26 Kasım 2016 Cumartesi

Başbakan Ahmet Davutoğlu bir ajan mıydı?

Kimin kim olduğunu değil, ne olduğunu muhakeme edebilirsek; bedeni ve taşıdığı liyakatlerinin etkisinde kalmaksızın ruhuna odaklanmak suretiyle derinliğine inebiliriz.   

Evet, Gönül Gözü!

“Gerçeklik yalnız akılla değil gönül gözü ile de görülür, gönül gözünün de kavrayıcı, bilici bir gücü vardır. Olayı gördüler de nedeni görmediler.” Pascal

Allah’ı duyamayan ne hakkı ne batılı ne doğruyu ne yanlışı ne iyiyi ne kötüyü ne dostu ne de düşmanını duyabilir! Çünkü bir şeyi idrak edebilmek için maddi göz, kulak, beyin veya kalp değil, gönül gözü muktedirdir.

Eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun öncesi ile sonrası arasında olan derinsi değişikliğini ve güttüğü politikaları sürekli eleştirmiş; Batı’ya olan mensubiyeti şüphe doğurmuştu.  

Oysa yıllar öncesinden tanıdığım Davutoğlu, İslami kurallardan zerre kadar taviz vermeyen ve her fırsatta haçlı-siyonistlere karşı çıkıp Kur’an’ın, Müslümanların ve Türkiye’nin hâkimiyetini savunan biriydi!

Özellikle Almanya başbakanı ve AB’nin hamisi Merkel ile öyle bir ilişki kurmuştu ki, neredeyse yiyip içtikleri ayrı gitmez olmuştu. Hele Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Merkel’in Türkiye’ye sunduğu dostluk mesajları, öncesinde Türkiye’nin AB girişine muhalif tutumunu değiştirmiş olması, sık sık Türkiye ziyaretleri, başta sığınmacılar olmak üzere verdiği vaatler, yapılan anlaşmalar, taahhütler; Davutuoğlu’nun başbakanlıktan azliyle düşmanlığa dönüşmüş ve Ermeni Soykırımı gibi yalan bir tasarıyı meclisinden geçirmesiyle başlayıp teröristlere sahip çıkan icraatlarıyla hasımsı gardını alabilmiştir.

Mustafa Kemal ve Atatürk muammasını hatırlamış; tanıdığım Davutoğlu’nun yerine Alman ajanı bir başka Davutoğlu mu geldiği sorgusuna kapılmış bulunmaktayım.  

Öyle ya; özellikle Çanakkale muharebesinin mağlubu İngilizlerin Atatürk’ü sevmeleri ve Atatürk’ün de; “İngilizler beni sever”  ifadesi ne kadar mantıklı ise, Türkiye’ye düşman Merkel’in de Davutoğlu’nu sevmesi o kadar mantıklıdır.

2009 yılında Mustafa Kemal ve Atatürk’ü konu aldığım yazı serisinde ortaya koyduğum kanıtların halen aksi belgelenememiş ve Davutoğlu olayı ile benzerlik içermesi, İngiliz Atatürk gibi Alman Davutoğlu’nu da irdelemeyi mecbur bırakmıştır.

Çanakkale zaferinin gazisi Mustafa Kemal; “Kanuni esas Kuran’ı azimünşandı” dedi ama Atatürk aksini yaparak Kur’an’a nasıl savaş açmış ise, Davutoğlu’da öncesinde “Kanuni esas Kuran’ı azimünşandı” derken, Kuran hükümlerini ayaklar altına almakla kalmayıp Müslüman Türk milletini Almanya’nın odalığına soyundurmaya kalkıştı.  

Müslüman Türk milleti ışığın yerine hep gölgelerin peşine düşmelerinden hâkimiyetlerini haçlı-siyonist çapulculara kaptırmanın ezikliğiyle hayali gerçek sanmış; yalanı, ihaneti ve dublörü ayırt edemeyerek özünden yani zafer ve insanlığından kopmuştur.  
       
Neden Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi gibi zannettiği, umut ve övgülerle başa getirdiği Davutoğlu’nu azletmişti? 

Yanıt halen sır olsa da spekülatif söylentiler asla doğruyu içermemektedir.

“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur. Mümtehine 1

İlgilenenlerin bilgisine Mustafa Kemal ve Atatürk ile ilgili iki yazım;



22 Kasım 2016 Salı

“Geleceğin yüzkarası olacaktır.”

Ancak seküler-laik çevreler, o yüzkarasını öyle parlatıp arkasına düşmüşler ki, maymundan geldiklerini kabul edebilecek kadar alçalmakta sınır tanımamışlardır.  

Oysa yeryüzünün halifeleri olarak yaratılmışlardı!

“İnsan, kendini bir yaratıcının müdahalesine layık görecek kadar küstahtır.” C. Darwin

Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının maymuncusu Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla aşağılanan bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, istediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti.

Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinlerine ayak uyduramadı; çevre koşullarının etkisinde kalamayarak kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?

Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi; eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti.

Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve kaderi kendisini hayvanlar âlemine çekip yaratıcısını inkâra itmiş, özünün maymun olduğu inancına götürmüştü.

Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’nun gereği çevresiyle bütünleşemiyordu?

İnkâr ettiği yaratıcısı ve hakkında yazılmış olan kader, kendisine öyle bir kapı açmıştı ki, Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıkmıştı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edindi ve notlar aldı.

Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, ruhsuz, başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış; dolayısıyla her şeyin bir ilkten geldiğini yani yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir varlığı değil, mutlak bir yaratıcıyı destekleyici kanıtlarla doluydu.

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

Ayrıca insan DNA’sının şifresini çözen ve dünyanın en önemli genetik uzmanlarından olan Dr. Francis Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist bir Darwinistken, bilim laboratuarında Allah’ı hissettiğini ve inandığını açıklamıştı. “Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yakınlaştırıyor. Laboratuarda çalışırken Allah’ı hissetim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a daha da yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan ümidini kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah’ın işidir.”  

Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur, doğa bilimcisi Darwin’in aksine, “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfedilmenin başarısıyla keşiflere imza atmıştır. 

Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar hipoteziyle çatışıyorsa da ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, mutlak iradenin ve ruhsal bilgilendirilmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Çünkü gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki Darwin, ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.

Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı, güçleri doğrultusunda iradeleriyle var olma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun hayalî bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden mutlak güce sahip yaratıcı gibi bir varlığın diğerlerini yok edebileceği doğrudur.

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Teorisine göre, “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse ne dilediğini yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon, tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu teoriyle, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce kanıtlanamamıştır.

İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar.

Darwin de Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşündeydi. Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, Darwin’in evrim teorisini yerle bir etmektedirler.

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedir? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?

Öyleyse Darwin, neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist oldu ve insanken nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de; neden maymunları ata ve öz edinebildi?

Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.”

Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları, sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için lâiklikleri gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş; ateist, imansız, vicdansız, hain ve terörist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır. Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının Allah olduğu öğretilirken, bir sonraki felsefe dersinde ise insanların maymundan türediğini öğretebilmiş, Allah ve kitabı Kur’an, laiklik ve çağdaşlık adına büyük bir tehlike kabul edilerek kamuda ve okullarda ya yasaklanmış ya da sindirilmiştir.

İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia ettikleri gibi doğruyu yanlıştan ayırabilen bir etkinlikte olabilseydi; hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah, aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek dengeyi sağlamaktadır. Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerinin topraktan yaratılmasının dışında!

Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar ya da yandaşlarınca saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınır ama kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da)  dır. Hud 6

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” Hud 56 


“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. Enam 116

20 Kasım 2016 Pazar

ALLAH mı, insan mı?

Yahut yaratıcı mı, yaratık mı?  

Vahiy, türlerin olduğu gibi "o kitap”ça programlanarak yaratıldığını kanıtlar, seküler bilim ise ilkel hücrelerden başlanarak evrimleşildiğini ve türlerin kendiliğinden, diğer türlerden meydana geldiğini iddia eder.

Pozitivizm etkisindeki gerek din, gerekse bilim adamlarının yaşamla örtüşmeyen teoloji ve teorileri zihinleri karıştırmakta, aklı ürettiği sanılan sinir kütlesi fiziki beyin ile dirimsel enerjinin ta kendisi olan ruh harmanlanarak, Allah ya inkâr edilmekte ya da iradesine sınırlamalar getirilmektedir.

Yaratıcısız bir yaratığın olamayacağı temel kaidesiyle ruhsuz bir bedenin, beynin, hücrelerin, kalbin, gözlerin, kulakların, burnun ve dilin hiçbir koşulda işlev göremeyeceği her ne kadar aşikârsa ise de maddi dünyadaki yanılgılar fiziki bir yaratıcı ihtiyacını doğurmakta, dolayısıyla “yaratık insan” yüceltilerek özgür veya cüz’i irade savıyla tanrılaştırılmaktadır.

Din ve bilim adına gerçeği perdeleyen hurafe ve faraziyelerin egemen baskısı vahyi, Etkin Aklı ve Mutlak İradeyi örselemekte, yaşamın evrensel gerçekleriyle bütünleşmeyen dayanıksız fikirler insanoğlunu sarsmaktadır. Hiçbir şey bilmediği halde çok şey bildiğini sanarak bağımsızlığını ve egemenliğini ilan eden iradesiz insan gerçeğini Einstein şöyle özetler; “Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır.”

Seküler-laik yani pozitivist bilim ve siyaset, insanoğlunun en büyük yalanı ve küfrüdür!

Akıl, zekâ ve düşüncenin beynin iradesince varolduğu iddiasında bulunan seküleristler, yapısı ve işleyişi bilim için hala sır olmakta devam eden beyni, “Tanrı, ruh, melek, cin ve şeytan” gibi metafizik varlıkların inkârında araç ederek, aslında farkında olmadan soyut olan aklı da reddederler. İnsanı tamamen maddi bir varlıktan ibaret görenler; beyne, göze, kulağa, buruna, dile, hücrelere ve tüm organlara hayat verip işleyişlerini sağlayan ruhu her ne kadar refüze etmeye çalışsalar da, ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ölümü teorilerince izah edemezler.

Maddeye fiziksel özellik kazandıran enerjiyi yok sayabilecek kadar cehalette ısrar edenlerin, birde bilim adına ahkâm keserek canlının biyolojik yapısına odaklanıp, yaratıcının da aynı maddi hücrelere sahip olma zorunluluğuna vurgu yapmaları ve akıl sahibi olunabilmesi için mutlaka beyine sahip olma mecburiyetini dile getirmeleri bilimsel bir fecaattir.

Yaratıcının ruhundan üreyerek ve Etkin Aklından bilgilenerek yaratılan ve donatılan insan aklının somut olan hücresel maddelere bağımlı olduğu ve fizyolojik yoldan etkileştiği düşüncesi öylesi korkunç bir mantığın ürünüdür ki, duyguya ve imana muhalif geliştirdikleri ve de sözde hiç yanlarından eksik etmeyerek yol gösterici olarak benimsedikleri “Mantık” teorileri kendilerini gerçeklerden koparmakta ve sanal âleme tutsak kılmaktadır. Buna rağmen bilim adına savundukları trajikomik düşünceleriyle de fiziğin sancaktarlığını metafiziğe kaptırmamaya çalışarak, ilahsal enerjisiz yani ruhsuz bir dünyanın varlığını kanıtlamaya çabalamaktadırlar. Seküler-laik-demokrat bazlı düşüncelerin mantık hilesiyle müminlerle tartışmaya girerek uyguladıkları baskılarla haklı çıkabilme arayışları, şüphesiz gerçeğin açık perdelerini kapatmaya yetmemekte ve Yaratıcının Mutlak İrade’si engellenememektedir.  
  
Yaratıcı, her türlü bilgi, düşünce, anlayış ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nüfuz etmiş ve bu temel esasa göre dünyanın formasyonunu, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince güncelleştirmiştir. Ruhsal akliyat, düşüncelerin, duygu ve fiziki oluşumların; bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış şeyler için peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmış, yol gösterici ilmiyle de perçinlemiştir. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutlarını çizmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olayları ezelde yaratmıştır.

İyi ve kötüyü temsilen Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen düşünce, davranış ve keşiflerin gelişerek düzen içinde varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve yokoluş amacına uygun biçimlenmektedir. Düşsel ve davranışsal uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rasgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmemekte, ancak kusursuz ve her şeyin birbirine denk gidişatından öyle sanılmaktadır.

Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda güncelleştirerek, durağan maddeye fiziksel işlev kazandıran bilgiyi ve eylemi gütmektedir. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkıya veya müdahaleye izin verilmemektedir. Rahmani veya şeytani her düşünce ve davranış, Mutlak irade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak gelişmekte ve kadersel düzen kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

İnsanların dine veya bilime olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Zaten din ile bilimi, tıpkı ruh ile beden gibi birbirinden ayırmak bir ölümdür. Einstein, bu gerçeği şu sözleriyle özetlemektedir. “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır.”  Ya da;Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Yahut G. W. Carwer’ın ifade ettiği; "Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil."


Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır. Bu sebeple din ile bilimi ya da Allah ile insanı düşman kutuplara ayırarak birbirine kırdırmakta ve akıl almaz bir kavgaya sürüklemektedirler. 

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya yenilgisine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal ve rasgelesel kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır, dolayısıyla ilahi kadere meydan okunur.

Din, bilim ve siyaset öyle egemenlik ve irade savaşı içindeki bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürdürülür ki, Mutlak İrade, özgür irade ve cüz’i irade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla çelişkili düşünceler, anlayışlar, dinler, felsefeler, idoller ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya, tektir. Bu sebeple Etkin Akıl ve Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez saçma tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar. Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da, yüceltenin de alçaltanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleni ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği ve getirmediği de açıktır.

Yaratıcıya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder, hayat ise tartışmaların ötesinde programlandığı doğrultuda devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı deist rasyonalistler ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı Müslümanları durmaksızın aşağılar, iktidar olmamaları için taciz, baskı, şiddet ve savaşa başvururlar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan, hisseden, tadan ve idrak edebilen insanoğlu, nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle başkalaşabiliyorlar?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de bağlı oldukları anlayışlar vahyi değil ateist köklüdür. Bundan dolayı Müslümanlara karşı besledikleri kin ve öfke ile giriştikleri savaş, esasen Yaratıcı Allah’adır.


Tanrı referanslı Hıristiyan ve Yahudiler gibi ateistlerde "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla ve Kur’an’la örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, ‘Mutlak irade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: “İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Tanrı mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?” Bu yüzden vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm kaynaklı rasyonalizm ve pozitivizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında, her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de mantık denen bir anlayışa sığınırlar.

İlâhiyatçılar öyle bir paradoks içindedirler ki, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?!? Bilimciler de yöneten ve yönlendirenin beyin olduğunu söylerler ama kayıplara ve olumsuzluklara kanıtlayıcı hiçbir cevap veremezler. Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (bir şeyi dilemenize izin vermesi) sayesinde (o şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah âlimdir, hâkimdir.” İnsan 29 

“Onun dilemesi hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.” Bakara 255

“Oku ve öğren! İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin erkemdir (en cömerttir).” El-Alak 3.4.5      

“Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup, hapseden olamaz. O’nun tuttuğunu ondan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2

“Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” A’raf 178


“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır. “ Secde 13 

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” Casiye 23

17 Kasım 2016 Perşembe

Siyaset yok politika var!

Vahiy yok din var; ruh yok beden var; Allah yok beşer var; insan yok mahlûk var; ahiret yok dünya var; kulluk yok özgürlük var!

Siyasetin olmadığı seküler-laik dünyada kaosun diplomatik sembolü politika, erdemliği dışlayıp ahlâksızlığı yani insansızlığı çağdaşlaştırmıştır. Her geçen gün hızla çoğalan karakoncolos alaşımlı çok çirkin korkutucu bedensi kütüklerin rehberlikleri ve önderlikleri kitleleri doludizgin etkilemeye devam etmiş; dolayısıyla vahiy dışı eğitsel ve idaresel süreç, üstün insanı alçak yaratıklara dönüştürmüştür.

Bundan dolayı doğrudan ve kulluktan kaçılıp yalana ve köleliğe koşulmuş; anormal düşünce, davranış ve tercihler dengeleri altüst ederek sömürü, vahşet, ayırımcılık, haksızlık ve adaletsizlikler galebe çaldırılmıştır. İnsanı insan yapan ölmek ya da olmak yerine, insanı insanlıktan çıkaran korkunç yalancılık, fesatçılık, fırsatçılık ve riyacılık insaniyeti yiyip bitirmiş; böylece insan görünümündeki sinsi yaratıklara duyulan ilgi ve teveccüh kötüyü daha da derinleştirmiştir.

Tecrübe, yenilen kazıkların, çekilen sıkıntı ve eziyetlerin kaçınılmaz bileşkesi olmasına rağmen yine de yanlışlıkta ısrar edilebilmiş; vahyi, siyaseti, ruhu, aklı, onuru, dürüstlüğü ve vicdanı imha eden gelişmelerin dolaylı savunucuları olunabilmiştir. Avlanmaktan ve kendi kendini aşağılattırmaktan inanılmaz haz duyan insanoğlu öyle mahlûklaşmış ki, kadersel mührün sapıksal tüm argümanlarını taşıyarak hayvandan da daha aşağı olduğunu ortaya koymuştur.

Yaratıcıya ve adil kurallarına karşı girişilen egemenlik savaşı, lanetin devasa boyutunu kanıtlamış; mücadele etmektense ya korkuya ya da az bir bedele teslim olunarak adalet bombalanabilmiştir.

Oysa bilinmelidir ki, biri, kulu yani beşeriyeti diğeri de yaratıcıyı yani ALLAH’ı temsil eden laiklik ile vahiy, nasıl taban tabana zıt ve birbirlerine düşman fikirler ise, aslında laiklik ile demokrasi de öyledir ve sıcak gündem bunun apaçık bir kanıtıdır.

Özgürlük, kulluğa karşı nasıl bir kılıç olarak kullanılıp iman sahipleri manipüle ediliyor ise, demokrasi de millet seçimi ya da iradesi olan amacından saptırılıp Allah’a karşı bir galibiyet yani hâkimiyet olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla her şart ve koşulda gerek özgürlük gerekse demokrasi halk için olduğu iddiasında bulunulsa da, aslında doğrudan Allah ve kulluğa karşı bir üstünlük güdüsüdür.

Gerçi dönen çark görünebiliyor, işitilebiliyor ama kavranılamıyor. Zaten sorun görünen ya da işitilende değil, muhakeme yani idrak edilememesindedir. Esasen İslam inancı taşıyanların hem içeride hem de dışarıda kuşatılıp işgal edilerek iktidardan uzaklaştırma amacının Allah, resulü ve hükümleri olduğu aşikârdır. 

Özellikle Türkiye’nin İslam ile bütünleşmesi ve Türk milletinin Müslüman olmasına dâhili ve harici haçlı-siyonistler öyle tepkilidirler ki, balonsu egemenlikleri sona erecek kaygılarından fevkalade kindardırlar.

Madem özgürlük ve demokrasi; millet isteği ya da iradesinden korkulabilinir mi? Ama o millet, Müslüman ve Allah’ın kurallarına bağlı ise, her türlü baskı, yasak, tehdit, savaş, zulmü, darbe veya istilayı mubah sayılır. Niçin; özgürlük ve demokrasi için! Öyleyse laiklik, özgürlük ve demokrasinin politikadaki bilimsel karşıtlığı doğrudan tevhiddir!
Yaratıcı Allah’a imanı çağdışı; beşere imanı ise çağdaşlık bellemiş İslam karşıtları, farklı kulvarlarda olmuş olsalar da beslenip güdüldükleri odak aynıdır. Peki, o odak nedir diye sorulacak olursa; Kur’an ifadesiyle şeytandır; tağuttur; zorbalıktır yani kötülüktür!

Seküler-laik politikalarıyla Allah’ı ve insanlığı doğramaya çalışan hilekâr jakobenler, ne kalplerdeki imanı; ne inen vahyi; ne adil olan siyaseti; ne bedeni var eden ruhu; ne yaratıcı ALLAH’ı; ne kulluğu; ne de ahireti söküp atamazlar. Çünkü zihin ve kalplere hükmeden; birini diğerine musallat kılan; dilediğine dilediği kadar fırsat veren; yeryüzündeki iktidarları paylaştıran; takdiri kendisinde bulunduran; yönetip yönlendiren Allah olduğu için!

Ancak Kur’an’ın hükmettiği bir diyarda siyaset yani adalet vardır! Dolayısıyla İslam olmadığı yerde ne siyaset ne de adalet mümkündür. Neden; İslam, kayıtsız-şartsız Allah’ın Mutlak İradesi olduğu için!

Sadece adalet benim olsun! Çünkü insan için gerekli tek şey adalettir! 
   

“Ey İman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135  

11 Kasım 2016 Cuma

İnsan değil, hayvan hatta daha da aşağılar…

Hiçbir gerçek hatta mucize bile aydınlanmalarına imkân tanımayıp idraklerini açamamasından dolayı insan olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü konuştukları dili bilmek; gördükleri göze, işittikleri kulağa ve taşıdıkları kalbe sahip olmak gerekir.

Öyleyse insan görünüşteki mahlûkları insan seviyesinde değerlendirerek muhatap almak beterin en beteridir. 

İnsanoğlunun en vahim yanlışı, ruha değil bedene itibar etmesidir. Ruh ahireti, beden dünyayı temsil ettiğinden ruhun dışlanarak bedene hâkimiyet tanınmış olması beşeri egemenleştiren öyle bir felakettir ki, engellenemeyen musibetler, olaylar ve ölüm, beşerin iddia ettiği gibi egemen olmadığını hatta bir saniye sonra başına ne geleceğini bilmemesinden anlık bile hâkimiyetini imkânsız kılmaktadır. 

Karşılığı aranmayan lafların âlemdeki değeri insanlığı öyle yitirtmiş ki, artık vahiy, hak ve adalet değil, ağızlardan dökülen laflar muteber hale gelerek heyecan, umut ve güven doğurmuştur.
 
Ne kadar berbat, bezmiş ve yıkılmış bir psikolojide olsalar da, laf kendilerini öyle dinginleştirmektedir ki, sanki sorunları çözmüşler ve sıkıntılardan kurtulmuşlar gibi rahata kavuşurlar. Oysa lafın etkisi bitince altından kalkamadıkları badireler ve elemler tekrar nükseder ve laf, tıpkı soğuktan donarak ölmek üzere olan bir insanın uykusunun gelmesi ve uyumasıyla beraber ölümün gerçekleşmesi misali bitkisel hayata sokarcasına hayvandan daha aşağı bir hilkate dönüşürler.

İnsan, neden karşılığı olan sözlere değil de laflara itibar eder? Neden yaratıcısına değil de kuluna güvenir? 

Karşılığı olan sözler, yaratıcı Allah’ın sözleri; karşılıksız olanlar ise Allah’a karşı benlik güdenlerin lafları! “Ben” diye böbürlenerek kulluğu doğrudan yahut kısmen veya dolaylı olarak reddeden insanın tek başına Allah’ın sözüne itibar edebilmesi mümkün değildir. Onun için gerek vahiy gerek iman gerek namus gerekse şerefi nefsi doğrulara ya da yanlışlara göre kabullenir; Allah’ın sözleri ya inkâr edilir ya da mazeretlerle savsaklanır!

Amele değil lafa çok itibar edildiği hatta laf yarışında galebe çalanın üstün kılındığı dünyada her nefis mükemmeli arar. Oysa sözün doğrusu ve mükemmeli Allah’ındır ama benliği hoşnut etmediğinden ‘laf’ gibi muteber sayılmaz. Çünkü insanın tamamen özgür kalma ve egemen olma iddiası bulunduğu için kul olmayı sindiremez. Dolayısıyla ne dilediği bir özgürlüğe kavuşur ne de mükemmelliğe!

İnsan, kendini yaratamadıktan sonra özgür olamayacağı gibi egemen ve mükemmelliğe de erişemez. Bu sebeple dünyada mükemmellik yoktur. Dualite yani ikilik vardır; yaratıcı-yaratılan, iyi-kötü, karanlık-aydınlık misali! Dünyada mükemmele yaklaşım olabilir mi diye sorulacak olursa, yaratıcı Allah’a kayıtsız-şartsız itaat ve hiçbir gerekçeye sığınmayacak bir aşktır ki, o’da ahirete götürüp cennete kavuşturur.
 
İnsanın bozulması ve onurunu yitirmesinin nedeni, sözle yani vahiyle değil, lafla yani söylentilerle amel etmesi ve kendine yol edinmesindendir. Söz ile laf arasındaki fark, tıpkı ruh ile beden gibidir. Nasıl ki beden fani ise lafta fanidir. Allah söz, insan laf söyler! Dolayısıyla muhakeme edebilen insan, bakiye değil faniye inanabilir mi?

Kaynağını vahiyden almayan politikacı ve din adamları, yeryüzünün en tehlikeli lafebeleridirler ki, toplumların zihin ve kalplerini iğfal ederek insanda değer ne varsa silip süpürürler. Dolayısıyla insanı insan yapan vahiy, hak ve adalet mücadelesi yok olur.

Böylece asıl kaçınılması ve sakınılması gereken düşmanlar, kişi ya da toplumun hem dünyasını hem de ahiretini perişan eden seküler-laik yani batıl odaklı politikacılar ve din adamlarıdır. Onun için lafa değil söze yani vahye odaklanılabilinirse, her iki âlemde de korku yaşanmayacaktır. 

Yaşam ve ölümdeki mananın derinliğini bilmeyenlerin lafları tükenmez ama bilen, Allah’ın sözlerinden öte konuşmaya cesaret edemez. Hayatının nerede ve nasıl başladığı ya da nerede ve nasıl sona erdiğine değil, ikisi arasında neler yapıldığı ve olayları kimin tetikleyip takdire ulaştırdığı sorgulamaya başladığın an, yalanlardan uzaklaşıp gerçeğin açık perdelerine ulaşılabilecektir. Çünkü laftan söze geçiş, batıldan hakka geçiştir!

İnsanın politikacı ve din adamlarının hazırladıkları tuzağa düşmelerindeki en büyük handikap nedir biliyor musunuz; işittiklerini gerçeğin eleğinden geçirebilecek idrakleri olmamalarıdır. Bilgileri demiyorum; çünkü her insan, teorik olarak yaşadığı olaylardan dolayı yalanla gerçeği ayırabilecek bir tecrübeye ve muhakeme yetisine sahiptir. Ama insan değil ise mümkün değildir. Lafı yani abartıyı kabul edip, sözü yani gerçeği dışlaması, aradığı ‘neden’  sorusuna açık bir yanıttır.

“Hayatımızda işlediğimiz hataların çoğu, düşünmemiz gereken yerde hissetmekten, hissetmemiz gereken yerde düşünmekten ileri gelmektedir.” John Colbins

Yeryüzüne halife olarak indirilen insanın söze değil lafa saygı duyup güvenmesi, halifelik sıfatını da kaybedip düşünemeyen ve kavrayamayan bir mahlûk olmasına sebebiyet vermiştir. Vahiysizlikten daha sert yatak, daha keskin soğuk, cehennemsi yaşam ve daha acı bir sefalet yoktur!   

Bu sebeple vahyin, dinin, imanın, doğrunun, yanlışın, namusun ve şerefin ne olduğu sözden değil laftan öğrenildiğinden, insan da ne din ne iman ne namus ne şeref ne de hak ve adalet kalmış; böylece bozulan insan, yaratıkların en korkuncu olarak dünyada peydahlanmıştır.

Oysa doğruluk ve adalet bakımından kimin sözü tamamlanmış ise, O’na itibar gerçeğin ta kendisidir.
  

“Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir. Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.Enam 115-116

4 Kasım 2016 Cuma

Dik dur; sakın ha çalışma!

FETÖ gibi haçlı-siyonist düşmanların Türkiye’deki emeli PKK/HDP’nin üzerine hak ve adalet adına giden devletin olası vesveselere karşı atabileceği bir geri adım milleti öyle hüsrana uğratır ki, beterin daha beterini müstahak kılar.

Türkiye’ye karşı düşmanlıkları tartışılmaz olan PKK/HDP’li azgınların demokrasi ve hukuk manipülasyonlarıyla kendilerini aklama maksatlı söylemleri aldatmamalı; haçlı-siyonist efendilerinin destekleri yıldırmamalı; Kürt kökenli kardeşlerimiz ile olan bağları sindirmemeli; silahlı tehditleri kararlılıktan vazgeçirmemelidir.

Müslüman tek bir Türk kalmamacasına ya Anadolu da yok etmek ya da Asya steplerine geri sürebilmek için ezelden beri çabalayan haçlı-siyonist güçlerin PKK/HDP’ye yaptıkları hamilik sürecinde sözde Kürt mücadelesi umurlarında değildir. Onların varsa yoksa yegâne düşmanları Müslüman Türkiye olup, PKK/HDP’de tetikçileridir.

Yoksa haçlı-siyonist’lerin Türkiye gibi kadim ve köklü bir ülkeyi değil de devlet dahi olmayan terör örgütlerinin yanlarında yer alabilmeleri mümkün müdür? Düşünün; Türkiye’den elde ettikleri çıkarların hangisini terör örgütlerinden sağlayabilirler?

Yıllarca sürdürdükleri hainlik ve kıyımlarıyla Türkiye’nin en şedit düşmanları olan PKK/HDP’lilerin gözaltına alınıp tutuklanmaları, bir milletim millet; bir devletin devlet olabilmesi için tek çaredir. Hatta idam edilmeleri çözümün ta kendisidir!

Milletini değil de başkalarını elem edinen yapılar çökmeye mahkûmdur. Çünkü varlığını sağlayan, idame ettiren ve uğruna can veren millettir.
Uluyan kalabalıkların ulumalarına kulak kabartıp korku odaklı çeşitli mazeretlerle esneklik göstererek hak ve adaletten dönenin ayakta kalabilmesi söz konusu değildir.

Gerek emniyetteki göz altılarında gerekse çıkarıldıkları yargıda savunma amaçlı ifade vermekten kaçan beşer görünümündeki insani şeytanların ifadelerine zaten gerek yoktur. Yıllardır yaptıkları açıklamalar kim oldukları, kime hizmet ettikleri, kimlerin tetikçiliğini yaptıkları ve hedeflerinin ne olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla ihaneti, demokrasi ve hukuk alaşımlı hiçbir harç sıvayamaz!


“Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde  düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır. Maide 33

2 Kasım 2016 Çarşamba

Ödül yaşam değil ölümdür!

Hakikat ışığına körelmiş insan, karanlığı aydınlık sanarak öyle koşmaktadır ki, fiziki körlerden çok daha bir karaltıda yaşadığını fark edememektedir.

Bilimsel olarak da gözün hem fazla ışığı hem de yıldızların çok zayıflamış ışığını aynı nitelikte görebildiği kanıtlıdır. Bu uyum insanın beynindeki görme merkezine ve bütün bir görme sistemine verilmiş olan uyum mekanizmalarıyla gerçekleştiği akademik olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla karanlığa alışmış bir insan, aydınlığa ihtiyaç duymadığından hakikat ışığına odaklanamamakta; böylece karanlıkta düşünen ve dolaşan mahlûk olmayı özümseyerek batıl yolunu sürdürebilmektedir. 

Batılın aydınlık değil karanlık bir yol olduğunu birçok ayetiyle bildiren Allah’ın doğru hükmünü bilim, “gözün karanlıkta da aydınlık gibi görebildiğini” itiraf etmiştir.

Kimi insan karanlıkta yaşamaya alışıktır; kimi insana aydınlığı gösterdiğinde gözleri kamaştığından kaçar; kimi insan karanlıktan ok gibi çıkarak aydınlığa kavuşur; kimi insan aydınlıktayken karanlığın cazibesine kapılarak karanlığı aydınlık zanneder; kimi insan biyolojik gözle değil gönül gözü ile gördüğünden aydınlıktan çıkmaz; kimi insan hem aydınlık hem de karanlık içinde bir gölge gibi yaşar; kimi insan ise yaşadığı karanlığa ışık huzmesi sızmasıyla aydınlığa ulaştığını sanır. 

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” Araf 179
  
Her ne kadar hak ile batıl gibi karanlık ile aydınlık eşit değilse de, karanlığı aydınlık, aydınlığı da karanlık bellemiş milyarlarca insanın var olduğu âlemde bulunmaya çalışılan ışık nedir?   
Oysa ışık, her insana şah damarından daha yakın ve yanındadır ama insanın bitmek tükenmez ışık arayışı hiç sonlanmamış; karanlıktan çıkaracak yanı başındaki ışığı bulabilme arayışından vazgeçmemiştir.

İnsan, daha annesinin karnında üç katlı karanlık içindeyken çeşitli safhalardan geçerek doğumu ile birlikte bedeni aydınlığa kavuşur; ruhi karanlığa dönmemesi için yaratıcısı Allah’ın indirmiş olduğu ayetlerle hem dünya hem de ahiret hayatında aydınlıkta kalabilmesi maksadıyla yol gösterilmiştir. Peki, kibirli ve gururlu insan ne yapıyor; benlik gütmeyi ve böbürlenmeyi aydınlık sanarak içine düştüğü karanlıktan uluyarak meydan okumada sınır tanımıyor.

İnsan, öyle karanlığa batmış; muhakeme yetisi, gözleri, kulakları ve kalbi mühürlenmiş ki, en basit bir sorgulamayı dahi yapamaz hale gelmiştir. Kalbindeki ışığı karartan batıl ne varsa kulaklarını kabartarak peşine düşmüş; onun doğru mu yoksa yalan mı olduğunu öğrenebilmek için gerçeğin süzgecinden dahi geçirmeye lüzum hissetmemiştir. Böylece sorgusunu ve düşüncesini engelleyen karanlık çıkmazlar, aydınlıktan daha da uzaklaşmasını sağlamıştır. 

Hâlbuki gerçeğin süzgeci, en cahil ya da ümmiyi dahi aydınlatabilecek aşikârlıktadır.   Kendine yol edindiği düşünce; rehber edindiği önder; vaatlerine güvendiği beşer; dileklerini karşılayacağını umduğu lider; güce ve zenginliğe kavuşturacağını sandığı devlet; ölüme son verip sonsuz bir yaşam verebilmiş midir? Yaşamın süresi ile ilgili garantiyi tanıyabilmiş midir? Yaşam boyunca hiç hasta olunmayıp mutlak bir sağlık sunabilmiş midir? Öyleyse yaratıcı Allah’ın Mutlak İrade’si aşılamıyor ise, ne işe yarıyorlar? Her insan için vazgeçilemez öncelik sağlıklı ve ölümsüz bir yaşam; nerede ve nasıl badireler geçireceği ve öleceğini bilmektir. 

Eğer ölümle nişanlı insan, nişanını atamıyor ise, aydınlık diye bahsettikleri mezarsı seküler düşüncelere çekecekleri ışık nedir? Ölümden sonrası için hiçbir beklenti ve vaadi olmayan her düşünce batıldır, yalandır ve şeytanidir.

Yaşamın en güzel ödül olduğu sanılır; oysa en güzel ödül ölümdür! Fanilikten ebediyete yani yalandan gerçeğe geçiş kapısı olan ölüm ile yeniden dirilerek, dünyadaki doğuşun aynısı birebir gerçekleşir. Ancak ahiret hayatındaki diriliş ile dünyadaki diriliş arasındaki fark; ahiret hayatının ebedi, dünyadakinin ise fani olmasıdır. Akıl baliğ olana dek dünya nasıl ütopik ise; kalpleri olduğu halde kavrayamayan; gözleri olduğu halde göremeyen ve kulakları olduğu halde işitemeyenler içinde ahiret hayatı hayalidir.

Her ne kadar dünya, ahiret hayatının ölümlü bir kopyası olup yaratıcı Allah’ın hükmüyle var olmuş olsalar da yalana, faniliğe, aldatıcılığa veya oyuna itibar edebilen insan; gerçeğe, ebediyete ve asıla inanıp güvenememekte; dolayısıyla asıl başlangıç olan ölümle her şeyin biterek başıboş bırakılabileceğini zannedebilmektedir. 
  
İnsan, yaşama değil ölüme sevinici yeniden doğuşu idrak edebilirse insanlıkla yüceleşir!

(Resulüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.” Rad 16


“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır! Kıyame 36