29 Mayıs 2015 Cuma

Bize öyle bir zincir vurulmuş ki…



Ayasofya’yı dahi camiye dönüştüremiyoruz.

Peki, kimdir bize zincir vuran?

Beşeri güçler değil Allah’tır! Beşeri güçlerin mutlak bir iradesi olmuş olsaydı; ne İstanbul’u fethedebilir, ne bir avuç zayıf toplulukken haçlı dünyasına diz çöktürebilir ne de dünyaya hükmeden bir imparatorluk haline gelebilirdik.

Nereden nereye! 

Nice güçlü toplulukların yüzyıllarca akınlar düzenleyip surları aşarak hedeflerine ulaşamadığı İstanbul’un fethini Allah, karadan gemiler yüzdürerek Müslüman Türk milletine nasip etmek suretiyle şereflendirmiş, lakin Müslüman o Türk milletinin soyunu taşıyanların Allah’a ihanet edip dinine hasmı olmasının akabinde fethin ruhu Ayasofya’ya önce kilit vurdurmuş ve bir daha zatına ibadet edilememesi için açılmasına izin vermeyerek zillete mahkûm kılmıştır.  

Allah Resulü dahi yüzyıllar öncesinde İstanbul’un önemine işaret ederek, Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadisi şerifiyle müjdeyi vermişti. 

İşte Allah’ın lütfettiği o güzel komutan ve göğüsleri iman aşkıyla dolu o güzel askerlerin şehadet amaçları, İstanbul’u batıllığın merkezi ve Ayasofya’nın da müze yapılması için değildi! İstanbul’u fethetmekteki kasıt, batıllıktan kurtarıp hakkı hâkim kılmak değil miydi?

Nefislerine göre kendilerine İslam adı verdikleri din edinenlerin binbir müşkülatla elde edilen Ayasofya’yı dahi ibadete açamamaları, uğradıkları lanetin pençesinden başka bir şey değildir. Selüler rejime boyun eğerek dinsiz siyaset yapanlar; ne ALLAH’ın lanetini, ne peygamberlerin lanetlerini, ne meleklerin lanetlerini, ne Fatih Sultan Mehmed ve Ayasofya uğruna şehid düşen güzel askerlerin lanetlerini, ne de gelmiş geçmiş bütün Müslümanların lanetlerini umursarlar. Onlar, badana ile gözleri boyayan ve sonunda yerlebir olacak eserleriyle zafer nutukları çeken ve Fetih Şölenleriyle Ayasofya gerçeğini örtbas eden sihirbazlardır.  

Ayasofya, sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin hatta İslam âleminin namusudur. Namusunu peşkeş çeken bir kadının evine getirdiği para ve kazandığı mallar, övgüler yahut başarılar ne ise, hükümet ve muhalefet partilerinde yaptığı odur! 

İnsanı Müslüman yapan ve yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet daha vardır.  Tereddüt etmeden dini ve namusu uğruna canını feda edebilecek kadar Allah’a bağlı olmaktır. 

ALLAH’tan değil kuldan çıkar beklentisi içinde olanlar dünyaya meyletmiş öyle sefil mahlûklardır ki; ne hak ve adaletle şahitlik yapar, ne cesaretle tartışılmaz olan haklarını arar, ne de iman ettikleri değerlerine sahip çıkarlar. Nerede bir batıllık ya da eğrilik var ise, onu hak yahut düzgünmüş gibi pazarlarlar.

Konusu Ayasofya olmayanların Fetih Şöleni adı altında kutladıkları İstanbul’un fethi nedir biliyor musunuz; doğrudan gösterişli bir cenaze merasimiyle nemalanmaktır. Peki, o cenaze merasiminde Ayasofya var mıdır? Haçlı dünyası neye izin veriyorsa onu yapan tutsaklar, Ayasofya’yı mevzubahis yapabilirler mi?   

Yıllar önce yazmış olduğum “neden oy kullanmıyorum” adlı kitabımda demiştim ki, seküler yani din dışı rejimi meşrulaştıracak ve dinsiz siyaseti rehber edinenlere asla destek vermem. Velev ki kullanacağım oy, rahmetli babamı mezardan çıkaracak bir etkiye sebep olacak olsa dahi yine de vermem. Çünkü babamın mezardan çıkışı hayır değil şer olacaktır.

Dinsiz bir düzende dini yaşamak, tıpkı tabutun yahut mezarın üstüne bırakılan çiçekler gibidir! Bir müddet sonra o çiçekler canlılıklarını yitirip nasıl çerçöp oluyorlar ise, kendilerini İslam sananlarda öyle çerçöp olup münafıklaşmaktadırlar.

Kimileri soruyor; nedir Ayasofya’yı camiye dönüştürememekteki korku, iktidarsızlık ve acziyet? Herkes haçlı güçleri sanır ama Allah’tır. Neden mi; layık değilsin ki, Ayasofya’yı fethettirerek zatına ibadet amacıyla cami yaptıran Allah, açılmasına izin versin!

Ayasofya’nın açılışı Türkiye ve İslam dünyası için bir rahmet kapısı ama Allah, o kapıyı öyle bir tutmuş ki, 13 yıldır iktidarda olan hükümet ve milyonlar dahi o kapıyı açamamaktadır.  Layık ol ki, rahmete ve izzete kavuşasın!

“Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2   

“Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır.” Kasas 42   

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Dinsiz siyaset, ruhsuz beden gibidir!



Dolayısıyla beden nasıl çürüyerek cüruf halini alıyorsa,  siyasette yozlaştırılarak politika haline geliyor. 
Sözde yaratıcı Allah’a ve dinine lütfedercesine tanıdıkları kutsallık payesiyle siyaset ve dünya işlerini vahiyden öyle hileyle dışlamışlar ki, gökyüzünde Allah’ı, yeryüzünde de beşeri egemen kılarak, kendilerini yeryüzü tanrısı yapmışlardır. Lakin düştükleri ikilem çukurunda debelenmekten sakınamamışlar; başarılarını iradelerine, başarısızlıklarını da doğa yahut Allah’a yükleyerek acizliklerini ikrar etmekten de kaçınamamışlardır.    
Oysa Allah, yarattığı kâinat, dünya ve tüm canlılar için hükümler koymuş, cin ve insan dışında her şey zatına boyun eğdiği halde onlar, “ben” diyerek asi olmuşlardır.  
Dini siyasetten ayırmanın amacı, Allah’a olan kulluğu doğrudan reddetmektir; diğer bir ifadeyle Allah’ın karşısında “ben” de varım demektir. Yani Allah’a karşı açılan bir egemenlik savaşıdır.
Ruhsuz bir bedenin ölümünü engelleyemeyerek yenilmeleri gibi dinsiz bir siyasette de düzen tutturamayak çerçöp olduklarını istemeseler de kabul ediyorlar ama nefislerinin ısrar ve inatlarından Allah’ın mutlak hükümranlığına teslim olmamak için cambazlıkta sınır tanımıyorlar.  
Dini vicdana, aklı da siyasete bağlama manipülasyonunda toplumları ikna eden seküler merkezli tüm düşünceler,  gerek vicdan gerekse aklı birbirinden bağımsız etkin güçler olarak tanımlayarak, aklı, kişinin özgür iradesiyle özdeşleştirmişlerdir. Hâlbuki akıl ve vicdan, ruhun direktifinde etkileşim gösterdiklerinden yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildirici kalp ve zihinden üreyen kuvvetlerdir. Neden kalpten üreyen bilgiler ruhun öz malı olabiliyor da, zihinden üreyenler bedenin iradesinden kaynaklanıyor sorusunun sorgulanmaması yanlışı meşrulaştırmıştır. Eğer beden, beyin veya diğer organlar akıl ve irade için mutlak bir güç ise,  neden ruhun bedenden ayrılmasıyla akıl muhafaza edilemiyor? Her ne kadar akıl ya da mantık ön plana çıkarılmaya ve sürekli duygu ya da vicdana karşı üstün getirilmeye çalışılsa da, aklı ve kalbi güden ruhtur. Dolayısıyla vicdanı ruhla bütünleştirip de aklı ayrı tutmak mümkün değildir.
Yaratıcın “Etkin Ruh”u, nasıl kâinata ve bedenlere hayatiyet kazandıran ruhları güdüyor ise, Etkin Akıl ya da Etkin Duygu da, kulsal akıl ve duygulara hükmediyor. Bu sebeple ne akıl ne düşünce ne duygu ne de irade; iddia edildiği gibi özgür ve mutlak değil, Yaratıcının etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Hiçbir teorinin bu gerçeği değiştiremediği yaşamsal kanıtlarla ortadadır.
İnsan aklı ve duyguların özü; bilmek ve hissetmek ise de, insan her zaman biliyor ve hissediyor yahut bildiğini veya hissettiğini yapıyor demek değildir. Dolayısıyla insanın bilebilmeye veya hissetmeye yetili olması, mümkün olmaktan öte iradesel hiçbir şey ifade etmemekte ve yaptırımı bulunmamaktadır.
İşte gerçek ile yalanı ortaya koyan doğrular denizi, din ve siyaset ayırımıyla ilgili öne sürülen düzmeceleri kanıtlamakta, böylece din ile siyasetin birbirlerine zıt ve düşman değil bir bütün olduğunu ispatlamaktadır. Diyeceksiniz ki, ruh ile bedeni ayrı ve bağımsız kuvvetler hatta ruhu tamamen reddedip bedeni mutlak kılmaya çalışan düşünce, neden din ile siyaseti savaştırmasın?
Peki, sürekli tartışılan, itiraz edilen, dayatılan ve savaşılan din ve siyasetin anlamını biliyor muyuz?
Din; itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, ilkelere, kurallara ve prensiplere kayıtsız bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din, her ne kadar tanrısal ve kutsal bir terimmiş gibi algılansa da, gerçekte sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri yasaların bütünüdür. Hukuksal, siyasal ve idaresel her anlayış ve sistem, bir dindir.   

Siyaset; devlet yönetmedir. İnsanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, asayiş ve düzeni sağlayan; etnik ve dini, ekonomik ve sosyal yapısı ne olursa olsun hiç kimseyi kayırmayıp birbirinden ayrıcalıklı ve üstün tutmayarak ceza ve mükâfatta eşit muamelede taviz vermeyen ve idaresi altındaki toplumun bağlı olduğu düşünce temeline göre yasalar yapandır. Yani siyaset, kısacası yaşamın bütünü, gıdası, suyu ve nefesidir.
  
Şimdi kendimize bir soralım; dini siyasetten ayırabilmek mümkün müdür? Din kutsal da, siyaset kutsal değil midir? Siyasetin amacı insanlığa hizmet olduğuna göre; siyaseti kutsal bulmayan bir düşünce şeytani değil midir?
Ancak siyaset gibi ulvi bir devlet ve millet yönetimini nefse odaklatarak materyalistleştirip dinden kopararak politiğe dönüştürmeleri, neden din ile siyaseti düşman kıldıklarına açık bir yanıttır.
Dolayısıyla dinsiz siyaset tamamen batıldır, nefsidir, şeytanidir! Yaratıcı Allah’ın değil nefsin egemenliğini talep edenlerin şer için yarıştıkları düzende hayra ulaşabilmek imkânsızdır. Bu sebeple siyasetin değil politikanın at başı olduğu âlemde riyakârlık, hilekârlık, yalancılık, sömürücülük, aldatıcılık, sahtekârlık, şirk, haksızlık ve adaletsizlikler meşrulaşmıştır.

Egemenlik ya Allah’ındır ya da beşerindir. Gökyüzünde Allah, yeryüzünde beşer gibi bir taht paylaşımı ancak iblislerin bir hezeyanıdır. Dinsiz yani Allahsız bir siyaset olamaz; sadece insanın egemen olmaya çalıştığı yeryüzünde, aldatıcılığın merkezi politika var olabilir. Eğer ruhsuz bir beden hayatiyet kazanamıyorsa, dinsiz bir siyasette hayatiyet kazanamaz!   

Ey Müslüman! Dinsiz siyaseti savunan her kimse biliniz ki, o, şeytanın sözcüsü hatta ta kendisidir. Ondan kötülükten başka hiçbir gelmez; neden mi; çünkü o, rabbin Allah’a karşı egemenlik yarışına girerek savaş açmış bir zalim ve Allah’ın lanetine uğramış bir yalancıdır. Oysa sen, Allah’a iman ederek yardım ve desteğine muhtaç bir itikattasın. Bu durumda Allah’ın düşmanını dost edinerek ve destek vererek aleyhine delil vermenin getireceği felaketinde farkındasındır. Unutma ki, dünyada her neye sahip olmak istiyorsan, verebilecek Mutlak İrade yalnızca Allah’tır! Dolayısıyla aldatıcılardan medet umarak, içinde az bir süre kalacağın dünyanı harap etmekle kalmayıp, ebedi ahiret hayatını da mahvedeceksin!   

(İnsanlar) kendi aralarında (din ve devlet) işlerinin birliğini bozdular. Hâlbuki hepsi bize döneceklerdir.” Enbiya 93

“Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” Bakara 170

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Şeytan da vaatlerde bulunmuştu…



İlk insan Âdem’i cennetten kovdurarak cız çıplak dünyaya mahkûm kıldırtan şeytan; aklını karıştırdığı Âdem’e ne vaatte bulunmuştu?

“Derken şeytan onun aklını karıştırıp "Ey Âdem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?"” Ta-Ha 120

Peki, şeytanın vaadine inanan Âdem, sonu gelmez bir saltanata mı yoksa hor ve hakirliğe mi kavuşmuştu?

Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı.” Ta-Ha 121

İnsan için aydınlatıcı deliller Âdem’in yaratılışıyla birlikte apaçık ortadayken, hâlâ ezeli düşmanı şeytana güvenmekteki ısrar ve inadı, şüphesiz nefsini doyurabilme hırsından başka bir şey değildir. Oysa nefsini ne kadar beslese de baş edemeyeceği idraki içinde olmayan insan, sonunda şeytanın kölesi olmaktan sakınamayarak elebaşı dostlarının vaatlerine inanıp ümitlenmekte, dolayısıyla yaşamlarını cehenneme dönüştürmektedirler.

Oysa beterin daha beteri olduğu gerçeğini düşünmek yahut hesap etmekten asla yana olmayan insan, kendi kendini aldatan mahlûk yaftasıyla aşağılanmıştır.  

Şeytanın elebaşı dostları olan politikacıların sağanak halindeki vaatlerine inanabilen toplumlar, ancak hak ettiklerine kavuşmaktadırlar. Sanki mutlak bir iradeye ve kudrete sahiplermiş gibi öyle kesin sözler vermektedirler ki, adeta Âdem’i cennetten indiren şeytanla yarışmaktadırlar.

Basit bir muhakeme dahi nasıl şeytan misali yalancı olduklarını ve art niyet taşıdıklarını ortaya koysalar da gözleri, kulakları ve kalpleri mühürlenmiş yığınlar kavramama acziyeti içindedirler.

Hâlbuki vaatte bulunanın da kendi gibi yaratılmış bir insan olduğunu; akılları denetleyebilecek etkin bir akla ve duyguları kontrol altına alabilecek etkin bir ruha sahip olmadığını; kalplerde saklananları bilemeyeceğini; çıkabilecek menfi olaylar üzerinde etkileşim sağlayıp bertaraf edemeyeceğini; olası musibetleri durduramayacağını; sözün mutlak karşılığının sadece iktidar olacağı ülke ile yeterli olmayıp tüm kâinata hükmetme zorunluluğu taşıdığını, Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin Karayipler de fırtınaları tetikleyebildiği dahi sorgulanmamaktadır.  

Mutlak vaat, mutlak güç gerektirir; mutlak güçte mutlak irade; mutlak irade de her şeyi gözeten, bilen, duyan ve etkisi altından bulunduran yaratıcı bir tanrı olmayı zorunlu kılar. "Türkiye'yi cennete çevireceğim; açlığı, yoksulluğu, fakir fukaralığı bitireceğim; barışı getirip savaşlara son vereceğim; her türlü olumsuzluğu gidereceğim” gibi vaatlerde bulunmaya cüret edebilen bir politikacı, şeytan gibi aldatıcı değil de nedir?  

Şeytanı şeytan yapan özellik nedir bilir misiniz; yaygara çıkarıp akılları karıştırmaktır. Yaygara çıkarıp akılları karıştırıcı vaatlerle heva ve hevesleri peşinde dörtnala koşan politikacıların ne halkla ne insanlıkla ne de ülke menfaatleriyle ilgili zerre bir kaygıları vardır. Onlar için varsa yoksa tanrılaştırdıkları benlikleridir. Onlarsız ülke bir cehennem, halk sağılan parya, vatan işgal altında, herkes hırsız bir kendileri dürüst, ekonomik ve sosyal sorunlar onlarsız çözülemez, milletin kalkınıp huzur ve güvene kavuşabilmesi söz konusu değil, kendilerine oy vermeyen insanlar mazoşist, başkaları hain ve düşman kendileri namuslu ve dost…

Sokaktaki insan söz verip vaatte bulunarak birinden bir şey alsa dolandırıcılıkla yargılanıp yaptırıma çarptırılır değil mi? Ne var ki, politikacılar böylesi bir müeyyideden muaftırlar. Asıl yalancı, dolandırıcı, hilekâr ve sahtekâr kendileri olmalarına ve verdikleri sözleri yerine getirmemelerine rağmen cezalandırılmamalarının sebebi seküler hukuktur.

Vaatleriyle yalancılıkları ve dolandırıcılıkları aşikâr olanlara kulak vererek destekleyenlerde onlar gibidirler. Çünkü onlar da yağmadan bir pay kapabilme uğruna bile bile aldatıcılıkta tüm hünerlerini sergileyebilmekte ve kendilerine güvenenleri iğfal ederek zillete ve ızdıraplara sürüklemektedirler.   

Yaratıcısı ve sahip olduklarını veren Allah’ına nankör olanın kendi gibi kul olana nankörlük yapmaması mümkün değildir. Dolayısıyla yaratıcısı Allah’a asi olanın hilkatteki eşine merhametli ve adaletli davranabilmesi imkânsızdır.
  
Düşmanıma dahi haksızlık yapılmış olsa adalet adına savunmam, Rabbimin bir hükmüdür. Her ne kadar Ak Partili olmasam ve ALLAH’ın hükümleri gereği seküler rejimi meşrulaştıracak oy kullanmayacak olsam da, Ak Parti’ye karşı ittifak kurmuş tüm partileri haçlılardan farksız buluyor; din, namus, vatan ve millet düşmanı addediyorum. Şeytan misali yaygara çıkarak akılları karıştıran muhalif lider ve partiler, Türkiye’nin apaçık hasmıdırlar. Oysa muhalefet yıkıcı, yakıcı ve kışkırtıcı değil, milleti lehine yapıcı, barışçı ve eksiklikleri giderici bir siyaset yapmalıdır ki, vatan ve millet, düşmanları sevindirici bir kaosa gitmesin! Ama dâhili düşmanlar harici düşmanlardan o kadar daha şedit ki, Türkiye’yi ortadan kaldırabilmek için savaş vermektedirler.  

Milletin yarıdan fazlasının 12 yıldır iktidara taşıdığı Ak Parti’yi ülkeyi batırmış, işgal etmiş, yağmalamış, hazineyi boşaltmış, halkı açlığa mahkûm etmiş, hırsızlık yapmış, namusu ve ahlakı ortadan kaldırmış,  ekonomik ve sosyal çöküntüye uğratmış, hiç kimsede dayanma gücü bırakmamış, haksızlık ve adaletsizlikte sınır tanımamış, ülkenin itibarını dibe vurdurmuş, krizler doğurmuş ve iflas ettirmiş gibi hayasızca ve düşmanca saldırıların amacı nedir biliyor musunuz; yıllardır iktidara gelemeyenlerin açlık ve susuzlukları, milletin maneviyata doğru kilitlenmeleridir.

Ulan, madem Ak Parti’ye oy verenler aptal da siz akıllısınız; hepiniz iktidara geldiğiniz halde neden tekrar seçilemediniz ve aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi erken seçimlere giderek iktidarları terk ettiniz? Eğer Ak Parti, iddialarda bulunduğunuz gibi kötülerin en kötüsü, ülkeyi hortumlamış, uluslararası itibar ve güvenini yitirmiş, sözünün hiçbir etkisi kalmamış ve ülkeye hiçbir hizmet yapmamış ise, oy veren millet mazoşist midir ki, Ak Parti’den vazgeçmeyip sizlere güvenmiyor? Sizleri bir kere deneyip iktidara taşıması akabinde pişman olup bir daha yüzünüze bakmayan millet, aynı millet değil midir? Milletin desteği olmadan Ak Parti iktidar olamayacağına göre; yoksa düşman, hain ve hırsızlıkla suçladığınız millet midir?

Dolayısıyla insanoğlunun Hz. Âdem ile başlayan yaratılma sürecinde başlayan şeytanın aldatması günümüz çağında da devam etmekte; insansı iblisler, cinsi şeytandan geri kalmayarak azgın nefisleri uğruna yaşadıkları vatanlarını geçmiş milletlerde olduğu gibi tarih sayfalarına gömmeye çalışmaktadırlar.

Ey arkadaş! Hiçbir nefis yoktur ki, her şeye sahip olmak istemesin; hatta dünyaya sahip olup elde edebilecek bir şey bulamayınca inanılmaz sapıklıklara ve bunalıma girip intihar dahi etmeye kalkışmasın. Çünkü nefis doymak bilmez bir açlıktadır. Türkiye’de en yoksulun yerinde olabilmek için dünyada milyonların olduğunu unutmamalıyız. Nefislerimizin aşırı arzu ve ihtiraslarından dolayı ne kadar sömürücü, yalancı, dolandırıcı ve aldatıcı var ise, kendimize musallat ediyor; sonrada aldatıldık diyerek beterin daha beterini yaşamaya müstahak oluyoruz. Sizlere fütursuzca vaatlerde bulunup cennet sözü verenlerin bir saniye sonrası için dahi hayatta kalabilecek garantileri yok iken; nasıl umutlanıp güvenebilirsiniz?

Bir gün Makedonya Kralı İskender, Asya seferinden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkileyip hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

Şimdi inandığınız o sefil politikacılara sorun; ey yalancı, İskender dahi neredeyse dünyayı fethedebilmek için sayısız zaferler kazanmış bir bilge olmasına rağmen yoksul bir kasaba topluluğunun bile isteklerini gerçekleştirememişken, konuşmaktan öte hiçbir meziyetiniz olmayan siz, “bana ne verebilirsin ki, yapacağım, edeceğim, sözüm söz” vaatlerinde bulunabiliyorsun?

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” En’am 112

“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” Yasin 62 
  
“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (güvendikleriniz) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” Hac 73

16 Mayıs 2015 Cumartesi

“O kaseti olan biridir ve şu an esaret altındadır!”



Yaratıcı Allah’a iftirada sınır tanımayan azgınlar, hilkatteki eşlerine attıkları iftiralardan sakınırlar mı?

İnsan, nefisinin güdümüne girerek haddi o kadar aşmış ki, sanki kendi temizmiş gibi ne vahyi ne de ahlaki hiçbir kural tanımaksızın günah işlenmekte ve pespayelikte yarışılabilmektedir.

Meral Akşener adlı bir vekille ilgili günlerdir süren iddiayı serinkanlılıkla irdelediğimde dinden, şereften ve namustan kopuk insan müsveddelerinin tanrı edindikleri nefisleriyle insanlığı zehirleyerek nemalanmaya kalkışabilme alçaklığı kimilerini memnun etse de insanlığın çöküşünü ortaya koymaktadır.

A Haber adlı kanalda Cemil Barlas denen bir programcı; "Meral Akşener'in de mi kaseti var, nasıl ele geçirdiler?" diye danışıklı bir soru soruyor. Gülen Münafık Çetesinin itirafçısı Latif Erdoğan adlı gazetecide; "Cemil Bey'in dediği çok önemli. O kaseti olan biridir ve şu an esaret altındadır" cevabını veriyor. Peki, kaseti gördü mü; kasette ne olduğunu biliyor mu? Velev ki kasette iddia edilenler doğru ise, bir Müslüman kardeşinin ayıbını deşifre etmek haram değil mi? Hata ve yanlış yapmayan tek varlık yaratıcı Allah olduğuna göre; o kişinin mahremiyetiyle ilgili olası yapmış olduğu bir yanlışı ortaya dökmek çok büyük bir günah değil midir?

Ki, iddia edildiği gibi yapılmış bir yanlışlın hiçbir kanıtı yokken atılan iftira sadece muhatap kişiye değil insanlığa karşı işlenmiş öyle bir suçtur ki, bağışlanabilmesi mümkün değildir.

İster iftiraya uğramış ünlü bir milletvekili, ister sokaktaki bir insan, isterse şöhreti kötü olan biri olsun iftira, Allah’a, dine ve insanlığa karşı işlenmiş en korkunç suçlardan biridir.

Tevbe etmeden itirafçı olan Latif Erdoğan’ın dini, namusu, iffeti, ahlakı, hakkı ve adaleti düşünebilmesi, elem edinebilmesi ve günahtan korkabilmesi asla mümkün değildir.   

Bir topluma duyulan kin ve düşmanlık, gerekçesi ne olursa olsun insanı adil davranmamaya, iftiralarda bulunmamaya, iffeti karalamamaya, haksızlık yapmamaya götürmemelidir ki, insanlık zehirlenmesin! Gerek kana A, gerekse eski gülenperest Latif Erdoğan’ın yüzyılın münafığı F. Gülen’i karalayabilmek maksadıyla sığındıkları iftira kampanyasına namuslu insanları katkı malzemesi olarak kullanmaları iblisliğin ta kendisidir.        

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” Maide 8

Her ne açıdan bakılırsa bakılsın Meral Akşener’le ilgili iddia Allah nezdinde öylesine büyük bir günah ve suçtur ki, ancak Allah’ın sapıklar zümresine ilhak ettiği günahkârlar böyle bir cürümü işleyebilirler. Hem Müslüman bir kardeşinin günahını açığa çıkarmak; hem söz konusu iddianın doğru olabilmesi yani yalan ve iddia edilen kasetin montaj olmadığına dair dört şahit getirmek; hem iftiraya yeltenmek; hem adil davranmamak; hem de iftirayı dilden dile yayarak aktarmak lanetinin ta kendisidir.

Dolayısıyla gerek A haber kanalı gerekse Latif Erdoğan adlı günahkârın bundan böyle hiçbir şahitlikleri kabul edilmemeli ve sözlerine itibar edilmemelidir. Artık Kanal A ve Latif Erdoğan’ın gevelemeyi bırakıp ya iddialarını kanıtlayacaklar ya da yalancı ve iftiracı olarak damgalanmaktan kurtulamayacaklar ya da iftira attıklarını itiraf ederek topluma şırınga ettikleri zehri panzehire dönüştüreceklerdir.

Nefisleri galebe çalıp din, namus, şeref ve adalet tanımayanlar şeytanın değil de Allah’ın dostu olabilmeleri mümkün müdür?

 Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.” Nur 4

Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.  Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tur!” Nur 13-14-15