30 Ağustos 2013 Cuma

Gelmiş geçmiş en pespaye teşkilat...

Asıl kahredici olan, namının İslam İşbirliği Teşkilatı olması!

Her türlü entrika, ihanet, hainlik, alçaklık, gaddarlık, egoistlik, korkaklık, münafıklık, fırsatçılık, çıkarcılık ve haksızlık gibi insanlığı ve adaleti doğrayan tüm erdemsizlikleri içinde barındıran bu teşkilat doğrudan şeytana ve dostlarına hizmet etmekte; İslam düşmanlarının Müslüman işgal ve katliamlarına arka çıkarak meşrulaştıran hıyanet şebekesidir.

Her teşkilatın bir ilkesi, caydırıcılığı, yaptırımı, saygınlığı, şerefi, tutarlılığı, temsil ettiği insanlara karşı yükümlülüğü vardır ama bu teşkilat namertliği öyle rehber edinmiş ki, dünyada bir İslam ülkesi olmadığını kanıtlamıştır. Çünkü hak, adalet ve vicdandan asla taviz vermeyip sadece Allah’a kulluğu seçmiş bir devlet, böylesi habis bir teşkilatın üyesi olamaz!

Müslüman ülkelerin aralarındaki anlaşmazlığı, içlerindeki kargaşalıkları, iktidarların halklarına giriştikleri zulümleri, uğradıkları saldırıları ve katliam gibi birçok olumsuzlukları bizzat çözme dirayetini inat ve ısrar, cesaret ve kararlılıkla göstermeyerek; taşeronluğunu yaptıkları batılı barbar güçlere havale etmek suretiyle Müslümanların işgallerini, öldürülmelerini, yurtlarından çıkarılmalarını, kanlarına kadar sömürülmelerini, horlanmalarını, en insafsız işkencelere uğratarak kadınlara tecavüz ettirmelerini ve birbirlerine karşı düşmanlıkları daha da derinleştiren, bu lanetli teşkilattır.

Dünyada işgale uğrayarak haçlıların ve Siyonistlerin çizmeleri altında ezilen bir İslam ülkesi yoktur ki, sorumlusu bu teşkilat olmasın! 
  
Kalbinde bir nebze iman olan Müslümanlar, bu teşkilatın Haçlılardan, Siyonistlerden, Masonlardan ve Komünistlerden çok daha zararlı ve tehlikeli olduğunu bilmelidirler.

“Münafık, kâfirden yetmiş kat daha tehlikeli ve zararlıdır.” Hz. Muhammed (s.a.v)

Ümmet bilinciyle yüzyıllardır İslam toplumlarının halifeliğini yaparak burunları kanasa yardıma koşan Müslüman Türk milletinin aziz, itibarlı, güçlü, vicdanlı, adaletli ve şerefli temsilcisi Osmanlı Devleti’nin imanını ve cesaretini taşıdığı sanılan Ekmeleddin İhsanoğlu adlı şahıs; köhnemiş, tükenmiş, pespayeleşmiş ve münafıklaşmış bu teşkilata, genel sekreter olarak getirilmesiyle, Müslümanlara bir umut doğmuş ve haçlılara karşı haklarının savunulacağı güvencesi gelmişti. Lakin bu münafık, diğerlerinden de beter çıkmış, gerek Körfez Ülke krallarının gerekse Avrupa’daki kralların masalarında ağırlanmak ve vakit geçirmekten öte mazlum Müslümanlar için tek bir adım atmamıştır. Örneğin Mynamar’da Müslümanlar canlı canlı yakılırken, devlet başkanı Thein Sein’in yakasına yapışıp “ne yapıyorsunuz” diye sormak yerine, İsveç kralı gibi birçok kralla saraylarda nefsini tatmin etmiştir.
Nerede bir kıyım, karışıklık, zulüm, savaş ve fitne var ise, neden sadece İslam ülkeleri? Müslümanların arkasında böylesine işbirlikçi münafık bir teşkilat varolduğu müddetçe, başka bir toplumda olabilmesi mümkün müdür?

İhsanoğlu, Suriye’ye yapılacak müdahale ile ilgili; “Askeri müdahale çözüm değildir. Dışarıdan yapılacak askeri müdahalenin problemi daha vahim bir hale getirir” açıklaması, açıkça katliamların ve çatışmaların Suriye haritadan silininceye kadar devam etme ifşaatıdır. Bugüne kadar bir kez olsun Suriye’ye giderek Esad ile görüşmüş mü? Esad’a destek çıkan İran dini lideri Ali Hamaney ile görüşmüş mü? Peki, sözde İİT olarak Esad üzerinde caydırıcı bir etki için çaba harcamış mı? Sorun çözülünceye kadar Suriye’de kalmış mı? Müslüman kasapları ABD ve İngiltere yerine İİT olarak yapılması gereken müdahale için çağrıda bulunmuş mu? Eğer askeri müdahale çözüm değil ise; askerin, silahlı kuvvetlerin, askeri gereçlerin ve yatırımların gereği nedir? Savaşsız çözüm olabiliyor ise, elindeki tanrısal şifre nedir ve neden uygulamamıştır?

İhsanoğlu, Mısır’daki firavun darbesiyle devrilen Mursi’yi teslim olması için ziyaret etmiş ve ret cevabı alınca Mursi’nin demokrasi tecrübesinin olmadığını belirterek, "Ortaya çıkan yeni liderlerin bunu düşünerek ortaya çıkmaları lazım. Başka milletlerin bir asırda yaptıklarını bir senede yapamazsınız" açıklamasıyla, İslam’dan ve tarihten de bihaber olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca İhsanoğlu, darbeci firavun ordusunun başkomutanı Sisi’ye, ‘yaptığın haksızlık; halkını katlediyorsun; meşru bir iktidarı devirdin; derhal geri çekil’ gibi bir uyarıda mı bulundu, yoksa ‘az bile yapıyorsun; tek bir İhvan kalmayıncaya kadar başlarını ez” mi önerisinde bulundu?

Düşüncesiyle ilgili ne örnekleri çoğaltacak ne de uzaklara gideceğim. Yakın tarihimiz, sanırım münafık aklının idrakine yetecektir. 600 yıl boyunca gece gündüz demeden Müslüman milletimizle savaşmış haçlılar, malumunuz üzere Osmanlı Devletimizi yıkamamışlardı. Lakin CHP lideri Atatürk, birkaç yılda bileğini bükemediği ve şanından ürktüğü Osmanlıyı yıkıp namını sildiği gibi batılı devrimleriyle de hilafeti sonlandırmış ve milletimizi bir halden başka bir hale dönüştürmemiş miydi?  Ki, Atatürk, demokrasi yani millet seçimiyle başa gelmediği gibi devrimlerini de millete danışarak onay almamıştı.

Ancak Mursi, demokrasiye olan güveni ve bir Müslüman olarak insan hayatına ve halkına verdiği önemden dolayı yanlış yapmıştı. Tıpkı Atatürk gibi devrimlerine karşı çıkan azgınların kellesini alacak ve demokrasi havarilerinin gerçekte demokrasi düşmanı oldukları gerçeğiyle başlarını ezecekti. Demokrasi bayraktarı Sokrates’i de demokratlar idam etmemiş miydi?

Şimdi de Ortadoğu barış görüşmeleri adına Filistin’in İsrail’e teslimine çalışıyor. Özde olmayıp sözde olan İslam âleminin kriz odağı İİT’dir. Günümüz temsilcisi Ekmeleddin İhsanoğlu da Müslümanların lehine değil aleyhine çalışan haçlı ajanı olmasından, asla sırlarınızı paylaşmayın ve onunla birlikte bir müzakerede bulunmayınız ki, şeytanın dehşetsi tuzağından kurtulabilesiniz. İİT ve Ekmeleddin İhsanoğlu, size sadece beden vaat ediyor, oysa Müslümanlar bedene değil ruha iman etmişlerdir. Çünkü ruhsuz bir beden ölüdür!
    
İhsanoğlu’nun BM genel sekreteri olması, tam ona yakışacak bir görevdir. İİT genel sekreteri iken Suudi Arabistan’ın, BM genel sekreteri olunca da ABD’nin kuklası olmak, başka kime yaraşır?


Ey iman edenler! Münafıklar, kâfirlerin İslam maskesi takmış riyakârlarıdır. Kâfirden kaçma, sana zarar veremez ama münafıktan, yaban eşeğin aslandan ürküp kaçması gibi uzaklaş ki, ne dünyan ne de ahiretin heba olsun. Onlar lafebesidir ve gerekçeleri asla bitmez. Kabul ettikleri yanlışları öyle süsleyerek sizi ikna ederler ki, nasıl yok edici bir zehir kazandığınızın farkında bile olamazsınız. Onlar asla hakkın ve adaletin yanında olmaz, çıkarları için vicdan taşımaz ve göz açıp kapayıncaya kadar hem dininizi, hem vatanınızı, hem şerefinizi, hem namusunuzu, hem de canınızı satarlar. Şöhretlerine, makamlarına, kariyerlerine ve kimliklerine aldanma! Yaratılmış canlıların içinde en acımasız ve en bedhah olanlardır.    

27 Ağustos 2013 Salı

Şeytan da gözyaşı dökmez; Drakula Kemal’de…

Gözyaşı, vicdandaki tepkimenin dışa yansımasıdır. Bir yaratığın insan olduğuna en önemli kanıt, kalpten türeyen vicdanı hislerin çektiği azap karşısında üzüntü olarak açığa çıkmasının fiziki göstergesi gözyaşıdır.

Tabiatı insan görünümünde olup ancak insani değerlere haiz olmayan numuneler, bazı hayvanların fizyolojik olarak gözyaşı dökmelerini dahi geçekleştiremezler. Fizyolojikte olsa gözyaşı kendilerine haram kılınmış, kalpleri kan pompalayan aygıttan öte insani herhangi bir his oluşturmamaktadır.  
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğ’lu; “Ağlayan adam çaresiz adamdır. Çare üretmeyen adamdır, biçaredir, zavallıdır o. Ancak zavallılığını gözyaşlarıyla dindirmeye çalışıyor" sözleri, bir milleti yönetmeye aday siyasi bir parti liderinin ‘insan’ olmadığını kanıtlamış; acımaya, üzüntüye, merhamete, hoşgörüye, kaygıya, pişmanlığa, vicdana, yardıma ve sevgiye nasıl amansız bir düşman olduğunu ortaya koymuştur.

Açıklamasıyla kendini bir kul yani insan olarak kabul etmeyip tanrı sanan Kemal, hata ve yanlıştan münezzeh megalomanıyla öyle bir büyüklük kuruntusuna sahipmiş ki, yaratılmışı insan yapan gözyaşını aşağılayıp hor görmesiyle şeytansı tanrılığını deklare etmiştir.

Dolaylı olarak iktidarlığına aday vicdanlı milletimizi Allah korkusu ve üzüntü karşısında ağlamalarından ötürü çaresiz, çare üretemeyen, biçare ve zavallı olmakla küçümseyen Kemal, doğrudan kendini kurtarıcı bir tanrı olarak ilan etmekte ve gözyaşı döken milletimizi ezilmişlikle aşağılamaktadır. İktidarda olsalardı ‘Mısır’da darbe olmazdı’ iddiasında bulunan megalomanlar kendileri değil midir?

Drakula Kemal’in; haksızlık, adaletsizlik, vicdansızlık ve insafsızlık karşısında sakin bir dilsiz şeytan olduğunu ifşa eden eşinin; "Ke­mal, be­nim ha­yat­ta ta­nı­dı­ğım en sa­kin in­san­dır. Hat­ta si­nir boza­cak ka­dar sa­kin bir adam. O ka­dar sa­kin ki; bu si­ze de yan­sı­yor. Ama olum­suz yönde! Di­ye­lim ki bir şe­ye si­nir­le­ni­yor­su­nuz. Onun sa­kin­li­ği yü­zün­den ye­te­rin­ce ba­ğı­rıp ça­ğı­ramı­yor­su­nuz. De­şarj ola­mı­yor­su­nuz. Açık­ça­sı ba­zen Ke­ma­l'­in sa­kin­li­ği­ne ta­ham­mül ede­miyo­rum" açıklamaları, insandan değil ruhsuz bir bedenden bahsettiğini ispatlıyor. Ancak ölüler, heykeller ve mumyalar sakindir!

Düşünebiliyor musunuz; vatan topraklarının işgale uğraması, vatandaşın sıkıntıdan çıldırmak üzere olması, afetlerle karşı karşıya kalması yahut malı ve canı gidecek olması gibi birçok olumsuzu sakinlikle karşılayabilen biri, devlet yönetebilir mi? Ancak sakinliği de yalan! Çünkü sakin kimseler ölüden farksız bulunmalarından zarar veremezler, yeter ki kendilerine yüklenen bir sorumlulukları olmasın. İktidara gelebilmek için millete ve hükümetine öyle saldırıyor, düşmanlarla ve teröristlerle işbirliği yapıyor, halkı kışkırtıyor, devlete ve millete karşı provoke ediyor ve fitne çıkarıyor ki, vatanın ve milletin lehine değil aleyhine olabilecek ne var ise, işlemekten geri kalmıyor.

Öyleyse gerçekte Kemal kimdir? Benim kanaatim tartışmasız bir Drakula olduğudur.

Haydi diyelim Kemal ağlamaz, Kemal hissetmez, Kemal vicdan taşımaz, Kemal merhamet duymaz, Kemal haksızlık karşısında susan bir dilsiz şeytandır; peki, CHP’liler de mi öyledir? Bir sıkıntı ve üzüntü karşısında gözyaşlarını tutamayarak ağlayabilen CHP’liler zavallı mıdırlar; çaresiz midirler; biçare midirler; acınacak kimseler midirler? Bu durumda Kemal, sefiller topluluğunun mu genel başkanıdır?
Kemal’in ifadesiyle zavallı, çaresiz ve biçare milletimiz, ‘bir de Kemal’i deneyip iktidara taşıyalım’ kararını verse, acaba ne olur?

15. Yüzyılın ünlü Drakula’sı Vlad Tepeş’in halkına yaptığı zulümden bir başkasını mı yapar?  

Kazıklı Voyvoda olarak da anılan Vlad Tepeş’in en amansız ve en acımasız düşmanı Müslüman Türklerdi. Kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerden oluşan bir dairenin etrafında saray halkıyla yemek yemekten haz duyardı. Eline Müslüman bir Türk esir geçtiğinde el ve ayak derilerini yüzdürür ve meydana çıkan kırmızı etlerini tuzla ovuşturduktan sonra, elem ve azabın daha da artması için keçilere yalatırdı. Ona gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak istemeyince, sarıklarını başlarına çivi ile çaktırmıştı.

Biliyorsunuz Kemal’de sarık ve başörtüsü düşmanı ve CHP’nin sarık taktıkları gerekçesiyle idam ettirdiği Müslüman Türklerin sayısı halen meçhuldür. Biri çivi çaktırdı, biri idam ettirdi!

Kemal gibi gözyaşı dökmeyen, ağlamayı zavallılık sayan ve merhamete düşman olan Vlad Tepeş, bir gün, ülkedeki tüm yoksulları ve dilencileri saraylarından birinde ziyafete davet eder. Fakirler bu işe şaşırır ve aynı zamanda krallarının cömertlikleriyle övünürler. Tabi Drakula, onları doyurduktan sonra sarayı ateşe vererek hepsini yakar.

Sakın ha, Kemal’e umut bağlayıp güvenenlerinde başına aynı şey gelmesin!

Ağlayın, ağlayamazsanız, kendinizi zorlayın, hüzünlenin! Kıyametteki azabın dehşetini bilseniz, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılar, sesiniz kısılıncaya kadar ağlarsınız.” Hz. Muhammed (s.a.v)  

“Allah korkusu ile bir damla gözyaşı akıtmak, binlerce altın sadaka vermekten daha kıymetlidir.” Hz. Ömer (r.a)

“Bu fenada bir garipsin, Gülme gülme ağla gönül, Derdin dahi çoktur senin, Gülme gülme ağla gönül” Yûnus Emre

“Kalp, yalnız gözyaşı ile yıkanır ve temizlenir. İbnurrahmi
“Gözyaşı ile yıkanan yüzden, daha temiz yüz olmaz. Williame Shakespeare
“Gözyaşları olanlara ne mutlu!” Goethe
Gözyaşları, insan ruhuna yağan yaz yağmurlarıdır.“ Alfred Austin

“Gözyaşları, acının sessiz sözleridir. “ Voltaire

23 Ağustos 2013 Cuma

Güya müminler ama beşere de iman ederler…

Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.” Yusuf 106

M.Ö. 400’lü yıllarda yaşayıp Sinop’ta dünyaya gelerek kalpazanlık yaptığı gerekçesiyle Atina’ya sürülen ünlü filozof Diogenes’in dünyaya bakışı ve yaşamı, ahirete iman etmiş Müslümanlarda olması gereken bir hayat felsefesidir. Diogenes’e göre en üstün iyi; “erdem ve fazilettir.” Bilge, şan, şeref, makam ve servet, hor görülmesi gereken uydurma “iyi” lerdir. Bilge, nefsini istek ve arzulardan uzak tutmalı ve ihtiyaçlarını en aza indirmelidir. Makedonya Kralı İskender, bir gün kendisine “Bir dileğin var mı?” diye sorunca, Diogenes,“Var, gölge etme başka ihsan istemem!” diyerek dünyayı titreten İskender’i aşağılamak suretiyle yanından uzaklaştırmıştı. Daha sonra İskender, “İmparator olmasaydım ‘Diyogenes' olmak isterdim” demiştir.

Malumunuz üzere peygamber Hz. Yusuf (a.s), çocukluğundan itibaren atlattığı birçok ölümcül badirelerden sonra Mısır’da uğradığı iftiradan dolayı da zindana atılmıştı. Her ne kadar atılan iftira kanıtlanmış ise de, iftirayı atan kadının saygın ve itibarlı oluşundan kadın aleyhine ülkede yayılan dedikodulardan ve Hz. Yusuf (a.s)’ın karşı konmaz güzelliğinden dolayı diğer kadınların da nefsine meyletmeleri, Allah’tan zindana atılma niyazına sebep olmuştu.

(Yusuf:) Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi.” Yusuf 33

Hz. Yusuf (a.s) ile birlikte zindana kralın hizmetinde bulunan iki delikanlı daha girdi. Detaya girmeyecek ve Yusuf Suresini defalarca okuyarak idrak etmeye çalışmanızın asıl gerçekleri kavramanızda faydalı olacağını biliniz.

Bir müddet sonra cezalarını çeken bu delikanlılardan kurtulacağını bildiği kimseye Hz. Yusuf (a.s) dedi ki; “Beni efendinin yanında an!” Şüphesiz Hz. Yusuf’un bir anlık dalgınlığa düşerek Rabbi, vekili, destekçisi, yardımcısı ve kurtarıcısı Allah’ın yanında bir beşerden medet umuşu, Allah’ın zoruna gitmiş ve zindanda daha fazla kalmasına neden olmuştu.

Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla (Yusuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.“ Yusuf 42

İşte imanın şifresi; Allah’tan gayri bir başkasından medet ummamak ve yardım dilememektir. Allah’ı olan bir mümin’e herhangi bir beşerin “benden bir dileğin var mı” sorusuna, “gölge etme başka ihsan istemem” demediği müddetçe, iman etmiş sayılmaz. Maalesef tumturaklı iman edememiş olmamızdan sürekli işlediğimiz bu ortak koşmadan dolayı dualarımıza yanıt alamıyor ve beterin daha beteriyle karşılaşarak hem dünyamızı hem de ahiretimizi yitiriyoruz.

Madem Allah’a dayanıp güvendiğini, vekil ve destek olarak Allah’a iman ederek ‘Allah bize yeter’ diyorsun; neden sabretmeyip mutlak bir irade sahibiymiş gibi beşere de yanaşıyorsun? Allah’ın zihin ve kalbin derinliklerinde saklananı bilmediğini mi sanıyorsun? Allah’ın yanında beşeri de kudret sahibi gördüğün halde ortak koşmadığını iddia etmen apaçık bir yalancılık değil midir?

Geçmişteki ihlâslı Müslümanlar, hiçbir çıkar gözetmediklerinden sırf Allah rızasını kazanabilmek için dünyanın bir ucunda zulme uğrayan küçük bir toplulukta olsa yardıma koşar ve zalimlerle mücadele ederlerdi. O gün İslam ordularını seferber eden Allah, neden bugün yardımı nasip etmiyor? Neden Müslümanlar, özellikle dinlerine düşman olan emanetsi güçleri, beşeri kudret sahibiymiş gibi yüceltip medet umabiliyorlar? Allah, müslüman kimliklilerin destekçisi ve yardımcısı olabilir mi? Doğrudan inkâr eden ile ortak koşanların (kâfir ile münafık) sürdürdüğü mücadele batıl olduğundan, ancak Rabbine teslim olanların ortaya çıkmasıyla Allah’ın ışığı belirir.

Dikkat edin; Hz. Yusuf (a.s) peygamber olmasına rağmen bir kereye mahsus beşerden yardım talep etmesi zindanda daha fazla kalmasına neden olmuş ise, sıradan insanların vay hallerine!

Nasıl bir akıl, inanç ve muhakemedir ki, ellerini açıp yaratıcın Allah’a sığınarak yardım dileneceksin, ‘amin’ dedikten sonra da yakaladığın bir beşerin yakasına yapışıp işini gördürmeye çalışacaksın. Vallahi bu apaçık bir riyakârlık ve münafıklıktır.

İnsanoğlu sabırsızlıktan ve ikiyüzlülükten kaybetmekte, yaratıcısı Allah’ı işini görmesi için vekil tayin ettikten sonra hilkatteki eşine de vekâlet verip, akabinde Allah’a iman ettiğini ve kimseye ortak koşmadığını söyleyebilmektedir.

Ayrıca Vekil nedir, bilir misiniz? Vekil, Allah’ın 99 yüce adından biri olup, kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran” demektir.

Sabret! Allah, öyle eşsiz bir Tanrı’dır ki, en güvendiğinize ve yakınınıza aktardığınız sıkıntınızı yerine getirtmez, düşmanınızın eliyle yaptırtır. O, ince ve sezilmez yollardan öyle sebepler yaratır ki, ‘bu nasıl oldu’ hayretiyle şaşırıp kalırsınız. Eğer vekil ve destek olarak Allah’ı tayin etmişseniz, O’na ortak koşarcasına bir başkasına yalvarmayınız. Aksi takdirde her ne kadar Müslüman’ım deseniz de, satanistlerden bir farkınız kalmaz!

(Resulüm!) De ki: "Allah'ı bırakıp da ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler." İsra 56

“Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2

“Onların hepsini biraraya toplayacağımız, sonra da Allah'a ortak koşanlara: "Siz ve koştuğunuz ortaklar yerinizde bekleyin" diyeceğimiz gün artık onların aralarını tamamen ayırmışızdır. Ve onların ortakları, derler ki: "Siz, bize ibadet etmiyordunuz.” Yunus 28

“De ki: Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: "Hakka Allah iletir." Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?“ Yunus 35 (Bu ayeti, tamamen idrak edene kadar hıfzedin ki, doğru yola kimin götürdüğünü anlayınız.)


Allah'tan dileyim odur ki, herhangi bir beşerden yardım dileyecek bir gaflete hatta ihanete düşürmemesidir. Eğer böylesi bir delalete düşer isem, tövbe etmeyi hatırlatmasıdır.

20 Ağustos 2013 Salı

Ey Gülen müslümanları!

Hiç ‘Gülen müslümanı’ olur mu deyip şaşırdınız değil mi? “Kur’an Müslümanları sapıktır” diyen rehberinizin amacı İncil, Tevrat ve Kur’an’ın harmanlandığı ve seküler düzenin razı olacağı bir  “Gülen Müslümanlığı” oluşturmak değil ise, Allah nezdinde tek ve hak kitap olan Kur’an’a savaş açmasının nedeni ne olabilir?

Yaratıcı Allah, Araf Suresi 3. Ayetindeki; “Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” hükmü apaçık ortadayken, dünyadaki Müslümanlar da, sizlerin Gülen’i dost edinip peşine düşmesi misali başkalarının ardına takılarak dolaylı yollardan Allah’a ortak koşmaları sonucu acı, dehşet ve esaret altında yaşamaktan kurtulamamaktadırlar.

Şüphe yok ki Gülen’in sözlerini tevile kalkışarak, Kur’an Müslümanları dediği insanların hadisi ve sünneti kabul etmeyen, ben Kur’an’a bakarım diyerek mezhep imamlarının yorumlarını beğenmemek suretiyle kendi nefsi doğrultusunda yorumlamaya çalışanlar için söylediğini savunacaksınız.

Ancak Kur’an’ın bir vahiy olduğu imanı ile ayetlerin Peygamber Efendimizin aracılığıyla insanoğluna duyurulduğu temel alınırsa, gerek ayet gerekse hadisin birbirinden asla ayrılığı mümkün değildir. Allah Resulü, fiziki ibadetlerin ve fiziki sünnetlerin dışında ayetlerle ile ilgili hiçbir yorumda bulunmamış, ne ilave ne de eksilme gibi nefsi bir açılıma kalkışacak hiçbir söz söylememiştir. Zaten ayetlerin dışında herhangi bir şey söylemesine yetki verilmediğinden Allah, kendisiyle birlikte Resulüne de itaati emretmiş ve Allah ile Peygamberleri birbirinden ayırarak bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyenler, asıl kâfirler olarak lanetlenmiştir.

Peygamberin görevi, Allah’tan indirileni açıkça tebliğdir. Yoksa ayetlerin terk edilip yüzlerce kimsenin hadis adı altında rivayetlere dayalı sözlere itaat edilmesi değildir. Her ne kadar Kur’an’ı Kerim, İncil ve Tevrat gibi tahrif edilememişse de, rivayete dayalı yorumlarla İncil ve Tevrat’tan daha beter hale sokulmuştur.
  
(Benim yaptığım) ancak Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.“ Cin 23

"Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah'ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir" dediler.” Yasin 17   
  
Unutulmamalıdır ki, ne yeryüzü ne gökyüzü ne ay ne güneş ne gezegenler ne de evren hadis iddiasıyla haklarındaki düzene karşı gelmeyip Allah’ın emri doğrultusunda görevlerini ifa ediyorlar. Peki, insanlar, Allah’tan çok mu daha iyi biliyorlar da buyruklarına boyun eğmemekle kalmayıp peygambere de iftira atmak suretiyle kendi istek ve düşüncelerine göre İslam’ı nefislerine peşkeş çekebiliyorlar? Eğer nefislerinin hoşlanacağı bir dine inanmak istiyorlar ise, neden adına İslam ve hadis diyerek Allah’ın yüce dinini kirletiyorlar?

De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.“ Nur 54

Seyyid Kutub idam sehpasına götürülürken ona kelime-i şehadet getirtmesi için Ezher’li bir müftü getirilir. O, "Ey Seyyid Kutub! 'Eşhedu en La ilahe Illallah ve eşhedu enne Muhammeden Rasulullah' de" der. Seyyid Kutub "Sen de mi? Komediyi tamamlamak için mi geldin? Şüphesiz biz "La ilahe illallah" dediğimiz için idam ediliyoruz. Siz ise karşılığında ekmek yemek için "La ilaheillallah" diyorsunuz" diye cevap verir.

Evet, uluslar arası devasa çıkar bir imparatorluğun üyesi, gönül sevdalısı veya müridi olabilirsiniz. Gerek eğitim gerek iş gerekse konumunuza göre her türlü desteği alabilir ve beşeri itibara da sahip olabilirsiniz. Fakat geçici dünyada hangi nimetlere, makamlara ve izzete haiz olsanız da Allah’ın verecekleri yanında hiçtirler.

Ne olur, sırf menfaatleriniz ve çıkarlarınız adına; yani Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle "La ilaheillallah" demeyiniz. Önderiniz Gülen, nefsi hata ve yanlışları olan bir insandır. Allah’a ortak koşarcasına her açıklamasını sorgulamadan ve eleştirmeden kabul ediyor, karşı çıkanları, adına savunuyorsunuz. Bunu yaparken, kanıt olarak önünüze konan ayetlere dahi aldırış etmiyor, hoca efendi ne dediyse doğrudur, sen ayetten anlamazsın, ayetlere en iyi yorumu o verir diyerek, putperestçe davranış sergiliyorsunuz. Onu hidayet, fayda ve zarar verici öyle bir konuma getirdiniz ki, sanki insan değil tanrı! Unutmamalısınız ki Peygamber Efendimiz de bir insandı, ne hidayet verme ne fayda verme ne de zarar verme gücüne sahipti. Belki farkında değilsiniz ama Gülen’e olan bağlılığınız, hoca efendilikten ve gönül sevdalılığınızdan çok öte tanrısal bir aşk ve tazim içermektedir. Vallahi, ahirette size hiçbir yardımda bulunamayacağı gibi kendisini görmemeniz için saklanacak yer arayacaktır. Herkesin birbirinden kaçacağı o gün, öyle bir gündür ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, orada hiçbir yardım göremeyeceksiniz. Gerçekten hoca efendiniz Gülen’e düşkün ve bağlıysanız; onu imana, Kur’an’a davet edin. Allah ve Resulüne tumturaklı teslim olamamasından zihni ve kalbi karışmış bir ziyanlıkta doğru yolu yitirmiş durumdadır. Allah ve Resulünün hükümlerine değil, batıl düzenin istek ve düşüncelerine göre fetvalar vermekte; kanıt içinde hurafeleri hadis diye dayatmaktadır. Herkesten gerek maddi gerek siyasi gerekse sosyal yönden nemalanabilme hırsı, nasıl bir bataklığa saplandığını idrak ettirememektedir. Hoca efendinizin her sözünün mutabakatını Kur’an’da arayınız. Kur’an’a muvafık olmayan hadislere kesinlikle itibar etmeyiniz. Peygamber Efendimiz de, “Bana nispet olan hadisi kitabullah ile karşılaştırınız. Kur’an’a muvafık ise ben söylemişimdir, benimdir” diye buyurmadı mı?  Yüce kitabınız Kur’an’ı Kerim’i ve Allah nezdinde kabul edilen tek din İslam’ı, İncil ve Tevrat ile özdeşleştirmesinin ve diyaloga sokmasının ardında bedelini onlara benzemekle ödedi. Gelin, Allah’a yakararak hoca efendinizin kurtulması için dua ediniz. Allah, affını sağlayıp vahyin emrettiği bir Müslümanlığa kavuşursa, sadece ben değil, tüm müminler ona sevgi ve saygıda kusur etmezler.

 “O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” Nahl 89

“O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” Bakara 176

Allah ve Resulü farklı hükümler veremeyeceğine, vahiy ile peygamber efendimizin hadisleri de (ki zaten vahiyden sonra peygamberimizin duyurusuyla hadise dönüşen ayetler) aynı olduğuna göre; neden ayet ve hadis diye ayırarak, yazılı ve Allah’ın korumasında olan Kur’an’ı Kerim yerine rivayetlere itibar ediliyor? Demek ki amaç, Kur’an’daki ayetler değiştirilip reforma uğratılamadığından peygamberimize iftira edilerek hadis adı altındaki sözlerle seküler düzene peşkeş çekiliyor. Bu durumda, nefislerin azgınlaşıp etiketlendiği bir dünyada; rivayete mi iman edelim, yoksa Kur’an’ı Kerime mi?


 “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Türkiye’nin Sisi’leri Başbuğ ve Doğan darbe gerçekleştirselerdi;

Müslüman halkımızın, Mısır’lı kardeşlerimizin akıbetinden farklı bir sonuçla karşılaşmayacağı, “acımadan tepeleyin”  başlığıyla kanıtlıdır.

Peki, Müslüman milletimiz ihvan gibi tepki göstererek işgalci orduya direnmek suretiyle şahadete koşar mıydı?

28 Şubat’taki tankların sesi ve İslam düşmanı darbecilerin böğürtülerinden korkularak çekilen teslim bayrağını referans alırsak, tabii ki “hayır”. Ancak 1997 yılından bu yana kimlik Müslümanlığından kurtulup vahyi Müslümanlıkla bilinçlenmiş olmamız, dünyanın birçok yerine cihad için giden mücahidlerimizden anlaşılmaktadır.

O dönemin utanç tablosunu yaşatan merhum Necmeddin Erbakan, maalesef kalbi dünya nimetlerine ve gösterişine aç olmasından ne teşkilatına ne de Müslümanlara dik bir duruş sergiletemedi. Hak diye iddia ettiği davası uğruna hayatını feda edebilecek ve cefa çekebilecek cesarette bir lider olamadığından sahnelerde gürlediği gibi Müslüman bir lidere yaraşır bir duruş gerçekleştiremedi. Rüzgârı etkiliydi ama imanla bütünleşmediğinden yelken misali Türkiye’ye yol aldıramadı.

Oysa Mursi, haçlı Batı ve İsrail’in doğrudan desteklediği darbeyle bilfiil karşılaştığı halde merhum Erbakan’a yapılan tehdit, şantaj ve pazarlıklara arkasını dönerek, “ya zafer ya ölüm” şuuruyla ömür boyu zindana yahut idam edilebilecek endişesine kapılmadan halkına direnin çağrısı yapabilmişti. Çünkü sonunda çürüyecek olan bedenini, iktidarlığını ve devlet başkanlığını ahiret için satmış, asıl mükâfatın ahirette olduğu imanını ortaya koymuştu.

İnanç ile iman, tıpkı ruh ile beden gibi farklı kuvvetlerdir. Nasıl ki ruh olmadan beden atıl ise, iman olmadan da inanç bitkisel hayat gibidir.
    
Şüphesiz liderin sürükleyici bir gücü vardır. Lakin o güç kararsız, korkak, paranoya ve teorik ise, ancak var olan yanlışı derinleştirerek kronikleştirir ve insanların umut ettiği siyasi devrimleri uygulayamaz. Liderin bilgisi akademik değil hayatın gerçekleri olmalıdır. Bu sebeple akademisyenlerden lider değil, siyaset adamı dahi olmaz. Çünkü onlar hesap adamı ve teorisyen olup, her türlü riske karşı ürkektirler. İş hayatında da öyledirler. Keşifler gerçekleştirebilir, fabrikalar kurabilir, projeler yapabilir, teknik her türlü donanıma sahip olabilirler ama iş adamı olamaz ve bir limon dahi satamazlar.

Gerek dinli gerekse dinsiz günümüz insanlarının liderlerine olan kayıtsız-şartsız aşk ve tazimleri hatalarını görmemelerine, böylece şımararak kendilerini Kaf dağında sanmalarına neden olmaktadır. İnsanların lideri için değil hak ve adalet için canlarını vermeye hazır oldukları gün, idrakin sağlandığı ve kurtuluşa kavuşulacağı andır. Liderin nefsi, sevenlerini öyle iğfal etmiştir ki, hem dini hem siyasi ihanetsi yanlışlarını kanıtlasanız da, sanki hatadan münezzeh tanrılarmış gibi can havliyle savunur, sözlerini Allah ayetlerinden üstün tutarlar. Lideri eleştirmenin Tanrı’yı eleştirmekle eşdeğer tutulduğu bir düşünce ikliminde doğruda buluşmak imkânsızdır. Dolayısıyla yaşamın sırlarını bilen ancak dinin ve siyasetin sırlarını bilebilir; bilmeyenin dini ve siyasi lider olabilmesi mümkün müdür?

Hz. Ömer (r.a), halka hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Halktan biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Halka dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” demişti. Ki, Hz. Ömer (r.a), İslam devletinin halifesi olarak hem dini hem de siyasi bir liderdi.

Mursi’nin firavuncularca tutuklanması akabinde salıverilmesi için girişilen pazarlıkta İhvan-ı Müslim, “Bizim için Mursi’nin et ve kemikten müteşekkil bedeninin bir değeri yok! Hak ve adalete maddi hiçbir şeyi peşkeş çekmeyiz. Milyonlarımızı tutuklasanız veya öldürseniz de davamızdan asla geri dönmeyecek ve boyun eğmeyeceğiz. Allah’ın bize verecekleri sizinkilerden kat kat fazladır.” itikatları, Müslümanlığın ve insanlığın özetiydi.

Bakın şu sözde Müslüman’ın düşüncelerine; acaba akademik bir teorisyen olmasından mı saçmalıyor? Ne de olsa hesap adamı!

Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak, sözlerine Mısır’daki Müslümanların şahadete koşan imanlı ve şerefli direnişlerini görmemezlikten gelerek darbe yapan şeytanları kınamakla başlayıp,"Asıl hedef Türkiye'dir. Gerekli tedbirler alınmazsa yarın benzer olaylar Türkiye'de olacak” açıklamaları, kime iman ettiğini ve kimden korktuğunu sorgulatıyor.
Öncelikle hedef Türkiye ise ne olmuş? Zalimlerin hedefi Türkiye olabilir, acaba takdir edici Allah’ın da hedefi Türkiye midir? Türkiye’nin savaşa girecek olmasından duyduğu bu korkunun sebebi dünyada ebedi kalabileceği düşüncesi mi? Gerek Allah’ın Resulü gerek Sahabe gerekse bu Müslüman milletin ecdadı yüzlerce yıl savaşmadı mı ve milyonlarca şehid vermedi mi? Sözde iman ettiği Kur’an, haksızlığa, zulme, batıllığa ve fitneye karşı savaşı emretmiyor mu? Şehid olmak şerefsizlik veya küfür müdür? O kadar tedbir alıp 28 Şubat’ın uluyan generallerine el pençe durdukları halde iktidardan uzaklaştırılarak hor ve hakir bırakılmadılar mı? Eli kanlı ve sadist firavunlara karşı kendini şahadete adayarak zerre kadar tereddüt duymayan Mursi, tedbir amaçlı canını kurtarabilmek için baş mı eğmeliydi? Müslüman halkına direniş çağrısı yapıp binlerce kişinin şehid edilmesine ve tutuklanmasına sebep olması hata mıydı? Yazıklar olsun! En acısı ise bir kısım Müslüman topluma liderlik yapmış olması…    
Şüphesiz herkesin bir planı ve tuzağı olduğu gibi yaratıcı Allah’ın da bir planı ve tuzağı vardır. Hesap yapmak kulun işi değildir. Allah her türlü hesabı yapmış ki, hükümlerine kesinkes itaatini emretmiştir. Allah’ın yazdığından bir başkasının başa gelebilmesinin mümkün olmadığı ayetle sabit olup; acaba Kamalak’ın ifade ettiği tedbir, Allah’ın yazgısını önleyebilecek mi?

Tehlikeden kaçamayan, onun karşısında cesaretle durmayı bilmelidir. La Fontaine
 
Mustafa Kamalak sözde Müslüman olabilir ama özde Müslüman değildir ve şirk içindedir. Liderlerin en bedbahtı; savaştan kaçan, direnişten ürken, haksızlığı kınamakla geçiren ve korkusunu teorik tedbirlerle kamufle edendir. Bilinmelidir ki hak ve adalet, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır.

 “De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.”  Tevbe 51


“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Atatürk, nutkunda ‘öldürün’ demezmiş…

Atatürk, nutkunda ‘öldürün’ demezmiş…

“Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” sözüyle işlediği cinayetlerden gururlanan Atatürk, aralarında gazilerinde bulunduğu onbinlerce vatandaşını katleden değil miydi ki, devrimlerinin korunması için gençlere; “taşla, sopayla ve silahla saldırarak” rejimin muhafazası için Bursa Nutku ile vasiyette bulunmuş olmasın?

Atatürk’ün 1933 yılındaki Bursa nutkunda gençlere hitaben; “Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, 'Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır' demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır" açıklamasının doğru olmadığını öne süren bazı muhafazakâr gazeteci ve tarihçi yazarlar, sanki Atatürk ‘karıncaincitmez’ bir hümanistmiş gibi böylesi hukuksuz bir beyanat veremeyeceği iddiasıyla sözlerini inkâra çalışmaktadırlar.

Vatandaş ve bürokratı olduğu Osmanlı Devletine isyan ederek gerilla direnişiyle yıkıp halkın onayını almaksızın ceberutla batılı devrimleri şiddete başvurmak suretiyle gerçekleştiren Atatürk,  kanun ve hukuk tanımaz bir devlet adamı olarak gençliği sokağa dökecek ve polis, savcı, hâkim vs. devlet görevlilerini dinlememeye teşvik edecek bir konuşma yapması fıtratının bir sonucuydu. Çünkü kendiside Osmanlı’ya karşı aynı yolu izlemişti.

Atatürk, ilke ve inkılâplarına sahip çıkan bir Meclis’i meşru görür; hele Allah’ın, Peygamberin, Kur’an’ın anılacağı ve millet dileğinin egemen olacağı bir Meclis’in ve hükümetin ortadan kaldırılması meşrudur. 

Peki, haksız mı?

Her düşünce ve rejim; ideal ve davaları doğrultusunda kendini var etmek, muhafazada bulunmak, egemen kılmak, baki kalmak, sarsılması ve yıkılmasını önlemek maksadıyla şiddet ve savaşı kaçınılmaz sayar. Buna da zorunludur. Aksi takdirde ayakta kalabilmesi ve müdahalelerin etkisinden kurtulabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Atatürk devrimleri adına ‘ölme ve öldürme’ yeminleri yaparak mücadeleye kalkışan Kemalist’lerin elle, taşla, sopayla ve silahla isyanları, diğer din, düşünce ve rejimlerde olduğu gibi hukuk sistemlerince gayrimeşru olsa bile fıtraten meşrudur. Bedel ödemeyi göze alanların eylemleri, başkaları için anormal olsa da kendileri için normaldir.

Barış için savaş, egemenlik için otorite, gerek din gerek vatan gerekse bedeni yaşam için ölmek yahut öldürmek, iyilik için kötüyü yok etme, suça karşı ceza, haksızlığa karşı direniş, batıla karşı mücadele; var olabilmenin ana amaç ve gayesidir. Daha açık bir ifadeyle ideolojik ve nefsi bir müdafaadır. Yoksa insanı tanıma idrakine ulaşamamışların absürt hümanist teoriler, sosyolojik ve psikolojik kuramlarla insanın derinlerindekini denetleyebilmesi, diledikleri düşünce ve davranışa yönlendirebilmesi mümkün değildir. Öyle olsaydı silahlara ve savaşa son verilirdi. Basit bir nefsi öfke uğruna isyan ederek adam öldürebilen insanı tahlil edemeyenlerin kestikleri ahkâmlar da dolgu malzemeleridir.

Yaratıcı Allah, yarattığı insanların sinelerindekini bildiğinden cezayı, şiddeti, savaşı yahut cihadı farz kılmış, yeryüzünde hak ve tek din ve rejim Allah’ın oluncaya kadar mücadeleyi emrederek, ölmeyi ve öldürmeyi buyurmuştur. Şimdi, (haşa) Allah yahut Atatürk zalim de, insanı et-kemik ve beyinden ibaret biyolojik makine yahut çiçekteki saksı sanan seküler hümanistler mi merhametli? Onun için mi azan nefisleri adına vicdan ve sınır tanımaksızın sadistlik, haksızlık ve adaletsizlikte yarışıyorlar?

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

Yeryüzü ve gökyüzünde yaratılmış her kul, görevlerini ifa etmektedirler. Nasıl ki şeytana kötülüklerin elçisi olma hesabıyla kızılamaz ise, o şeytana ve dostlarına karşı savaşanları da yeremezsiniz. Kötünün isyan edip öldürme fiili olduğu gibi, iyinin de mukabelede bulunma hakkı tartışılmazdır. Ancak bu kuralları kimin koyması gerekliliği, şeytanı ve insanı yaratan ve ne yapabileceklerini bilen varlık tarafından belirlenirse; huzur, güven, hak ve adalet tesis olur.

Mesele Kemalist’lerin, PKK’nın, İsrail, ABD, Suriye ve Mısır ordularının öldürme ve katliamları değil, kendini Allah’a ve insanlığa adamamış olanların karşı koymamaları ve onlar gibi öldürmemeleridir.
Allah; Bakara 191, Nisa 89, Nisa 91, Tevbe 5 gibi birçok ayette, Müslümanlara karşı savaş açan asilerin bulundukları ve yakalandıkları yerde öldürülmelerini emretmiş, hak ve adalet düşmanı kötü ile hiçbir şart ve koşulda işbirliği yapılmamasını, dost ve yardımcı edinilmemesini emretmiştir.

Dolayısıyla ölme ve öldürme; barış ve yaşam gibi hayatın olmazsa olmaz sonucudur. Önemli olan nefsin için haksız yere herhangi birinin öldürülmemesi, seçtiğin safın hak mı batıl mı olduğudur. Ne var ki tagut yani batıl yolda savaşanlar nefisleri için kıyıma girişmelerinden, hak safında olanların hiçbir acıma duygusuna kapılmadan ve karşısındaki azgının insan olduğu yanılgısına kapılmadan öldürmesi Allah’ın bir hükmüdür.

Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.“ Maide 33

Allah’ın ayetlerini eğip bükerek hümanistlik adına batıllaştıranların Atatürk’ün Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla” mücadele edilmesi vasiyetini de yalanlayarak, Kemalistleri de aynı çizgiye çekme çabaları, dünya yaratıldığından bu yana başarılı olamamış, vadenin gelmemiş olması öyle sanılmasına neden olmuştur.

Hak ile batılın savaşı kıyamete kadar sürecek, hiçbir güç hak ile batılı uzlaştıramayacaktır. Dolayısıyla batıl safta yer alan Kemalistler ile Hak safta yer alan Müslümanların gerek fikri gerekse fiziksel çatışmaları bitmeyecek, Müslüman milletimizi kendi dinlerine çevirebilme baskı ve tehditlerine imkân tanınmayacaktır. Münafıkların fetvalarıyla Kemalizm’e boyun eğilmesiyle hem Atatürkçü hem Müslüman olunabilmesinden vahiy temelinde iflah olunamamıştır. İslam dininde zorlama yoktur ama Kemalizm’de vardır.

"Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız." Kehf 20



11 Ağustos 2013 Pazar

Düşünce ve ifade özgürlüğü isyan ve cinayet midir?

Sekülerizmin türettiği laik, demokratik veya pozitif anlayışlar; yaratıcının mutlak kuralları ve otoritesini elimine ederek aklı ve iradeyi üstün kılmak, düşünce ve ifade özgürlüğü manipülasyonuyla Allah’ı, Resulünü ve dinini tartışmayı, eleştirmeyi, kınamayı ve düzenden dışlamayı meşrulaştırma amacı taşıyan bir güdümdür.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle düşünce ve ifade özgürlüğü gibi insanı insan yapan fıtratı bir hakkın legalleştirilmesi, dine karşı din dışı rejimlere ve düşüncelere meşruiyet sağlama taktiğidir. Nasıl ki yemek yeme, su içme, yürüme, görme, uyuma, kaşınma ve rüya özgürlüğü gibi doğal bir davranış yasallaşamayacağına göre, insan adına düşünce ve ifade özgürlüğü içinde yasal bir teminata ve yaygaraya ihtiyaç yoktur.

Şüphesiz din de olduğu gibi din dışı rejimlerde de kendini tehdit ve bertaraf edebilecek her özgürlük sınırlandırılmakta ve otoritece sansür uygulanmaktadır. Ne var ki nefret, kışkırtma ve şiddetin kime karşı ve kimin lehine işlendiği baz alınmakta, böylece düşünce ve ifade özgürlüğü formlaştırılmaktadır.
Her ne kadar seküler anlayış, fertlerin düşünce ve ifade hürriyetlerine sözde hak getirdiğini iddia etse de, toplumda fitne ve fesat çıkaran özellikle medya, gazeteci, sanatçı ve yazar gibi seslerin önlerini açarak kaosa, infiale, isyana ve cinayetlere zemin hazırlamakta ve ideolojik egemen güçler lehine halkın seçtiği hükümetler üzerinde baskı ve tehdit kurarak, dine karşı darbeyi bile meşrulaştırmakta hatta demokrasiyle de özdeşleştirebilmektedirler. 

Sonuç olarak bir hak olarak tanındığı iddia edilen düşünce ve ifade özgürlüğü, doğrudan ilahi yaptırımlara karşı hilesel bir azmettiriciliktir. Hiçbir insanın düşünce ve ifade özgürlüğü gibi bir hakka ihtiyacı yoktur, zaten yaratıcı tarafından konulan hükümler çerçevesinde fıtratsal hürriyete haizdirler.
Dünyadaki gelişmeleri bir tarafa bırakıp Türkiye’den örneklendirirsek, düşünce ve ifade özgürlüğü adına tartışılması dahi mevzubahis olmayan toplumsal değerlere saldırılarak girişilen fitnenin nasıl sonuçlar doğurduğu malûmdur. Milletin Müslüman kesimine düşman Aziz Nesin adlı bir yazarın çıkardığı fitne ile Türkiye’yi götürmeye çalıştığı içsel çatışmanın ne bedellere mal olduğu hatırlanmalıdır. Lakin kendisi suçlu bulunmak bir yana yargısına dahi gerek görülmemiş, fitnenin adam öldürmekten daha korkunç bir günah ve suç olduğu, düşünce ve ifade özgürlüğü lehine gayrimeşru sayılmıştır.

Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden adlı azgın bir bölücü, “laik olmayan insan, insan değildir; onların kanından şüphe ederim” aşağılayıcı fitnesine hiçbir yaptırım uygulanmamış, kendisine, “laik olan insan, insan değildir; kanlarından şüphe ederim” bilmukabeleye karşılık 5 ay 16 gün hapis cezasına çarptırılmıştım. Açıkça anlaşılacağı üzere; söz konusu düşünce ve ifade özgürlüğünün Müslümanlara değil Müslüman karşıtlarına sağlanan bir hak olduğu kanıtlıdır. Amaç Allah’ın ayetlerini, yani sosyal, ekonomik ve siyasal hükümlerini etkisizleştirmek!

PKK, Ergenekon, Balyoz ve bağlı terör örgüt üyesi gazeteci, sanatçı ve yazarların ülkeyi birbirine katan fitneleri, düşünce ve ifade özgürlüğü adına dokunulmaz ve masum addedilmekte, ya ilişilmemekte ya da haklarında verilen cezalar gayrimeşru bulunabilmektedir. Oysa kaosa ve infiale neden olan asıl suçlu oldukları aşikârken, insanı tanrı yapan seküler yasalardan dolayı mermiden çok daha felaket tahribata yol açan gazeteci ve yazarların fitneleri, özgürlükle bağdaştırabilinmektedir. Milletin birliği ve bütünlüğü adına katiller ve teröristlerden daha ağır cezalara uğratılması zaruri olan politikacı, gazeteci ve yazarlar, üstelik kahramanlıkla payelenmektedirler.

Basına tanınan özel haklar, bir ülkenin sonunu getiren öyle bir fecaattir ki, ani bir deprem yahut bir felaketten çok daha yıkıcı ve yok edicidir. Her nefsin başında bekleyen şeytanı tetikleyen kışkırtıcılık, bir lâhzada ülkeyi kan gölüne çevirmekle kalmaz, gelecek nesilleri dahi ortadan kaldırır.

Başkalarının hakları diye bahsedilen sınırlar, sadece sokaktaki vatandaşlara uygulanan müeyyidelerdir. Doğrudan yahut dolaylı olarak özel dokunulmazlık haklarına sahip olan politikacı, gazeteci, yazar, sanatçı ve bilumum aydın etiketli provokatörler, asıl korkulması gerekenler olmalarına rağmen, propagandalarıyla yığınları isyana teşvik edebilmektedirler. Tıpkı kod adı Gezi Parkı isyanlarında olduğu gibi!

Fitne öyle bir belâdır ki, sevgi, saygı, tahammül ve vicdanı yıkıp biçen bir tırpandır. Sıradan ama dehşet veren bir örneklendirme yaparsak; kadına özgürlük propagandasıyla estirilen furyadan aile yapısı çökmüş, eşlerin birbirlerini öldürmeleri, boşanmaları, kavgaları, kin ve nefretleri artmış, sabır denen erdemlik yok edilmiştir. Özgürlük zehri zihinleri ve kalpleri iğfal etmiş, “ben özgürüm” narasıyla eşler birbirlerini düşman belleyerek kılıçlarını kuşanmıştır. İzin istemeyi esaret; baba, koca ve kardeşe saygıyı baskı; sabrı ahmaklık; tahammülü kölelik gören zihniyet, insanlığı asileştirmiştir.

Örneğin benim gibi milyonlarca erkek, karısından izin almadan adım dahi atmamaktadır. Acaba benim gibiler de “erkeğe özgürlük” naraları mı atmalıdır? Amaç huzurlu, tartışmasız ve birlikte bir yaşam ise, “sen haklısın” demekle köle mi olunuyor?

Özgürlük nefsin yegâne dostu, şeytanı en mutlu eden fitnedir. Çünkü şeytan, gerçeğin değil yalanın peşinde koşanlarla beraberdir. Ki, o hayal uğruna ne insanlar ölüyor, katlediliyor, işgal ediliyor, sakat kalıyor, binbir türlü musibetle boğuşuyor, sabır, huzur ve güven yok oluyor.

Düşünce ve ifadede özgürlüğü cesaretiyle fitneciler, seküler yasaların kendilerine tanıdığı hakla herhangi bir cezalandırmaya çarpılmadan kurtulmakta, tuzağa düşenler en acı bedelleri ödemektedirler. Ne için?

İnsan gibi üstün bir varlığın düşünce ve ifade özgürlük talebi, onun bir insan olmadığına delildir. Çünkü insan hem düşünür hem konuşur, ancak fitne çıkaramaz. Nasıl ki görme, tatma ve işitme için özgürlük ihtiyacı bulunmuyor ise, neden düşünme ve ifade için mücadele edilip meydan okunuyor? Allah ve ayetlerini acze uğratabilmek!

Aslında düşünce ve ifade özgürlüğü değil de fitne ve fesat çıkarma özgürlüğü dense, daha yerinde olmaz mı?

Fitneyi meşrulaştıran rejimler, toplumların helakine sebep olan düşmanlardır. Düşünce ve ifade özgürlüğü gerekçesiyle fitne ve fesat çıkaranlar, kötülerin en kötüsüdür. Allah’ın Bakara Suresi 191. Ayette fitnenin adam öldürmekten daha kötü olduğunu vurgulamasının doğruluğunu yaşadığımız dünyada çekmekteyiz.

İnsan, öylesine nefsinin esiri, kendinin düşmanı ve şeytanın dostu olmuş ki, yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya ve tehdit yok edilinceye kadar mücadele etmesi gerekirken; düşünce ve ifade özgürlüğüyle intihara yeltenmiş, fitne ve fesatla barış, huzur ve güveni doğramıştır.


“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” Enfal 39

6 Ağustos 2013 Salı

Balyoz akabinde Ergenekon hâkim ve savcıları;

Artık devletin millet ile bütünleştiğini ve adaletin hiçbir etki altında kalmadığını millet adına verdiği kararlarla öyle bir miladi dönemin açılışını yapmışlardır ki, Allah’a şükrediyor ve tüm Türkiye’ye MÜJDELER olsun diliyorum.  Darısı başta Mısır Halkı olmak üzere tüm yeryüzü toplumlarına!

Dünyada hiçbir yargı kurumun cesaret edemeyeceği kararları vererek adaletin şaşmaması gereken terazisine baskı ve tehditlere rağmen hile karıştırmayan Müslüman Türk yargısı, vicdanlarındaki Allah sevgisi ve korkusuyla azgın suçluların işledikleri cürümlerden aman vermeyerek dimdik duruşları, bundan böyle toplumumuzdaki tüm şüphe ve tereddütleri gidermiş ve ruh misali hayatın besini olan adaletle halkımızı tokluğa gark etmişlerdir.

Kiminin genelkurmay başkanlığı, kiminin kuvvet komutanlığı, kiminin ordu komutanlığı, kiminin subaylığı, kiminin rektörlüğü, kiminin milletvekilliği, kiminin gazeteciliği ve kiminin bilmem ne yaptığının artık önem taşımadığı bir yargı yapısında, kimsenin kimseden üstün olmadığı bir adalet tecelli etmiş; geçmişinde saygın ve mevki sahiplerinin nasıl terörist oldukları kanıtlanmıştır.

Teröristliği kanıtlanarak müebbet hapis cezasına çarptırılan eski genelkurmay başkanı Org. İlker
Başbuğ, Ergenekon Silahlı Terör Örgütü suçlamasıyla ilk tutuklandığında; ''Türkiye cumhuriyetinin 26.
Genelkurmay başkanı terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlandı. Takdir yüce Türk
milletinindir'' açıklaması, gerçekten halkını tepelemek isteyen bir teröristin nasıl olurda devletin 26. Genelkurmay başkanı olabildiği dehşetini bizzat ikrar ederek, yargılanması sonucu Türk Milleti adına karar veren mahkemece kanıtlanmış; hem milletimiz hem de TSK tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Hain bir teröristin 26. Genelkurmay Başkanlığı! 
  
Açıkça ispatlandığı üzere; gerek Balyoz gerekse Ergenekon Terör Örgütlerindeki general, amiral ve subayların mahkûmiyetleri, Müslüman milletimizin nasıl dâhili hainlerce işgal altında olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla Türkiye, haçlı torunlarının istilasından kurtulmuş ve tıpkı Çanakkale Zaferi misali bayram şenlikleriyle kutlanmasını meşru hale getirmiştir.

10.08.2010 tarihinde internet sitemde yayınlayıp habervaktim.com sitesinin de yayınladığı “Org. Başbuğ’u yargılayabilecek cesur bir yargıç yok mu” başlıklı yazımdan dolayı Genelkurmay Başkanlığı aleyhimde Ankara-Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunarak, “İnternet yoluyla kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret” suçundan cezalandırmamı istemiş, lakin Başsavcılık, 24.02.2012 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığı kararıyla dava açmamıştı. Çünkü İlker Başbuğ bir teröristti, ancak Genelkurmay Başkanı olmasından yargılanmaması tepki duymama ve hesap sormama neden olmuştu.

Söz konusu yazımda;

Org. Başbuğ’u yargılayabilecek cesur bir yargıç yok mu?
Gerek Türkiye’de gerekse dünya da orduları yöneten, hükümetlerin ve milletlerin emrinde olan bir rejimle idare edilen ülkelerde hükümete ve millete böylesine meydan okuyabilen mağlup bir Genelkurmay Başkanı’na rastlayabilmek mümkün değildir…
Göreve geldiği günden itibaren söz ve yükümlülerindeki tenakuz; aşırı bir ideolojik hoyratlık;  hükümete ve millete savaş açan darbeci meslektaşlarını kayırıp kollama; ihanetsi faaliyetleri örtbas etme ve sorumlularını yargıdan kaçırma; adaleti ifa etmeye çalışan savcı ve hâkimleri tehdit; milletin ta kendisi olan TSK’ni istismar; iç güvenlikten sorumlu emniyet teşkilatını suçlayarak hedef gösterme; Ergenekon Terör Örgütü gibi bir felaketin yöneticilerine arka çıkma; bağımsız bir hukuktan değil oligarşik bir diktadan yana olma; terörün odağı haline gelmiş suçlu subayları halktan üstün tutma; deşifre olmuş onca ihaneti TSK adına savunma; millet iradesini yok sayma; pkk terör örgütünün çökertilmesine mani olan Ergenekoncu terör üyeleri hakkında hiçbir işlem yapmama; başbakan ve hükümete karşı dolaylı yollardan TSK’ni ve yargıyı kışkırtma; açılan soruşturmaları kadük çıkarma ve makamını kötüye kullanma; kendisini ve kurumunu hükümet ve milletin efendisi görme; irtica adına dindar Müslümanları ordudan ihraç etme ve her daim potansiyel bir tehdit belleme; terörle mücadelede şehit olan askerlerimize acımasızca ihanet ederek pkk örgütüyle işbirliği yapan komutanları orduda tutmaya devam etme ve terfi vererek ödüllendirme; katliama yönelik kanlı planların üzerine gitmeme ve delilleri imha ederek karartma; haksızlıklar karşısında dayanamayarak ordudaki hainleri kamuoyuna duyuran şerefli subaylar hakkında dava açma ve ihraç etme; TSK’nin yıpratıldığını iddia ederek terörist meslektaşlarının yargılanmalarını engelleme; dehşet verici olayları bir oyun gerekçesiyle manipüle ederek sözde kendilerine karşı bir tertibin düzenlendiği propagandasıyla millet ile TSK’nin arasına nifak sokma; arka plan iddiasıyla hükümet ve milletin onurlu üyelerini odak haline getirerek yargıyı töhmet altında bırakacak şantajsı açıklamalarda bulunma; silah gücüyle halkı, hükümeti ve yargıyı sindirme; orduyu milletten ayrı tutma; dinsel ve düşüncel ayırımcılık yapma; milleti insan merkezli değil ideolojik bir metaa zorlama; teröristler hakkında gerekli istihbaratı yapmadığından onlarca askerimizin şehit olmasına sebep olmaktan Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un hakkında dava açılarak yargılanmasını, rütbelerinin sökülüp TSK’den ihraç edilmesini talep ediyorum.

Cephede canlarını veren ve yaralanan o mübarek askerlerimiz ne için çarpışıyorlar?

ADALET İSTİYORUM…

Evet, sonunda adalet yerini buldu ve sözler biterek terörist İlker Başbuğ, ömür boyu hapsolacağı zindanda cezasını çekmekle kalmayacak, bedeni toprağa karışıp kıymet gününde dirilmesi sonrasında da cehennemdeki azabıyla yüzleşecektir.


Rabbim! Müslüman milletimizi hainlerin tuzağı ve esaretinden muhafaza edip cesur, şerefli ve imanlı hâkim ve savcılarımıza güç bahşedip adaleti tesis ettirdiğinden dolayı, mübarek Ramazan Ayında hamd ediyor, bir daha bu kara günleri nasip etmemen için yalvarıyorum. Ülkemi teröristlerin siyasi uzantısı CHP ve BDP belasından da kurtararak KAHHAR sıfatınla helak çukuruna gömmeni temenni ediyorum. AMİN!