29 Kasım 2015 Pazar

Putin, bir sokak serserisidir!

Süper güç olarak addedilen bir ülkenin başında sokak serserisinin bulunabilmesi, o devlet ve milleti için fevkalade aşağılayıcı ve trajik bir durum olma yanı sıra halkının da seviyesini kanıtlar.

Bedeni insan şeklinde ama ruhu hayvandan da daha aşağı olan Putin, insani ve vicdani hiçbir değer taşımadığından fırsattan istifade edebilme adına yıllarca katledilen Suriye Halkının yanında olmaktan ise insanlığın insan olmayan numunesi Esed gibi bir canavarın safında yer alarak tek insan bırakmamacasına kıyıma girişmesi, zaten kim olduğunu kanıtlamaktadır.

Türkmenleri acımasızca bombalamalarına karşın Türkiye’ye gözdağı verme maksadıyla bilerek savaş uçaklarını topraklarımıza göndermek suretiyle sınır ihlalinde bulunması, doğrudan Türkiye’nin tepkisini test etme maksatlıydı.

Öyle ki, esasen tamamen düşman amaçlı sınırlarımızı ihlal eden savaş uçağını göndermesi ve ihtarlara yanıt vermemesindeki amaç, uçağının düşürülüp Türkiye’yi mücrim kılarak hedeflerine kolaylıkla ulaşmaktı.

Öncesinde büyük yatırımlar, projeler ve ekonomik birliktelik vaatleriyle Türkiye’yi etkilemeye kalkışmasının ardında Suriye’deki emellerine sessiz kalınma stratejisi yatıyordu.

Yoksa Putin’in ezeli düşman, hor ve bölge için rakip gördüğü Türkiye ile dost olabilmesi mümkün değildi. Hele amansız hasmı ABD ve NATO ile aynı safta yer alan Türkiye’nin kalkınması, zenginleşmesi ve güçlenmesi gibi samimi bir işbirliği imkansızdır. Ancak öyle bir izlenim vermek suretiyle hem Suriye ve Akdeniz’deki amaçlarına ulaşmayı hem de PYD/YPG’ye destek vermek suretiyle sınırımızda bir Kürt devleti kurdurmak ve Türkiye’yi parçalamak olduğu planları dâhilindeydi.

Zaten Esed ile işbirliğinin önkoşulu, Esed’in tartışmasız düşmanı olan Erdoğan ve Ak Partinin iktidardan düşürüp cezalandırmasıydı. Dolayısıyla Esed, ne kadar Erdoğan ve Ak Parti düşmanı ise, Putin de o kadardır. Bu sebeple önce Türkmenleri yok etmeye ve bölgeyi tamamen kontrol altına almayı hedeflemiş, sınıra da PYD/PKK’yı yerleştirerek Türkiye’yi bitirmeyi düşünmüştür. 

Herkes bilmelidir ki, Rusya’nın sahip olduğu nükleer silahları her ne olursa olsun Rusya korkaktır ve asla Türkiye ile savaşa girebilecek bir cesareti yoktur. Her bir Müslüman Türk’ün sahip olduğu atom bombalarına bedel olduğunu Türklerin birçoğu inanmasa da, onlar çok iyi bilmektedir.

İşte bundan böyle Türkiye’nin Putin’e karşı göstereceği duruş; ya Rusya’yı Suriye’deki emellerinden vazgeçirip ülkesine geri göndertecek ya da Türkiye’yi Putin’in mandası altına sokmakla bırakmayacak, Esed’e de diz çöktürecektir.
     
Sokak serserisi Putin’in Türkiye’ye karşı alacağı olası bir savaş kararı, daha düşünce aşamasında iken Rusya’da isyanı tetikleyecek ve Putin’nin taşlanarak layık olduğu sokak serserilerinin arasına döndürecektir.

Dolayısıyla Putin’in en büyük kozu olan nükleer silahları kullanmaya ne cesareti var ne de Rus halkı izin verir! Ki, Rusya’yı içeriden vurmak için tetikte bekleyen Müslüman gücünü ve Türkiye dostu Rusları da hatırlatmak isterim.

Her kim ne derse desin, Rusya’nın Türkiye üzerinde sanıldığı gibi bir ekonomik gücü yoktur. Asıl Türkiye’ye muhtaç olan Rusya’dır. Temelde neyi unutuyoruz biliyor musunuz; bizim ALLAH’ımız olduğunu. Buna rağmen kaygı duyulabiliniyor ise, Ruslardan ne farkımız kalır!

Şüphesiz her karanlığın bir sabahı; her müşkülâtında bir bolluğu; her şerrin de binlerce kat hayrı vardır! Ama her korkaklığın ve imansızlığın da mutlak bir zilleti vardır!

Putin bir terörist dahi olamaz. Çünkü teröristin bile bir duruşu ve onuru vardır. O öyle fırsatçı bir sokak serserisidir ki, ancak serserilerden çekinen ülkeler tehditlerine boyun eğer ve dayatmalarına kulak verir.

Madem savaş uçağının düşürülmesi, sırtından vurulmuş gibi bir ihaneti doğurdu; cesareti varsa o da bir uçağımızı düşürsün ya! Ancak Rusya Devlet Başkanı Putin, tıpkı sokak serserilerinin ruhuna sahip olduğundan onu cüret edememektedir. Nasıl ki, sokak serserisi güçlü birinden dayak yediğinde intikam alabilmek için o kişinin eşine, çocuklarına, malına, dükkânına, evine yahut aracına zarar vererek tatmin olmaya çalışırsa; Putin’de aynı serseri ruhu içinde işçilerimize, iş adamlarımıza, turistlere gibi eften püften şeylere saldırarak kendini tatmin etmeye ve Türkiye’yi eğdirmeye çalışmaktadır.

Asıl Rusya için hazin olan nedir biliyor musunuz; bir sokak serserisini devlet başkanı olarak sindirebilmesi. Oysa Rus halkı, böyle bir serseriyi hak etmiyor!


“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Tevbe 51

26 Kasım 2015 Perşembe

Zafer beden de değil ruhtadır!

Rusya gibi bedeni güçleri yaptırım sahibi tanrı gören düşünce ancak insan siluetindeki mahlûkların hezeyanlarıdır.

İnsanı insan yapanın beden değil ruh olduğu gerçeğini idrak edememişlerin düşünce ve sözlerine itibar öyle ziyandır ki,  esaret ve yenilgi için başkaca bir sebebe gerek bırakmamaktadır.        
Beşeri güçlü kılan Etkin Ruh’un mutlak varlığına iman etmemiş bedenler, her ne kadar canlı kalabilmeleri için ruhla bütünleşmiş olsalar da, Etkin Ruh’un yardım ve desteğinden mahrum olmalarından maddi güçlerin karşısında peşinen bir korku ve mağlubiyet psikolojisi içindedirler.

Bu, insanlığı hatta iman etmiş kalpleri çökerten öylesine zehirli bir hastalıktır ki, bedeni yani maddi gücü bulunanın zayıf olanı elimine edeceği önyargısını doğurduğundan doğrudan ya da dolaylı olarak kula kulluğu meşrulaştırmakta, ruhi kuvvet ve üstünlük yok sayılmaktadır.

Hâlbuki tarihte nice güçlü toplum ve devletlerin bedeni gücü olmayan zayıflarca nasıl sabun köpüğü misali yerle bir edilip dünyadan silindikleri kanıtlarla ortadadır. Dolayısıyla güçlü olan beden değil ruhtur! Velev ki, o ruh, tek bir bedende olsa dahi Etkin Ruh ile dayanışma içinde olmasından tüm dünyaya diz çöktürebilecek kudrettedir. Böylece Etkin Ruh ile vahdaniyet içinde olmayan insan ya da süper güç olarak sanılan devlet, görünüşte ne kadar güçlü olursa olsun zayıftır ve iman etmiş bir ruhun karşısında yok olmaya mahkûmdur.

Geçmişteki vatan toprağımız, sınırımız, kadim bir tarihsel ve yakinen dini ve milli bağımız olan Suriye’deki toplumların katledişlerine izleyici durumda olan Türkiye, söz konusu süper güç olarak addedilen bedeni güçlere kaygısından caydırıcı bir müdahalede bulunamamasına sebep, Etkin Ruh’a tumturaklı iman etmemiş ve dolayısıyla güvenmemiş olmasındandır.

Suriye ile bağı olmayan ABD, Rusya ve AB ülkeleri diledikleri gibi cirit atabiliyor ama Türkiye, o süper güç denilen zayıfların ya ardına takılarak emirleri doğrultusunda taşeronluk yapıyor, ya sınırlarımıza dokunmayın diyor, ya yurtlarından kaçan insanlara sığınma hakkı tanıyor, ya da katledilen dini ve milli kardeş yahut soydaşlarının kıyımlarını seyrediyor. Haydi, seküler yapısından dolayı dini olanları kabul etmiyor da, soydaşlarını da mı kendinden saymayarak ihanette sakınca görmüyor? Vatanlarını, barınaklarını ve yakınlarını terk etmek zorunda kalan insanlara sığınma hakkı vermek mi, yoksa yerlerinde kalmasını sağlamak mı insanlık ve hizmettir?

Suriye’de söz ve müdahale hakkı olması gereken tek ülke Türkiye ama Türkiye’nin dışında herkesin iddiada bulunabilmesi, Türkiye gerçeğini de kanıtlamaktadır!

Sınırımızı ihlal eden Rusya uçağını düşürmemizle birlikte Rusya’nın; “Sen kimsin ki uçağımızı düşürmeye cüret edebildin” meydan okuması ve yaptırım tehditleriyle karşılaşabilen Türkiye, bugüne kadar ki zayıf ve teslimiyetçi duruşunun bir sonucu olarak adam yerine koyulmamaktadır. Hak ve adalet adına savaştan kaçınan her toplum, barbar güdümü altında yaşamaya müstahaktır.

Hele düşürülen uçağın kimliksiz ve Rus uçağı olduğunun bilinmediği açıklaması özür niteliğinde tam bir kepazeliktir. Madem angajman kuralları gereği uçağın düşürülmesi meşru, uçağın kime ait olup olmamasının bir önemi tartışılabilir mi? 

Aman ekonomi ne olacak; ya doğalgaz kesilirse; ye enerji yatırımları durursa; ya ortak yatırımlar sekteye uğrarsa; ya meyve, sebze ya da diğer mamuller ihraç edilmezse; ya gemilerimiz limanlara sokulmazsa; ya vatandaşlar Rusya’ya giremezse; ya Rus turistler Türkiye’ye gelemezse! 
         
Böylece Rusya’nın rızık veren; zarar, fayda, gelişme ve kalkınma sağlayan tanrısal anlayış, mahkûmiyete götüren öyle bir zihniyettir ki, bir millet ve devlette ne din ne namus ne insanlık ne istiklal ne de şeref bıraktırır.

Oysa zalim Rusya ile olan siyasi ve ekonomi işbirliğinde Türkiye’nin tüm ilişkilerini bitirmesi kaçınılmaz olmalıydı. Dindaş ve soydaşlarını hunharca katleden Rusya’ya karşı hala Türkiye’nin “aman” diyebilmesi, Etkin Ruh’a değil bedene olan imanındandır. Ki, Rusya’nın da her açıdan Türkiye’ye ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye’nin ilişkilerini kesmesi durumunda Rusya’nın uğrayacağı kayıp ve düşeceği sıkıntı, Türkiye’den kat be kat daha fazladır. Rusya kibrinden dolayı kafa tutarken; Türkiye imanından hatta insanlıktan dolayı rest çekemiyor mu? Rusya ile çıkabilecek bir savaştan tedirginlik duyuyorsa, eğer o savaş yazılmış ise, gün ve saati geldiğinde mutlaka gerçekleşecek ve hiçbir güç durduramayacaktır.

Rusya, müşrik olduğundan bir pisliktir ve asla güvenilmez bir barbar olduğu tarihte yazılıdır. Nasıl ki kahraman ecdadımız Ruslar karşısında yılmayıp dimdik durabilmişler ise, biz varisleri olarak Ruslar karşısında mı sineceğiz? Bakın, Ruslarla mücadele eden bir avuç Müslüman Türkmen, Türkiye’nin davetine ve her türlü koşulları sunmasına karşın yine de kaçmamakta direnerek, “ya şehid oluruz ya da topraklarımızı koruruz” imansı duruşunda bulunabiliyor. Söyleyin bakalım; kimdir ecdadımızın gerçek varisleri?!!

İman etmiş bir ülke, asla ekonomik kayıplardan endişe duymaz. Rusya’dan alınan doğalgazın kesilecek olmasından mı tasa ediyor; korkmasın, Allah kendi lüffundan öyle kaynaklar fışkırttırır ki, bir de bakmışsınız Türkiye, dünyanın doğalgaz üreten en büyük ülkesi olmuş. Rus turistlerin getireceği gelirden mi telaş ediyor; etmesin, Allah, o gelirden binlerce kat fazlasını lütfedecek imkânları sağlar. Ama imanı olmayan kalbe tüm gerçekler ütopya gelir!

Aslında müşriklerin Mekke ve Medine şehirlerine girmelerini yasaklayan hüküm ile Allah, Müslümanlara ne vaat etmişti;  müşriklerden elde edilecek ekonomik kayıp gibi bir korku taşımamaları, Allah’ın kendi lütfundan zenginlik vereceği değil miydi? Peki, topraklardan petrol fışkırtarak Arap yarımadasına zenginlik bahşetmemiş miydi? Lakin söz ile iman ettiklerini ileri sürenler hakikatleri kavrayamazlar.


22 Kasım 2015 Pazar

Ey Cumhurbaşkanı Erdoğan!

Çırağan Sarayı’nda düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı 5. Sağlık Bakanları Toplantısında diyorsunuz ki; “Peygamberimiz, merhamet peygamberidir, barışın timsalidir. Merhamet dini olan, sevgi dini olan, vicdan dini, dayanışma dini, ilim dini olan İslam’ın, terörle, zulümle, ölümle, cehaletle birlikte anılmasının önüne geçmek hepimizin boynunun borcudur. Şimdi mücadele zamanıdır. Eğer bu mücadeleyi hemen vermeye başlamazsak yarın hepimiz için daha karanlık olacaktır.”

Sözde İslam adına yaptığınız açıklamada küfre, batıla, zulme, azgına, kötülüğe ve şeytana karşı cihadı reddetmenizle ilgili size inen bir vahiy ve din getiren ortaklarınız mı var ki, açıkça Allah’a kulluğu hâkim kılabilmek için canlarını veren cihad ehlinin karanlık getireceğini iddia ediyorsunuz?
Sözleriniz haçlı-siyonist güçlerden nasıl korktuğunuzu öyle kanıtlıyor ki, Allah’tan daha fazla korku paranoyası içinde İslam adı altında başka bir itikada yönlendirmenizi tetikliyor.

Düşünceleriniz tamamen İslam, hak ve adalet düşmanı haçlı-siyonist güçleri kayırma ve Müslümanların direnişlerini kırma amaçlı olup, bahsettiğiniz peygamber, Müslümanların küfre karşı savaşmış, barış adına batıla asla boyun eğmemiş ve İslam’ı egemen kılabilmek için mücadele vermiş Hz. Muhammed (sav) olmadığına göre; kimdir?

İslam, Allah’ın iradesine ve hükümlerine kayıtsız-şartsız teslimiyet olduğu tartışılmaz iken; beşeri çıkarlarınız, arzu ve istekleriniz, haçlı-siyonist güdümünde verdiğiniz fetvalar, Allah ve Resulünü tanımamazlık, hükümlerini takmamazlık ve apaçık bir asilik değil midir?

Sizin dininize göre; barış, sevgi, merhamet ve vicdan, kötülerle yani şeytanla uzlaşmak ve işlediklerine razı olmak ise; neden PKK teröristleriyle savaşıyor, öldürüyor ve güvenlik güçlerinizin öldürülmesine izin veriyorsunuz?

Sizin dininize göre; beşeri menfaatleriniz için savaşmak ve öldürmek meşru da, Allah ve dini için savaşmak ve öldürmek gayrimeşru mudur?

Siz insana, Allah ve Resulünden çok daha düşkün, merhametli, adil ve vicdan sahibi misiniz ki, Allah’ın savaşın ve öldürün emrettiğine ve Hz. Peygamberin katıldığı savaşlarda bizzat öldürdüğü azgın küfür ehli lehine hümanist kesilerek öldürmeyin, cihad etmeyin, merhametli ve vicdanlı olun çağrısına cüret edebiliyorsunuz?

Allah, birçok ayetinde; “Müminleri bırakıp da kâfirlerle dayanışma içinde olmayın, dostluk yapmayın, birlik olup Müslümanlara karşı savaşmayın, arzularına uymayın, ittifak kurmayın” buyurduğu halde; cihada karşı yekvücut olduğunuz haçlı-siyonist koalisyon ortaklarınızla sürdürdüğünüz birliktelik küfür ve Allah’a isyan değil midir?

İfade ettiğiniz ilim ve karanlık, bana ünlü mason ve hümanist Lessing’in şu sözlerini hatırlattı. "İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır." Eğer İslam ilmi, batıla esaret, tutsak bir barış, suskunluk, diz çökmek, teslimiyet, ekonomi kalkınma ve zenginleşmek ise, indirilen vahiyde ne öyle bir İslam ilmi var ne de peygamberin bir yaşamı mevcuttur. Bu sebeple dininizin Allah ve Resulünün emrettiği İslam olmadığı apaçık ortadadır.

Açıklamalarınızla tıpkı yüzyılın münafığı F. Gülen misali; “Kur’an Müslümanlığı sapkınlıktır” küfrünü dolaylı olarak savunuyorsunuz. Tıpkı cihad yerine ‘dini terör’ kelimesini kullanmanız gibi! Gülen’de Müslüman kimliği taşımasına rağmen cihad karşıtı ve küfre karşı savaşan mücahit düşmanı ve azgın kâfire çok sevgili bir dosttur.

Ne siz ne partiniz ne de Müslüman olduğunu iddia eden hiç kimse, dünyada sahip olduklarıyla övünmesin; çünkü ahiretteki karşılığı ebedi cehennemdir. Ama terörist olmakla aşağıladığınız, yasaklar koyup sürek avı başlattığınız, dışladığınız, öldürülmelerinden mutluluk duyduğunuz o cihad ehli var ya; iste onların ahiretteki karşılığı ise ebedi cennettir. 
     
Haçlı-siyonistlerin düşmanlarını düşman edinen sizler, lafa gelince miting meydanlarında ve ekranlarda katledilen Müslümanlar için ağıt yakar, taş üstünde taş bırakmayacağınıza dair mangalda kül bırakmamacasına antlar içer ama ezeli ve ebedi o düşmanlarla güçbirliği yaparsınız. İsrail, yıllarca Filistinli Müslümanları çocuk-kadın demeden acımasızca katlederken, Mescid-i Aksa’yı işgal edip ibadete yasaklarken; dünyanın her köşesinde Müslüman düşmanlığı esip katliamların ardı arkası kesilmezken;  neden sözde barış ve insanlık adına koalisyon ortaklarınızla tek bir yaptırıma ve önlemeye girişemiyorsuz? Ama sıra cihad ehline gelince öyle aslan ve kabadayı kesiliyorsunuz ki, haçlı-siyonist dostlarınızdan “aferin” alabilmek ve artıklarından yararlanabilmek için haçlıdan daha haçlı gibi şaha kalkışıyorsunuz. Unutmayın ki, izzet, güç, şeref, rızık, destek ve yardım sadece Allah’ın yanındadır; Allah düşmanlarının değil!

Siz cihada karşı savaş açmakla, doğrudan Allah’a, Resulüne, Kur’an’a ve İslam’a savaş açmış bulunmaktasınız. Belki inandığınız dinde meşrudur ama vahiyle gelen İslam’da öyle bir küfürdür ki, vakit gelmeden tevbe ediniz ve öncesinde iman ettiğiniz İslam’a dönünüz. 
   
Müslümanların akıl ve kalplerini karıştırarak, haçlı-siyonist güçlerin tahakkümü altında yaşamlarını sürdürtmek gayesiyle hem kendinizi hem de sözlerinize itibar edenleri perişan etmekten geri dönünüz. Ecdadınızla övünüyor ama ecdadınızın Allah yolunda verdiği mücadeleyi teröristlikle özdeşleştiriyorsunuz; Müslüman olmakla övünç duyduğunuzu haykırıyor ama Allah ve Resulüne meydan okuyorsunuz; inanıyor ve ibadet ediyorsunuz ama kendi istek ve arzularınıza göre seçim hakkında bulunuyorsunuz; Allah ve Hz. Muhammed diyorsunuz ama sözleriniz kulağınızı aşıp kalbinize nüfuz ederek iman dönüştüremiyorsunuz; İslam diyorsunuz ama şeriata başkaldırıyorsunuz; Allah’tan başka güç yoktur diyorsunuz ama haçlı-siyonistlerden başka bir güç tanımıyorsunuz; sözde Müslümanları öldürdükleri gerekçesiyle IŞİD cihad ehline savaş açıyorsunuz ama ecdadınız dâhil asıl Müslümanları katledenlerle birlik olup ekonomi kazanç uğruna ihanette sınır tanımıyorsunuz.

Bir bakın bakalım; IŞİD mi Müslüman katletti; yoksa müdahale edemediğiniz ABD mi, Rusya mı, İsrail mi, Fransa mı, İngiltere mi, Esed mi, İran mı, Çin mi?

Arkanızda yığılan kalabalıkların sevinç gösterilerine ve tazimlerine güvenmeyin; hele seçimleri kazanmış olmanızdan hiç gururlanmayın; haçlı-siyonistlerin methiyelerine aldanmayın; dünya için yaptığınız kalkınmalara umut bağlamayın; nefsinizin dolayısıyla şeytanın yaldızlı vesveselerine kanmayın; ayetleri eğip bükerek kendinize başka bir din edinmeye kalkışmayın; Allah’a dini İslam’ı öğretmeye çalışmayın!

Biliniz ki, Allah için; hak ve adalet için; barış için; İslam için; Müslümanlar için; insanlık için; vicdan için; huzur ve güven için; ahiret için ne siz ne de haçlı-siyonist dostlarınız cihad ehlini asla bitiremeyecek; Allah adına verdikleri mücadele kıyamete dek sürecektir! Şehid olabilmek için sıralarını bekleyen Allah’ın erlerini bir tahmin edebilseniz, tüm silahlarınızı bir araya getirmiş olsanız dahi baş edebilmeniz mümkün değildir. Ancak Allah’ı yok edebilirseniz galebe çalabilirsiniz! 

“Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” Şura 21

“De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hucurat 16

“Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." Nisa 77

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Tevbe 24

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir! Tevbe 73

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır. Maide 33

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111


“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

17 Kasım 2015 Salı

IŞİD’li kadın ve çocukları da öldürelim!

Diğer bir ifadeyle “Allah’tan başkasını rab edinmem; Allah’ın indirdiği hükümler dışında beşeri hiç kurala boyun eğmem; egemenlik kayıtsız-şartsız Allah’ındır; Yaratıcım Allah’a karşı asi olan düşmanımdır; fitne yok edilip kulluk yalnızca Allah’ın oluncaya kadar azgınlarla savaşırım; yasa yapıcı insan değil Allah’tır; batıl olan hiçbir dayatmayı kabullenmem; Allah’ın tek ve hak elçisi Hz. Muhammed (sav)’e inandım ve iman ettim; İslam’dan başka bir hukuk ve düzen yoktur; yolum hak ve adalettir; ancak Allah’a kulluk yapar, Allah’tan medet umarım” imanı taşıyanların tamamı IŞİD kategorisinde değerlendirildiğinden hedef, tevhid inancı taşıyan Müslümanların tamamıdır.

IŞİD mazeretiyle Müslümanlara önce baskı, şiddet ve yasak, sonra da dinsel kırıma girişilerek topyekûn lağvetmeyi düşünen haçlı-siyonist güçler ve işbirlikçi münafıklar, her Müslüman için tehdit ve acımasız Firavun’lardır.

ABD’nin eski başkanı George W. Bush’un da itiraf ettiği üzere; “Cihad, Hıristiyan uygarlığı için bir şerdir.”

Peki, cihadsız bir İslam, Kur’an inancı ve Müslümanlık olabilir mi? Zaten cihadın Allah rızası ve cennetle özdeşleştirilmesinin sebebi, yeryüzünde barışın, hak ve adaletin sağlanması, azgınlar ve sömürücülerin elimine edilmeleri, şeytana ve dostlarına karşı galibiyet elde ederek batıla-kötülüğe son verebilmek içindir. Çünkü cihad, nefis için değil Allah için yapılan tartışılmaz ve kaçınılmaz bir dengedir. 

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142 

Sakın ha merak etmeyin; Müslümanlar aleyhine bu tür tehditler gerek sözlü gerekse fiziki olarak asırlarca sürmüş, düzenledikleri sayısız haçlı seferleriyle gömmeye çalıştıkları İslam ve Müslümanların önünde hezimetlere uğrayıp diz çökmüşlerdir. Hainler olmasaydı bugünde İslam adaleti altında huzur ve güven içinde yaşanarak hak ve barış hâkim olacaktı.  
Firavun da Hz. Musa’yı tehdit görmüş ve bu yüzden o an doğan tüm erkek çocukları katletmişti ama kaderinden ne gücü ne de tedbirleriyle kaçabilmişti.

Kâhinler, Firavuna, yeni doğacak bir erkek bebek tarafından öldürüleceğini bildirmeleri üzerine; Firavun, o gün doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Askerler evleri basarak doğan bütün erkek çocukları katleder. Ancak Hz. Musa’nın annesi, çocuğunu koruyabilmek amacıyla bir sandığa koyarak nehre terk eder. Suyun akıntısıyla Hz. Musa’yı taşıyan sandık, Firavun sarayının önünde durur. O sırada nehrin kenarında dolaşmakta olan Firavunun karısı, sandıktaki bebeği görünce çok sevinir ve saraya götürür. Firavundan saklı Hz. Musa’yı evlat edinip büyüterek yetiştirir.

O gün doğan bütün erkek çocuklar öldürülmüş, sadece Hz. Musa sağ kalmıştı. Üstelik Firavunu öldürecek olan çocuğun, karısı tarafından sarayında büyütülmesi, kaderin hiçbir güç tarafından durdurulamayacağı ve değiştirilemeyeceği gerçeğinin kanıtıydı. Ayrıca cennetle mükâfatlandırılan Firavunun karısı, bu davranışı sebep kılınarak hidayete kavuşturulmuştu.

Firavunu öldürerek tanrısal saltanatına son verecek olan Hz. Musa için alınan inanılmaz önlemler ve işlenen katliamlar dahi mutlak iradenin takdirini engelleyememişti.

Kader, herkes gibi Firavunun da akıbetini belirlemiş; tüm güç ve hâkimiyetine rağmen hakkında yazılmış olandan kaçmasına, ordusuyla birlikte Kızıldeniz de boğularak ölmesine iradesi mani olamamıştı. Allah, olabilecekleri kâhinlere hissettirmiş ve Firavuna duyurtarak tedbir almasına fırsat tanımıştı. Peki, tedbir uğruna binlerce çocuğu katletmesi bir fayda sağlayıp takdiri önlemiş miydi?

Herhangi bir şeyi bilmek ve ona karşı tedbir alarak fayda temin edilebileceğini sanmanın zandan öte hiçbir yaptırımı bulunmamaktadır. Kaderin mutlak hâkimiyetine engel olabilmenin imkânsızlığı her ne kadar aşikâr ise de, emanetsi güç ve bilgisine güvenen insan, özgürce aşmakta inat ve ısrarını sürdürebilmektedir. Neticede tedbiri aldıran da tedbiri aştıran da Allah’tır; tıpkı öldüreninde yaşatanın da zatı olması gibi!

Güç ve yetkileri tamamen Allah’ın tasarrufunda olan iktidarlar, nasıl bir hiçken o kudrete ulaşabilmişlerse; süreleri dolduğunda yine bir hiç olarak geldikleri ebediyete geri dönmektedirler. Çünkü “Bir”in altı sıfırdır.

Öyleyse iman etmiş bir Müslümanın Firavunların tehditlerinden, silahlarından ve güçlerinden çekinebilmesi asla mümkün değildir.

Nasıl ki, Firavun, azametli ve ürkütücü ordusuyla Hz. Musa’yı yakaladığı sırada öldüremeyip bilakis kendisi ordusuyla birlikte yok olabilmiş ise, Allah’a dayanıp güvenende asla boyun eğmez ve küfür ordusu ne kadar güçlü ve sayısı ne kadar fazla olursa olsun hezimete uğratmaktan şüphe duymaz. Yeter ki nefse değil, nefsin sahibi Allah’a dayanılıp güvenebilinsin!

Firavun’da muhteşem güç ve ordusunun Hz. Musa ile baş edememesinin sırrını nasıl çözemediyse, günümüz Firavunları da bir avuç mücahid ile baş edememelerinin sırrını çözemeyerek, neden yenemedikleri sorgusu içinde Nil denizi misali topyekûn boğulacakları anda, “biz de iman ettik” diyecekler ama iş işten geçmiş olacak.

Ahirete iman etmiş bir Müslüman ölümden değil fani dünyada yaşamaktan korkar. O, zaferi nefsi için değil Allah için hedefler; dolayısıyla emre itaat eder, takdiri Allah’a bırakarak yenmesi yahut yenilmesini ya da yaşamak veya ölecek olmasını umursamaz. Tek amacı Allah’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız riayettir ve Allah kendisine kesinlikle mağlup olması ya da zafer kazanmamış olmasıyla ilgili hiçbir hesap sormaz.

Ne babanın evladına ne de evladın babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı “o gün” için peygamberler dahi hiç kimseden medet umma; dünyadaki gücüne ve bilgine güvenme; rabbin Allah’a öyle teslim ol ki, dünyadaki tüm haçlı-siyonist güçler sana karşı birlik olsa dahi Hz. Musa’ya lütfedilen yardım ve desteğe kavuşabilirsin. Yeter ki kalbinde şüphe ve tereddüde yer verme!
Müslümanlık gibi bir ayrıcalık ve izzetle şereflenmiş bir kul Firavunlara boyun eğmez; hiçbir tehdit, güç, baskı ve zulümlerine zerre kadar aldırış etmeyerek savaştan kaçınmaz.

Açıkça Müslümanların kadınlarını ve çocuklarını dahi öldürmeye niyetlenmiş azgınlara karşı nereye kadar “eyvallah” deyip boyun eğmeyi sürdüreceksin?


“Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun! Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah inkâr edenlerin gücünü kırar. Allah’ın gücü daha üstündür, cezası daha şiddetlidir. Nisa 84  

8 Kasım 2015 Pazar

Demokrasi öyle sinsi bir isyan ve küfürdür ki;

Nefislerin arzu ve isteklerini yerine getirmede hizmette sınır tanımayan şeytan ne ise; insanı şımartarak azdırmak suretiyle iradesini hâkim kılma manipülasyonuyla ALLAH’a karşı asileştiren demokrasi de odur!

Seküler düşüncenin siyasi terminolojisi olan demokrasi, her ne kadar “halkın, halk tarafından, halk için idaresi” gibi masum bir tanımlamayla kabul sağlamış ise de, egemensel iradenin kayıtsız-şartsız beşerde olduğunu savunmasından tamamen insanı tanrılaştıran örtülü bir ateist beslemedir.  
Semavi olan hiçbir din, demokrasiyi kabul etmez! Hele İslam, Allah iradesi ve hükümleri dışında toplumun kendi arzu ve istekleri doğrultusundaki bir talebi küfür kabul eder. Kuralları koyan ve düzeni belirleyen tek hükümran olmasından dolayı alternatifleri şirk addeder.
 
Gerek Hıristiyan gerekse Yahudi inancındaki, “Allah gökyüzüne yerleşmiştir, yeryüzünün yönetimi insanlara aittir” itikatları demokrasi anlayışını kucaklayabilse de, İslam’da ne doğrudan ne de dolaylı olarak kabulü mümkün değildir.

Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Tarih öncesi zamanlara kadar uzanan demokrasi, Eski Yunan çağında başlamış; totaliter rejimlere karşı diktatörlüğe son verebilmek maksadıyla halkların kendi kendilerini idaresi ve özgürlük iddiası kuramdan öteye geçmemiş; hatta Sokrat gibi nice demokrasi bayraktarları, iktidara gelen demokrat hükümetler tarafından idam edilebilmişlerdir.

Demokrasinin asıl düşmanı dindir; Eski Yunan’da da öyleydi bugün de! Totalitarizmden maksat, dini otoriteyi ortadan kaldırmak, geçiş sürecini halkın özgürlüğü ve kendi kendini yönetme hürriyeti olarak tanıtmalarından ikna da zorluk çekilmeyip, Komünist rejimler de dahi itibar görebilmişti. Ki, Komünistler hem halka söz hakkı tanımaz, hem de kendi idarelerinin asıl halk idaresi, yani demokrasi olduğunu iddia ederler. Oysa demokrasi anlayışının en büyük düşmanı Komünistlik olması gerekirken; Komünizmin ateist-seküler-laik ilkesi gereği demokrasinin felsefi özüyle bütünleşmesinden tek düşmanın din otoritesi olduğu zamanla açığa çıkmıştır.

“Demokrasi bir devlet biçimidir, devletin özel türlerinden biridir. Bu nedenle, her devlet gibi, insanlara karşı, örgütlü, sistemli bir zor uygulamasıdır. Bu işin bir yanı! Ama demokrasi, öte yandan yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkesin anayasayı yapma ve devleti yönetme hakkının eşit olduğunun biçimsel olarak kabulü anlamına gelir.” Lenin

2000 yıl gibi uzun bir süreç içinde tarihe karışan demokrasinin 20. Yüzyılda tekrar ortaya çıkartılmasının yegâne amacı dini otoriteyi yıkmaktı. Demokrasi tanımının hala çözüme kavuşturulmayıp, her kesimce tartışmanın sürdürülerek her yere çekilebilme gizemi, sinsiliğini de kanıtlamaktadır. Canisi de, hümanisti de, faşisti de, şovenisti de, sosyalisti de, kapitalisti de, teröristi de, liberali de, komünisti de, sokaktaki de, devletteki de, hıristiyanı da, yahudisi de, Müslümanı da, ateisti de demokrasiyle yanıp tutuşmaktadırlar. Yeter ki, otorite Allah da değil, insanda yani kendilerinde olsun! Lakin her birinin düşüncesi, ideolojisi, amacı ve hedefi farklı hatta birbirilerini yok etmeye hazır bir tetikte bulunmalarına rağmen birleştikleri tek çatının demokrasi olabilmesi nefsin bir zaferidir.

Zaten Cumhuriyet rejimiyle halkın kendi idarecisini seçme ve seçilme hakkı mevcuttur. Öyleyse demokrasinin gereği nedir; güya cumhuriyetinin uygulanış şekliymiş. Peki, demokrasi düşüncesinde halk, dini bir anayasa talep ederse, elde edebilme imkânına sahip midir? Kesinlikle hayır ve savaş sebebidir. Değil dini bir anayasa, tek bir dini ibarenin hatta simgenin dahi kabulü mümkün değildir. Tıpkı seçimlerde “Bismillah” söyleminin yasaklanması gibi!

Neden İslam, cumhuriyetle yönetimi kabul ediyor da demokrasiyi reddediyor? Çünkü demokrasi de üstün ve kanun yapıcı olan insan iradesidir; dolayısıyla insan iradesinden ve kararından başka hiçbir gücün, diğer bir ifadeyle Allah’ın iradesini ve hükümlerini asla kabul etmez!

Yerden yere konmayıp arşta dolaştırılan demokrasi, tamamen seküler-laik düşüncenin hileli yönlendirmesi olup, özgürlük efsanesiyle dini siyasetten ayırma güdümünü itinayla ortaya koymuş öyle aldatıcı bir düşünüştür ki, bir kapılan bir daha savuşamamaktadır. Nasıl ki yenilen bir zehre acil müdahale edilmemesi sonucu ölüm gerçekleşiyor ise, demokrasi gibi fevkalade bir yanlışı hayatına düstur edenin de kazandığı zehirden kurtulabilmesi imkânsızdır.

Demokrasinin ne özgürlükle ne halk iradesi ne seçimle ne sosyal adaletle ne bağımsızlıkla ne fırsat eşitliğiyle ne hak ve adaletle bir ilişiği vardır. Demokrasi, hüküm süren ateist köklü seküler-laik rejimi muhafaza eden ve dine karşı koruyan bir kalkandır. Dolayısıyla ne halk ne de halkın siyasi temsilci olarak seçtiği özellikle İslam kimlikli parti yahut vekiller, her ne kadar demokrasiyi farklı tanımlamalarla delmeye kalkışsalar da demokrasi, din dışı seküler anayasanın dışına çıkılmasına fırsat tanımayan özgürlük maskesi takmış bir kapandır.

Ki, en radikal demokrat ve demokrasinin teorisyenlerinden Jean Jacques Rousseau dahi, “Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman varolmadı ve varolmayacaktır” açıklamasıyla gerçeği dile getirebilmişti.
        
Ayrıca İngilizlerin tarihe adına yazdırmış ünlü başbakanı Winston Churchill de, “Demokrasi, geriye kalanlar hariç en kötü yönetim şeklidir.”

“’Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demagoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır.” Alexis de Tocqueville

Hâlbuki seküler anayasanın ve yasaların koyduğu hükümler gibi Allah da hükümler indirmiş ve o hükümler doğrultusunda insana özgürlük verilmiştir. Ancak demokrasi, insanı egemen kılıp Allah’a kulluğu reddeden bir anlayış olmasından insan, gerçekte olmasa da teoride egemen olma mastürbasyonuyla seküler düşünceye ve kalkanı demokrasiye tav olmuştur. Demokrasi halka özgürlük değil, bilakis korumacılığını üstlendiği seküler-laik rejimlere despotluk yapmaktadır. Diğer bir bakışla; "Herkes fikrini söyler, kararı ben veririm. Burada demokrasi var.”

Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” Aristo

Sonuç olarak; din dışı seküler-laik rejimlerin demokrasiyi yani halkın iradesel seçimini bloke eden totaliterliği, halk iradesinin ve seçiminin nasıl etkisiz olduğunu ortaya koymaktadır. İslam kimlikli bir parti ya da lider, halk çoğunluğunun onayını almasına rağmen halkın dilediği İslami bir düzeni kurmakta özgür değil ise, savundukları demokrasi ne işe yaramaktadır? Demokrasi, seküler düşüncenin teminatı olup, kulluğa karşı özgürlüğü pompalayan nefsi bir başkaldırıdır. Her nefsin doğru yahut yanlışlarını meşrulaştırma amaçlı demokrasi özlemi, demokrasinin nasıl sinsi ve batıl-şeytani olduğunu kanıtlamaktadır.


“Demokrasi, kendini hiçbir zaman olduğu gibi sunmaz. Işıkla dolu bir ortamda ortaya çıkartılmaya müsait olmayan bu sistem, umumi efkariyenin manipüle edilmesiyle amaçlarına ulaşır." Eddy Marsan

3 Kasım 2015 Salı

Ne İmralı ne Kandil ne de HDP’yi muhatap alma ki;

PKK, layık olduğu mezara girsin!

PKK’yı diri tutan ve meydan okumasını sürdürten İmralı, Kandil ve HDP’nin çözüm adına taraf alınması, neden PKK’nın sonlandırılamadığına yegâne yanıttır. 

Oysa Kürt kökenli halkın temsilcisi ve var ise sorunlarını hak ve adalet çerçevesinde çözecek olan devlettir. Lakin devlet, vazgeçilemez bu yükümlüğü üstlenme yetki ve karalılığını göstermeyip İmralı, Kandil ve HDP gibi taşeronlara havale etmiş olmasının acziyeti içinde güç ve otoritesini öyle yitirmiştir ki, PKK gibi sefil bir terör örgütünün kurguladığı tiyatroda başrol oynamakla kalmayıp, Kürtlerinde itilip kakılarak sömürülmelerine, tehditlere maruz kalmalarına ve katledilmelerine fırsat vermiştir.

Hala, çözüm sürecine devam edileceği ve şimdilik buzdolabına kaldırıldığı ne demek? Demek odur ki, PKK’yı bitirmek amacı taşınmadığıdır! 

Madem Kürt kökenli vatandaşların sorunları var; muhtarlar, kaymakamlar ve valiler ne işe yaramaktadırlar? Vatandaşlarla doğrudan diyaloga geçilip sıkıntıları samimiyetle dinlenerek, haddi aşan talepleri istisna çözüme kavuşturulmalıdır. Olmayacak olana açıkça olmaz denilerek, kamuoyu da bilgilendirilmeli; olamayacağı ile ilgili gerekçeler tevazu içinde anlatılmanın akabinde inatla ısrar edenler şiddetle ya cezalandırılmalı ya da huzur ve güveni bozmalarından tehcir edilmelidirler. Çünkü "nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir." 

Ortada çözüm süreci adında bir tiyatro var ama senaryonun konusunu bilen yok! Nedir İmralı, Kandil ve HDP ile bir türlü bitmek bilmez çözüm süreci? Nedir tartışılan; uzlaşılamayan; mutabakata varılamayan; paylaşılamayan? Nedir yıllardır süren terörün; isyanın; saldırıların; cinayetlerin; düşmanlığın sebebi? Neden açıkça ortaya konulmasından kaçınılıyor? Neden ne devlet ne de muhatap alınanlar taleplerini yahut reddediliş sebeplerini kamuoyunu aydınlatarak milletin hakemliğine başvurmuyorlar? Yapılabilecek adil bir referandum dahi onlarca yıldır bitirilemeyen sorunu ya barış ya da savaşla neticelendirecek bir alenilikte olduğu halde; ara verilmesi, durdurulması ya da buzdolabına sokulup tekrar çıkartılması nasıl bir manipülasyondur?

Devlet, otoritesi olan bağımsız bir devlet mi yoksa çözüm üretemeyen çaresiz ve aciz bir tabela mı?

Yok, İmralı’ymış; yok, Kandil’miş; yok, HDP imiş; yok, PKK imiş!

Yeter artık!
  
İmralı, Kandil, HDP ve PKK gibi terörist gölgelerinin boyu devletin boyunu geçmiş ise, Türkiye’de güneş batıyor demektir.  Dolayısıyla halkını tüketen bir devlet, tükenmeye mahkûmdur!

“Kılıcımız parladıkça düşmanın gözü ondan ayrılıp bizi göremez. Ama Allah esirgesin, bir gün paslanır da yaltırıklanmazsa düşman bizi görmek değil, bir de tepeden bakar.” Sultan Yavuz Sultan Selim Han

Demokratik bir ülkede kangrenleşmiş her konunun çözüm anahtarı, doğrudan halka giderek referandum müessesini çalıştırmaktır. Ne Türkü Kürtten ya da başka bir etnik kökenden ne de Kürtü ya da bir başkasını Türkten ayırmanın mümkün olmadığı bir Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında tüm sorunlar milletin tamamını ilgilendirir. Ama derseniz ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti; işte o zaman herkes kendi liderini önder ve kurtarıcı olarak öne çıkartmak suretiyle adına devlet kurabilme ihtirasına ve mücadelesine kapılır. Cemaat, tarikat ve mezhepler de aynı düşünce ve inanç düzeyinde şeyhlerini ya da liderlerini öne çıkarmıyorlar mı?
İmralı da, Kandil de, HDP de, PKK da devlet ve millet düşmanı olup; temsilcisi oldukları doğrudan terördür. Ne insanlık ne Kürtler ne Türkler ne de barış umurlarında değil!

Hak arayan varsa, hakkını verin. Baş kaldıran varsa, başını kesin.” Sultan II. Abdülhamid Han
 
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 8

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33