27 Mart 2016 Pazar

Dini, namusu ve vicdanı olmayan hümanisttir…

Hümanizm, nefsaniyeti tanrılık seviyesine yükselten öyle bir manipülasyondur ki, kâinatın yaratıcı Allah tarafından yaratılmadığını ve sonsuzdan beri varolduğunu; insanın maddeden ibaret olduğunu ve ruhunun bulunmadığını; insanın fıtratı doğrultusunda yaratılıştan gelen özellikleri olmadığını; Allah’ın kâinat ve insan üzerinde hiçbir hâkimiyetinin bulunmadığını; insanın benlik ve özgürlük kazanabilmesi için Allah inancının terk etmesini ve Allah’tan indirilen vahye inanmamasını savunur. 

Oysa hümanizm her ne kadar insanlar üzerinde “insan sevgisi, barış, kardeşlik” gibi olumlu mesajlar çağrıştırsa da asıl hedefi Allah’a ve dinlerine savaştır. Şeytanın insanlar lehine kaygısı ne ise, hümanist düşüncenin de odur.

‘İnsanlık’ kavramını Allah’a karşı isyan ve inkâr üzerine işleyen Hümanizm,  en iyi değerlerin, karakterlerin ve davranışların ilahi otoritede değil de insanlarda olduğuna inanan ateist merkezli bir düşünce sistemidir.  

Hümanizm tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret, kâinatın temel materyalinin de ruh değil madde enerji olduğuna inanır. Düşüncesine göre Allah gerçek değildir ve insanlar ölümsüz ruhlara sahip değillerdir; dolayısıyla kâinatın sonsuz bir yaratıcısı yoktur. Yaratıcı Allah’ı, Mutlak İrade’yi ve vahyi reddeden hümanizm, şeytani düşünceden öyle daha berbattır ki, şeytanın Allah’ı inkâr etmemesi baz alındığında sapkınlıktaki şeditliği de kanıtlanmaktadır.

Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanmış iki önemli "manifesto" vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra, 1973'te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyit etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto'yu imzalayan binlerce düşünür, bilim adamı, yazar ve gazeteci vardır ve bu doküman hala son derece aktif olan “American Humanist Association” (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından savunulmaktadır.

Manifestoları incelendiğinde her ikisinde de en temel görüş; kâinatın ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi, bilinen ateist-seküler-laik düşünceler olduğu görülür.

Laiklik, özgürlük ve demokrasi bütünüyle küresel yenidünya düzeninin teorisyeni Hümanistler yani Masonlar, kendi üyelerine özgü yayınlarında, örgütün hümanist felsefesini ve bu felsefe içinde ilahi dinlere karşı duyulan düşmanlığı detaylı olarak tarif ederler.

Masonlar, insansı şeytanlar olarak Allahsız ve dinsiz bir dünya var edebilmek adına insan egemenli laik devrimleri hümanist maskesiyle körüklemişler, son derece acımasız yöntemler kullanmışlardır. Türkiye’de de olduğu gibi kan ve ölüm! Hatta hakkında verilen idam cezası uygulanmadan önce ölen bir âlimin gömüldüğü mezardan çıkartılıp asılması gibi!

Hümanist Masonlar, tıpkı Drakula misali öyle vahşetlere imza atmışlar ve atmaya devam etmektedirler ki, insanların kulağından başlayarak tüm boğazını saracak şekilde kesmişler; karınlarını yarıp bağırsaklarını çıkarmışlar; cinsel organlarını parçalamışlar; gözlerini oyarak burunlarını koparmışlar; kollarını ve ayaklarını kesip çeşitli yerlere dağıtarak halka korku ve panik vermişler; din karşıtı devrimleri ateşleyerek ihanetlere ve ayaklanmalarla sayısız komplolar düzenleyerek yıkıcı skandallara neden olmuşlar; gerçekleştirdikleri manipülasyonlarla insanları kıtlığa ve açlığa mahkûm etmişler; fitne çıkararak kaosu, isyanı, şiddeti ve anarşiyi yaygınlaştırmışlar; akla ve hayale gelmeyecek her türlü pisliğin merkezi olmuşlardır. Hümanistlerin siyasi faaliyetleri ve tüyler ürpertici cinayetlere kadar varan suçlarının yanı sıra, örgütlenme yapıları ve uyguladıkları ayinler de oldukça dehşet vericidir.

Hümanistler acımasızca işkenceler yaparak katlettiklerinde "insan"lık adına derler; Allah adına kötüye karşı yapılan cihadı ise teröristlikle meşrulaştırırlar. 

Allah’ın esas aldığı insan kavramına, sevgisine, dayanışmasına, barışına ve kulluğuna tamamen karşı Hümanizm, dinsiz, namussuz ve vicdansız bir öğretiyle insanları iğfal etmek suretiyle akılları öyle karıştırır ki, şeytan dahi yanlarında merhametli kalır.

Hedefi Allah’a imanı ve dinlerini yeryüzünden tamamen kaldırmak; aile hayatı ve evlilik kurumunu da feshedip çocuklar için komünal bir eğitim sistemini kurmak olan Hümanizmin insani değerlere amansız bir düşman olduğu aşikârdır ama nefsi yücelten argümanları dolaysıyla kabul görür.  

Ne demektir; “'Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır.' Allahsız ve dinsiz bir bilim ve akıl!

Zaten günümüzdeki laik ve çağdaş eğitimin temel esası da o değil midir?

Amacı dinleri tamamen yok ederek, "insan" kavramının kutsallaştırıldığı hümanist bir dünya kurarak şeytanı egemen kılabilmek olan Hümanizm, böylece dinsizliği, namussuzluğu, ahlaksızlığı, vicdansızlığı, gaddarlığı, egoizmi ve insansızlığı meşrulaştırıp cahiliye düzeni oluşturmaktır. Hâlbuki Allah, yarattığı insana karşı acımasız bir düşman ve kötülüğünü isteyen bir hasım mıdır? İnsanı yaratıcısı Allah değil de kendi gibi yaratık olan hilkatteki eşi mi düşünür?

Nefisleri azdıran modern yaşam felsefesi adına “olmazsa olmaz” kuralları reddederek özgürlük vaadiyle insan boyunduruğundaki bir yapılaşmayı özgürlük ve demokrasi ile özdeşleştirip, ‘her şey insanı mutlu edebilme ve dilediğini yapabilme’ yüceltme anlayışı öyle bir esarete götürüyor ki, Allah’a karşı kulluğu reddeden insan, insana karşı esareti evrensel bir özgürlük sanabiliyor.  

Hümanizmin “insan için her şey, yine insan için yapılmaktadır” hileli felsefesi, dinli-dinsiz her düşünce düzeyini öyle etkiliyor ki, insan, doğrudan ya da dolaylı olarak tanrılaştırabiliyor. Şeytan da misyonu gereği tüm gayret ve enerjisini nefisleri mutlu edebilmek için harcamıyor mu; bitmez tükenmez arzu ve ihtirasların sınırsız taleplerini yerine getirebilmek adına durmaksızın hizmette bulunmuyor mu?


Dolayısıyla Hümanist odaklı her düşünce ve yapı, Allah’ı yeryüzünden ve yönetimden dışlayarak insanı yerine geçirmektir.

“Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah'ı) aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. Ankebut 22

“Bunlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Hâlbuki onlar, bunlardan daha güçlü idiler. Ne göklerde ne de yerde Allah'ı aciz bırakacak bir güç vardır. O, bilendir, güçlüdür. Fatır 44


(Hesapları görülüp) iş bitirilince,
 şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” İbrahim 22

20 Mart 2016 Pazar

Yaşatan ve öldüren O ise;

Geri kalan kimdir ki, “ben” kabarışıyla böbürlenebilmektedir?

İnsanın gerek dinsel gerek siyasal gerekse bilimsel kibri sözden öteye geçememekte; rivayetlerini, hurafelerini, vaatlerini, kuramlarını ve teorilerini fiiliyatta kanıtlayıcı bir mutlaklık ortaya koyamıyorlar ama iddialarını ısrar ve inatla sürdürerek akılları karıştırmada sınır tanımıyorlar.  

Vahiysiz bir din, siyaset, bilim ve düzen; ruhsuz bir beden misali ölüdür. Dolayısıyla cesedi paklamak, övmek ve süslemekle nasıl diriltilebilmesi mümkün olamıyorsa, kaynağını vahiyden almayan din, siyaset ve bilim de süslenmekle kalmaktadır.

Yaşam ve ölüm ile ilgili fiziki bir dünya var; bir de üstü örtülü ruhsal bir giz var. Ancak o giz, fiziki olmadığından kimine göre aleni, kimine göre ise ütopik. O gizin dünyaya düşen gölgesini algılayarak idrak edebilenler ile edemeyenler arasında süren kıyasıya fikri veya fiziki çatışma, dünya var olduğundan itibaren süregelmektedir.

Biri insanı yalana; diğeri gerçeğe götüren seçimde verilen kararın doğrusu; ancak vahyi mi yoksa vahiy dışı mı kıyasıyla mümkündür.

Ne zaman ki, insan, bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğini kabullenerek kulluğa razı olur; işte o zaman bedenin ya da maddenin içinde ne olduğu sorusuna da yanıt bulur.
  
“Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.” Nahl 74

Halen kâinattaki maddelerin yüzde doksanın görünmez olduğunu itiraf eden bilim, “Karanlık Madde” olarak tanımladığı görünmezliği çözemediği aşikârken; nasıl ve neyiyle yaratıcılık vasfını kendine yakıştırabilmektedir?

Suç, kaos, savaş, bela, açlık, düşmanlık, felaket, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik, nefret ve kin, huzursuzluk ve güvensizlik had safhada olup binbir türlüsünün işlendiği dünyada, herkesin kendi çıkarına çalıştığı seküler siyasetin kurduğu düzen aleniyken; nasıl ve neyine itimat edilebilir; insanlık adına varolabildikleri düşünülür; mal ve can güvenliklerini teminat altına alabileceklerine inanılır?

Vahye göre değil kendi arzu ve isteklerine ya da beşeri güçlerin taleplerine izafeten dini hüküm getirenlerin kurdukları dinlere iman edilebilinir mi; nefis lehine verdikleri fetvalara güvenebilinir mi? 
  
Öyleyse yaşatacak, öldürecek, durdurabilecek, engelleyebilecek, dönüştürebilecek, değiştirebilecek, çözebilecek,  uzatabilecek, kısaltabilecek ve verdiği söz ya da vaatte bulunabilecek bir güce sahip olmayana; GÜÇ denilebilinir mi?

Gücü mutlak olmayan güç, güç değil; yarım bardak suya sokulan kalemin kırık görüntüsüdür.

Bir gün Makedonya Kralı İskender, Asya seferinden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkileyip hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu.

İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş.

Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün mal, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları layık olduğumuz nispetince zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?”

İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

Şimdi inandığınız o sefil din, siyaset ve bilim adamlarına bir sorun bakalım; ey kurtarıcı maskesi takmış yalancılar; İskender dahi neredeyse dünyayı fethedebilme uğruna sayısız zaferler kazanmış bir bilge olmasına rağmen yoksul bir kasaba topluluğunun bile isteklerini gerçekleştirememişken, laftan öte hiçbir kudretsi meziyetiniz olmayan siz; “bize ne verebilirsiniz; ölümümüzü durdurabilir misiniz; yaşam garantisi verebilir misiniz; sürekli sağlıklı kalmamızı sağlayabilir misiniz; musibetleri defedip koruyabilir misiniz?”

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” En’am 112


“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız!” Mü’minun 80

11 Mart 2016 Cuma

Ruh bilimi şarlatanlıktır…

Hem de öyle bir şarlatanlıktır ki, bilimin güvenilir olmadığına açık bir kanıttır.
  
20. Yüzyıla kadar Batı’da hor ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl G. Jung’un dayanaksız hipotezleriyle bilimselleşmeye doğru giderek, seküler bilimce meşruiyet kazanmış ve üniversiteler kanalıyla daha da yaygılaştırılarak insanlar öyle sömürülmektedirler ki, bedene uygulanan antidepresan ilaçlarla yürüyen ölülere dönüştürülmektedirler. 
  
Öncesinde büyücü, falcı ve cin çıkartma gibi işlerle uğraşanlar suçlanarak ya hapsedilir ya idam edilir ya da yakılarak öldürülürlerdi.

Psikanalizde her şey hayal ürünüdür. Gözlemleme ve örnekleme neticesi rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçlar doğmasına anlam verilememiştir. Onlarca psikanalistlerin uyguladığı serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı bakış açısının sonucu değildir. Psikanaliz kuramı cinsellik boyutunda dahi başarılı olamadığı gibi, insanların hiçbir sorununu çözememekte, tedavi edememekte ve antidepresan ilaçlarla beden baskı altına alınarak yan etkileriyle birlikte insanlar büsbütün mahvedilmektedirler.

Öyle ki, psikanalist, yaptığı çözümlemelerden sonra hastaya durumunu anlatıp teşhisini koyar. Hasta, bunun üzerine ruhu keşfedememiş psikanalistin bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorar. Doktor da böyle bin tane hasta gördüğünü söyler. Hasta; “Ben de bin birinci örneğim herhalde” diyerek, tedavinin onca saçmalığını belirtir.

Teorisini libido yani cinsel dürtüsel enerji üzerine inşa etmiş olan gerek psikanalistin kurucusu Freud, libido kavramını saçma bularak “psişik enerji” metodunu geliştiren gerek Jung’ın biyografileri incelendiğinde, her ikisinin de nasıl “asosyal canavarlar” olduğunu ve iddia ettikleri kuramlarına tamamen zıt yaşam sürdürdükleri anlaşılabilecektir.  

Freud, seksten hiç haz etmemiş ve onu hayatından uzak tutmuşken; Jung, gayet aktiftir ve evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamıştır. Oysa teorilerinde bunun tersi bir tablo karşımıza çıkar. Psikanalizin kurucuları olarak kabul edilen Freud ve Jung’ın teorileriyle uyuşmayan hayatları, günümüz psikiyatrların kavrayabilmelerine kâfi gelmemekte ve hayali teşhis ve tedavileriyle insanları dolandırmaya ve aldatmaya devam edebilmektedirler. Olmayan bir hastalık ve şifa adına temas edemedikleri ruh taraması ve sinir kütlesi olan beyni de ruhsal tespitlerin yapılandığı merkez kabul ederek, güya bilimsel teşhise ve tedaviye kalkışan psikiyatrilerin kendi bakış açılarıyla anormal yani sapkın oldukları aşikârdır.

Oysa hasta bir ruh yoktur ve sonradan hastalanabilmesi de mümkün değildir. Kadersel programa göre kötü, inkârcı, asi, azgın ve sapkın ruhlar vardır ama psikanalizcilerin hezeyan ettikleri gibi hasta olup teşhis ve tedavi olası bir ruh muhtemel dışıdır. 

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85

Ruha inanmayan Freud gibi bir ateistin ruhsal enerjiyi cinsel enerji olarak tanımlayıp ve bütün teorilerini böylesi cinayetsi bir yanlışın üzerine inşa etmiş olduğu ortadayken; teorileri uygulanmaya devam edilerek insanların sömürülmesi bilim adına kabul edilebilmektedir. Nedeni de ruhun yaratıcıya yani Allah’a ait olup manipülasyonla reddedebilme gayretidir.

Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Freud’un “libido” olarak adlandırdığı, pek çok his ve düşünceyi açıklamaya çalıştığı cinsel dürtülerin kök verdiği enerjiyi, sonradan ruhsal enerjinin bütünü olarak kabul etme zorunda kalmış ise de ruhun; ilahsal niteliği ve işlevini inkar etmesinden müthiş bir karmaşa yaşamıştı. Jung da savunduğu “psişik enerji”’yi, bazen bilinçaltında toplanıp, bazen de çeşitli içgüdülerin birinden diğerine geçebildiğini söyleyerek, ruhsal etkileşimi fizyolojik bir oluşum olarak değerlendirmiş; ruhu, zihin ve duygu sisteminden ayırarak, sosyal aktiviteler, gelenek ve alışkanlıklarla enerjinin, iradesel güçle farklı eylemlere yönlendirilebileceğini iddia etmişse de, kendi sefil hayatına uyarlayamamıştır.

Seküler bilgi donanıma haiz teorisyenler, ileri sürülen görüşlerin duygusal ve mantıksal açıdan tutarlı olup olmadığını, ampirik yani deneye dayalı açıdan ise gözlem ve deney sonuçlarının gerçekle uyuşup uyuşmadığını sorgulayıp, pratikten ziyade varsayımlarla kıyaslayarak doğru bir kanıya vardıklarını sanırlar. Herkes fikir yürütebilecek, yargılayabilecek ve eleştirebilecek özelliğe, ancak dayandığı temel kurallar doğrultusunda şartlı sahiptir. Bilginin nesnel olması, bireylerin tümünden birden yahut kaderden bağımsız olması demek değildir. Bilginin kamusal ve kadersel niteliğinin anlamı da budur!

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve düşünürken teorisel metotları kullanmak sorunları giderir mi? Denetim altına alınamayan ruhun güttüğü davranış ve tepkiler dilenilen biçime sokulabilir mi? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir uzlaşma sağlayabilir mi? Ruh mu düşünce ve davranışa hükmediyor, yoksa düşünce ve davranış mı ruha? Fiziksel eyleme dönüştürülebilecek ruhsal bir baskı ya da telkinlerle düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Ruhu seküleştirip yaratıcı Allah’tan tamamen koparıp iradeleri altına sokma çabaları, otomatikman absürt hipotezlere meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa merkezi idareyi ve kontrolü sağlayan ruhun, kendi egemenliğinde zihinsel veya duygusal herhangi bir belirsizliğe, aykırılığa veya başıboşluğa izin vermesi mümkün değildir. Ruh hakkında pozitif hiçbir bilgileri olmayan psikanalistlerin merkezli tanı ve teşhisleri, bilimsel yalanın dehşetsi boyutunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla seküler bilim adına meşruiyet kazanmış psikanalist bilime çalınmış öylesine en korkunç kara bir lekedir ki, psikiyatrılar, psikologlar ve psikoloji konusunda ahkâm kesenlerin tamamı yalancıdır, sömürücüdür, dolandırıcıdır, beter kılıcıdır, mahvedicidir ve şifa verme iddiasıyla insanları yürüyen ölülere dönüştürenlerdir.

Ki, Freud dahi; “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz” açıklamasıyla sıkıntılarına çare arayanları konuşturarak mastürbasyon yaptıklarını itiraf etmiştir.

Psikanalizciler, hipotezleriyle hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, tedavi etmeye kalkışmaktadırlar.
  
Freud, ruhun çözülemeyen gizemi karşısında bilgiden öte hiçbir yeterliliği olmadığını açıklayarak, kurucusu olduğu psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış ama günümüz psikiyatrileri ruhu denetim altına alıp üzerinde egemen olabilecekleri iddiasıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmektedirler. 

“Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Ruhu denetim altına alarak dilediği gibi yönlendirebilen ve hükmeden; Allah’ı da denetim altına alarak hükmeder!

O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”

Secde 7-8-9

5 Mart 2016 Cumartesi

İnsan, potansiyel bir şeytandır!

Şeytan, lanetlenmeden önce meleklerle aynı derecede bulunmasından nurdan yaratılmış melek olduğu sanılır; oysa ateşten yaratılmış bir cin’dir. Şeytan, insanoğlu yaratılmadan önce ateşten yaratılmış cin familyasından olup imandan sonra küfür ve asilikte başkaldıran bir “cin şeytanı” ise; topraktan yaratılmış isyankâr insanda bir “insan şeytan”dır. Dolayısıyla azgın insanlar, azgın cinler gibi şeytanın ta kendisidir. Şeytan lanetlenmeden önce iblisti!

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” Enam 112

İblis, Allah'tan en çok korkan ve O'na itaatte en önde bulunan cin toplumunun öncülerindendi. Allah onu, kendisine olan bu samimi itaati ve ibadeti sebebiyle yükselterek melekler derecesine çıkardı. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın azizi, şereflisi ve değerlisi olarak ayrıcalıklı bir konumdaydı. Öyle ki, dünya'da yaşayan cin toplumunun uyarıcı elçilik görevini ve liderliğini de üstlenen iblis, dünyaya inip Müslüman cinlerle beraber, kâfir cinlere karşı savaşmış ve Allah’ın hükümlerini yaymıştı. Bu durum, insanoğlu yaratılıncaya kadar böyle devam etmiştir.
Allah’ın insanoğlunu yaratma kararıyla insanın kendisine bağlı olacağını zanneden iblis, Hz. Âdem’in yaratılıp meleklerle birlikte secdeye yani saygıya çağrıldığı vakit, kalbinde sakladığı kibri açığa vurmasıyla emre karşı gelmiş ve lanetlenerek kovulup şeytanlıkla lanetlenmişti.

 “Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir çamurdan şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye kapanın. Meleklerin hepsi secdeye kapandılar. Fakat iblis, secde edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.” Hicr 28-31

Daha sonra ebedi olarak lanetlenen şeytana; “kıyamete kadar insanı baştan çıkarma” izni verilmesi ardından ilk insan ve peygamber Hz. Âdem’i de kandırarak cennetten kovdurmasıyla cin-insan ilişkisi başlamış; küfür ile iman edenlerin yani
Allah ile şeytan taraftarlarının safları ayrılmıştır.

Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.
Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” Bakara 35-36

Aslında şeytan ile insan arasındaki sıcak temas söz konusu ayetlerle öyle ispatlıdır ki, cennette yaşayan ilk peygamber ve eşini dahi Allah’a karşı getirerek zalime dönüştürebilen şeytan, kime ne yaptırmaz ki! Dolayısıyla ilmi ve unvanı ne olursa olsun her insan, potansiyel bir şeytandır ve geçmişte ne olduğu yanıltmamalıdır.

Allah, yarattığı mahlûkat arasından sadece cin ve insanlara yükümlülük vermiş ve işlediklerinden dolayı hesaba çekileceklerine hükmetmiştir. Zehirli ateşten yarattığı sapkın cinler ile zehirli topraktan yarattığı sapkın insanların şeytanla özdeşleşen akıbetleri Allah nezdinde aynıdır.  Çünkü Allah, gerek cinleri gerekse insanları kendisine kulluk yapmaları için yaratmıştır.

“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, "Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım" diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

Allah’a karşı yalan uydurmakta ve vesvese vermekte birbirleriyle yarışan cin ve insan toplulukları dünya hayatının cazibesine öyle aldanmışlardır ki, bizzat yaşadıkları hiçbir delilden öğüt almayıp kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için uygulanan azap onlara da gerekli kılınmak suretiyle hüsrana düşmüşlerdir.

İnsanların önlerinden ve arkalarından gösterilen süslü şeyleri doğru, güzel ve iyi sanmaları, şeytanlaşmaya ayarlı bir manipülasyondur.

Allah'ın şerefli bir kuluyken büyüklenerek kovulmuş şeytan olan İblis, cin âleminin önderlerinden bazılarının da ayaklarını kaydırarak; kendisiyle birlikte onları da şeytanlaştırmakla yetinmeyip insanlar âlemini de önderleri vasıtasıyla aynı şekilde şeytanlaştırdı. Böylece dünya’da hem cinlerden hem de insanlardan öyle bir şeytani çekirdek kadro oluştu ki, önce cinlerden birçoğunu saptırarak “cin şeytan”larını çoğaltıp millet haline getirdi; sonra da devşirdiği insanlarla “insan şeytan” milletleri oluşturarak yeryüzünde güçlendi.

Cinlerin göksel, insanların görsel yapıları yaratılış amaç ve yükümlülüklerini kesinlikle kuraldışına itmediğinden şeytan, hem cindir hem de insandır! Diğer bir ifadeyle şeytan, küfrün, batılın, kötülüğün, inkârın, kibrin, gururun, isyanın, gayri-İslam’ın ve benliğin adıdır!  
  
“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179

Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat 56
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi! Derler ki: "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz." Dünya hayatı onları aldattı ve kafir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. Enam 130

“Allah buyuracak ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!" Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, "Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!" diyecekler. Allah da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz, diyecektir. A’raf 38


“Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!” Nas 6