29 Mayıs 2014 Perşembe

Hem ihanet hem riyakârlık hem de lanet!



Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin İstanbul’u fethetmesiyle ilgili yapılan kutlamalar, ihanet ve riyakârlık içinde olan Türkiye’nin tüm pespayeliği ortaya koyan öyle bir yalandır ki, Ayasofya’nın camiden çıkarılıp müzeye dönüştürmesiyle ilgili Fatih’in lanetsi bedduasına aldırış edilmeksizin sürdürülen anmalar apaçık bir alaydır.
  
Hiçbir gücün fethetmeyi başaramadığı, uğruna on binlerce insanın öldüğü ve şehit düştüğü Bizans’ın merkezi İstanbul’u fethedip milletimize, Müslümanlara ve tüm dünya insanlığına hak ve şeref kazandırarak zulmü bitirip dünyadaki barış ve adaleti sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Ayasofya Vakfiyesinde yer alan vasiyetinde;  “İşte bu benim Ayasofya vakfiyem; dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse; ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamberin, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin, onların haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, Allah’ın azabı onlaradır. ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR.”

Allah’ın sadece Fatih’e nasip ettiği İstanbul’un fethi, bir çağ kapanıp bir çağ açılmasına neden olmuş; Allah da Fatih’i iki cihan sultanı olmakla ödüllendirip, peygamber efendimizin, o ne güzel bir asker ve o ne güzel bir komutan” hadisine mazhar kılmıştı.

Nefsi adına değil sırf Allah rızası ve peygamberimizin hadisine nail olabilmek için binbir meşakkatle ve binlerce şehid vererek İstanbul’u fetheden Fatih ve imanlı askerleri, Bizanssın simgesi Ayasofya’yı İslam’ın mabedine dönüştürmesi amacı yönünden bir hak ve ödediği bedelin karşılığıydı. Sanki ileride olabilecek ihaneti hissetmiş gibi hazırladığı vakfiyede varislerini uyarmasına rağmen Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ve halen sürmesi, hainliği meslek edinmiş torunlarının nasıl haçlı-siyonist mandası altında olduklarını kanıtlamaktadır.

Düşünebiliyor musunuz; Fatih ve askerleri, Yezid’in dahi ordularıyla gelerek fethetmek istediği İstanbul’u aylar süren kuşatması akabinde fethetmiş ama hain ve korkak varisleri müzeden camiye döndürememişlerdir. 12 yıldır iktidarda olan, nutuklarıyla ecdadına sadakat ve bağlılıktan bahseden Başbakan Erdoğan, düşünce ve duygularında samimi mi ve Fatih’in varisi olabilir mi?
   
1934 yılında Fatih düşmanı CHP; gücün, hâkimiyetin, tarihin, çağın, şerefin, fethin, bağımsızlığın ve egemenliğin abidesel sembolü Ayasofya'yı, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vasiyetine rağmen haçlı batının talebine binaen camiden çıkararak müzeye dönüştürülme kararnamesi dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından imzalanarak, Türkiye büyük bir lânetle karanlıklara gömüldü ve 85 yıldır bataklıkta çırpınarak birbirini yemekten sıyrılamadı.
  
Geçmişini, yüz akı devletini ve kahraman atalarını inkâr eden hainler yüzünden milletimiz lânete mahkûm oldu. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fetheder etmez ilk cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve Ayasofya’nın peygamberimizin fetih ile ilgili müjdesi ve İslâm’ın siyasi merkezi olduğu idrakiyle Ayasofya’ya ne kadar önem verdiği ve sevdiğini tüm dünya bilmekteydi.

Ayasofya’nın tam 481 yıl cami olup milyonlarca Müslüman’ın secde ettiği kutsallığından, 14.11.1934 tarihinde Fatih ve İslâm düşmanı CHP Diktatörlüğünce müzeye çevrilmesiyle milletimizin ve tüm dünya Müslümanlarının yüreğinde derin bir hüzün, kahır, acı ve hasret korlaşmış, aradan ne kadar zaman geçse de o korun aleve dönüşerek laneti kaldıracağı umudu hiç azalmamıştır. 
 
Şerefli, adaletli ve egemen Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı Bizans’ın fethidir. Diğer İslam devletleri gibi peygamber efendimizin müjdesine kavuşabilmek için binlerce kez İstanbul, Bizans’ın elinden alınmak istenmiş, ancak 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed Han, göğsü iman dolu kükreyen ve gövdelerini siper eden o mübarek askerleriyle müjdeye erişmişti. Ayasofyasız İstanbul, İstanbulsuz da Türkiye olamayınca göre; hangi gerekçe milletimizin kanını dökerek hak ettiği zafer sembolü Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarabilir?

Ayasofya’nın MS. 532 yılında Bizans İmparatoru Constantinius tarafından inşa edilmesindeki amaç, turistlere müze hizmeti vermek değil, doğrudan Tanrı'ya ve O'na ibadet maksatlı görkemli bir mabed yapmak içindi. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed de aynı amaçla kiliseyi camiye dönüştürerek Allah’a ibadet yeri yaptı. Ancak İslam’a, hilafete ve Müslümanlara savaş açan Bizans taşeronu CHP, Ayasofya gibi kutsî bir mabedi ruhsal özünden kopararak seküler materyalizme ve Bizanslılara peşkeş çekmişlerdir.

Haydi, CHP yaptı; peki, sonradan gelenler ne yaptı? Haydi, onlarda Bizanslıların tutsağında olduğundan laneti kaldıracak imansı bir cesarete sahip değillerdi. Ak Partiye ne demeli! Sıra söze gelince mangalda kül bırakmazlar, icraata gelince mazeretleri bitmez! Dolaysıyla Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle ilgili Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerine yapılan ihanet ve lanet ortada dururken; kutlamaların tamamı göz boyama, manipülasyon ve riyakarlıktır.

Ey Başbakan Erdoğan! Hani dünyaya meydan okuyordun; hani gündem belirliyordun; hani Müslüman milletinin önderiydin; hani Allah’tan başka kimseden korkmazdın; hani ecdadına sadakatli ve saygılı bir varistin; hani haksızlığa karşı susmayan bir mümindin; hani İslam âleminin lideriydin! Ayasofya’yı ecdadının bıraktığı gibi camiye dönüştürmemenin sebebi nedir? Kimden çekiniyor ve korkuyorsun? Hangi gücün etkisi altındasın? Ayasofya’nın müze olarak kalmasını sindirebiliyor musun? Acaba Ayasofya’yı camiye dönüştürmeyerek CHP’nin ihanetsi adımlarını izlemekle Fatih’in lanetine ‘eyvallah’ dediğinin farkında mısın? 

Unutmayın ki, Ayasofya cami olmadan lanetin merkezidir!

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır." Bakara 114

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Cepheleşme, kutuplaşma ya da kamplaşma bir hükümdür!



Allah, insanoğlunu yaratmasıyla birlikte şeytanı cennetten kovup kötülüğün elçisi kılmakla iyi ve kötü safları ayırmış; Allah’ın hükümlerine boyun eğip kulluk edenleri iyi, nefsine yani şeytana uyarak asi olanları ise kötü olmakla yaftalayıp; hak ile batılın, birlik ve beraberlik içinde olmalarını yasaklamıştır.

Allah’ın yüce ve tek dini İslam, ne ırkçılığı ne vatandaşlığı ne mantığı ne hümanizmi ne milliyetçiliği ne de ulusalcılığı kabul eder; dininin yeryüzünde egemen kılınarak hak ve adaletin inşası için kötüye yani batıla karşı mücadeleyi emreder. Dolaysıyla İslam; sorgu, tartışma, yorum ya da batıl temelde uzlaşma dini değil teslimiyettir. 

Ancak barış, çıkar ve hümanistlik gerekçesiyle küresel bir birlikteliğin yapısı için her ne kadar çatısal bir bütünlüğün inşasına çalışılsa da, ruhların ve Mutlak İrade’nin denetim altına alınamaması, çatının düşünceden pratiğe geçmesini engellemektedir.

Bir aile hatta bir arkadaş grubunda dahi düşünce, inanç ve bakış temelinde kutuplaşma mevcut iken, birbirlerine tamamen zıt fikir ve din sahiplerinin birlik ve beraberlik içinde olabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Çünkü kadersi fıtrat, düalite gereği izin vermez!

Doğru-yanlış, hak-batıl, helal-haram, meşru-gayrimeşru, özgürlük-kulluk bazında mutabakat sağlayamamış toplumların kamplaşmaması varlığın tabiatına aykırıdır. Hele Allah için yaratıldıklarına iman etmiş Müslümanların, kendi dinlerinden olmayanları kardeş kabul edebilmesi vahiy gereği haramdır ve apaçık bir küfürdür.

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır.” Al-i İmran 28

Cepheleşme, kutuplaşma ya da kamplaşma; hakkın yahut batılın saf seçimi doğrultusunda kaçınılmazdır. Zaten olmaması düalitenin sonu olur! Farklı düşünce ve inançtaki insanlara tahammül ederek hoşgörü, barış, hak ve adalet temelinde bir arada yaşamak ayrıdır. Nasıl ki dünyada tek ırk, tek din, tek millet, tek devlet ve tek vatan olarak birlik ve bütünlük tesis edilemiyorsa, bir ülke içinde de başarılamaz. Ama politika dünyası, bir şeyi olduğu ya da fıtratı gibi kabullenerek adalet çerçevesinde dengeyi kurmak yerine, büsbütün çözümsüzlüğe götürerek gizliden gizliye ütopik bir tanrısallığı oynamaktadır.     

“Problemi yaratan beyinle problemi çözmek mümkün olmaz.” A. Einstein

Örneğin ben bir Müslüman’ım! Nasıl olur da ateistle, hıristiyanla, yahudiyle, budistle, laikle, kemalistle, sosyalistle, liberalle, zerdüştle, aleviyle, ırkçıyla kardeş olabilirim? Nasıl olur da aynı düşünce ve inancı paylaşıyormuşum gibi birlik ve beraberliği sindirebilirim? Nasıl olur da ruh ve beden misali bir bütünlüğü kabul edebilirim?

Nasıl ki devletler, ülkeler ve milletler başkalarıyla aralarına hudut çekerek bağımsızlıklarını ortaya koymuşlar ise, her düşünce ve inanç sahibi de bağımsızdır ve zoraki dayatmayla tek saf ve çatı altında bütünleştirilemezler.

Dolayısıyla ne müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinerek kardeşliği kabul edebilir, ne de kâfirler müminleri dost edinerek kardeş kabul edebilir!

Ki, farklı düşünce ve inançlara düşmanlığın en şiddetlisi Türkiye’de mevcut olup, sırf İslami imaj ve kıyafetlerinden dolayı vahye iman etmiş Müslümanlar hasımlarmış gibi aşağılanıyor, itilip kakılıyor ve her yerden dışlanıyorlar. Her ne kadar yasalarla güvence altına alınmışlar ise de kalplerdeki kin ve nefret, seçtikleri hükümeti dahi tehdit etmektedir.  Sonra da cepheleşmeyelim, kutuplaşmayalım ve kamplaşmayalım diyerek, hümanist ve uyruk maskesiyle sözde kardeşlik, birlik ve beraberlik gösterisi yaparlar.

Yok böyle bir şey! Zaten Müslümanlar, Allah’ın musallat ettiği cinsel şeytanın vesveselerine ve hilelerine aldanarak imanlarını yitiriyorlar; birde insansal şeytanlara kanarak dinlerini kaybedemezler.

Bakın! Mısır’da, halkın seçtiği Müslüman iktidara askeri darbe yapılıyor, haçlı-siyonist batı darbecilere destek verip yardımda sınır tanımıyorlar; Tayland’da halkın seçtiği hükümete askeri darbe yapılıyor, haçlı-siyonist batı karşı çıkıp yardımlarını kesiyor! Dolayısıyla vahye iman etmiş Müslüman isen, seküler dünyaca ne insan görünüyor ne de iktidarın kabul ediliyor!

Evet! Allah’ın emrettiği safta olan bir Müslüman olarak, tabiiyeti neresi olursa olsun vahye iman etmişlerin yanında olup, Müslüman olmayanlarla birlik ve beraberlik içinde olamam, dost edinemem, kardeşlik yapamam ama Rabbimin hükmü gereği saldırmadıkları müddetçe barış ve hoşgörü içinde tahammül eder, insani ihtiyaçları durumunda yardımdan kaçınmam. Dolayısıyla benim kardeşim ve dostum, ancak Allah’ın dost tuttuklarıdır.

“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” Bakara 257
  
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” Nisa 144

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 120

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide 51

25 Mayıs 2014 Pazar

Egemen ve çağdaş insana depremden korkmak yaraşır mı?



Hani insan; özgür iradesi, üstün aklı, bilimsel yaratıcılığı, kadere meydan okuyan tedbiri, musibetleri engelleme gücü, ufkun ötesini görme bilgeliği, tehlikeleri bertaraf etme dirayeti, yeryüzünde hüküm sürme bağımsızlığı, mutlak bir teknolojiye sahipti; neden birkaç saniyelik sallantıda panikten korktuğu depremin dokundurmadığı zararı kendine verebilmektedir?  

Oysa bilimleri, teknolojileri, yenilmez iktidarları, övündükleri teorileri, güvenceleri, öncesini haber veren istihbaratı kaynakları, akademik bilginleri, icatları, yer altı ve gökyüzünde gözleri ve gözlemleri, her şeyi gözetleme ve takip etmeleri, üstesinden gelemeyecekleri vaatleri, tedbirsel güçleri vardı!

Ama görülüyor ki, ilk çağdaki insanların depremle karşılaşmaları sırasındaki korkuları, panikleri, feryatları, intihar edercesine kaçışları, sığınacak yer arayışları, ölümleri nasıl ise, gelişmişlikle övünülen bugünde devam edebilmektedir. Öyleyse nerede o yaratıcı bilim, teknoloji, çağdaşlık, aydınlık, iktidarlık ve güven? Bu durumda günümüz çağdaş insanların, çağdışı addedilen insanlardan ne farkı vardır?

Allah’a meydan okuyan insanın basit bir sallantıdan dolayı korkup kaçması; nasıl bir bilim, çağdaşlık, aydınlık, teknoloji ve tedbirle izah edilebilir? Allah’tan değil de salıncağından ürpererek kurtulabilme amacıyla kendini camlardan aşağı atabilen, evlerini terk ederek sokaklara dökülen insanlar; neylerine güvenerek ‘ben’ diyebilmekteydiler?

Meydana gelen hafif bir depremle insanların endişe içindeki düşünce ve davranışlarının ilk çağdaki toplumlardan daha beter oldukları aşikârdır. Öyleyse maddede yapılan değişimler ruhta başarılamamış ise; övünülen ve tanrılaştırılan bilim ve teknoloji ne işe yaramaktadır? Korku, kaygı, yaralanma, ölüm, yıkım, tehlike ve dehşetlerle ilgili ruhlara güven ve engelleyici tedbirlerle itimat sağlanamamış ise, insana ne verilmiştir? Ancak sekülerist anlayışa göre insan da maddeden ibaret görülmesinden madde misali süslemenin kâfi olduğu düşünülse de, maddede olmayan akıl ve duygular yalanlarını kanıtlamaktadır.   

İlk insan Hz. Âdem devrinde insanın hisleri ne ise, bugünde aynıdır. Öyleyse geliştirilen, değiştirilen ve dönüştürülen nedir? Düşünebiliyor musun; salıncakta sallanıyor; kayığa yahut gemiye biniyor; otomobille, otobüsle, trenle ya da uçakla seyahat ederek sallanıyor ama depremin sallamasından korkuyor? Oysa onların sallamasından oturduğun binanın sallanmasının ne farkı vardır? Diyorsun ki, bina yıkılırsa ölürüm; peki, içinde bulunduğun araçlar kaza yapınca sağ mı kalıyorsun? Ya 5-6-7 şiddetinde değil de 8-9-10 şiddetinde bir deprem olursa ne yapacaksın? Kurtulabilmek ümidiyle kaçtığın yerin yarılarak içine düşmeyeceğin ya da kurtulmakla sevinirken bir tuğlanın başına düşerek ölmeyeceğin ile ilgili bir teminatın mı var? Hani Allah’a karşı ‘ben’ diyerek böbürlenmek suretiyle yazgısına ve hükümlerine itaati gericilikle aşağılıyordun? Hani ‘ben’ bilirim diyordun? Hani kaderini kendin tayin ediyordun? Hani Mutlak İrade’ye karşı aklını ve iradeni üstün tutuyordun? Hani bilim her şeyin üstesinden gelir diyordun?
     
Asıl trajikomik olan ise, deprem sonrası ortaya çıkarak bilim adına günlerce yorum yapan şu deprem uzmanları ya da yerbilimcileridir. Depremin zamanını ve olabilecek etkisini bilmezler, depremi durduramazlar, gücünü azaltamazlar, önleyici tedbirler alamazlar, olası zararlarını engelleyemezler, sismik dalgalara müdahale edemezler, yerküreyi denetim altına alamazlar ama her şey olup bitip felaketler yaşandıktan sonra kamuoyunun karşısına geçerek, öğrencilerine ders anlatıyorlarmış gibi teorik bilgiler verirler. Oysa öncesinde depremin oluşturduğu aktiviteleri, levhanın gerilmesini ve oluşan basıncı engellemeleri gerekmez midir? Hani biliyorlar ya!

Aslında bilim, ne olduğunu insanoğluna öğretiyor ama insan, yaratıcıya galebe çalabilmek için gerçeği kabullenmiyor. Bilim, doğruya erişmenin neredeyse imkânsız olduğunu ve ulaşılıp ulaşılamayacağı konusunda hiçbir zaman emin olmayıp sadece tahminle yetindiğini itiraf ediyor.  

Daha anlaşılabilir açık bir anlatımla; bilim, örneğin yıldırımın taşıdığı negatif veya pozitif iyonlardan bahsederek çarpması sonucu meydana gelen büyük zararları ve ölümleri engelleyebilmek için paratoneri (yıldırım önleyici) keşfetmiş ama mutlak bir denetim gücünü sağlayamamıştır. Günümüzde dahi uçaklara, diğer taşıtlara, kentlere ve insanlara yıldırım isabet ederek ölümler, yangınlar, kazalar ve yıkımlar oluşabilmektedir. Dolayısıyla bilgi sahibi olmak çözüm değildir. Ya da 18. Yüzyılda madenlerdeki grizu patlamalarını önlemek maksadıyla keşfedilen “faraday cage”, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen o kadar geliştirilmesine ve yüzlerce tedbir alınmasına rağmen grizu patlamalarına son verilebilmiş midir? Bilginin mutlak bir yaptırımı yok ise, o bilgi heybesinde yüzlerce kitap taşıyan merkepten farksızdır.      

Asıl cahil ya da sefil kimdir bilir misiniz; bilgisinin yahut iktidarlığının karşılığını ortaya koyamayandır. Madem bilim, teknoloji ve yasalarla her şeyin üstesinden gelinebiliyor, belirsizlikler giderilebiliyor, gözetleniyor ve takip edilebiliyor; neden olumsuzluklardan, kötülüklerden, savaşlardan ve felaketlerden korunamıyor?

Dolayısıyla her sözünün fiiliyatta karşılığı olana mı, yoksa söylediği ya da bildiği halde yaptırımı olmayanlara mı güvenmelidir?  

“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir.” Nahl 40 
  

23 Mayıs 2014 Cuma

İşte hayat; tedbir mi, takdir mi?



Siyasetçisinden ilahiyatçısına, bilim adamından askerine, iş adamından işçisine, evdekinden sokaktakine kadar herkes konuşuyor ve tartışıyor ama yaşananla değil mantıksal teorilerle sonuç çıkarıyorlar.  Böylece çelişki, tutarsızlık, taht ve irade savaşı ya doğrudan ya da dolaylı olarak sürdülüyor! 

Kimi diyor, tedbirini al takdiri kadere bırak; kimi diyor, tedbir almakla her olumsuzluğu üstesinden gelirsin; kimi diyor, tedbir de kaderin bir gereği olduğundan insanın iradesiyle yapabileceği bir şey yoktur; kimi diyor, herkes kendi kaderini çizer; kimi diyor, tedbir kaderi engeller gibi birçok farklı iddialar, yorumlar, dinsel bakışlar, mantıksal açılımlar ve bilimsel kuramlar…
   
Oysa her hayat, okunabildiği takdirde yaşamdaki ruhi ve fiziki gerçekleri kanıtlayıcı tecrübelere vakıftır. Lakin insan, kendi hayatını irdeleyerek çözme yerine hep başkalarının hayatlarına merak duymasından öykü, roman ve sinemalara itibar eder. Ne yazık ki oralarda geçeni de sorgulayarak muhakeme edemez.

İngiliz bir aile, yaz tatili için İskoçya’nın uçsuz bucaksız orman köylerinden birine gider. Bunlar, tek çocukları olan aristokrat bir İngiliz ailesidir. Köyün dayanılmaz çekiciliği ailenin genç çocuğunu cezp eder. Her yeri rengârenk eşsiz kokulu çiçekler, birbirlerine nazire yapan bitki ve ağaçlar genci o kadar büyülemişti ki, bilmediği bir yer olmasına rağmen tek başına dolaşmaya çıkar. Gezer, gezer ve ağaçlar arasında çok çekici bir su birikintisi bulur. Lakin o su birikintisi, yemyeşil bataklık bir gölcüktür. Hiç düşünmeden, kimseye sorma ihtiyacı duymadan ve tedbir almadan kendini suya bırakır ama az sonra olacaklardan habersizdir.

Ne tedbir almış ne ailesi nerede olduğunu biliyor ne de yardım edebilecek kimse yanında bulunmaktaydı. Suya atlamasıyla hem bacağına kramp girmiş hem de çırpındıkça bataklık tarafından aşağı doğru çekilmeye başlamıştı. Böylece korku ve dayanılmaz acılarla ölümle karşı karşıya kalmış ve canhıraş feryatlar savurarak; “İmdat, İmdat” diye bağırmasıyla ormanın sessizliğini deliyor, hayvanları ve böcekleri dahi kaçırtıyordu.  

Bir müddet sonra, az ilerideki bir çiftlikten sesi duyulmuş ve yoksul bir çiftçi gelerek, kendisini bataklıktan çıkartmak suretiyle hayatının kurtulmasına vesile olmuştu. Oysa hiçbir tedbir almadan ıssız bir yerde bataklığa saplanmış, üstelik bacağına kramp girmiş bir gencin kurtulabilmesi söz konusu değildi. Ya o çifti, o anda çiftlikte değil de başka bir yerde olsaydı, ya sesini duymasaydı, ya zamanında yetişemeseydi, ya da sese kulak vermeyip umursamasaydı! Şüphesiz eceli gelmiş olsaydı o çiftçinin yardıma koşabilmesi mümkün değildi.

Düşünebiliyor musunuz; dünya, öylesi gizemli olayların baş gösterdiği bir sahnedir ki, insan, şehrin merkezinde ve kalabalığın ortasında yardım bulamayarak ölebilirken, ıssız bir ormanda yardım alarak hayatta kalabiliyor!

İngiliz baba, oğlunu mutlak bir ölümden kurtaran köylüyü ziyaret eder. İngiliz baba, çiftçiye; “Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum” der. Yoksul ve onurlu çiftçi; “Kabul etmem!” diyerek ödülü geri çevirir. Tam bu sırada kapının aralığından çiftçinin küçük oğlu görülür. İngiliz baba; “Bu senin oğlun mu” diye sorar. Çiftçi gururla “Evet” der. İngiliz, “Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver, iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur” der. Çiftçi de kabul ederek oğlunun eğitim alması için İngiliz’e teslim eder.

Aradan geçen uzun yılların ardından bataklıkta ölmek üzereyken son anda kurtarılan İngiliz aristokratın oğlu Winston Churchill, İngiltere Başbakanı; yoksul çiftçinin oğlu ise, dünyaca tanınan ve penisilini keşfeden ünlü bilim adamı Alexander Fleming’dir.

Mutlak iradenin yazgısı devam eder. 1945 yılının bir kış günü, İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchil, Afrika’ya yaptığı bir ziyaret sırasında amansız bir hastalığa yakalanır. Bu, zamanın vebası olan zatürreedir ve henüz tedavisi yoktur. Ancak İngiltere de deney aşamasında olan bir ilacın bu hastalığı tedavi ettiği Churchill’e söylenir.

Başbakan Churchill, hastalığından dolayı öylesine ağırlaşmıştır ki, yine ölmek üzeredir ve sayılı dakikaları kalmıştır. Hemen ilacın mucidi olan Alexander Flemming, uçakla Afrika’ya getirtilir ve can çekişmekte olan yaşlı Başbakan Churchill’e ilacı uygulayarak ölmek üzere olduğu hasta yatağından kalkmasına vesile olur.

İskoçya’nın uçsuz bucaksız bir köyün bataklığında başlayan Churchill ve Flemming’in tanışması, birlikteliği ve gelişen olaylar; rastgele mi, tesadüf mü, akıl mı, tedbir mi, kader midir?

Bu öylesine programlanmış bir senaryo ki, şüphesiz yaratıcı Allah’ın yazgısından başka bir şey olamaz! Ortaya çıkan başka bir gerçekte; sürekli tartışılan tedbirin kişinin veya devletin iradesiyle değil kaderin yazgısıyla alınmasıydı.

Yoksul bir köylü olan çiftçinin oğlu Sir Alexander Flemming, keşfettiği Penisilin ile Winston Churchil’in hayatının kurtulmasına yine son nefesinde ikinci kez aracılık eder. Sonuçta Churchill, atlattığı onca badirelere rağmen gelen ecelinden kurtulamayarak 1965 yılında 91 yaşındayken inmeden öldü. Ki, öldüğü zaman sağlığıyla ilgili her türlü olanaklar yanı başında ve doktorlarının gözetimindeydi!  

Böylesi gerçek bir senaryoyu kurgulayabilecek; eksiksiz, hatasız ve kusursuz oynatabilecek Etkin bir Aklın ve Mutlak bir İrade’nin yaratıcıdan başkasına ait olabilmesi mümkün müdür? Öyleyse tartışılan nedir?

Eğer kurtulacaksan, tıpkı Churchill gibi ormanın ıssız derinliklerinde bir bataklığa da saplanmış veya Afrika’nın bir ucunda ölümüne beş kala iniltiler içinde kıvranmış olsan da Yaratıcı, aracı kılacağı vasıtaları sana ulaştırır; eğer ölümcül ve çaresiz bir hastalığa yakalanmışsan bile o hastalığı tedavi edecek keşfi dahi aynı anda yaptırtarak bir müddet daha hayatta kalmanı sağlar. Her şey bir şeye bağlı gelişir, ona göre lehte ya da aleyhte sebepler yaratılarak sonuca gidilir. Çünkü öncesinden yazılmış “o kitap” ne hüküm vermiş ise, onun dışına çıkabilmek mümkün değildir.

Soma’daki ya da meydana gelen diğer bireysel yahut toplumsal ölüm ve felaketlerin bu olaydan hiçbir farkı yoktur. Yazgısına göre kimi kurtulur, kimi yaralanır, kimi sakat kalır, kimi bitkisel hayat yaşar, kimi de ölür! Buna sen değil, seni yaratan karar verir!

(Resulüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16