28 Kasım 2013 Perşembe

Nefsi sevme; nefsi nefret etme ki;

Hak ve adaletten sapmayasın!

Herhangi bir kişiye, topluma, düşünceye veya ırka karşı duyduğun sevgi ya da nefret, nefsi bir yargı yahut önyargı taşırsa şeytanidir. İnsanı insan yaparak erdemliğe ve halifeliğe ulaşmasını sağlayan peşin hükümlerden ve nefsi duygulardan uzak yargısıdır.

Nefis yani benliğin düzen içinde biçimlenip dengelenebilmesi maksadıyla Allah kurallar indirmiş, böylece kötülüğün elçisi şeytandan sakınılabilmesi adına bencil tutku ve arzulardan alıkonulmasını sağlamıştır.
İnsanın heva ve hevesi, şeytanın kontrolü altındaki nefsidir, bu sebeple insanın iyiliğini istemeyeceğinden Allah’a karşı asileştirir. Ancak nefsinin isteklerini değil de Allah’ın hükümleri dikkate aldığında, nefsin baş edilemeyecek azgınlığa ulaşması engellenir.
       
İnsan bir kul olduğunu bildiği halde nefsini okşayan övgülere karşı pek acelecidir ve vahye aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı yapılan eleştirilere tahammülsüzdür. Özellikle lider konumundaki dini ve siyasilerin nefisleri öyle galebe çalmıştır ki, sanki hatadan münezzeh tanrılarmışçasına yanlışlarını kabule yanaşmaz, eleştiride bulunanları ya da daha nazik bir ifadeyle kusurlarını hediye edenleri düşman belleyerek yanından uzaklaştırır.

Vahye ters düşünen, davranan veya siyaset yapan kimseleri nasıl şiddetle eleştirdiğim ve tepki koyduğum malumunuzdur. Velev ki babam ve kardeşim dahi olsa taviz vermeyip adil olmakla emrolunmuş bir Müslüman olarak, asla nefsi bir yargıya gitmem, dün kıyasıya eleştirdiğim birinin vahye mutabık doğrusuna şahit olduğumda da kıyasıya över ve önünde siper olurum. Yaratıcı Allah’ta öyle buyurmuyor mu?

Örneğin; Başbakan Erdoğan’ı vahye aykırı siyaset gütmesinden o kadar çok eleştirmeme ve ağır ithamlarda bulunmama rağmen dik durmaya başlamasıyla destekleyip arkasında olmam, maalesef bazı arkadaşların tepkisini çekmiş; şeriata düşman bir batıla nasıl sahip çıkabildiğimi sorgulayanların yanında neredeyse beni menfaat sağlamakla dahi suçlayanlar olabilmiştir. Doğru! Aslında beni safa çekmek, yanına almak, peşinden sürüklemek, savundurmak çok kolaydır ve bedelsizdir. Yeter ki Kur’an’ın emrettiği yolda olunsun ve azgına karşı dik durulsun!

Eğer insan, dünkü yanlışını ertesi gün doğruya çevirmişse, asla nefsi bir önyargıda bulunmayıp yanında biterim. Dolayısıyla bugün itibariyle küfür safına karşı batıl etkileri taşısa da Başbakan Erdoğan’a destek olmak, her Müslüman ve insanın vesvesesiz yükümlülüğüdür. Özü sağlam olanın söz ve davranışlarındaki aykırılıkları baz alarak kendisini harcamak, kesinlikle doğru değil ve dinen de yasaktır. Önemli olan onu yalpalandığı hakkın yoluna getirebilmektir. Ama özü bozuk olanın söz ve davranışlarındaki doğruları da asla yanıltmamalıdır. Onun için geçerli olan özdür! Boyaları dökülen veya bir kısım tadilat gerektiren bir binayı temelden yıkar mısınız, yoksa onarır mısınız? Ancak sağlam değil ise tadilatınız bir işe yarar mı?

Evet, “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır” diyebilecek kadar vahye savaş açmış F.Gülen ile ne gibi nefsi ve çıkar çatışmam olabilir ki sert bir mücadeleye girmiş olayım? Birçok Müslüman’ın zihin ve kalbini iğfal ederek İslam’dan uzaklaştırıp batılla harmanladığı bir inanca götüren Gülen’i görmemezlikten gelerek aleyhime Allah nezdinde delil mi vermeliyim? Aman ‘hocaefendidir’ toleransıyla küfrüne ortak mı olayım? Onunla ne için mücadele ediyorum; “Müslümansan Allah’ın emrettiği gibi Kur’an’a tabi ol, değil isen Müslüman maskesi takarak müminleri baştan çıkarma” diye! Çünkü Müslümanlar çok çeşitli Lawrence’lere güvenmelerinin bedelini vatanlarıyla ödemişlerdir.
     
Ne zaman ki F. Gülen “Kur’an Müslümanı” olur, işte o zaman tıpkı Başbakan Erdoğan’ın yanında yer almamın ötesinde önünde kendimi siper ederim. Her kim Allah’ın hükümlerine kayıtsız-şartsız itaat ediyor, ya da en azından ayetleri nefsine peşkeş çekerek yorumlara kalkışmıyor ise, safında yer almak Allah’ın hükmüdür. Bir saniye sonrası için hayatta kalma garantim yok ise, dünya nimetlerine karşı imanıma etiket koyabilmem mümkün olabilir mi? Şu yazıyı bitirip dikkatinize sunmaya dahi yaşam teminatım yok ama dünyadan sınırsız beklentilerim olabilmesi; insan olamayacağım gibi zırdeli bir mahlûk olduğuma da açık bir kanıttır.

Nefis, nasıl ki şeytanı cennetten kovdurtup ebedi cehenneme mahkûm etmiş ise, hiçbir konu ve ilişkinizde nefsi davranmayınız. Dolayısıyla ne sevginiz ne nefretiniz ne muhalefetiniz ne de desteğiniz nefsi olmasın! Şeytanın insanlar için bir biçim olduğu idrakiyle düşünce ve tavırlarınızı gözden geçiriniz ki, akıbetiyle karşı karşı kalmayınız. Çünkü Allah için sevmek ve nefret etmek, imanın ta kendisidir.

Hz. Ebu Zer (r.a) şöyle anlatıyor:

Bir gün Allah’ın Resulü (s.a.v) yanımıza çıkageldi ve topluluk halinde oturan bize; “Allah’ın en çok sevdiği ameller hangileridir, biliyor musun?” sordu.

Bir sahabi, ‘Namaz ve zekâttır’ dedi; diğer bir sahabi ise ‘Cihaddır’ cevabını verdi. Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu: “Allah’ın en çok sevdiği ameller, Allah için sevmek ve Allah için nefret duymaktır.” 

Kaynak: Ebû Davud Sünne 3, Müsned 5/146

27 Kasım 2013 Çarşamba

Gülen’in okul açtığı ülkede İslam yasaklandı…

Bu da ne demek şaşkınlığınızı hissediyor ve “ne saçmalıyorsun” tepkilerinizi soğukkanlılıkla karşılıyorum. Öyle ya, Müslüman iş adamlarının sırf Allah rızasını kazanabilmek uğruna yaptığı fedakârlıklarının karşılığı İslam’a ihanet olabilir mi? Cihad yaptıkları inancıyla vatanlarını terk ederek dünyanın uzak diyarlarına göç eden öğretmenler, dinlerine mi ihanet ediyorlar?  Aman yarabbi, bu nasıl bir oyun; bu nasıl bir tezgâh!

Cemaat, İslami değil de ulusalcı bir cemaat midir ki, Türk Okulları açarak Türkçe dili ve şarkılarını öğretebilmek maksadıyla böylesi zorlu ve meşakkatli bir yola baş koyabilmişlerdir? Acaba Müslümanlar, zekât, sadaka ve yardımlarını İslam için değil de Türkçe için mi yapmaktadırlar? Onun için mi İslam karşıtı başta ABD olmak üzere Siyonistler ve haçlılarca okullar övülüp desteklenebilmektedir? Neden Vatikan Türk Okullarının arkasında durmaktadır? Türk Okulları vahiy aleyhine bir fitne; Hıristiyan, Yahudi ve İslam karmalı Gülenizm mezhebinin yapı taşları mıdır?

Nüfusunun % 95’i Hıristiyan olan Afrika Ülkesi Angola, sayıları yaklaşık 80 bin civarında bir Müslüman nüfusuna sahiptir. Ecdadımız, İslam dinini egemen kılabilmek için at koşturmadığı, gemi yüzdürmediği bir yer bırakmamış, batılı hakka dönüştürebilmek için nice canlar feda etmişti. Tıpkı ecdadımızın yolundan gidildiği umuduyla Türk Okullarının eğitim seferberliğine gönül vererek mallarını son kuruşuna kadar adayan Müslüman milletimiz, F. Gülen’e öyle inanmış hatta iman etmişti ki, İslam’ın dışında hiçbir amacının ve hesabının olmayacağı güvencesiyle kendisine teslim olmuşlardı.

Lakin gelişmeler tam aksini göstermiş, aralıklarla yazdığım yazılarla gerek şahsım gerekse diğer Müslümanların uyarıları cemaatçe “yalan ve iftira” gibi ithamlarla püskürtülmüş, gerçeğin açık perdeleri baskı, tehdit ve davalarla kapatılmaya çalışılmıştır. Çünkü hocaefendi denilen zatın hatipliği, kıvrak zekâsı, ilmi, takkesi ve gözyaşları, cemaatin uyanışına kalkan olmuştu. Tıpkı mucizeler gördükleri halde hakikati idrak edemeyen mühürlüler gibi!

2008 yılında cemaatin ‘Ümit Okulları’ kurumsal kimliğiyle Angola’da açtığı Türk Okulları, nüfusunun % 95 Hıristiyan olan Angolaların İslam’la şereflendirileceği beklentisi doğurmuş, amacı İslam’a hizmet olduğu düşünülen Türk Okulları aracılığıyla Müslüman nüfusunun artacağı sanılmıştı. Ancak okullarının Türkçe dili ve Türkçe şarkılardan başka bir hedef taşımadıkları, ülkemizde her yıl düzenledikleri Türkçe Olimpiyatları adı altındaki şarkı organizasyonlarından da bilinmektedir.

Angola, Hıristiyanlıktan önce yerel inançlara sahip bir toplumdu. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleriyle bir kısmı Katolik bir kısmı da Protestan mezheplerine iman ettiler. Gülen Hareketinin aksine Hıristiyanlar çeşitli amaçlarla girdikleri her ülkede dini propagandalarını ve hizmetlerini öncelik yapmış ve tek bir Afrikalıyı Hıristiyan yapabilmiş olmayı hizmet ve zafer ilan etmişlerdi. Dolayısıyla dili değil dini hedef alarak ülkeyi Hıristiyanlığa götürmüşlerdi.

Angola’da yaklaşık 5 yıldır varlığını sürdürüp bürokrat ve siyasilerin çocuklarını eğiterek başarısından dolayı memnuniyet ve takdirler kazanan Türk Okulları, nasıl bir imaj doğurmuş ve Hıristiyanlarla nasıl bir ittifak yapmış olmalıdırlar ki, Angola’da İslam yasaklanıyor, camiler kapatılıyor ya da yıkılabiliyor? 
Angola Kültür Bakanı Roza Cruze Silvia, “Camileri kapatmak yasadışı dini gruplarla mücadeledir. İslam’ın Adalet ve İnsan Hakları Bakanlığı tarafından yasal olarak kabul edilmediğini, dolayısıyla İslam’ı yasal olarak kabul etmiyoruz” açıklaması, Türk Okullarını da kapsıyor mu? Angola’daki Türk Okulu, meşruiyetini sürdürebilmek için Hıristiyanlaştı mı? Ya da “Biz Kur’an Müslümanları değiliz, önderimiz Hz. Muhammed değil Vatikan, ABD ve Avrupa’nın da arkasında bulunduğu Fettulah Gülen mi” savunmasını yapmışlardı? Yahut Vatikan, Türk Okullarıyla ilgili Angola Devletinin dikkatini mi çekmişti?


Aydınlanabilmek amacıyla son birkaç soru: Türkiye’de dershanelerin okullara çevrilmesini İslam’a darbe, ihanet, Firavunluk gibi aşağılamalarla adeta savaş açan Gülen, okulu olduğu Angola’da İslam’ın yasaklanması, camilerin kapatılması ve yıkılmalarıyla ilgili ne yaptı?

24 Kasım 2013 Pazar

Ortaöğretim yetmez, üniversitelerde de son verilmelidir…

Her konuda olduğu gibi kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmaları teoride tartışılmakta, pratikte ne getirip ne götürdüğü alakadar etmemektedir. Ancak yıkıcı sonuçlar ortaya çıkınca dizler dövünmekte, ağıtlar yeri göğü inletmekte, gözyaşları yağmur misali boşalırcasına sele dönüşmektedir.

“Bir kuramın doğru yahut yanlışlığı ancak yaşanılan hayattaki karşılığı ile kanıtlanır” ilkemi baz alarak konuya açıklık getirecek, felaketin daha anlaşılır olabilmesi açısından aşırı yaklaşımlarım olması durumunda affınızı rica ederim.

Maalesef eski Yunanlıların hilesel bilgi taktiği sürdürülerek, edinilmeye değer bilginin yaşanılan olaylardaki somut kanıtlarla değil de beyin hücreleri çalıştırılarak (nasıl çalıştırılıyorsa!) elde edilen teorisel bilgi tuzağı günümüzde de etkisini korumaktadır. İşte nefse hitap eden parıltılı düşünceler cehennemi cennetmiş gibi algılatmıyor mu?
  
Yaratıcı Allah’ın yarattığı insanların nefislerini dizginleyebilmeleri için etkileşime sebep olacak her türlü fitne, kışkırtma yahut tahrik edici durumlardan kaçınabilmeleri için mahrem ve namahrem ile ilgili düzenleyici birçok ayet indirdiği malûmdur. Çünkü şeytan, nefislere nüfuz edebilmek için her fırsatı lehine çevirebilmek maksadıyla tetikte beklemektedir. Bu sebeple ona fırsat doğuracak tüm kapıların kapatılması vahyin bir hükmü ve ahlâki kuralların tartışılmaz bir gereğidir.

Her ne kadar kadın ve erkek cinselliğini biyolojiden ibaret doğal bir masumiyet olduğu dayatılmaya çalışılsa da, insan cinselliğinin sadece doğal ve fizyolojik bir olgu olmayıp nefsin güttüğü bir şehvet, doyum ve karşı konamaz arzu gerçeği aşikârdır. Öyle ki, ticaretin her alanında ‘olmazsa olmaz ‘ etkisini sürdürmekle kalmayıp bilfiil ticarette de yerini alarak milyarlarca doların döndüğü bir imparatorluk sektörü haline gelmiştir. Dolayısıyla cinsellik, su ve hava misali vazgeçilmez bir hakikattir ancak helal yani meşru yahut haram yani gayrimeşru olması önem ihtiva etmektedir.

Şüphesiz çocuk gelişimi için korkunç bir tehlike olan cinsel özgürlük, tüm dünyada ciddi bir suç haline gelen ve geçmişte de Türkiye’nin izlemede birinci geldiği ‘çocuk pornosu’, özellikle ergenlik çağına ulaşmış çocukların takip ve disipline edilmesini zaruri kılmaktadır.

Hani diyorlar ya; “orta öğretimdeki kız ve erkek öğrencilerin karma eğitim yapmalarının ve dekolte giyinmelerinin cinsel açıdan bir tehlikesi bulunmamaktır” diye!

Ne var ki yaratıcı Allah, harami bir ilişkiyi önleyebilmek amacıyla ergenlik çağına ulaşıp şehveti derinliklerinde hissedenler için evliliğe izin vermiş, lakin Allah’ın kıldığı harama karşı çıkan çağdaşlar, küçük yaştaki çocuklar evlenemez tepkilerine karşı o çocukların ellenmelerine, koklanmalarına, sevişmelerine, doyumlarına ve teşhirlerine özgürlük gerekçesiyle dolaylıda olsa razı olabilmektedirler.

Çocuk yaşta başlayan cinsel özgürlüğün sapıklığa gitmesi, cinsellikle çok erken tanışmış olmasındandır. Artık normal ve helal birleşmelerden heyecanlanamayarak tatmin olamayan insan, akla hayale gelmeyecek fanteziler kurarak sapkınlığın her türlüsüne sapmaktadır. Siyasi Partilerin dahi peşinden koştuğu LBGT’lilerin bunca artışı nedendir diye hiç sorgulandı mı?
    
Teknolojinin gelişimiyle cinselliğin ve tahrikin hoyratça sergilendiği okullar, sokaklar, evler, sinemalar, diziler, programlar ve çağdaşlık kompleksi taşıyan ebeveynlerin sağladığı altyapıyla kıvama gelen çocuklar, daha küçük yaşta iken şehvetleri tavan yapmakta, önce aile içinde başlayan ensest ilişkiler okullarda devam ederek üniversitelerde de hamile kalmalarıyla en vahşi cinayetlere kadar sürmektedir.

Her ne kadar kontrol hapları ve araçları kullanılsa da, topraklar öldürülmüş bebek cesetleriyle doludur. Sadece deşifre olanlar bilinmektedir. Artık şehvet öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, her yer seks herkes tatmin olabilme arayışında ve ılık ılık akıtma peşindedir. Sadece ortaöğretim ve üniversite öğrencilerimi; evliler dahi eşlerinden gerekli heyecanı alamamaları bahanesiyle fırsat yakaladıklarında geriye tepmemektedirler. Velev ki eşinin arkadaşı, akrabası, çalıştığı yahut yolda tanıştığı biri olsun! Hani Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç diyor ya; “Adamı çok seversiniz ama her gün karşınızda. Yüz eskimesi olabilir, her gün kaymaklı baklava yenmez” misali! Çocuklarla ilgili DNA yapılmış olsa, büyük bir çoğunluğunun gayrimeşru çocuklara sahip oldukları tartışılmaz bir gerçektir. Ki, bununla ilgili bir sebeple ortaya çıkmış birçok habere şahit olunabilmektedir!

Geçenlerde Pamukkale Üniversitesi Kimya Bölümü 3'ncü sınıfta öğrenim gören bir kız öğrencinin kaldığı yurdun tuvaletinde doğurduğu bebeğinin başını kopartıp, odasındaki ayakkabı dolabında saklayacak kadar vicdansızlaşabilmesi, işte çağdaş ve uygar olabilmenin özgürlük sonucuydu! Ki, bu kız öğrenci, kaldığı kız yurdunun kantininde çalışan bir erkekten hamile kalmıştı. Neden sürekli beraber okuduğu arkadaşlarından değil de sadece kantinde rastladığı bir erkekten? Yoksa tamamını bitirmişti de sıra ona mı gelmişti sorgulamasına kalkışmayı gerekli bulmuyorum.

Zemin öyle hazır ki, aslında herkes tatminsi doruğa ulaşabilmek ve seksin verdiği hazza kavuşabilmek amacıyla dörtnala koşuyor ama boşalabileceği kimseyi anında bulamadığından ya mastürbasyona ya da porno izlemeye kayıp daha da azgınlaşıyorlar. Eğer Allah, nefislere, dilediklerini yapabilecekleri bir özgürlük tanısaydı, düşünün nasıl bir dünya oluşurdu!

Bir arada öğrenim gören, çalışan ve yakın irtibat içinde bulunan kadın ve erkeklerin çok azı istisna, gayrimeşru ilişkinin tutsaklarıdırlar. Çünkü çağdaş uygarlıkta zinanın, birlikteliğin suç ve ahlâksızlık sayılmaması, insan yaşamındaki en temel ve haz verici cinselliğin tehlikeleri ve öldürücü yan etkilerinin önemsenmemesine neden olmaktadır.

Artık hayâsızlık ve namussuzluk öyle normalleşmiş ki, biri kadın biri erkek öğrenci, savcılığa başvurarak bir evde yaşadıklarını gerekçe göstermek suretiyle ahlâka meydan okurcasına güya suç duyurusunda bulunabiliyorlar!

Özgürlük, ticaret, eğlence yahut sanat adı altında cinsellik o kadar meşrulaştırılmış ki, aklı ermeye başlayan çocuk, neredeyse seksin tüm inceliklerini bilebilir bilgiye ulaşmakta, fanteziler dahi kurmaya çalışarak etrafına karşı pürdikkat kesilip “nasıl sevişiliyor” merakına heves edebilmektedir.

Kimi cinsellikle, kimi uyuşturucuyla, kimi de alkolle kendinden geçmeye çalışıp sınırların yıkıldığı seküler bir dünyada hangisi daha tehlikelidir diye sorulacak olursa; kural tanımaz ahlâksızlığın güttüğü cinselliktir. Vicdanların kaldıramadığı tüm suçların anası cinselliktir. Bir insan uyuşturucu kullanmaya, alkol içmeye hatta hırsızlık yapmaya ya da cinayet işlemeye ikna edilemez ama tahrikle ve seksle kolayca kandırılır, üstelik köle dahi yapılabilir. Terör örgütlerinin gençleri uyuşturucuyla kandırdıkları sanılır oysa seksle ve şehvetle etkiledikleri pek düşünülmez!

Çağdaş cinsellik öyle bir zehirdir ki, en dindarını bile tesir altında bırakıp baştan çıkarabilmektedir. Ömrünü Allah yoluna adayıp ölümüne bir kulaç kala sapıklaşan nice insanlar, meşrulaşmış cinsel zeminde nefsiyle baş edememenin bedelini hem bu dünyada hem de ahirette ağır bir cezayla ödemekte ve zilletle yaftalanmaktadırlar.

Her tarafın cinsellikle sarıldığı bir toplumda insanın tahrik olmaktan kaçıp kurtulabilmesi çok zordur. Ancak önüne ve arkasına set çekerek etkileşimi engellemekten başka bir çaresi bulunmamakta, dolayısıyla kör ve sağır olmaya mecburdur.

Halkının ahlâkî yapısından sorumlu devlet, özgürlük ve demokrasi gerekçesiyle mahremiyete önem vermiyor ise, o halk hem cinsel bir meta hem fahişe hem lezbiyen hem gay hem de binbir türlü sapıklığa kayar!

Artık karşısındakinin güzel yahut çirkin, genç yahut yaşlı, akraba yahut tanıdık, çocuk yahut yetişmiş, evli yahut bekâr, kadın yahut erkek olduğuna bakılmaksızın doyuma hedeflenmiş bir yığın türemiştir. Sınırlar yıkılmış, kurallar lağvedilmiş, edep yok edilmiş, utanma duygusu bırakılmamış, namusun namussuzluk sayılmış olduğu bir düzende ahlâktan ve mahremiyetten bahsedenin suçlu haline geldiği çağdaş uygarlık adına bir anlayış dehlizinde debelenilmektedir
.
“Beden benim; ahlâkı senden öğrenecek değilim; özgürüm dilediğimi yaparım; ne yaptığım seni ilgilendirmez; kiminle seks yaptığıma karışamazsın; ne giyeceğime müdahale edemezsin; istediğim yerde öpüşür; koklaşır ve sevişirim; çocuk benim” diyorlar, başlarına bir belâ geldiğinde ise “yetişin” diye feryat ediyorlar.

Devlet misin, iktidar mısın, meclis misin, millet misin, insan mısın, ne isen; toplumun hızla koştuğu ahlâksızlık uçurumuna engel olmalısın! Herkes özgürdür, demokrasi vardır, kimsenin yaşamına karışamayız diyenler, gelişmişlik ve zenginliklerine rağmen toplum olarak yerin binlerce metre altından kazılarak çıkarılmaktadırlar. Su, yemek ve barınak gibi temel ihtiyaçların dahi bulunamadığı bir dünyada cinsellik her yerde var ise, felaket geliyorum demektir. Uyuşturucu yaşının 14-15 yaşlarına düştüğü ile kaygı duyuyorsun ama cinselliğin ilköğretim yaşına düştüğünden endişe taşımıyor; zaten seks bilincine ulaştırılmış çocuk yahut gençlerin bir arada eğitim görmelerine izin veriyorsan, patlama nereden geldi diye istihbaratı bir araştırmaya gerek yoktur. Halen unutamadığım, İzmir’de yaşları 60-70 arasında değişen üç sapığın 2 yaşındaki bir bebeğe defalarca tecavüz etmeleriydi.

En dehşetli nükleer silahlardan daha korkunç tahribat yapan cinselliği disiplin altına almaktan, bir avuç sapığın cazgırlığından dolayı imtina edersen, genç nüfusuyla övündüğün bir millet değil birbirini önce düzen sonra da öldüren bir mezarlıklar ülkesiyle kahrolacaksın!

Cinselliği öne çıkaran yazılı ve görsel yayınları kesmekle işe başlayacak, toplum ahlâkına meydan okuyan her türlü yaşam tarzına ve davranışlarına müdahale ederek, istikbaldeki medarıiftiharımız çocuklarımız ve gençlerimizi kız-erkek ayırmak suretiyle başarıya odaklandıracaksın. 
           
Unutmamalısınız ki, iffet ve namusuyla dünyaya nam salmış ecdadın şerefini taşıyan Müslüman milletimiz, çağdaşlık ve özgürlük manipülasyonlarıyla kapkara bir leke taşımaya layık değillerdir. Şerefsizliği, ahlâksızlığı, sapıklığı ve namussuzluğu rehber edinmişlerin kendi sınırları içinde ne yaptıkları başka, toplumu kendilerine benzetebilme gayretleri bambaşkadır. Dolayısıyla otorite toplumdan sorumludur ve varlık sebebi de toplumun ahlâkını muhafaza etmektir.  


Etekler küçüldükçe kalabalıklar nasıl artıyorsa, ahlâkta yok edildikçe suçlar çoğalmaktadır!

19 Kasım 2013 Salı

Bir tarafta müşrikler, bir tarafta münafıklar;

Bir tarafta düşmanlar, bir tarafta hainler; bir tarafta asiler, bir tarafta sapkınlar; bir tarafta zalimler, bir tarafta riyakârlar; bir tarafta sömürücüler, bir tarafta çıkarcılar; bir tarafta maskeliler, bir tarafta benciller; bir tarafta nefisler, bir tarafta uzlaşma arayışalrı gibi uzayıp giden bir karmaşa ve o karmaşadan çıkmak isteyerek düzlüğe kavuşmaya çalışan bir insanlık! Nerede erdemlik; nerede hak ve adalet!
Dikkat edilirse yanlışın yani nefsin rehber alındığı bir bocalamayla doğru ve iyiye ulaşabilmek mümkün değildir. Çünkü sürdürülen mücadele sağlam yapıda gerçekleşmediğinden hak ve adalet adına yapılmaya çalışılan her şey, bumerang misali geri dönmekte; dolayısıyla batılın tahrip edici varlığı hız kesmeden sürebilmektedir.
Sorun; karşılaşılan sorunların o sorunları ortaya çıkaran batıl düşüncelerle çözülmeye kalkışılmasıdır. Bu sebeple çözüldüğü sanılan problemlerin yeniden nüksederek daha da kronikleşmesine yol açması, tıpkı öldürücü bir hastalığın engellendiği sevinciyle birlikte yeni birçok hastalığın üremesi gibi!
“Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.” Einstein

Yanlışı yanlışla çözebilme teorisi, yanlışın çözülmek istenmediğine bir kanıttır. Çünkü yaratıksal bir aklın yanlışı çözebilmek gibi bir iradesi ne dün ne bugün ne de gelecekte mümkün olmayıp, yaratıcının Etkin Aklı ve Mutlak İrade’si saf dışı bırakılmadığı müddetçe de imkânsızdır.

Siyasilerin yaşattıkları vahamet yetmiyormuş gibi ‘daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi’ çığırtkanlıklarıyla nefisleri sınır tanımaz doruğa ulaştırıp topyekûn suça azmettirme çabaları, insanların benliklerini okşamasından dolayı gelecek felaketsi sonuçların idrakini önlemektedir.

Özgürlük, suç demektir. Çünkü özgür bir nefis toplumu değil kendini düşünür. Demokrasi de özgürlüğün siyasi bir terminolojisi olmasından arzulara ulaşabilmenin nefsi anahtarıdır. Bu sebeple terörist, dinsiz, namussuz ve isyancıların yegâne argümanı olan demokrasi, bir toplumun akıllarını karıştırıp mahvetmenin kapısıdır.
   
‘Demokrasi’ ve ‘demokratik devlet’ kavramlarının ne olduğu ve açıkça tanımlanmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü egemen ideolojinin etkisine göre biçimlenerek; kimi zaman çoğunluğun, kimi zaman azınlığın, kimi zaman da bireyin hak iddiasında bulunmasını meşrulaştırıyor ki, karmaşada böylesi çarpık bir anlayıştan çıkmaktadır. Dolayısıyla demokrasi, her ne kadar halkın özgürce aldığı kararlar olarak servis yapılsa da, demagoji yapanları ve despotların elini güçlendirmektedir. Zaten dünyada ki gelişmeler, demokrasinin, despotizmin manipüle edilmiş bir tezgâhı olduğunu kanıtlamaktadır. 

Peki, ne yapmak gerekir ve nasıl bir sistemle nefisler hapsedilip huzur ve güvene kavuşulabilir?

Kul olan bir varlığın dilediğini yapabilecek bir özgürlüğe ulaşabilmesi mümkün müdür; demokrasi düşüncesiyle dilediği bir düzeni kurabilme ve karar alma iradesine sahip midir?

Bir toplumda çoğunluk yaratıcıları olan Allah’a iman etmiş ise, inkâr edenin rejimde söz hakkı olamaz ama adalet gereği her türlü haksızlıklardan muhafaza edilirler. Eğer bir toplumda Allah’a iman edenler azınlıkta ise, o toplumun bekası için İlahi kanunlar tebliğ edilmeli ve mücadelesi sürdürülmelidir. Çünkü insan sadece kendinden değil komşusundan başlayıp dünyadan da sorumludur.

Örneğin; Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen ahlaksızlığın yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyleydi: 

“Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında fuhuş amaçlı oyunlar oynatmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..”

Nasıl ki bir kişinin yanılışı aileyi etkileyip töhmet altına sokabiliyor, azınlığın yanlışı topluma tesir edebiliyor ve bir toplumun yanlışı da diğer toplumlara hatta dünyaya kıvılcım olabiliyor ise, yaratan kim ise O’nun hükümlerinin egemen olabilmesi adına insaniyet namına vahyi düzen tesis edilmelidir. Beşerin nefsine göre düzenlediği helal ve haramlara değil Allah’ın yaratıcı olması hasebiyle hükmettiği helal ve haramlara itaat etmek zorunludur.  

Aslında her insan; yaratıcı mı yoksa yaratılanın mı düzen kurmaya liyakatlidir muhasebesini yapmaya haizdir. Ne yazıktır ki nefsinin arzularına sahip çıkamayan insanın ‘benlik’ hırsı, bu kadar basit bir muhakemeyi dahi yapamamasına neden olmaktadır.        

Yaratıcı Allah’ın koyduğu hükümlere karşı çıkan bir kişi yahut toplumun asi düşünce ve davranışları ‘neden’ sorusuna açık bir yanıttır. Sürekli şikâyet, isyan, bitmek tükenmez musibet, sıkıntı, kahır, kayıp ve daha nice menfi olaylarla karşılaşan insanlar, neden özgürlüklerinin gereğini yapıp da olumsuzlukları defedemiyorlar?  Şayet özgürlük ve demokrasi, acılara son veremeyip kötülükleri aşamıyorsa yaptırımı nedir?

Ancak Allah, başa verdiği belâlarla birlikte sabır da akıttığından, iman edenler ve hükümlerine boyun eğenler ne kadar kötü durumlarda olurlarsa olsunlar, ‘beterin daha beteri’ var diyerek kesinlikle şikâyet, intihar yahut isyana kalkışmayıp, “Allah bize yeter” itikatlarıyla metanete bürünüp felaketlerin Allah’tan geldiği imanlarından dolayı mutlulukla karşılayabiliyorlar.

Şeriatın verdiği huzur, güven, mutluluk, hak ve adaleti bilmemek başka bir şey, bilinmediği halde düşmanca kin ve nefret güderek karşı çıkmak bambaşka bir şeydir. Yaratıcı Allah, yarattığı kuluna zulmeder mi yahut haksızlık ve adaletsizliği mukim kılacak hükümler getirir mi?

1990 yılında Malezya eyaletlerinden biri olan Kelantan başbakanının davetlisi olarak bir haftalığına görüşmeler yapmak üzere orada bulunmuştum. Müslüman nüfusu %45 olup, geri kalan Hindu, Budist ve Hıristiyan dinlerine sahiptiler. Lakin seçimleri İslam partisi kazandığından Kelanten, şeriatla idare ediliyordu. Çok şaşırmıştım. Nasıl oluyor da nüfusu %45 olan Müslüman olan bir eyalette şeriat hüküm sürebilirdi?

Merakla araştırmaya koyularak neredeyse her dine mensup kadın ve erkekle görüşmeler yapmam sonrası aldığım yanıtlar, kişinin dininden, ırkından yahut ideolojisinden ziyade huzur ve güveni önemsediklerini ortaya koyuyordu. Çoğu alkolün, barın, pavyonun, kumarhanenin, hırsızlığın, cinayetin, dolandırıcılığın ve kavgaların olmamasından duyduğu memnuniyeti dile getirerek; eşlerinin zamanında eve geldiklerini, sarhoşluğun, aldatıcılığın, hırsızlığın, cinayetin ve kutuplaşmaların doğurduğu kötülüklerle karşılaşmadıklarını ve şeriatın yaşam biçimlerine müdahale etmeyerek huzur ve güveni sağlamasından desteklediklerini belirtmişlerdi. Dolayısıyla şeriat nefislerde irkileme uyandırsa da pratikte mutluluğuna doyum olunamayan bir rejimdir!

Düşünün ki, Hindu’suyla, Budist’iyle, Hıristiyan’ıyla çoğunluğu elde eden bir toplum şeriattan memnun ama Müslüman olduklarını iddia edenler şeriata karşı! Acaba kötü olan şeriat mı, yoksa görünüşte insan olup da kalben sapık olanlar mı?


“Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüde mi düştüler? Yoksa Allah ve Resulünün kendilerine karşı zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, işte onlar asıl zalimlerdir.” Nur 50

17 Kasım 2013 Pazar

Evet, bu işte bir yanlışlık var!

Dershanelerin kapatılacak olmasını İslam’a ihanet’e kadar götüren Fettulah Gülen ve cemaatinin söz ve düşüncelerine uzun bir yorum getirmemeye çalışarak kamuoyunun bilgisine sunacağım.

Başbakan Erdoğan’ın eğitimdeki devrimleriyle köhnemiş sistemi çok ileriye taşıyıp sözde eğitime katkı yaptığı düşünülen sömürücü dershaneleri ortadan kaldırarak özel okullara yöneltme girişimini dini istismar ederek tepki gösteren Fettulah Gülen ve cemaatinin açıklamaları her ne kadar ‘pes’ dedirtse de, amaçlarının bir kez daha açığa çıkması iflah olmadıklarına ve imana erişemediklerine bir kanıttır.
Devletin eğitimde başarılı olamayıp dershanelere muhtaç imajı, bir devleti yerin dibine sokan bir utançtır. Bu sebeple iktidarın idare ettiği devleti böylesi bir bozumdan kurtarabilmek için eğitimde başlattığı gelişimi sonuçlandırması akabinde fırsattan istifade eden sömürücülere son vermesi hem kendi görüntüsü hem de vatandaşın güveni ve ekonomisi yönünden fevkalade sevindiricidir.

Ne var ki iktidarın sömürgecilerin üzerine giderek millet lehine olumlu kararlar alması, şüphesiz art niyetlilerin tepkilerine yol açmış, böylece amaçlarının eğitim değil kolay yoldan sömürmek oldukları ortaya çıkmıştır. Tabii ki iktidar aleyhine muhalefet de fırsatı kaçırmayarak kadim düşmanları olan Gülen ve cemaatinin etrafında birleşebilmeleri, alçaksı ve ilkesiz çıkarın nelere kadir olduğunu ispatlamaktadır.      
Gülen, dershanelerin kapatılmasıyla ilgili karar için diyor ki; “her fırsatta ‘kardeş’ olduğunu söyleyen, aynı safta yer tutan ve hizmet erlerinin yüzüne gülen bazı kimseler tarafından bir kısım planların yapıldığı ve uygulamaya konulacağı yazılıp çiziliyor. Biz, müminlerin bu kadar kötülük yapabileceklerine ve garazlara bina ettikleri icraatla milletin geleceğine kastedebileceklerine inanmak istemiyoruz. İnanmak istemiyor ve hala ‘Bu işte bir yanlışlık var!’ diyoruz.”

Dershanelerin kapatılmasını “Eğitime darbe planı”  olarak tanımlayan Gülen, musibetler karşısında dişin sıkılıp sabredilmesi gerekliliğini vurgulayarak, cemaatini “hacet namazı” kılmaya çağırdı. Duyurusunda kararın yüreklerine hançer gibi saplandığını, "Mümin sarsılabilir ama devrilmez, meseleye öyle bakmak lazım" ifadeleriyle, sanki dershaneleri seküler bir eğitim değil de vahyi bir eğitim veriyormuşçasına akıl almaz bir manipülasyona kalkışarak İslami vurgular yapması, sürdürdüğü dinlerarası diyalog çalışmalarında dahi görülmemiştir.

Daha fazla detaya girmeyi lüzumlu görmeyip, 28 Şubat korkusuyla Amerika’ya varması akabinde cemaatine verdiği şu direktifleri muhakeme ederek; zulme nasıl teslim olduğu, dinini dünya menfaati gibi az bir bedel karşılığı nasıl sattığı, bugün dershaneler için gösterdiği din odaklı tepkilerin aksine nasıl dinden soyutlanılması gerektiği, sorun para olunca yeri göğü inletip iman olunca teferruat olduğunu zikreden Gülen’in asla tahammül edemediği olası bir para kaybıdır. Zaten dershanelerin kapatılmasına gösterdiği ve batılı hiçbir platformda hassasiyetini dile getirmediği İslam vurgusunun nedeni; yitirilecek olan “PARA ve CEMAATİ” dir. “Kur’an Müslümanlığı sapıklıktır.” F.Gülen 
     
Açıklamalarında, “Ülkemizin geçirdiği değişik darbe dönemlerinde de benzer plan ve entrikalar görülmüştü; fakat onlar, dindarlara karşı husumetini açıkça ortaya koyan insanların eliyle olmuştu” diyorlar; peki, Müslümanlara karşı girişilen hangi darbe, baskı ve şiddette kendileri gibi dinlerinden vazgeçen bir cemaat olmuştur?      

İşte Gülen’in İslami tüm değerleri ve imanı bırakıp bir tek paradan vazgeçmediği 28 Şubat bildirgesi.

1- Evlerde bulunan Risale-i Nur Külliyatlar› kaldırılacak. Herkes, bu eserleri sivil olan akrabalarının yanına götürecek.
2- Evlerden, Hocaefendinin kaleme almış olduğu eserler kaldırılacak. Kuran-ı Kerim'den başka hiçbir dini kitap kalmayacak.
3- Evlerin giriş kısmına, hatta dış kapı açıldığında görülebilecek yerlere Atatürk'ün foto¤rafları asılacak. Odalarda, 10. Yıl Nutku ve İstiklal Marşı duvarlarda olacak.
4- Evlerde, görünür kısımlarda, Nutuk gibi kitaplar bulunacak.
5- İşyerine giderken Sabah, Milliyet, Cumhuriyet gibi gazeteler alınıp götürülecek ve işyerinde herkesin görebileceği yerlere bu gazeteler konacak.
6- Zaman gazetesi, Aksiyon, Sızıntı gibi dergilere başka isimler altında abone olunacak. Dergi ve gazete ücretleri yatırılacak. Fakat kesinlikle ev adresi verilmeyecek. Bu yayınlar evde bulunmayacak.
7- Telefonlar istihbarat birimleri tarafından dinlenildiğinden, telefonlarda kesinlikle dini konuşmalar yapılmayacak. Selam verilmeyecek. Hatta hayırlı sabahlar bile denilmeyecek. İyi günler, günaydın türü konuşmalar yapılacak.
8- Telefonda hizmetler hakkında konuşma yapılmayacak. Hiçbir elemanın ismi zikredilmeyecek. Adres verilmeyecek. Sohbet yapılacak evler hakkında konuşulmayacak.
9- Eğer herhangi bir evde buluşma olacak ise telefonlarda kodlu konuşulacak. Mesela 'Bu akşam maçı nerede seyrediyoruz?', 'Bu akşam bizde okey oynayalım mı?' 'Gelirken şu isimleri de çağır' gibi.
10- Cuma namazına üç hafta üst üste gidilmeyebilir. Bu nedenle birimlerde bulunan elemanlar üç gruba ayrılacak. Her hafta bir grup gizlice Cuma namazına gidecek. Diğer kalan iki grup birimlerinde kalacak. Birim amirlerinin gözleri önünde bulunarak dikkat çekilmeyecek. Hatta mümkünse, Cuma namazı vaktinde, Polis Evi'nde birim amirleri de çağrılarak yemekler tertiplenecek. Kurum içinde bulunan halı sahalarda yine birim amirleriyle maç yapılacak.
11- Kesinlikle hiçbir vakit namazı işyerinde kılınmayacak. Cem edilecek. Yatsı namazında evde topluca kılınacak.
12- Çöp kutularından boş bira kutuları ve içki şişeleri toplanacak. Evdeki çöpler dışarı konduğunda bu şişe ve kutulardan birkaç tanesi çöpün görünen kısımlarına konulacak.
13- İşyerinde kendi cemaatimizden başka bir grubun ya da cemaat elemanlarının başı derde girdiğinde kesinlikle yardım edilmeyecek. Hatta görmezlikten gelinecek.
14-İşyerinde lehimizde ve aleyhimizde cereyan edilecek tüm konular anında bağlı olunan imama bildirilecek.
15- Önceden hanımlarının başları açık olup sonradan kapananlar, eşlerinin başını açacak. Eşinin başını açan her eleman eşiyle beraber birim amirlerinin görebileceği yerlere gidecek. Mesela; polis evine yemeğe veya bayramda bayramlaşmaya.
16- Önceden hanımlarının başları kapalı olsa dahi önemli yerlerde çalışanlar mutlaka eşlerinin başını açacak.
17- Akademi, kolej ve polis okulu öğrencileri hafta sonunda dershanelere gönderilmeyecek.
18- Tüm öğrencilerle pastane ve lokal gibi yerlerde buluşulacak.
19- Tüm akademi, kolej ve polis okulu öğrencileri mutlaka bilgisayar kursuna gidecek.
20- Kurban bayramlarında hiçbir eleman kurban kesmeyecek. Deri toplama işine girmeyecek. Fakat tam bir kurban parası imama verilecek ve bu para hizmete aktarılacak. Hizmetten bu elemanlara sadece bir but gönderilecek. Böylece deri toplama işi olmayacak. Herkes kurban kesmiş olacak. Çevreye de kurban kesmedik denecek.
21- İşyerinde ve çevrede lâiklik ve Atatürkçülüğü öven konuşmalara iştirak edilecek. Dini öven konuşmaların olduğu gruplardan uzak durulacak.
22- Son alınan duyumlarda MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü'nde çalışan tüm amir sınıfı personelin adreslerini tespit etmiş ve bu amirlerin evlerine giderek bir adres sorma bahanesi ile kapılar çalınıp hanımlarının kapalı olup olmadıklarını tespit etmektedir. Bu nedenle evlerde kadınlar başı açık duracak ve kapı çalındığında başlar açık olarak kapılar açılacaktır.


Neden bu işte bir yanlışlık olduğu ve neden dershanelerin kapatılmasına karşı olduğu anlaşılmıştır. İşte Gülen; işte para! Nerede İslam; nerede Kur’an; nerede iman; nerede müminlik! 

14 Kasım 2013 Perşembe

Allah bunun neresinde!!!

TBMM Başkanı olan Müslüman bir kimlik, "Ölen 'Allahuekber' diyor öldüren 'Allahuekber' diyor” açıklamasıyla Allah’ın, bu inanç temelinin neresinde olduğunu sorguluyor.

Ne gariptir ki aynı kimlik, bir taraftan Allah’a, Resulüne ve İslam’a iman ettiğini söylüyor, diğer taraftan Allah’ın hükümlerine isyan üzerine kurulu seküler rejimin yasa yapıcı başkanlığını sürdürüyor. Peki, Allah bunun neresinde?

Hem Müslüman’ım diyor hem de Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laikliğe; Atatürk gibi ölü bir beşerin ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına yemin ediyor. Peki, Allah bunun neresinde?

Müslüman bir millet için yeni bir anayasa yapabilmek uğruna TBMM başkanlığına geldiğinden beri özde birbirine düşman partileri uzlaştırabilmek amacıyla atmadığı takla bırakmayan o kimlik, düşündüğü anayasada Allah, Peygamber, İslam ve Kur’an’ın yer almasına gerek görmeyip hiçbir girişimde bulunmamış olmasını “Allah bunun neresinde” diye sorgulamış mıdır?

İnsanı yaratan ve yaşamasını yönetip yönlendiren Allah’ın olduğuna inanıyor ise,  anayasa yapıcı ve düzen kurucusunun da Allah olduğu apaçık ortadadır. Öyleyse söz ve davranışındaki korkunç ikilemi “Allah bunun neresinde” otokritiğini yaparak iman ile küfür arasındaki riyakârlığına son verebiliyor mu?

Siyasetteyken Atatürk, camideyken Allah diyen o kimlik; hangi vahye veya kitaba dayanarak kendine böylesi ikiyüzlü bir yol edinebiliyor?

Siyasette binbir maskeyle dolaşılabileceği ve Allah’ın mutlak olan ilkelerinin özel ya da devlette eğrilip çevirebileceği ile ilgili bir hüküm mü vardır?

Beşerin vereceği tepkiden endişe duyup da Allah’tan korkmayarak hakka karşı batılda ısrar eden o kimliğin ‘pardon’ diyerek yaptığı geri dönüşümler, hakikatin örtülüp yalanın meşrulaştırılması değil miydi?

O kimlikte Allah diyor, şehadete koşan da Allah diyor! O kimlikte Müslüman’ım diyor, Allah’ın dinini egemen kılabilmek için dünyayı ahiret karşılığı satan mücahit de! Peki, Allah bunun nesrinde?

Müslümanların Allah yasalarına göre devletleşmesi dinen zaruri bir buyrukken, o kimliğin politik hayatı Kemalist bir devlet için geçmiş ise; Allah o hayatın neresindedir?

Her ne kadar kalplerde saklı olanı sadece Allah bilse de, tumturaklı bir imanın söz ile davranışında kesinlikle paradoksa rastlanmaz. Çünkü o, kalpsiz bir akılla asla hareket etmez. Ancak o kimlik gibi hak ile batıl birarada idare edilmeye çalışılırsa, Allah bunun neresindedir?
    
Ömrünü Atatürk ilke ve inkılâplarının bekasına adayıp güttüğü seküler politikayla İslam’ı yozlaştıran o kimlik, mastürbasyon misali günde beş vakit sözde namaz, yılda bir ay oruç ve getirdiği kelime-i şahadet ile günahlarından kurtulup pirüpak olacağını ve Allah rızasının kazanılacağını düşünmesi, Kur’an’ın neresinde yer almaktadır? Söz ile davranış yahut akıl ile kalbin, ruh ile beden misali bir bütün olduğunu kestiremiyor mu?

Zannımca özel hayatında Allah’ın gücüne, yardımına ve desteğine ihtiyaç duyan o kimlik, neden siyasette beşerden medet umuyor ve ilkelerine Allah’ı karıştırmıyor? Eğer Allah’a imanı özel ve devlet diye ayırmışsa, sözdeki inancında Allah rızası olabilir mi?

Müslümanların anayasası Kur’an’ı Kerim ve Allah’ın ilkelerimidir yoksa laiklik ve Atatürk’ün ilkelerimidir? Eğer Kur’an ve Allah’ın ilkeleri diyorsa, bugüne kadarki siyasi hayatında Kur’an ve Allah’ın ilkelerini devlette egemen kılabilmek için mertçe ne yapmış ve hangi zorluğu göğüslemiştir?

Allah’ın kayıtsız-şartsız itaati mecburi olan hükümlerini değil de bir beşerin ilkelerini rehber edinmiş o kimlik, “Allah bunun neresindedir” sorgulamasında bulunabilmiş midir?

Bir meclis başkanı olarak kürsüden Allah’ın selamı olan “Essselamu Aleykum” demeye dahi cüret edememiş o kimlik, bir başkasının Müslümanlığını sorgulayarak, “Allah bunun neresindedir” deme hakkına sahip midir?

Allah’ın, “seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma” emri aşikârken, o kimliğin batılı takip etmesi Allah’ın bir izni midir?


Meclis ve devlette Atatürk, cami ve evde Allah diyen o kimlik, Müslüman mı yoksa münafık mıdır? 


10 Kasım 2013 Pazar

Darısı Türkiye’nin başına mı?

Başbakan Erdoğan’ın geçmişteki yaşananları ayna yapmak suretiyle halkının herhangi bir felakete duçar olmaması için ebeveynlerin şikâyetlerini ciddiye alarak, üniversitede eğitim gören gençlerin üzerlerine devlet olarak eğilme sorumluluğu hissetmiş, Biz kızların erkeklerin devletin yurtlarında karışık olarak kalmasına müsaade etmedik etmiyoruz. Kız ve erkeklerin aynı evlerde kaldığı ihbarlarını bir kenara atamayız ifadeleri öyle bir bomba etkisi yaptı ki, muhalefet ve hükümetinin başbakan yardımcısı başta olmak üzere ahlaksızlığı özgürlük ve demokrasi adına savunanların farklı üsluplarla karşı bir cephe açabilmeleri endişe vericidir. Oysa Başbakan Erdoğan, sırf ebeveynlerin endişelerini dillendirmişti. Düşünün ki diktatör denilen bir başbakana ifade özgürlüğünü dahi çok görüyorlar!

Özellikle hükümet ve partisinin sözcüleri tıpkı Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi ihanet derecesinde saptırmalara, manipülasyonlara ve özür niteliğinde açıklamalara kalkışmaları bambaşka bir vahametti. Çünkü amaçları milletin ahlaki hassasiyetlerinin yanında olmak değil yaklaşan seçimlerde herhangi bir oy kaybına uğrayarak saltanatlarını riske sokmamaktı. Acaba ahlâksızlığı müdafaa, muhafazakâr bir partiye oy kaybettirir mi?  

Şayet başbakanın ifadelerini evirip çevirmek yerine yekvücut olarak salvolara karşı siper alabilselerdi, HDP denen sapık ve terör partisi; Sadece evlerde değil sokaklarda da aşk; erkek erkeğe; kadın kadına ve aşka özgürlük” pankartlarıyla ulumaya ve yürüyüş yapmaya cüret edemezlerdi.  

Her neyse söz düellosuna girmeyecek, asıl riskle kendileri değil milletin topyekûn karşı karşıya olduğunu tarihsel kanıtlarla ortaya koymaya çalışacağım.

Evet, geçmişte birçok toplum, cinselliği evlerden sokaklara taşıyarak sapıklıkların binbir türlüsünü aleni işlemeleri sonucu yerle bir olmuşlardı. Bu sebeple acılar içinde helak olan toplumların hepsinden bahsetmeyecek, Türkiye topraklarında yaşamış olan sadece birini örnek vermekle yetineceğim.

MÖ 2000 yıllara uzanan Muğla ili Datça ilçesinin 1,5 km kuzeydoğusunda kurulu Knidos adlı bir kent ve medeniyet vardı. Dünyanın cazibe merkezi olan bu kent, bilim, mimarlık, tarih, arkeoloji ve sanatta öyle ileriydi ki,  görkemli yapıları, tapınakları, kültürel ve bilimsel çalışmaları yanında devrinde ticaret merkezi olarak altın çağını yaşamıştı. Yani her milletin ulaşmak istediği uygar bir çağdaşlık seviyesindeydi! Tarihin büyük astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, zamanın ikinci büyük tıp okulunu Knidos’ta kuran ve dönemin büyük buluşu olan güneş saatini keşfeden ünlü doktor Euryphon, ünlü ressam Polygnotos, dönemin en önemli heykeltıraşları Faroslu Skopas ile Bryaksis, Pers kralını amansız hastalıktan kurtulmasına aracı olan ünlü hekim Ktesias, ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos’ta  Knidos’ta yaşayan ünlülerdi.

Ayrıca İlyada ve Odessa gibi dev eserlerin yazarı ünlü İyonlu edebiyatçı Homeros’un epik dilinde     “güzel saçlı fahişe” diye söz edilen demetleriyle de ün salmış Knidos, antikçağın ünlü çıplak Afrodit Heykeline de ev sahipliği yapmıştı.

Bütün bunların yanında Knidos; cinselliğin, fuhşun ve sapıklıklarında merkeziydi. Diğer sapkın kentler gibi savaş, deprem ve salgınlarla yok olmuştu. Asırlar sonra toprağın kazılmak suretiyle altındaki kalıntılarla ortaya çıkarılan Knidos, zamanında neydi, ne oldu yargısı için fevkalade bir ibretti!

Günümüzde dahi olmayan 8000 kişilik tiyatroda kazılar sırasında meydana çıkmıştı. Knidos, yapıları ve cazibesiyle günümüzde dahi eşine rastlanamayacak öyle bir kentti ki, dünyanın çok uzaklarından binbir güçlükle gelen insanların akınına uğrar ve Knidos’u ziyaret etmeyenlere ilkel gözle bakarlardı.
Ne var ki Knidos’ta her ev fuhuş yuvası, her kadın fahişe, her erkek eşcinsel, şehvet ve sapıklığın en dorukta yaşandığı ve herkesin çırılçıplak dolaştığı, sokaklarda alenen cinsel ilişkiye girildiği, erkeklerin kadın kılığında gezdiği, akla ve hayale gelmeyecek sapkınlıkların yaşandığı bir merkezdi.
Ticaret, kültür ve sanat için gelen insanları sapıklaştıran Knidos, şehvetleri tükenmişleri dahi tahrik ederek uyarmakta, ürettiği açık saçık resimlerle pornografik süslü kandilleri dünyanın diğer ülkelerine ihraç etmekteydi. Günümüz sanal pornografisinin ilk adımlarının Knidos’ta atıldığını biliyor muydunuz?

Knidos halkı öyle acı çekerek yavaşça yok oldu ki, önce işgal edilip müthiş işkencelere maruz kaldılar, salgın hastalıklarla tükendiler, sonrada depremle yerle bir edilip o nadide ve imrenilen yapılar ve zenginlikleri yeryüzünden silinmişti.

Eğer bilim, kültür, zenginlik, sanat ve cazibe merkezliğinin dünyada kurtarıcı bir gücü olsaydı, Knidos yok olmazdı!

Aklıma hep bir soru takılmış ve sorgulamaktan kendimi alamamışımdır. Acaba Ege Bölgesindeki CHP üstünlüğünün Knidos lanetiyle bir ilişiği var mıdır? O illerin akıbeti Knidos gibi mi olacak?

Bir tarafta ahlâksızlığın getireceği korkunç sonla endişe duyan bir toplum, diğer tarafta  sadece evlerde değil sokaklarda da aşk; erkek erkeğe; kadın kadına ve aşka özgürlük” naraları atan sapkın bir kesim!

“Sana ne; ne karışıyorsun; özel yaşama müdahale haddine mi; isteyen dilediğini yapar; herkesin ahlâkı kendinedir; ne bu gençlere güvensizlik; gençlerden intikam” gibi gerekçeler, sonumuzun Knidos’tan farksız olmayacağına açık bir işarettir. Knidos halkı da aynı düşüncelerle kendilerine müdahale ettirmeyip uyarılara kulaklarını tıkayarak zamanının çağdaş uygarlığını en üst sınırda özgürce yaşıyorlardı.  

Teröristler, gaspçılar, hırsızlar, katiller, tecavüzcüler, kadın ve uyuşturucu satıcıları, fahişeler, hainler, vahşiler, lezbiyen ve homoseksüel gibi sapıklar; özgürlük adına başıboş bırakılan kimseler değil midir?    

Haddi aşan azgınlara ve destek veren CHP, MHP, BDP, HDP ve kimi AK Partililer şu sorulara bir yanıt versinler:  

- Sonunuzun Knidos Halkı gibi olmasını mı istiyorsunuz?  
- O masum çocuklarınızın gözlerinin içine bakıyor musunuz?
- Sizlerden sapkın bir gelecek mi yoksa ahlaki değerleri yüksek bir istikbal mi bekliyorlar?
- Gelecek neslinizi öldürmeyip öldürmekten daha beter hale getirecek nefsi bir zehri özgür
  bırakmak istemeniz, vicdanınız sızlatmıyor mu? 
- Kızlarınızın binlerce erkeği tatmin eden bir fahişe, oğullarınızın da homoseksüel yahut  
  transseksüel olmalarını mı arzu ediyorsunuz?
- Kızlarınız ve oğullarınızın cinsel sapkın olmalarından gurur mu duyacaksınız?
- Hedefiniz Knidos Halkı gibi çağdaş bir uygarlık seviyesine ulaşmak ise, aynı acı bedelleri
  ödemeye dayanabilecek misiniz?
- Ekonomisi, zenginliği, yapıları, kültür ve sanatsal eserleri, ünü, özgürlükleri ve tatminin en  
  dorukta yaşandığı cazibesiyle merkez olan Knidos’un yok oluşu, sizlere bir şey ifade etmiyor mu?
- Uyuşturucu çekmiş kızınız karşınıza bir kız getirerek beraber yaşam istediğini söylediğinde,  
  “özgürdür dilediğini yapabilir mi” diyeceksiniz?
- Yahut satıcısını da beraberinde evinize getirip uyuşturucu partisi vermeye kalksa, hakkıdır mı   
  diyeceksiniz?
- Oğlunuz erkek sevgilisiyle eve gelip beraber yaşayacaklarını ve ileride evlenebilecekleri
  söylediğinde, özgürlük gerekçesiyle razı mı olacaksınız?  
- Eşlerinizin bir başkasıyla olan ilişkilerini özgürlük düşüncenizle hazmedebilecek ve aynı yatakta
  grup seks yapmak istemesinde heyecanlanabilecek misiniz?
- Eğer ahlâki kurallar özgürlüğünüzü kısıtlıyor ise, neden kıskançlık duyuyorsunuz?
- Özgür bıraktığınız çocuğunuzun bir sokak kenarında cesediyle karşılaşmanızdan üzüntü
  duymayacak mısınız? Yahut binbir türlü olayların birine karışmış olmasından düştüğü cezaevinden   
  dolayı aferin mi diyeceksiniz?
- Zaten basın ve yayınlar kanalıyla ahlâkın çivisi çıkarılarak en namuslunun dahi fırsat bekler  
  kıvama geldiği bir psikolojide, herhangi bir gencin başıboş bırakılması mümkün müdür?  
- Dokunmaya kıyamadığınız gelişim çağındaki çocuklarınızın pornografik fotoğraf ve yayınlarını
  izleyebilecek misiniz?

Özgürlüğünüzü kısıtladığı gerekçesiyle ahlaki kurallara karşı duruşunuz ahiretteki cehenneme inanmamanıza neden oluyor ise de, yaşadığınız dünyayı cehenneme çevirmenizi nasıl izah ediyorsunuz? Tıpkı Knidos halkı gibi azan nefsiniz muhakeme yetinizi kaybettirmiş ise de, vicdanınızı da mı söndürdü?

Peki, bu ülkede yaşayan sadece siz misiniz? Size karşı sessiz kalmanın bedelini milletin ödemesi mubah mıdır? Eğer iktidar, milletinin istikbalini elem yapmayıp sapkınların arzu ve isteklerine boyun eğecekse, özgür ve demokrat bir siyaset mi gütmüş olacak? Başbakanın ebeveynlerden gelen şikâyetlere kaygı duyarak almak istediği önlemlerden dolayı suçlu mu oluyor? Milletimizin din ve namus hassasiyetlerine olan hayati bağlılıklarını görmemezlikten gelerek bir avuç sapkına “bana ne, özgürdür mü” demelidir? Topluma verilen zararı tasa etmemelimidir? Bu mudur çağdaşlık, uygarlık, özgürlük ve demokrasi!


“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

7 Kasım 2013 Perşembe

Ahlâk bekçiliği yapmayan bir devlet ihanet içindedir…

CHP’nin 90 yıl öncesinde ‘din ve namusa’ karşı başlattığı mücadelenin oluşturduğu tahribatı kısa zaman içinde ortadan kaldırmak her ne kadar mümkün değilse de, halkımızın ezici bir çoğunluğunun din ve namustan taviz vermemesi, iktidarın atacağı adımları azmettirmekte ve güçlendirmektedir.  
Ahlâkı, bütün sivil yasaların amacı ve hedefi haline getirmeyen bir iktidar, toplumu havasızlığa mahkûm etmekten farksız bir düşünce içindedir. Çünkü ahlâki değerlendirmeler ne adalet ne de siyasi yönetimlerden ayrı tutulmalıdır.
Ahlâkın toplumu çöküntüden, yozlaşmaktan, terörden, sapıklıktan ve bilumum suçlardan kurtaracak ve muhafazasını sağlayacak hayati bir araç olduğu idrakine erişemeyenlerin ulumalarına kulaklarını tıkamayarak ciddiye alan bir iktidar, tıpkı pire için yorgan yakan bir anlayışla insanını ateşe atmaktadır.
Özgürlük ve demokrasiyi manipüle ederek başlatılan ‘özel hayat’ dokunulmazlığı, beraberinde hem sosyal suçları hem de siyasi terörü doğurmuş, bu sebeple gözyaşı dökülmeyen, ağıt yakılmayan ve kahır okunmayan tek bir hane kalmamıştır. Evrensel amaçlar doğrultusunda değil de özel amaç için güdülen düşünce ve davranışlar nefsi tetiklemesinden gayri-ahlâki ve şeytanidir. Dokunulamaz yahut ilişilemez bir özel yaşam anlayışı sinsi bir zehirdir!
Ahlâkın temelde krizle karşı karşıya olduğu seküler dünyada, ülkemizde payına düşeni almış; çağdaşlaşma adına etkinleştirilen özgürlüklerle iffet, şeref ve utanma duyguları harap edilmiştir. Toplumu erdem ve ahlâk kurallarıyla değil de seküler yasalarla yöneten devletler, nefisleri cüretkârlaştıran bağımsızlıklarla ‘özel hayat’ gibi egemenliklerin kurulmalarına imkân tanımış, böylece özel hayatlarda yaşanılanların dışarıya yansıması, toplumu tehdit eder hale gelmiştir.
Yasalarla teminat altına alınan 18 yaşını aşan kimselerin dilediğini yapabilme özel yaşmaları ancak başkalarına yahut topluma zarar vermediği müddetçe meşrudur. Lakin özel yaşamda yapılanlar başta ebeveynler olmak üzere toplumu dehşete düşürecek boyutlara ulaşıyor ve yayılmalarına neden oluyor ise, devletin tedbir alma ve müdahale yapma yükümlülüğü yok sayılamaz. Sonunda gayrimeşru bir çocuğun doğmasıyla işlenen cinayet ve vahşetler, uyuşturucu alışkanlıkları, seks partileri, terör faaliyetleri, fuhuş pazarlıkları, cinsel hastalıklar, çarpık fanteziler ve akla gelebilecek her türlü cürümün içinde yer alabilen öğrencilerden dolaylıda olsa devlet sorumlu tutulacağından, “sana ne yahut bana ne” diyebilme vurdumduymazlığı mümkün değildir.
Ne var ki iman etmiş bir insan için beşer değil yaratıcı Allah’ın görüp işitmesi ehemmiyet taşıdığından hiçbir tehdit ve tehlike olmamaktadır. Çünkü o, “kimse olmasa bile Allah var” itikadından sürekli temkinlidir. Dolayısıyla insanı insan yapan edebidir yani ahlâkıdır. Unutulmamalıdır ki, teröristler de özel hayatlardaki yeşermelerinin akabinde çınarlaşıp tehlike saçmaktadırlar.    
Siyaseti, eğitimi ve ahlâkı farklı ele alanlar, hiçbirini anlayamamış moronlar olarak gelecek nesilleri dahi etkileyecek derin bir felaketin bayraktarlıklarını yapmaktadırlar. Ahlâksız bir toplum hukuksuz bir devlete benzer ki, insanlar kendilerini bir çıkmaz içinde bulurlar. Böylece hem ahlâki değer yargılarını hem de hukuka olan saygılarını yitirirler.
İnsan psikolojisi öylesine hassas, değişken ve kırılgandır ki, en basit bir etkileşimde kişiyi tepetaklak yapıp tanınmaz hale sokar. Buna fırsat verecek tehlikelere karşı ebeveyn, toplum ve devlete ciddi sorumluluklar düşmekte, artık “gelişti, büyüdü veya üstesinden gelir” babında gösterilecek bir başıboşluk fevkalade vahim sonuçlara neden olmaktadır. Çünkü ne şeytan ne de dostları biran durmakta, nefislere nüfuz edebilmek için açık kollamaktadırlar.     
Başbakan Erdoğan’ın geç kalmış olsa da, ülkesinin geleceği adına gerek kız gerekse erkek öğrencilerin aleyhlerine olabilecek vukuatlara sessiz kalmayıp tedbire başvurması milletçe desteklenmeli, bir bütünlük içinde kötülere ve fitneye karşı mücadele edilerek gençlerimizin ve dolayısıyla toplumun huzur ve güveni teminat altına alınmalıdır. Öyle ki, bir dedikodunun dahi nasıl hayatları kararttığı ve yıkımlara sebep olduğu unutulmamalıdır!   
Ahlâklı bir toplumun inşası için Başbakan Erdoğan’ın başlattığı seferberliğe erdemli ve namuslu olanlar yer almalı, olası yıkımın önüne geçilmelidir. Muhalefetteki CHP ve BDP’nin karşı çıkmaları, düşünce ve amaçlarından dolayı gayet normal de MHP’ye ne oluyor? Yoksa MHP, ahlâklı ve iffetli bir nesilden yana değil midir? Ya da terör yuvalarının dağıtılmasına karşı mıdır?
Devletin terör bekçiliği yapıp da daha kötüsü olan ahlâk bekçiliği yapmaması, o toplum için bir kıyamettir. Zaten terörü üreten ahlâksızlık değil midir? Ahlâk, doğruyu ve iyiyi yapmaya götürür; yanlışa ve kötüye bariyer olur!   
Din ve namus karşıtı ahlâksız ebeveynlerin kendileri gibi yetiştirmeye çalıştıkları gençleri ne devlet ne de toplum bırakmamalıdır! Sonuçta o gençler bu toplum arasında yaşayacaklarından tehdit olmaktan çıkarılmalıdırlar. Aksi takdirde bedelini en ağır şekilde ödeyecek ve halen ödemekte olan devlet ve toplumdur. Nasıl ki yaratıcı Allah, yarattığı hiçbir kulunu başıboş bırakmayıp denetimini sürdürüyor ise, devlet de otoritesini kullanarak kendini meydana getiren halkının üzerinde etkin olmak zorundadır.   

"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Nuh 27