçlu gören bir anlayıştan dolayı ne gerilim ne de kaos son bulmaktadır. Aynı süreci bizzat yaşamış, ülkeyi kana bulamaya ant içmiş Aziz Nesin adındaki provokatör bir teröristin Sivas’tan başlayıp tüm ülkeyi ceset dağlarına dönüştürebilme çabalarına karşı ortaya koyduğum sert tepki, nasıl gazeteci çakma aydınlarca kıyasıya eleştirilmiş ise, bugünde haksızlık karşısında susmayan namuslu tophaneliler şiddet yapmakla suçlanabilmektedirler. Mason ilkeli laiklerin amaçları ülkeyi dinsizleştirmek ve namussuzlaştırmaktır. Tavizin tavizi getireceği unutulmamalı, ahlâksız sapkın provokatörlere gerekli yanıt aynı anda verilmelidir.
Tophanedeki olayı tertipleyerek senaryolaştıran geçmişin oyuncusu günümüzün provokatör senaristi chp İstanbul il başkanı Berhan Şimşek’tir. İmkânları dâhilinde Türkiye’yi cehenneme dönüştürebilecek kadar muhakeme ve vicdandan yoksun bu egoisti hem devlet hem de millet takip etmeli, bu tür kışkırtmaların altında mutlaka o aranmalıdır. Normal yollardan iktidara gelip Müslüman Halk’ı elimine edemeyeceğini çok iyi bilen vahiy düşmanı Önder Sav’ın Berhan Şimşek gibi oyuncu bir provokatörü neden il başkanlığına getirdiği şifresi sanıldığı kadar anlaşılmaz değildir…
Ne laik akıl ne de laik bilim kuramlarıyla ellerinde ikna edici somut bir şey bulunmayan sefillerin sözde pozitif akıldan aşağı tuttukları vahyi ve iman edenleri tahrikleriyle suçlu konuma düşürebilme planlarını üç-beş çapulcuyla uygulamaları, ancak kendi çöplüklerinde itibar kazanmaktadır. Ne var ki söylemde ve görüntüde Müslüman kimliği taşıyanların tuzaksı tartışma meclislerine katılarak tavırlarını açıkça ortaya koyamayıp demagoji yapmaları, sekülerist provokatörlerin en önemli besin kaynaklarıdır. Kimileri türbanları kimileri de dini ve demokrat referanslarıyla insani değerler konusunda sergiledikleri ürkek duruşları azgınların emellerine hizmet etmekte, sanki hakkı ve adaleti savunur gevelemeleri ne topluma doğru bir mesaj olarak yansımakta ne de suçluları kabahatli duruma düşürmektedir. Ya açık konuşup veya yazsınlar ya da gölge etmesinler!
Laik devlet ve çakma aydınlarca Müslümanlara reva görülen baskı, şiddet ve yasakların tophanedeki bir avuç sapkına duyulan tepki kadar ses getirmemesi, işte muhafazakâr ve demokrat karmalı bu yazar-çizer taifesinin basiretsizlikleri ve korkaklıklarından olduğu gibi, kendilerine biçtikleri fiyat etiketlerindendir. Ne de olsa onların koltukları altında kanıtlanmayı başarı saymaktadırlar.
Vatanı Türkiye’nin Müslüman kimliğinden ve dindar vatandaşlarından utanabilen bir kimsenin sanatçı veya sanatsever olabilmesi mümkün mü? Sanatın gerçek kaynağının ruh ve inkâr ettikleri Allah’ın yarattığı mahlûkatı taklitten öte bir değer taşımadığını bilip yaratıcı olabilme sevdalarından sıyrılabilselerdi, insanları birbirine düşüren vicdansız azgınlar değil toplumun ahlak ve erdem sahibi merhametli temsilcileri olurlardı…
Çifte standart yalnızca Türkiye’de mi?
Aylardır Sakine adlı kocasını aldatıp sonra öldüren İranlı katil bir kadının idamını engelleyebilmek için Türkiye dâhil tüm dünya ayağa kalkarken, neden aynı suçu ABD’de işleyen Teresa adlı kadının da kocasını aldatıp öldürmesi akabinde hakkında verilen ve infaz edilen idamı için yapmadılar? Çünkü biri Müslüman ve İranlı, diğeri Hıristiyan ve ABD’li…
Başta Fransa’nın pornografi yıldızı ve cumhurbaşkanı Sarkozy’nin eşi olmak üzere devlet adamları, sanatçılar, Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, sivil toplum örgütleri İranlı koca katili zinacı kadının serbest bırakılması için yoğun lobi faaliyetleri sürdürüp İran’a baskı uygularlarken, ABD’li kadın ile ilgili hiçbir çaba harcamayıp idamına alkış tutmaları siyasi ve dinidir. Eğer idama karşıysalar; neden İran gibi ABD’ye de tepki göstermediler? Acaba İran, yasaları olan bir hukuk devleti değil midir?
Gerek içeride gerekse dışarıda Müslümanlara karşı duyulan kin ve nefret her olayda baz alınmalı, yıkıcı nifak sokarak sürüklemek istedikleri tuzaklara düşmekten ısrarla kaçınmalıyız. Kim ne derse desin Müslümanlık bir ayrıcalık ve şereftir; namus, ahlak, adalet, erdemlik, eşitlik ve barışın da savunucu tek kalesidir. Bundan başka şeref arayanların durumu evlerin en çürüğü olan örümcek yuvasından farksızdır. Yaratıcınız Allah’ın emrettiği doğrultuda yaptığınız davranışlar için hiç kimsenin kınamasına aldırış etmeyiniz.
Din, namus, ahlak, hak ve adalet için girişilen her yol, Yaratıcı Allah’ın hükmü dâhilinde mubahtır…
Hiçbir yaratık, yaratıcısı Allah kadar insanlara daha merhametli ve daha yakın olamaz. Lâkin kötünün temsilcisi şeytan ve adımlarını takip eden insanları “yaratılanı severim yaratandan ötürü” hümanist felsefeyle meşru kılmak; Allah’a, Peygambere, vahye, insaniyete ve iyiliğe bir başkaldırıdır. Çünkü Allah yarattığı kötülere düşman, iyilere dosttur…
Seküler temelli sözde evrensel insan hakları doktrini suçları, tacizleri, haksızlığı, adaletsziliği ve ahlaksızlıkları arttırmış, suçlulara cesaret vererek öyle azmettirmiş ki, adam öldürmekten daha büyük bir suç olan fitne canlı-cansız tüm mahlûkatı sararak, ”tanrı insan” hipotezinden azgınlar kayrılmış, böylece dokunulmaz kılınarak yanlış ve kötü ne varsa laik insan hakları adına ödüllendirilmiştir. Özellikle hiçbir Müslüman, Allah ve Resulünün hüküm verdiği bir şeyi kendi istek ve düşüncesine ve de laik yasalara göre yorumlayamaz. Doğruyu ve iyiyi kayıtsız savunmak yerine çıkar fırsatçılığı veya sekülerist anayasa boyunduruğunda yanlışın yanında yer alarak kötünün yok edilebilmesi için temsilcilerini bertaraf etmemek, işte o din dışı masonik insan hakları beyannamesinin gizli ve asli hükmüdür. Oysa Allah, Enfal Süresi 39. Ayetinde; “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” buyurmuştur.
Tophane’deki sanat galerisine mahalleli baskını provokasyonuyla insanların inancına ve ahlaki hassasiyetlerine karşı günlerce sürdürülen kıyım; örtülü bir dinsizlik, ahlaksızlık ve namussuzluk çığırtkanlığından başka bir şey değildir.
Mason chp diktatörlüğü ile birlikte devrimlerle dini ve ahlaki kuralları ortadan kaldırabilmek için yapılan kanlı katliam ve idamlar, baskı ve şiddet, cinayet, yasak, dayatma ve aşağılamalarla Müslüman Türkiye Halkı’nı manevi değerlerinden uzaklaştıramayıp diledikleri gibi laikleştiremeyen ve sapıklaştıramayan cenabın, sanat adına kendilerini masum ve dokunulmaz kılmak suretiyle sinsice sokak aralarında haçlı faaliyetlerini sürdürmeye kalkışıp; inanç, örf ve adetlerine bağlı mahallelerde ahlaki terör estirmelerine hiçbir insan tepkisiz kalamaz.
Sözde sanat galerisi adı altında ancak fuhuş, içki, kadın ve uyuşturucu kullanmak ve pazarlamak amacıyla açılan yerlerin başıboş ve yoksul iffetli evlatlarımızı çağdaşlaşma manipülasyonuyla baştan çıkarabilmek için organize birer şer yuvaları olduğu gerçeği aşikârdır. Eğer gerçek bir sanatçı ve sanatsever ruhu taşıyan insan olsaydılar; sevgi, saygı, tevazu, hoşgörü ve erdemlik niteliklerine haiz olur; başkalarının inançlarına, giyimlerine, düşüncelerine, seçimlerine ve yaşam tarzlarına bırakın müdahaleyi veya hor görmeyi, düşüncesi bile kendilerini rahatsız ederdi. Oysa onların her biri misyonları gereği namuslu kadın yahut erkek avcısı olup, evli insanlar olmak üzere çocukları dahi baştan çıkarabilme amacındadırlar.
Sözde sanat galerisine gelenlerin dışarıda görülecek ne eserler var ki güya içerideki eserleri değil de dışarıdakilerini merak ederek topyekûn sokağa taşıp sarhoş kafalarıyla yoldan geçenlere musallat oldular? Sokaktaki kadın ve erkeklere laf atarak ve harami gözlerini evlere dikerek infial uyandırma arayışları mahalleliler tarafından püskürtülmüş ve hak ettikleri karşılığı ödemişlerdir. Söz konusu tepki bir şiddet değil, vicdanı ve namusu olanların ortaya koyduğu bir direniştir. Direnmeyip de kafalarını çektikçe sokakta yürüyen ve evlerinde oturan namuslu insanlara sarkıntılık ve daha sonra tecavüz etmeleri mi beklenmeliydi?
Kültür Bakanı olacak zat Ertuğrul Günay; sanatçıların toplumun aynası, söz ve davranışlarında topluma örnek olması, farklı inanç ve yaşam tarzlarına saygı göstermesi, her türlü fitne ve fesattan uzak durarak bütünleştirici bir erdemliği sergilemeleri, bulundukları ortamın değerlerine tahammül etmeleri konusunda yönlendirici hiçbir açıklama yapmayarak, doğrudan “İstanbul’a yakışmayan bir saldırı yaşandı, saldırıyı şiddetle ve nefretle kınıyorum. Hiçbir gerekçe şiddet kullanmanın mazereti olamaz, burada gördüğüm manzaranın hiçbir şekilde izahı olamaz. Türkiye’nin her yanından terörü silmeye çalışırken İstanbul sokaklarında böyle bir görüntünün sergilenmesine müsamaha göstermeyiz. Olayın faillerini dikkatle takip edeceğiz, yargıda en ağır cezaları almalarını talep ediyoruz” sözleri tamamen taraflı ve provokatörleri dolaylı yoldan aklamaya ve teşvike yöneliktir. Öncelikle manevi değerleri üstün insanların duygu yüklü fıtratları bilinciyle olaylar tahlil edilebilse, saldırgan diye suçlanan direnişçilerin değil azmettiren mihrakların uyarılıp cezalandırılarak olaylar engellenmeye çalışılırdı. Ama sapıkların aydın sanatçı veya yazar etiketli dokunulmaz zırhları, yetkilileri ‘hazır ol’ duruşuna soktuğundan her zamanki gibi sokaktakiler suçlanır, sanatçı erdemliğiyle yakından uzaktan ilgisi olmayan sapkınlardan özürler dilenerek daha beterini yapmaları için yollarına kırmızı halılar serilir.
Tahrik edeni değil de müdafaa edeni suçlu gören bir anlayıştan dolayı ne gerilim ne de kaos son bulmaktadır. Aynı süreci bizzat yaşamış, ülkeyi kana bulamaya ant içmiş Aziz Nesin adındaki provokatör bir teröristin Sivas’tan başlayıp tüm ülkeyi ceset dağlarına dönüştürebilme çabalarına karşı ortaya koyduğum sert tepki, nasıl gazeteci çakma aydınlarca kıyasıya eleştirilmiş ise, bugünde haksızlık karşısında susmayan namuslu tophaneliler şiddet yapmakla suçlanabilmektedirler. Mason ilkeli laiklerin amaçları ülkeyi dinsizleştirmek ve namussuzlaştırmaktır. Tavizin tavizi getireceği unutulmamalı, ahlâksız sapkın provokatörlere gerekli yanıt aynı anda verilmelidir.
Tophanedeki olayı tertipleyerek senaryolaştıran geçmişin oyuncusu günümüzün provokatör senaristi chp İstanbul il başkanı Berhan Şimşek’tir. İmkânları dâhilinde Türkiye’yi cehenneme dönüştürebilecek kadar muhakeme ve vicdandan yoksun bu egoisti hem devlet hem de millet takip etmeli, bu tür kışkırtmaların altında mutlaka o aranmalıdır. Normal yollardan iktidara gelip Müslüman Halk’ı elimine edemeyeceğini çok iyi bilen vahiy düşmanı Önder Sav’ın Berhan Şimşek gibi oyuncu bir provokatörü neden il başkanlığına getirdiği şifresi sanıldığı kadar anlaşılmaz değildir…
Ne laik akıl ne de laik bilim kuramlarıyla ellerinde ikna edici somut bir şey bulunmayan sefillerin sözde pozitif akıldan aşağı tuttukları vahyi ve iman edenleri tahrikleriyle suçlu konuma düşürebilme planlarını üç-beş çapulcuyla uygulamaları, ancak kendi çöplüklerinde itibar kazanmaktadır. Ne var ki söylemde ve görüntüde Müslüman kimliği taşıyanların tuzaksı tartışma meclislerine katılarak tavırlarını açıkça ortaya koyamayıp demagoji yapmaları, sekülerist provokatörlerin en önemli besin kaynaklarıdır. Kimileri türbanları kimileri de dini ve demokrat referanslarıyla insani değerler konusunda sergiledikleri ürkek duruşları azgınların emellerine hizmet etmekte, sanki hakkı ve adaleti savunur gevelemeleri ne topluma doğru bir mesaj olarak yansımakta ne de suçluları kabahatli duruma düşürmektedir. Ya açık konuşup veya yazsınlar ya da gölge etmesinler!
Laik devlet ve çakma aydınlarca Müslümanlara reva görülen baskı, şiddet ve yasakların tophanedeki bir avuç sapkına duyulan tepki kadar ses getirmemesi, işte muhafazakâr ve demokrat karmalı bu yazar-çizer taifesinin basiretsizlikleri ve korkaklıklarından olduğu gibi, kendilerine biçtikleri fiyat etiketlerindendir. Ne de olsa onların koltukları altında kanıtlanmayı başarı saymaktadırlar.
Vatanı Türkiye’nin Müslüman kimliğinden ve dindar vatandaşlarından utanabilen bir kimsenin sanatçı veya sanatsever olabilmesi mümkün mü? Sanatın gerçek kaynağının ruh ve inkâr ettikleri Allah’ın yarattığı mahlûkatı taklitten öte bir değer taşımadığını bilip yaratıcı olabilme sevdalarından sıyrılabilselerdi, insanları birbirine düşüren vicdansız azgınlar değil toplumun ahlak ve erdem sahibi merhametli temsilcileri olurlardı…
Çifte standart yalnızca Türkiye’de mi?
Aylardır Sakine adlı kocasını aldatıp sonra öldüren İranlı katil bir kadının idamını engelleyebilmek için Türkiye dâhil tüm dünya ayağa kalkarken, neden aynı suçu ABD’de işleyen Teresa adlı kadının da kocasını aldatıp öldürmesi akabinde hakkında verilen ve infaz edilen idamı için yapmadılar? Çünkü biri Müslüman ve İranlı, diğeri Hıristiyan ve ABD’li…
Başta Fransa’nın pornografi yıldızı ve cumhurbaşkanı Sarkozy’nin eşi olmak üzere devlet adamları, sanatçılar, Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, sivil toplum örgütleri İranlı koca katili zinacı kadının serbest bırakılması için yoğun lobi faaliyetleri sürdürüp İran’a baskı uygularlarken, ABD’li kadın ile ilgili hiçbir çaba harcamayıp idamına alkış tutmaları siyasi ve dinidir. Eğer idama karşıysalar; neden İran gibi ABD’ye de tepki göstermediler? Acaba İran, yasaları olan bir hukuk devleti değil midir?
Gerek içeride gerekse dışarıda Müslümanlara karşı duyulan kin ve nefret her olayda baz alınmalı, yıkıcı nifak sokarak sürüklemek istedikleri tuzaklara düşmekten ısrarla kaçınmalıyız. Kim ne derse desin Müslümanlık bir ayrıcalık ve şereftir; namus, ahlak, adalet, erdemlik, eşitlik ve barışın da savunucu tek kalesidir. Bundan başka şeref arayanların durumu evlerin en çürüğü olan örümcek yuvasından farksızdır. Yaratıcınız Allah’ın emrettiği doğrultuda yaptığınız davranışlar için hiç kimsenin kınamasına aldırış etmeyiniz.
Din, namus, ahlak, hak ve adalet için girişilen her yol, Yaratıcı Allah’ın hükmü dâhilinde mubahtır…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)