24 Şubat 2015 Salı

Her insan makul bir şüphelidir!



Pişmiş kuru bir çamurdan ve şekillenmiş kara balçıktan yaratılan insan, her ne kadar kendisine lütfedilen ruh, akıl ve duygu ile yaratılanların içinde üstün bir varlık olsa da hata, kusur, yanlış ve kötülük işlemekten asla münezzeh değildir.

İnsanın yaratılış fıtratı gereği nankör, hain, zalim, cahil, zayıf, hırslı, azgın ve inkârcı olduğunu yaratıcı, birçok ayetinde bildirmiş ve nefsine olan aşırı düşkünlüğünden binbir suçu işlemeye meyilli olduğunu açıklamıştır.

İnsan; bilgisiyle, düşüncesiyle, eserleriyle, teorileriyle, keşifleriyle, devrimleriyle, zaferleriyle ve zekâsıyla övünse de bildikleri, bilmediklerinin yanında bir zerrecik dahi olmamasından cahildir ama kibrinden cehaletini kabul etmez. Zaten yaratıcısına kulluğu reddedip kula kul olmayı kabul etmesi, nasıl bir cühelâ olduğunu kanıtlamaktadır.

Her insan, suç işleme potansiyeline sahip olmasından fırsatı yakaladığında nefsinin arzuladığı suçu yapmada tereddüt etmez. Ancak yaratıcının sebatkâr kıldıkları istisnadır. Ki, kötülüğün elçisi şeytan dahi Sad Suresi 83 ayette; “Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım” sözüyle kadersel yapıdaki yerini almıştır.

Hangi insan, güveni olmayan bir özgürlüğü talep edebilir? Hangi insan, güvenliği değil özgürlüğü isteyerek anasının, eşinin, kızının ve bir yakının tecavüze uğrayıp katledilmesini, doğranmasını ya da yakılmasını riske edebilir? Hangi insan, yolda yürürken terör saldırılarıyla parçalanmak ister? Hangi insan, hırsızların, gaspçıların, kapkaççıların ve katillerin etrafında dolaşmasını özgürlük gerekçesiyle kabullenebilir?

Yanındakinin, komşunun yahut sokaktakinin kim olduğunu bilebilir misin? En yakınındaki baban, kardeşin, eşin, evlatların ya da yakınların bile katilin, işkencecin, kumpasçın, tuzakçın veya iblisin olabiliyor ise, yabancının olmaması mümkün müdür?

Bugün mecliste çıkarılmaya çalışılan “iç güvenlik paketi” öyle bir yasadır ki,  suçluları en asgariye indirerek suç işlenmeden önce yakalanmalarını sağlayacak ve böylece her an makul şüpheli olan insan, özgürlükten istifade ederek elini kolunu sallayıp düşündüğü kötülüğü eyleme dönüştüremeyecektir.
     
Nasıl olurda bir insan, hem kendi hem yakını hem de toplumun mal ve can güvenliğini teminat altına alabilecek bir yasaya karşı çıkabilir? Polisin her an olması, sorgu yapması, hazırda beklemesi, tehlikeyi bertaraf edebilmek için şüphelendiğine hesap sormasının özgürlükle ilişiği nedir? Mezarlarda dahi bekçiler dolaşıp ölüleri korurken, dirilerin korunmasına karşı çıkanlar şeytan olmalıdırlar ki, pakete mani olabilmek için kıyasıya mücadele verebiliyorlar.

Dolayısıyla milletinin mal, can ve ırz güvenliğine karşı çıkan CHP, HDP ve MHP, millet düşmanın değiller de nedirler? CHP ve HDP’nin düşmanlıkları tartışılmazda; MHP nasıl bir dönüşüme uğramış ki, PKK/HDP ile kötülükte yarışabilmektedir?

Seçmenleri Devlet Bahçeli’ye sormazlar mı; “Ey Bahçeli, seni koruyan hem özel hem de resmi korumaların mevcut ve yakınında nefes dahi aldırmıyorlar, kimliği bilinmeyenleri eşiğinden geçirmiyorlar ama biz suçluların insafına terk edilmiş ve her an, nereden, ne geleceği bilinmeyen bir saldırı tehdidi altındayız. Sen hangi akıl ve duyguyla iç güvenlik paketinin yasalaşmasına karşı çıkabiliyorsun? Hatta birkaç gün önce Ege Üniversitesinde öldürülen Fırat Yılmaz Çakıroğlu, senin gibi korumalarla gezmiş olsaydı, belki de ölmeyecekti! Sen kendini tanrı, bizi kulun olarak mı görüyorsun ki, senin gibi olmasa da güvenliğimizi en azamiye çıkaracak pakete muhalefet edebiliyorsun? Biz PKK mıyız ki, milletin malına ve canına zarar verecekmişiz gibi PKK/HDP’nin safında yer alabiliyorsunuz? Dinine, vatanına ve milletine bağlı ülkücü ideolojiden Apo ideolojisine mi dönüş yaptık ki, düşmanlarımız lehine mücadele veriyorsun? Yoksa sen de cennette yaşayan şeytan gibi lanetlenerek ebedi cehenneme gark olması misali ülkücü değerlerden vazgeçip PKK değerlerinin koruyucusu mu oldun?”  
           
Türkiye gibi fitnenin, nefsin ve fırsatçılığın alabildiğine yaygın ve suç işleme potansiyelinin çok yüksek olduğu bir ülkede, “İç Güvenlik Paketi”, ruh kadar olmazsa olmaz bir mecburiyettir. Nasıl ki ruhsuz bir beden ölü ise, emniyetsiz bir özgürlükte mezarlıktır!

Polisin varlığından ve sağlayacağı güvenden fevkalade elem duyan suçlular, özgürlük ve demokrasi manipülasyonuyla eylemlerinin engellenmemesine öyle uğraşıyorlar ki, düşman oldukları halkın refaha ulaşmaması için şeytana bile pabucunu ters giydirecek mazeretler uyduruyorlar.

Kendilerini yanlıştan ve kötülükten tamamen muaf tutan yaratıklar, “biz tanrıyız, bizi kimse şüpheli göremez, polis güvenlik gerekçesiyle yanımıza yaklaşamaz, dilediğimiz gibi özgürce yaşama hakkımız var” deseler de, düşünce ve davranışlarından kötülerin en kötüsü oldukları aşikârdır. İyi olan bir şeye kim karşı çıkar, güvenliğe kim hayır der; şeytan ve adımlarını takip edenler. 

Hangi lider, güvenliğinden sorumlu korumalarının uyarılarını dikkate almayarak; “özgürüm, bana ne karışıyorsun ve yapmak istediklerimi yasaklıyorsun” siteminde bulunabilir? Eğer lider dahi güvenliği için koruma polislerine harfiyen itaat edip “sen kimsin” demiyor ise, vatandaşın güvenliğini sağlamak isteyen polisten kim rahatsızlık duyabilir? Ki, en azılı suçlular dahi güvenliklerine önem verirken! 

Diyorlar ki, ben masumum, suçsuzum, polisin beni makul şüpheli görmesi özgülüğüme ve gururuma hakarettir. Oysa suçlular serbestçe dolaşamayıp hapiste iseler, suç işleyenler masum, iyi, sevilen ve şüpheli olmayanlar değil midir? Nice katiller ve caniler vardır ki, işledikleri canavarlıklara kimse inanmaz, ne kadar iyi, efendi ve yardımsever oldukları söylenir. Her insan iyi olduğuna göre; kötü kimdir? Her insan şüpheli değil ise, şüpheli kimdir?

Polise ne kadar çok yetki verilirse, akıbeti mutlak olan bir acı ve dehşet yaşanmaz. Polisin eylem sonrası varlığını isteyen insan görünümündeki mahlûklar; kahırlardan, ağıtlardan ve çekilen acılardan haz duyuyorlar ki, iç güvenlik paketinin yasalaşmasına karşılar.

Bu sebeple iddia ettikleri gibi insan ne tanrıdır ne de suç işlemekten muaftır! Kim olursa olsun insan makul bir şüphelidir, aksini kimse kanıtlayamaz. Hele bozulan insandan daha korkunç bir yaratık yoktur.

“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” Adiyat 5

“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” Ahzab 72
“Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır.” Me’aric 19

“Kahrolası insan! Ne inkârcıdır!” Abese 17

“Gerçek şu ki, insan azar.” Alak 6

“O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.” Nahl 4

“Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.“ Nisa 28
“O, (önce) size hayat veren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür.” Hac 66

18 Şubat 2015 Çarşamba

Nereye koşuyorsun ey insan!



Hakikat ışığına körelmiş insan, karanlığı aydınlık sanarak öyle koşturuyor ki, fiziki körlerden daha karaltıda yaşadığını dahi fark edememektedir. Bilimsel olarak da gözün hem fazla ışığı hem de yıldızların çok zayıflamış ışığını aynı nitelikte görebildiği kanıtlanmıştır. Bu uyum insanın beynindeki görme merkezine ve bütün bir görme sistemine verilmiş olan uyum mekanizmalarıyla gerçekleştiği akademik olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla karanlığa alışmış bir insan, aydınlığa ihtiyaç duymadığından hakikat ışığına odaklanamamakta; böylece karanlıkta düşünen ve dolaşan mahlûk olmayı özümseyerek batıl yoluna devam etmektedir.

Batılın aydınlık değil karanlık bir yol olduğunu birçok ayetiyle bildiren Allah’ın doğru hükmünü bilimde, “gözün karanlıkta da aydınlık gibi görebildiğini” itiraf etmiştir.

Kimi insan karanlıkta yaşamaya alışıktır; kimi insana aydınlığı gösterdiğinde gözleri kamaştığından kaçar; kimi insan karanlıktan ok gibi çıkarak aydınlığa kavuşur; kimi insan aydınlıktayken karanlığın cazibesine kapılarak karanlığı aydınlık zanneder; kimi insan biyolojik gözle değil gönül gözü ile gördüğünden aydınlıktan çıkmaz; kimi insan hem aydınlık hem de karanlık içinde bir gölge gibi yaşar; kimi insan ise yaşadığı karanlığa ışık huzmesi sızmasıyla aydınlığa ulaştığını sanır. 

Her ne kadar hak ile batıl gibi karanlıkla aydınlık eşit değilse de, karanlığı aydınlık, aydınlığı da karanlık bellemiş milyarlarca insanın var olduğu âlemde bulunmaya çalışılan ışık nedir?   
Oysa ışık, her insana şah damarından daha yakın ve yanındadır ama insanın bitmek tükenmez ışık arayışı hiç sonlanmamış, kendini karanlıkta hissetmenin paranoyasından ışığı bulabilme arayışından vazgeçmemiştir.

İnsan, daha annesinin karnında üç katlı karanlık içindeyken çeşitli safhalardan geçerek doğumu ile birlikte aydınlığa kavuşuyor, ruhi karanlığa dönmemesi için yaratıcısı Allah’ın indirmiş olduğu ayetlerle hem dünya hem de ahiret hayatında aydınlıkta kalabilmesi maksadıyla yol gösteriliyor. Peki, kibirli ve gururlu insan ne yapıyor; benlik gütmeyi ve böbürlenmeyi aydınlık sanarak içine düştüğü karanlıktan uluyarak meydan okuyor. 

İnsan, öyle karanlığa batmış; muhakeme yetisi, gözleri, kulakları ve kalbi mühürlenmiş ki, en basit bir sorgulamayı dahi yapamaz hale gelmiştir. Kalbindeki ışığı karartan batıl ne varsa kulaklarını kabartarak peşine düşmekte, onun doğru mu yoksa yalan mı olduğunu öğrenebilmek için gerçeğin süzgecinden dahi geçirmeye lüzum hissetmemektedir. Böylece sorgusunu ve düşüncesini engelleyen karanlık çıkmazlar, aydınlıktan daha da uzaklaşmasını sağlamaktadır.
  
Hâlbuki gerçeğin süzgeci, en cahil ya da ümmiyi dahi aydınlatabilecek aşikârlıktadır.   Kendine yol edindiği düşünce; rehber edindiği önder; vaatlerine güvendiği beşer; dileklerini karşılayacağını umduğu lider; güce ve zenginliğe kavuşturacağını sandığı devlet; ölüme son verip sonsuz bir yaşam verebiliyor mu? Yaşamın süresi ile ilgili garanti tanıyabiliyor mu? Yaşam boyunca hiç hasta olunmayıp mutlak bir sağlık sunabiliyor mu? Öyleyse yaratıcı Allah’ın Mutlak İrade’sini aşamıyorlar ise ne işe yarıyorlar? Her insan için vazgeçilemez öncelik sağlıklı ve ölümsüz bir yaşam; nerede ve nasıl öleceğini bilmektir.
  
Eğer ölümle nişanlı insanın nişanını atamıyorlar ise, aydınlık diye bahsettikleri mezara çekecekleri ışık mıdır? Ölümden sonrası için bilgisi ve vaadi olmayan her düşünce batıldır, yalandır ve şeytanidir. Dolayısıyla başka bir sorguya gerek yoktur! 

(Resulüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.” Rad 16

11 Şubat 2015 Çarşamba

Artık ne dinleri ne de namusları kaldı!



Ne Allah ayetlerinde ne de Resulü hadislerinde hiçbir ırka, lisana ve millete ayrıcalık tanımamış ve o uğurda hak talep ederek mücadeleye kalkışanları, savaşanları, düşmanlık güdenleri ve yarışa girişip üstünlük taslayanları batıllıkla yaftalayıp küfürle lanetlemişlerdir. 

Ki, Allah Resulü, Arap ve Arapça lisanına sahip olmasından Araplara hiçbir imtiyazlık tanımadığı gibi, Kur’an’ı Kerimi Arapça indiren Allah da Arap dilini şart koşmamıştı. Gerek ırkları, gerek lisanları ve gerekse toplum ve milletleri yaratan Allah, zatına kul olunmasından ve hükümlerine kayıtsız-şartsız itaat edilmesinden öte insanlara hiçbir yükümlülük yüklememiş, istek ve arzulara göre nefsi her ihtirası yasaklamıştır.
     
“O'nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” Rum 22

“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.” Hud 118

Düşünülebiliniyor mu; sanki ırkları, milletleri, lisanları kendileri yaratmışçasına benlik güdebilecek kadar şaşırmış insanlar, nefisleri için birbirleri üzerinde hak talep ederek kıyasıya tepelemekte, dolayısıyla yaratıcı Allah’a karşı gelerek savaşabilmektedirler.

Allah, şu ırktan olanlar, şu milletten olanlar, şu lisandan olanlar, şu ulustan olanları kardeş çatısı altında birleştirip dost edindirmiyor; sadece Müslümanları kardeş, can, mal ve ırzlarının birbirlerine haram olduklarını buyuruyor.

Oysa iman etmiş bir müminin Türk, Kürt, Arap, Amerika, İngiliz, Rus, Çin veya başka bir ırk ya da milletten oluşunun hiçbir önemi bulunmamakta, ancak Müslümanlıkla şereflendirildiği ve Allah indinde değere tabi tutulduğu İslam’la teminat altına alınmıştır.  
  
Bir insan, hem İslam’ı kabul edip hem de ırkı, lisanı ya da milleti için değil savaşmak, tartışmaya dahi giremez. İslam olan bir insan için ırk, lisan, millet ve kültür, sadece değişik renkler ve desenlerde giydiği kıyafet ve yediği yemek çeşitlerinden farksızdır. 

Ben bir Türk olabilirim ama iman etmiş bir Kürt ya da başka etnik kökene sahip bir insan, iman etmemiş bir Türk’le kıyaslanamayacak üstünlüktedir. İman etmemiş bir Türk düşmanım, iman etmiş bir Kürt ise dostum ve kardeşimdir!

Dolayısıyla kalbiyle iman etmiş bir Müslüman, Allah’ın koyduğu sınırların dışına çıkamaz; ırk, dil ve etnik köken sevdasına kapılıp şeytanın adımlarını takip edemez. Unutmayın, şeytan da ateşten yaratıldığını ve ırk olarak insandan üstün olduğu isyanıyla Allah’a karşı gelmesinden ebediyete kadar lanetlenmişti.

Milliyetçilik, dilcilik ve etnikçilik hevası taşıyan kimi Türkler ve Kürtler de şeytan misali lanetlenmiş olmalılar ki, büyük bir çoğunluğu İslam’ı kabul etmelerine karşın iblisin direttiği vasıflardan kendilerini alıkoyamamaktadırlar.

İslam, namus, ahlak, iffet ve erdemlik sahibi Kürtler, azılı İslam ve namus düşmanları PKK/HDP’nin ortaya çıkmasıyla öyle bir değişime uğrayarak tartışılmaz değerlerine hasım olmuşlar ki, tıpkı cennette yaşayan şeytanın ırk gütmesi sonucu cennetten kovularak ebedi cehenneme gark olan süreci yaşamaktadırlar.

Namusuna yan bakanı ya da dinine küfredeni derhal öldürebilen Kürtlere ne oldu ki, Allah’ın, meleklerin ve insanlığın lanetlediği lezbiyen, biseksüel, homoseksüel ve transseksüelleri destekler hale geldiler? PKK/HDP gibi şeytan taşeronu bir düşünceye arka çıkarak uğruna canlarını verdiği İslam’a düşman olabildiler? Okullarda dini bilgisi adlı derslere dahi şiddetle karşı çıkarak her platformda köpek sürüleri gibi uluyan PKK/HDP’lileri destekleyebilen Kürtler, Müslüman sayılabilirler mi?

İslam’ı, namusu ve ahlakı PKK/HDP uğruna satabilen Kürtler, sapıkların daha iyi şartlarda fuhuş yapabilmeleri için Çalışma Bakanlığına müracaat edebilen partilerini desteklemeleri, kendilerinin de ahlaksız sapıklar olduğunu kanıtlamaktadır. Yakın bir gelecekte evlerinin fuhuş bataklığına dönmelerini, çocuklarının lezbiyen, homoseksüel, transseksüel olmalarını sindirebilecekler mi? Özgür yaşam adına sapıkların rahat fuhuş yapabilmeleri için evlerini açacaklar mı?
      
Artık ahlaksızlık, sapıklık ve azgınlıkta sınır tanımayan PKK/HDP’yi destekleyen Kürtler ve Türkler, tıpkı Semud kavmi, Ad kavmi, Ba’le Bek kavmi, Eyke halkı, Hicr halkı, Medyen halkı, Ress halkı, Tubba halkı, Lut kavminin başına gelmiş felaketleri yaşayacaklar; hüküm sürdükleri şehirlerde de tıpkı Troya, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah, Pompei ve Knidos gibi geriye tek bir canlı kalmamacasına yerin binlerce fersah derinliğine gömüleceklerdir.

İman edip PKK/HDP’yi iblis bellemiş Kürt kardeşlerim istisna, geri kalanlar Lut kavmindeki lanet misali öyle bir yok oluşa sürükleneceklerdir ki, kalıntıları ya hiç ya da binlerce yıl sonra bulunacaktır.

Lut kavminin ani bir felâketle üzerlerine taş yağarak yok oluşu, Kur’an’da ve Tevrat’ta hemen hemen farksız bir şekilde anlatılır. Hatta Kur’an’da bu şehrin harabeleri ibret olarak yol üstünde görüldüğü de belirtilir. Hz İbrahim’in de yeğeni olan peygamber Hz. Lut (a.s), yerleştiği Sodom şehrinde her türlü ters ilişki yaygındı. Öyle ki, iki melek gelen felaketi haber vermek üzere Hz. Lut’un evine misafirliğe geldiğinde, halk, Hz. Lut’un kapısına dayanarak meleklerle çarpık ilişkide bulunabilmek için, kendilerine teslim edilmelerini istediler ve Hz. Lut (a.s) da onlara karşı direnerek, onlar yerine kızlarını vermeyi önerdi. Melekler, Hz. Lut’a, Sedum ve komşu şehri Gomorra’nın günahlarından dolayı Allah tarafından tamamen yok edileceğini bildirdikten sonra, Hz. Lut, iman edenleri yanına alarak Sodom’dan uzaklaştı. Ancak verilen ikazlara uymayan şehir halkı, üzerlerine yağan taşlarla tuz sütunlarına dönüşmüşlerdi.

Ey PKK/HDP’li sapıklar! Özgürlük gerekçesiyle ahlak kurallarıyla oynamayın, bilin ki öcünü çabuk alır! Tarihte yaşanmış olaylar tartışılmaz kanıtlar ise de, Allah’ın lanetlediği sapıklara da hiçbir öğüt ve delilin fayda vermeyeceği muhakkaktır.

Ey Müslümanlığı kabul etmiş Kürtler! PKK/HDP’yi rehber edinmekle nasıl bir küfür, imansızlık, şerefsizlik ve namussuzlukla karşı karşıya olduğunuzu geç kalmadan sorgulayınız ki, gelecek nesillerinizi heba etmeyiniz. İmandan sonra küfür, çok korkunç bir akıbettir. Ahirette sizlere etnik kökeniniz, diliniz, kültürünüz, gelenekleriniz ve tebaanız sorulmayacak ise, nasıl bir düşünce, inanç ve hissiyatla meydan okuyabiliyorsunuz? Şeytan nasıl insanların hasmı ise, dostu PKK/HDP’de sizlerin en azılı düşmanınızdır. Şeytan, vaatleriyle nefisleri azdırarak insanı kendisine dost edinmesi misali PKK/HDP’nin tuzağına düşerek vaatlerine kanmayın! Kananların hem dünya hem de ahirette düştükleri durumu idrak edebilecek muhakemeniz ve ayetlere iman edebilecek kalbinizde mi kalmadı?

Datça yarımadasında yaşamış Knidos Halkı da, PKK/HDP gibi ahlaksızlıkta sınır tanımamanın bedelini savaş ve depremlerle yerle bir olarak ve kalıntıları toprak altından kazılarak keşfedilmişti. Burası da PKK/HDP’nin yapmak istediği öyle bir yerdi ki, her ev bir genelev, her kadın bir fahişe, her erkek bir homoseksüel, şehvet ve sapıklığın en dorukta yaşanarak sokaklarda aleni cinsel ilişkiye girildiği, erkeklerin kadın kılığında gezdiği, akla ve hayale gelmeyecek sapkınlıkların yaşandığı bir merkezdi. Sizler de mi Knidos halkı gibi acı çekerek yok olmak istiyorsunuz? Öyleyse çocuğunuz PKK/HDP’li ise, din ve namus adına evlatlıktan reddediniz; eşleriniz PKK/HDP’li ise, Allah adına boşayınız; babalarınız ve kardeşleriniz PKK/HDP’li ise, dost ve veli edinmeyiniz; arkadaşınız yahut yakınınız PKK/HDP’li ise, derhal ilişkinizi kesiniz ki, hem dünyada hem de ahirette Allah’ın dostluğunu kazanarak yardım ve desteğine ulaşınız.

Unutmayınız ki, dünyada kalacağınız süre pek fazla değildir, belki de yazımı okumadan ahirete göç edebilirsiniz. PKK/HDP’li Allah düşmanı sapıklara meylederek şeytanla aynı akıbete duçar olmayınız. Sen Müslümansın, ne Kürt ne Türk ne de başka birisin!

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23
  

5 Şubat 2015 Perşembe

Sen ancak haçlı-siyonistlerin köpeğisin!



Haçlı-siyonist terörizminin Arap Dünyasındaki habis taşeronu Ürdün Kraliyetinin kim olduğunu biliyor musunuz?

Ürdün Kralları eşittir ihanet demektir. İslam’a, ümmete, hilafete, Mekke’ye, Medine’ye ve Müslümanlara karşı giriştikleri ihanetlerle tarihe geçmiş Ürdün Kraliyetinin hâlâ varlık sürdürebilmesi, şüphesiz Allah’ın Ürdün Halk’ına layık gördüğü lanetten başka bir şey değildir. Dolayısıyla şeytani Krallığı muhafaza eden ve Allah’ı, krallarına ortak koşan Ürdün Halk’ı asla kurtuluşa erişemeyecek, ne dünyada ne de ahirette huzur ve güven içinde kalabileceklerdir.

I.Dünya Savaşında İngilizlerle işbirliği yaparak Arap Yarımadasının kendisine verilmesi karşılığı Osmanlı Hilafet Devletine ihanet eden Ürdün’ün kurucusu ve ilk kralı Şerif Hüseyin, Arapları Osmanlıya karşı kışkırtarak öyle bir fitneye elebaşılık yapmıştı ki, İngilizler adına Müslüman Araplarla Türkleri birbirlerine kırdırmış, kâfirlerin girmesi yasak olan haram şehirler Mekke ve Medine’ye İngiliz askerlerini sokarak güvenliği sağlayan Türk askerlerini katlettirmiş ve Osmanlının Arap Yarımadasından çıkarttırarak İngilizlerin egemenliğe terk ettirmişti.  
             
Azılı Müslüman Türk düşmanı ve şimdiki Kral Abdullah’ın büyük dedesi olan Şerif Hüseyin, İngilizleri Arap Yarımadasında hâkim kılması akabinde Yahudilere, Filistin topraklarını para karşılığı peşkeş çekmiş ve İsrail devletinin kurulmasını sağlamış bir haindi.

İngiltere'nin Mısır elçisi Henri Mikmahun, 1915'te Şerif Hüseyin'e bir teklif götürmüştü. Bu teklifte, Şerif Hüseyin'e, Arapların Osmanlılardan ayırarak bağımsız devlet kurmalarına yardımcı olması durumunda kendisine de halifelik verileceğini vaat etmiş ve halifeliği elde etmesi akabinde Filistin topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesine ve bu topraklarda bir Yahudi devleti kurdurulmasına yardımcı olması sözünü de Şerif Hüseyin’den almıştı.  Çünkü Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid Han, Yahudilerin Filistin topraklarında devlet kurmalarına şiddetle karşı çıkmış, hatta Siyonizm tehlikesine mani olabilmek için Filistin’in bütün topraklarını Osmanlı Hanedanının mülkü haline getirmişti.

Sultan II. Abdülhamit Han, Osmanlının çok zor günler yaşadığı dönemde, Yahudilerin Filistin’de toprak edinebilmeleri adına dudak uçurtan ve Osmanlıyı ihya edebilecek muazzam tekliflerine karşılık, kanla sulanarak vatan edinilmiş Filistin halkına ait topraklardan bir karış olsa dahi verebilmesinin mümkün olamayacağını belirterek, Yahudileri yanından kovmuştu.

Hain Şerif Hüseyin, İngilizlerin vaatlerine kanarak 10 Haziran 1916'da Osmanlılara karşı isyan başlattı. Kâfirlerin girmesi yasak olan kutsal şehirler Mekke ve Medine’yi haçlılardan koruyan Peygamber aşığı cesur Türk askerlerini arkadan vurdurarak karınlarını deştirdi ve İngiliz askerlerini girmeleri yasak olan Medine’ye sokarak, Peygamberimizin kabri başta olmak üzere tüm şehri işgal ettirdi.

Aynı yıl, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurdurulması için gerekli şartların oluşturulmasını öngören “Sykes-Picot” anlaşması adı verilen bir anlaşma imzalandı. Zaten İngilizlerin Ortadoğu’daki Osmanlı hâkimiyetine son vermelerindeki amaç, Filistin topraklarında İsrail devleti kurdurabilmek içindi!

Çok geçmeden Şerif Hüseyin'in de muvafakat ve desteğiyle 1917'de İngiliz orduları Filistin topraklarına girdi ve Yahudilerin bu topraklara yerleştirilme işlemi hız kazanmaya başladı. 24 Temmuz 1922'de de şimdiki BM konumunda olan Milletler Cemiyeti, Filistin topraklarını resmen İngiltere'nin vesayetine verdi. Oysa o topraklar bizimdi ve apaçık bir işgaldi!

Şerif Hüseyin, Osmanlı’ya ve Filistin'e ihanet konusunda İngilizlere verdiği sözü yerine getirdi ama İngilizler ona verdikleri sözü tutmadılar. Kendisine bütün Arap yarımadasının yönetimini vermeyi vaat ettikleri halde, şimdiki Ürdün topraklarına razı ettiler ve haçlı-siyonistlerin temsilcilik görevini günümüze dek sürdürerek İslâm Âlemine sürekli ihanet ettiler.

Olaylar birbirini izledi ve 1947'de İngiliz güçlerin kademeli olarak Filistin'den çekilmesi ardından 1948'in başlarında İsrail'in kuruluşu ilân edildi. İsrail'in kurulmasıyla birlikte Filistin Halk’ı aleyhine zulüm ve savaş başladı. Bu kez Filistin Halkına ikince kez Şerif Hüseyin'in oğlu ve zamanın kralı Abdullah ihanet etti. Kral Abdullah, Filistin halkına destek amacıyla (!) İngiliz kumandan Glop Paşa'nın emrindeki ordusunu Filistin topraklarına soktu. İngiliz Glop Paşa'nın emrindeki Ürdün birlikleri Filistinlilere: "Artık biz düzenli bir ordu olarak olaylara müdahale ettik. Sizin böyle dağınık bir mücadeleye devam etmenize gerek kalmadı" diyerek, Filistinlilerin Yahudi işgalinden kurtardıkları bölgeleri ellerinden alıyor, sonra oraları tekrar Yahudilere teslim ediyorlardı. Bu sayede Yahudiler, 1948 olaylarında sınırlarını daha da genişleterek bugün yeşil hat olarak adlandırılan hattın içinde kalan bölgelerin tamamına hâkim oldular.

Kral Abdullah'ın bir suikast sonucu ölümünden sonra tahta geçen oğlu Talal deli olduğu gerekçesiyle İngilizlerin de müdahalesiyle 1952'de tahttan uzaklaştırıldı. Yerine oğlu Hüseyin geçti. Hüseyin o zaman henüz 17 yaşındaydı. Yakın tarih olduğu için, Kral Hüseyin’in de babası ve dedesi gibi Filistin ve İslâm davasına yaptığı akıl almaz ihanetleri şüphesiz hatırlıyorsunuzdur. Ve şimdiki Kral Abdullah’ta aynı amaç içinde ihanetin kalesi olma onursuz ve şerefsiz bayraktarlığını sürdürmektedir.

Ümmetin ve Müslüman milletimizin şerefi Osmanlı, hiçbir zaman dinine, kardeşine ve vatan topraklarına fiyat etiketi koymamış ve değersel hiçbir varlığını pazarlık konusu yapmamıştı. Ürdün’ün alçak kralları ise para, toprak ve saltanat uğruna her değerlerini satmışlar ve amansız düşman belledikleri Türkleri ve ümmeti hep arkadan vurmuşlardır.

Şimdiki Ürdün Kralı 2. Abdullah kalkmış; İslam Devletinin Ürdünlü hain pilotunu yakarak cezalandırması akabinde “acımasız bir savaş başlatacağını” uluyor. Ulan köpek, senin her yerin savaş olsa dahi, kendilerini Allah’a adamış cihad ehlinin karşısında durabilir misin? Büyük dedesi, dedesi ve babası nasıl haçlı-siyonistlere köpeklik yapmış bir hainse, kendisi de ihaneti devam ettiren bir köpektir!

Kanları, hayvan kanından bile daha adi ve ucuz olan kral diyor ki, “Ürdün hükümetinden bu katil gruba son darbeyi vurmasını istiyorum. Çünkü Muaz’ın kanı bu kadar ucuz değil. Hükümetin ve İslam âleminin bu olanlar karşısında birleşip, onlara gereken cezayı vermesini istiyorum. Bu yaptıkları ne İslam ile ve ne de başka hiçbir insani değerle bağdaşıyor. İslam âleminden, Ürdün’den ve koalisyondan bu teröristleri ortadan kaldırmasını istiyorum."

Hain dedesi Şerif Hüseyin’de aynı ulumalarla Arapları provoke ederek Türklerin üzerine saldırtmış ve argüman olarak ne kullanmıştı biliyor musunuz; “Türklerin karınlarında sizin altınlarınız var.”  Şimdi hain torun 2. Abdullah, sanki İslam’mış gibi İslam âlemine seslenerek, kraliyetini kurtarma peşindedir. Kulu olduğu haçlı-siyonist efendileri kendisine yetmiyor mu ki, dedesi gibi Müslümanları birbirlerine kırdırmak istiyor? 

Allah’ın üzerine yemin ederim ki, kendisi de tıpkı pilotu gibi yakılarak can verecek ve Ürdün Kraliyet hanedanı ve işbirlikçilerinden bir teki geride kalmamak üzere tamamı kendi topraklarında yakılacaklardır. İdam ettikleri mücahidlerin şehadetleriyle sevinmesinler; zaten o muttakiler, Allah’a ulaşmak için geciktirilen idamlardan dolayı üzüntü duymaktaydılar. Dünyada bir kere yakılarak ölecekler ama ahirette ise hiç ölmeyip sürekli ateşin içinde kalacaklardır.

“Ateşten çıkmak isterler, fakat onlar oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır.” Maide 37