23 Nisan 2016 Cumartesi

ALLAH bile batıramaz…

Dünya varolduğundan itibaren nice güçlü ve kuvvetli toplumlar ve devletler sahip oldukları geçici iktidarlıklarıyla öyle şımarıp böbürlenmişlerdi ki,  üstünlüklerini bilgi ve iradelerinden bilip Allah’a meydan okuyarak tanrısallıklarını ilan etmişler ise de, belirlenmiş ecelleri geldiğinde zillet içinde yok olup gitmişlerdi.

İnsanın ‘ben merkezli’ zaafı heva ve hevesini öyle tanrı konumuna sokmaktadır ki, güç, zafer veya başarısını kendinden; zayıflığını, yenilgisini veya gerilemesini ise başta kader olmak üzere hep başkalarından bilmektedir. Aslında böylece başarısının da kendinden olmadığını itiraf etmektedir. Oysa madem çok bilgili, güçlü ve yenilmez idi, neden biçareye düşüp övündüğü kudretini sürdüremeyip bilakis gömülebildiği sorgusu dahi gerçeğe ulaşmaya yeterli bir ışıktır.
    
Teknoloji harikası ve “Allah bile bu gemiyi batıramaz” diye nitelendirilen muhteşem Titanic Yolcu Gemisi, 17 bin kişinin emeği ile inşa edilmiş zamanların en muhteşem bilim ve teknoloji harikasıydı. Gemiyi yapan mühendisler ve kaptan, bu geminin asla batmayacağını iddia ediyor, herkese ve her şeye meydan okuyorlardı. Bilim ve teknolojilerine o kadar güveniyorlardı ki, geminin ismine bile Yunan mitolojisinde tanrı olan “Titan” adını vermişlerdi.

Gemi inşa edilirken, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve zenginleştirilmiş en yüksek kaliteye haiz çelik kullanılmıştı. Birbirinden farklı sınıflardan olan binlerce insan gemideki yerini almış ve hatta kimi seçkin hayvanlar bile bu ayrıcalıktan yararlanmışlardı. Böyle bir gemiyle güven içinde seyahat etmenin, huzur ve emniyetini yaşamanın konforluğuna, prestijine ve zevkine dalan soylu insanlar, bir anda ansızın kopan korkunç gürültü ve sarsıntılarla darmadağın olmuş ve seraptan uyanıp gerçekle yüzleşmişlerdi.

Bir saniye sonrasını bilmekten aciz kulların, yaratıcılığı oynarken aniden hiçliğe düşmeleri, Mutlak İrade’nin her türlü düşünce, duygu ve fiziği yaşatacak olan korkunç gösterisinin zaruretindendi.

Evet, kesin bir garantiyle üç günde batmaz denilen Titanic, üç saat içinde okyanusun üç bin metre derinliğine gömülüyor; kahkahalar çığlık; zevkler dehşet; nadide ve bakımlı vücutlar parçalanmış et ve kemikler olarak balıklara yem oluyor; ne zenginlik ne makam ne de emniyet değer ediyordu. Oysa derme-çatma yapılan Nuh’un gemisine hiçbir şey olmayıp, Allah’ın bile batıramayacağı denilen Titanic, hem de ilk seferinde parçalanması fevkalade önemli bir ibretti.   

İnsan, her ne kadar para, bilim ve teknolojiye sahip olup tedbir için en üst düzeyde güven içinde olsa da, sıkça tadıp tecrübe edindiği felâketleri hissettiği an ile her şey geçtikten sonraki duyguları irdelendiğinde, nasıl gerçekte aciz ve zayıf olduğu ortaya çıkmakta, ancak çölde serap görüp kum yemesi misali gururuna devam edebilmektedir.

Benlik öylesine bir felâkettir ki, zihinsel ve duygusal faaliyetleri durdurarak muhakemeyi yitirtmekte ve ulaşamayacağı hayalleri gerçekmiş gibi hissettirerek dibe vurdurmaktadır. Bu yüzden doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, gerçeği yalandan, Yaratıcı’yı yaratılandan ayırt edemeyen bitkisel bir hayat yaşamaya mahkûm olmaktadır.

İnat ve ısrarla Mutlak İrade’ye meydan okuyarak üstün gelinebileceği iddiası, sağlıklı bir aklın, kavrayabilen bir kalbin ve düşünebilen bir mantığın doğrusu değildir. Üretip sağlam sandığı bir yapının batmayacağı ya da kurduğu devletin yıkılamayacağı yahut güç ve zenginliğine halel gelmeyeceği fikri, yaratıcılığa bir özentidir. Olaylardan ders almayarak, her şartta “o kitap”’tan kurtulamadığı ve sınırlı olan geçici gücünün de hiçbir değer taşımadığı bilinciyle hareket edememesine etken, sandığı gibi özgür ve bağımsız olamamasındandır.

Egemen ve özgür olduğunu iddia eden insanın engelleyemediği ve tedbirlerine rağmen önleyemediği felaketler, kim olduğuyla ilgili tartışılmaz kanıtlardır ama yine de böbürlenebilmektedir.

Sağlam zemine, sağlam yapı mantığıyla yapılan inşalar ve geliştirilen projeler ile tanrısal vaatte bulunan bilim ve siyaset adamları, her türlü mal ve can kaybını önleyebilecek ve olası bir felâketten yara almadan kurtulabilecek stratejilere yoğunlaşır ve sahip oldukları bilim ve teknolojileri doğrultusunda günlerce tartışırlar. Titanic gemisinin mühendisleri ve kaptanı gibi!

Özellikle gelişmemiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler mukayese edilerek, sağlam zeminin ve yapının kurtarıcılığına dikkat çekilmekte, bu surette ecelin ve kaybın önüne geçilebileceği iddia edilmektedir. Oysa “o kitap”’da savaş dâhil her felâketin vereceği kayıp ve alacağı can öylesine hassas hesaplanmıştır ki, tahribat nispetinde zararlar oluşturulmakta, seçilmiş mal ve insanın dışında tek bir karıncaya, bir örümcek yuvasına veya bir bebeğe dahi hasar verilmemektedir.

Yaratıcı, şımaran toplumlara bir ders ve diğerlerine ibret olması açısından ya korku ya da dehşet yaratarak, gerçeklerin fark edilmesine zemin hazırlar. Asırlardır hiç zarar görmemiş ve büyük tarihi değeri olan yapılarla süslenmiş ünlü kentler ve ülkelerin hiç beklemedikleri facialarla karşılaşmaları, öyle kâğıt üzerinde ya da medya karşısında gelişi güzel bilimsel veya fiziksel teorilerle anlaşılabilecek veya çözülebilecek laflar değildir. Her olayın bir geçmişi, bir geleceği, bir de etkileyeceği alanı vardır. Bir depremde ya da savaşta on binlerce güçlü kuvvetli insan ölürken, bir ay geçtikten sonra enkaz altından bir çocuk veya yüz yaşını aşmış yaşlı insanlar çıkabilmektedir. Ya da günlerce sağ kaldığı enkaz altından kurtulmanın sevincini yaşarken, ertesi gün huzur ve güven içinde uyuduğu yatağında ölebilmektedir.

Sıra dışı olayları şans, rastgele, tesadüf veya mucize olarak değerlendirmek, vahiy karşısında aklı ve bilimi egemen kılmaya çalışan seküler köklü anlayışların iflası ve acziyetidir. Oysa hayatta ne şans ne tesadüf ne de mucize vardır. Hatta mucizeyi dahi Allah’a değil de insana mahsus bir olağanüstülük yorumu, insanı tanrılaştırmaya yönelik bir manipülasyondur.
  
Yaratıcı, yıkacağı yapının ve alacağı canın sayısını, cinsini ve kimliğini önceden yazdığı "o kitap"’ta belirlediğinden, ona göre felaketler, afetler, hastalıklar, savaşlar ve musibetler güncelleşerek; ölümler, yaralanmalar, sakatlıklar ve kayıplar gerçekleşmektedir. Dolayısıyla beşeri hiçbir güç ve irade, yazılanı önleyebilme, öteleyebilme, savsaklayabilme ya da ortadan kaldırabilme inisiyatifine sahip değildir. Beşer, tanrı değil ki, Allah ile mücadele edebilsin; üstünlük sağlayabilsin; yaptığı ya da yönettiği bir şey güvenli olabilsin!

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. En’am 116

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. A’raf 146

 “Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah'ı) aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. Ankebut 22


(Resulüm!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi. Rum 42

14 Nisan 2016 Perşembe

Artık Haçlı-Siyonist ordulara lüzum kalmadı…

Teröre karşı İslam Ordusu!

Peki, terörist kimdir? Allah yolunda savaşan, cihad eden ve batıla karşı hakkı egemen kılmak isteyendir.

Daha açık bir ifadeyle Allah’a ve indirdiği Kur’an’a karşı savaşanlara malları ve canlarıyla direnişte bulunanlardır.

Yüzyıllardır cihadı egemenlikleri için şer görüp varlıkları boyunca Müslümanlara saldırarak en acımasız ve en berbat zulümleri gerçekleştirmek suretiyle zalimlikte ve esarette sınır tanımayan haçlı-siyonist güçler, cihadın yaygınlaşarak yerküreyi saracak olmasıyla birlikte kapıldıkları tehdit ve düştükleri korku akabinde doğrudan savaşmaya cesaret edemeyip boyundurukları altındaki İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerine İslam Ordusu etiketiyle kurdurdukları “Münafıklar Ordusu” eliyle silip süpürme harekatı başlatmışlardır.

Batı’nın devlet politikası olarak başlattığı “İslamofobi” yani İslam korkusunu toplumlarına yayarak vahye iman etmiş Müslümanlara karşı ayırımcılık ve düşmanlık yaptırıp meşru hale getirmeleri İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerini tedirgin etmiş, olası bir dinler arası ya da medeniyetler çatışmasını önleyebilmek adına Allah’ın hükümlerine başkaldırarak Müslümanları düşman, düşmanlarını da uğruna savaşılan dostlar durumuna getirmiştir.  

İslam, nasıl Batı için potansiyel bir düşman ise, Hıristiyanlık ve Yahudilik de İslam için potansiyel bir düşmandır. Allah’ın koyduğu kadersel sınırlar asla değişmeyecek; dün olduğu gibi bugünde yarında devam edecektir. Savaşın özü Yaratıcı ile yaratığın yani beşerin egemenliği üzerinedir. Ekonomik çıkarlarla sürdürülen ilişkiler yanıltmamalı, münafık iktidarların toplumları üzerindeki etkileri aldatmamalıdır. Sonuçta galebe çalacak Allah ve tartarlarıdır!

Haçlı-Siyonist Batı’nın İslam maskeli iktidarlara rest çekerek, ya cihad tehdidini ortadan kaldırın ya da sizde bizim gibi gömüleceksiniz” direktifleriyle paniğe kapılan münafıklar, yıllardır süregelen Müslümanların zulmüne ve katliamlarına sessiz kalırlarken, hemen Batı’nın lejyonerleri olarak “İslam Ordusu” namıyla bir güç oluşturmuşlardır. Kime karşı; Allah uğruna cihad eden Müslümanlara! Oysa İslam ordusunun düşmanı Müslümanlar mı, yoksa İslam düşmanı haçlı-siyonist kuvvetler mi olmalıdır?

Her ne kadar Batı’lı dost ve müttefiklerini; “İslam barış ve kardeşlik dinidir; hümanist bir öğretidir, öldürmek yasaktır, bir insanı öldürmek tüm insanlığın öldürülmesi gibidir; İslam’ı, cihad eden vahşilerle karıştırmayın; onlar Müslümanları da katlediyor” iddialarıyla ikna etmeye çalışsalar da, Batı diyor ki, “Arkadaş, siz kimi kandırıyorsunuz; sizin iman ettiğiniz kitap Kur’an’da cihad ile ilgili yüzlerce ayet var; Hıristiyan ve Yahudilerle savaş yapılmasının emri var; dost ve kardeş edinilmesi yasak; siyasi bir üstünlük ve egemenlik hakkı mevcut; sizin kitabınız Kur’an’a ihanet ettiğiniz gibi halklarında ihaneti mümkün değildir; ya Kur’an’daki hükümleri yasaklayıp doğru olmadığını yorumlarla tevilde bulunarak Müslüman halklarınızı ikna edecek ya da gelecek büyük savaştan kaçamayacaksınız.”    

Bunun üzerine haçlı-siyonist güçlerin korkusundan vahyi satan özde İslam olmayan din ve siyaset adamları Kur’an’a saldırarak, “Kur’an Müslümanlığını sapıklıkla” itham ederek haddi aşmışlar ve Kur’an’sız bir Müslümanlığı meşru kılabilmek için ahkam kesebilmişlerdir.
  
Başlattıkları cihad karşıtlığı münafıklar dışında Müslümanlar nezdinde bir etki oluşturmamış ve çözüm adına İslam verdikleri bir ordu kurarak, cihad ehli Müslümanları topyekun katletmeye girişmektedirler. Peki, Allah varlığını sürdürürken mümkün müdür? Allah, şehid edilen cihad ehlinin yerine yenisini ve daha güçlüsünü getirmekten aciz midir?

Hani, Müslüman bir kardeşini öldürmek, zulmetmek, kanını dökmek haramdı? Hani, haçlı-siyonist güçlerle ittifak kurarak Müslümanlarla savaşmak haramdı? Ama onlara göre cihad ehli Müslüman değil İslam dışı zalim olmalarından katledilmeleri helaldir.

Ümmet içindeki canlı bomba İslam İşbirliği Teşkilatıdır. Dolayısıyla İslam İşbirliği Teşkilatı, haçlı-siyonist güçlerden yetmiş kat daha tehlikelidir. İslam’ın egemenliği konusunda en büyük engel olan İslam İşbirliği Teşkilatı, Müslümanlık gibi bir izzeti ve şerefi öyle ayaklar altına almışlardır ki, haçlı-siyonistlerin köleliğine mahkum ettirmekle kalmamış, imani tüm değerleri dahi söküp almışlardır.

Allah'ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsani istekleri) satın aldılar da (insanları) O'nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür! Tevbe 9

Şükürler olsun ki, fani dünyanın cezp ettiren kıymetlerine değil baki ahiretin huzur ve güvencesine iman etmiş bir cihad ehli var ki, münafıkların merkezi İslam İşbirliği Teşkilatı gibi küfür güruhuna itibar etmeyip Kur’an’la amel edilebilinmektedir.

Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yetisi olan bir Müslüma’nın asıl sorgulaması gereken; ekonomik kalkınma, gelişme ve gücün sağladığı böbürlenmenin Allah indinde değeri; ölümün çatmasıyla ahiretteki getirisi nedir? Dünya için mi ahiretten vazgeçilmeli; ahiret için mi dünyadan vazgeçilmeli; yoksa hem dünya hem de ahiret sevdası aynı mı tutulmalı?  

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler.” Tevbe 111 

Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. Maide 35

“Yoksa Allah içinizden
 cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142

“Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Tevbe 16

“Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! Tevbe 73

“Allah yolunda
 savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Bakara 244

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kafirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir. Nisa 84

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (Batıllığa) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide 51


8 Nisan 2016 Cuma

Her düşünce, anayasa ve düzen bir dindir…

Egemenlik hakkı Allah’ın elinde olan düşünce ve düzenlere din; egemenlik hakkı beşerin elinde olan düşünce ve düzenlere de akıl veya rasyonalizm denmiştir.

Akıl ve irade güdümlü seküler düşünce ve düzenler toplumları Allah’tan uzaklaştırabilmek için din, bilim ve siyaseti farklı kuvvetlermiş gibi çelik duvarlarla ayırmış; “Allah ya yoktur ya da gökyüzüne yerleşip yeryüzünün idaresi insanların iradesindedir” anlayışlarına ilgi ve itibar kazandırarak, yeryüzü ile gökyüzü tanrıları doğurmak suretiyle riyakârsı bir inanç ve düzen karmaşasına neden olmuşlardır

Oysa her şey, yaratıcının Mutlak İrade’si doğrultusunda yaratılmış, üretilmiş, bilgilendirilmiş ve biçimlenerek düşünce ve eyleme dönüşmüştür.  

İlahiyatçıların dahi rasyonalizm felsefesinin etkisinde kalarak sekülerizmi, laisizmi ve demokrasiyi meşrulaştıran dini yorumları iman sahibi toplumları ikileme sevk etmiş, gerçek ya bilinçli yahut bilinçsiz bir saptırmayla eğilip bükülerek temel yapı yani öz tahrip edilmiştir.   

Öncelikle “Din nedir?” Din, kavram itibariyle itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelere ve prensiplere koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din; her ne kadar ilahsal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi manipüle edilip, siyasi ve sosyal hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de, gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünü; bilimin, düşünce ve iradelerin tamamıdır. Bilimsel, siyasal, hukuksal ve idaresel her anlayış ve rejim; kendine göre dini bir düzenektir. Söz konusu dinsel yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı amaçlanır; insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen hâkim gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek güç olunduğu tasdik edilir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi; otomatikman ilahsal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı yoldan tanrılaştırarak tapınabilmektedir.

Düşüncenin, rejimin ve düzenin adı ve tanımı her ne olursa olsun o mutlaka bir dindir. Dolayısıyla ateizmde kural ve kaideleriyle bir dindir…

Tüm çaba insanların kul olma yaratılmışlıklarını aşacak benliğin yüceltmesiyle Yaratıcı’ya karşı güçlü ve irade sahibi bir egemenlik gütmek, Allah’ın koyduğu kuralları ve mutlak iradesine karşı zafer kazanabilecek üstünlüğü rasyonalist temelli argümanlarla adı laisizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasim, ateizm ve Kemalizm gibi doktrinlerin yasa belirleyici etkileriyle dinleştirilmeleri akabinde insan tanrılaştırılmaktadır. Ancak teorilerindeki düşünceleri pratikte gerçekleştirememeleri her ne kadar toplumları uyandırmasa da kader hükümlü akış, mecrasında sürmektedir. 

Yaratıcının vahiysel dinini yani anayasasını sözde kutsallaştırıp siyasetten, devletten, kamudan ve sosyal hayattan arındırarak kendi dinlerini hâkim kılanlar, oyun içinde sayısız dalavereler tertipleyerek inananları şeytanca aldatmışlar ve aldatmaya devam etmektedirler. Çünkü vahyi reddeden düşünce ve sistemler, mega yalanlar zemininde inşa edilmiş abartılardır.

Toplumların yaratıcıya karşı olan duyarlılığını dikkate alarak öylesi hilelere girişmişler ki, dinin sadece kişiye özel ilahsal ve ibadetsel bir ritüel yani ayin olduğunu işleyerek saygı altında Yaratıcı’yı dokunulmaz kılıp, hapsedercesine yeryüzünden dışlamak suretiyle tüm yetkiyi kendilerinde toplamış; insanların nefislerini okşayan seçme, seçilme, özgürlük veya hâkimiyet adı altında suni payeler vererek, tanrısal gücün otoritesine kavuşabileceklerini sanmışlardır. Sırf Yaratıcının düzenini kabul etmemek ve egemenliği altına girmemek adına birbirlerinin hükümranlığına razı olmuş ve boyun eğmeyi ayrıcalıklı bir aydınlık, ilericilik, onur, eşitlik, hak ve adalet vesilesi saymışlardır.

Lâik, sosyalist, kapitalist veya demokratik düşünce temelinde yapılaşan seküler devletlerin din ile siyaseti düşman kılıp birbirinden ayırarak insanı tanrılaştıran hukuklarıyla ayakta kalabilme çabaları, doğrudan semavi dine mensup politikacı, düşünür ve ilahiyatçıların desteklerindendir. Halkı etkileyerek yanlışı meşrulaştıran bu çıkarcı mihraklar; doğrunun, hakkın ve adaletin hâkim olmasına mani olmakta, dolayısıyla Allah dini ve devlet dini gibi korkunç bir ikilem oluşturarak, dolaylıda olsa çok tanrılı bir düzeni savunmaktadırlar. Ancak toplumlar, böylesi şeytani bir manipülasyonu derinden sorgulamamalarından gerçeği kavrayamamış, böylece çok tanrılı ve dinli inanışları özümseyebilmişlerdir.

Öyle riyakârsı ve münafıksı bir paradoksu meşrulaştırmışlar ki, Allah’ın dini ile devlet dininin sınırlarını çizmiş ve alansal müdahaleleri savaş nedeni sayarak kıyasıya mücadele etmişlerdir. Çağlar boyu süregelen çatışmalar ve bölünmeler ırktan çok dinsel zeminde baş göstermiş, Allah ile insanın egemenlik haklarından ötürü savaş hiç durmamıştır. Bir tarafta vahiysel anayasayı reddederek lâik zeminli demokratik dinle kendini tanrılaştıran insan, diğer tarafta Yaratıcı olma hasebiyle sadece hukukuna uyulmasını emreden Allah.

Bu durumda Allah’ın dinine iman etmiş bir Müslüman kime itaat etmeli ve hangi tarafın dini bağlılığıyla huzuru, güveni, adaleti, mükâfat ve cezasını ciddiye almalıdır? Ya Yaratıcı Allah’ı ya da kendi gibi yaratık olan insanı!

Türkiye Halkının dini, bağlı olduğu laik ve Atatürkçü anayasadır. İslam dini ve Allah’a olan inançları bir ritüel niteliğinde olup, tamamen ruhsal bir mastürbasyondur.

Aslında sözü uzatmak yerine şu soruları cevaplayan her insan; gerçekte tanrısının kim ve hangi dine mensup olduğunu ortaya koymaktadır.

1-    Allah’ın dinine mi, devletin dinine mi itaat edilmelidir?
2-    Yaşamında devlet dinin kurallarına mı, Allah dinin kurallarına mı boyun eğilmelidir?
3-    Kimin üstünlüğünü kabul edilip düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olunmalıdır?
4-    Allah dinine mi, devlet dinine mi hizmet edilmelidir?
5-    Kimin ilkeleri ve prensiplerine koşulsuz bağlılık gösterip yaşamda uygulanmalıdır?
6-    Allah’ın indirdiği hükümler mi, devletin koyduğu hükümler mi bağlayıcı olmalıdır?
7-    İnsanın yaptığı anayasa mı, Allah’ın indirdiği anayasa mı zorunlu olmalıdır?
8-    Devletin milleti mi, Allah’ın milleti mi olmak esastır?
9-    İnsan, çıkardığı kanunlara uyulmasını şart koşarken; Allah da hükümlerine uyulmasını şart koşuyorsa kime uyulmalıdır?    
10- Her iki dini bir arada yaşamak mümkün müdür?
11- Yasa yapıcı devlet mi, Allah mıdır?
12- Allah dinini reddeden laik bir devlete bağlılık, itaat ve hizmet; Allah’a isyan değil midir? Ya da Allah’a itaat, Allah’a itaati reddeden laik devlete karşı isyan değil midir?
13- İnsanların kaderlerine devlet değil de Allah hükmediyorsa; devlet dinine itaati nasıl bir düşünce, mantık, akıl, inanç ve duyguyla kabul edilebilir?
14- Sözü ve takdiri Yaratıcı belirliyorsa; Allah’ı dışlayan devlet kimdir, yaptırımı ve gücü nedir?
15- Tek güç Allah mıdır, devlet midir?

Yeryüzünde ve siyasette ayrı bir tanrı; gökyüzünde, doğada ve ölümde ayrı bir Tanrı’ya inanç!

“İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi. Bakara 165

“Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır. Al-i İmran 85

“De ki: "Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu." Yunus 104

“(Resulüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır.” Yunus 109


“De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hucurat 16

3 Nisan 2016 Pazar

Sapıkların ahlak şövalyeliği…

Gizli sapıklar öyle çoktur ki, deşifre olmuş sapıklar yanlarında samanlıktaki bir toplu iğnesi kadardır. Şüphesiz ahlaki kurallarla oynanıp isteğe göre belirginleştirilmesi nefsi arzuları meşrulaştırmış, kaynağını seküler-laik düşünceden alan ahlak anlayışı yıkıcı bir tahribata yol açar.

Neredeyse her nefse kendine özgü ahlak anlayış serbestîsi kazandıran din dışı otoriteler, temel esası vahiy olmayan görsel ve göksel öğretiler ve teşviklerden dolayı “ahlaklı sapıklar” zümresini doğurmuşlardır.

Güvencesi vahiy olmayan bir ahlak, ahlak değil doğrudan sapıklıktır.
Oysa en kötü düşman cahil ve basit insanlar değil, bilakis kültürlü, kariyer ve mevki sahibi oldukları halde ahlakları bozuk kimselerdir. Dolayısıyla bir toplumda yüz kızartıcı söz ve davranışlar halkın genelince kabul görebiliyorsa, artık o söz ve davranışlar yüz kızartıcı olmaktan çıkarlar.
“Kültürlü insanların ahlâk çıkmazlarında yardımcı olmak, kültürsüzlere yardımcı olmaktan daha güçtür.” Wolfgang Van Goethe
Bir ülke parasızlıktan, felaketten yahut savaştan değil, dinsizlik ve ahlaksızlıktan çöker. Bu sebeple dini ve ahlakı olmayan bir ülkede ne devlet ne kanun ne de güvenlik güçleri bir şey yapabilir.
Halkı Müslüman olan Türkiye’nin kuruluşunda din ve namus telakkisinin ortadan kaldırılmasıyla ahlak kuralları öyle biçildi ki, zaman içinde hem din hem de namus düşmanlığı tavan yapmıştı.

2006 yılında “nokhaber.com”  adlı haber sitemdeki “Laik ve Kemalist Türkiye’nin sapıklıkta dünya birinciliği” başlıklı yazımla, dünyada en çok ‘çocuk pornosunu’ tıklayan İzmir, Ankara, Auckland ve İstanbul’un ilk dört sıralamayı almasına şiddetle tepki göstermiş; ahlak abidesi Müslüman Türk milletinin sapıklıkla yaftalanmasına kahretmiştim.
Yazımın kamuoyunda büyük etki uyandırması üzerine CHP, TBMM’ne 09.11.2006 tarih ve 15608 sayıyla Başbakan Erdoğan’ın cevaplaması talebiyle soru önergesi vermiş, “İnternet yayıncılığı yoluyla laik cumhuriyete ve Atatürk’e saldırı, küfür ve hakaret” ettiğim gerekçesiyle cezalandırılmamı, sitemin kapatılmasını ve hükümetin şahsım hakkında gerekli işlemleri yapmasını istemişti. Bunun üzerine haber sitem kapatılmış ve CHP’nin şikâyetiyle aleyhime açılan ceza davasında 1 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştım.
Sapıklığı yermem ve ahlakı savunmamın bedeli hapis cezasıydı! Hâlbuki milletimiz için fevkalade hayati olan ahlakının yozlaşması ve sapıklığın satha yayılmasının üzerinde durmuş; acil tedbirlerin alınması çağrısında bulunarak, insanlarımızı kuşatan ve geleceğimizi tehdit eden büyük felaket ile ilgili dikkat çekmiştim.
Tüm dünyada çocuk pornosuna olan ilginin getirdiği sapıklığın deşifresi öyle bir zilletti ki, artık hiçbir toplum Müslüman Türk milletine güvenmeyecek, ebeveynler çocuklarını uzaklaştıracak ve sapık damgasıyla mimlenmenin utancıyla kahrı perişan olacaktık.
Çocuk pornosu izlemede Türkiye’yi lider yapmış sapık zihniyet,  hele de İslam kaynaklı bir müessesede vuku bulan bir sapıklığı ahlak timsali kesilerek öyle bir şövalyeliği üstlendi ki, doğrudan Müslümanları suçladılar.
Sapıklıkta dünya birincisi kent olan İzmir’de 50 ila70 yaşlarındaki üç sapığın 10 aylık kız bebeğine defalarca tecavüzde bulunduğunu unuttunuz mu?   
Böylece seküler-laik ağaçta yetişen hormonlu yani ahlaksız meyvelerin sorumlusunu Müslümanlara çıkararak tepki göstermek ahlaksızlığın ta kendisidir.
"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Nuh 27

Büyük kentlerdeki sapıklıkların Anadolu’yu da içine alarak kirletmesi, nasıl bir felakete sürüklendiğimize açık delildir. Yine hatırlayacağınız Siirt’te meydana gelmiş kan dondurucu sapıklıkta en düşündürücü gelişme ise; çıplak fotoğraflarını çektikleri kıza şantaj yapan öğrencilerin tecavüz yapmak istedikleri 2-3 yaşlarındaki çocukları kendilerine temin etme talepleriydi. 15 yaşındaki kızı değil de bebekleri arzu etmeleri, dinsiz ve namussuz eğitimin bir sonucu değil de neydi?

Daha birçok sapıklığı yazmayı hazmedemediğimden olayları hatırlatmak istemiyor, ahlaksızlığın hangi boyutlara ulaştığını, dinsizleştirmeye materyalistleştirmeye ve vicdansızlaştırılmaya çalışılan neslimizin istikbalimiz adına ne korkunç yıkımlara götüreceği alenidir.

Zinanın, cinselliğin, teşhirciliğin meşrulaşarak yayıldığı bir ülkede uyanan şehveti bastırmak ancak imanla mümkündür. Ancak Allah’a olan imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik anlayışta herkesin birbirinin üstüne çıkıp becermesi normalken gerçekleşmemiş olması, özde yatan imanın bir neticesidir.  
“Bir ülkenin geleceği ve ilerlemesi sağlam kalelerle, güzel binalarla ve milli geliriyle değil, o insanların ahlâki değerlerine bağlıdır.” Martin Luther King
“Şüphesiz inkâr edip, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Nisa 167

“Onlara de ki: "Kim sapıklık içinde ise, Rahmân ona mal ve evlatça ziyadelik ve azgınlığında mühlet verir. Nihayet kendilerine vaad edilen azabı, yahut kıyamet günü cehennemi gördükleri vakit, artık bilecekler kimin mevkii daha fena ve yardımcıları daha zayıfmış. Meryem 75