31 Temmuz 2013 Çarşamba

Demokrasinin de güvenirliliği yittiğine göre;

Müslüman toplumların dinleri İslam’ı rejime dönmekten başka bir çareleri kaldı mı?

Neyin doğru neyin yanlış olduğunu nefislerin arzusuna terk eden toplumlar, zillet içinde hor ve hakir kalmaya mahkûmdurlar. Bir saniye sonrası meçhul hayatlarında sürekli korku ve tedirginlik yaşar, hiç planlarında olmadıkları acı ve felaketlerin ortasında kalarak, “yandım” demekten öte bir çare bulamaz, uğurlarına mücadele ettikleri ne çağdaşlık ne laiklik ne de demokrasi yaralarına merhem olur.

Yaratıcı Allah, yarattığı iyi ve kötü kulları için hükümler getiriyor, ancak koyduğu kurallara itaat edilirse hem dünya hem de ahretteki saadeti vaat edip toplumsal asayişin sağlanabileceği; barış, hak ve adaletin tesis edilebileceği teminatını veriyor.

İnsan ise, yaratıcısını ve tartışılmaz bir kul olduğu gerçeğini inkâr edercesine din, bilim ve siyaset hakkında ahkâm keserek, düşünce ve iradesiyle varlığını kusursuz sürdürebileceği ve toplumları yönlendirip idare edebileceği zannıyla “ben daha iyi bilirim” nefsi, kendi elleriyle inşa ettiği düzende boğulmalarına neden oluyor.

Vahyin egemen olmaması için nefisleri tatmin yolunda üretilen laik ve demokrasi düşünce, sözde insanlara özgürlük ve iktidarlık yollarını açacağı hezeyanıyla umut doğurmuş, lakin böylesi bir hayalin gerçekleşmeyecek olması, günümüzde Türkiye ve Mısır gibi İslam ülkelerinde ortaya çıkan baskı ve tehditler, özellikle Müslüman kimlikleri uyandıramamıştır. Diğer taraftan hiçbir batılı da dilediği bir özgürlüğe ve demokrasiye ulaşamamıştır. Yaratıcı Allah’ı bulup yok etmeden ulaşabilmek mümkün müdür?

Zaten Müslümanlığı kabul etmiş bir insanın farklı bir alternatifi seçme hakkı yoktur. Madem yeryüzü ile gökyüzünü ve insanoğlunu yaratanın Allah olduğuna iman ediyorsun, başka bir rejime rıza gösterebilmen mümkün değildir. Dolayısıyla yegâne yasa yapıcı Allah’tır ve kuralları O koyar. Yok, yaratıcı insan ise, yasa yapma hakkı da onun inisiyatifindedir. Sonuçta fiziği meydana getiren ruhsal bir gerçek var. Ruhsuz bir fizik oluşamayacağına göre; nasıl insan hayatta kalabilecek, tabiat var olacak, düşünce ve eylemler gerçekleştirilecek, yeryüzü ve gökyüzündeki ruhsal etkileşimler denetim altında tutulabilecek?
Demokrasi, gerek Türkiye gerekse daha somut bir şeffaflıkta Mısır’da kanıtlandığı üzere Müslümanlara hak, hukuk ve iktidar gücü tanımamakta, hükümetliğine tahammül edememekte ve yaratıcı Allah’ı siyasette söz sahibi ederek insanı yani kulu ikinci plana itecek olması, nefisleri canavarlaştırmaktadır.
Demokrasi; küresel ahlaksızlığı, cinselliği, sapıklığı, suçu, fitneyi özgürlük adına meşrulaştıran bir cehennem kapısıdır. Dolayısıyla demokraside azan her nefsin söz hakkı bulunmasından insanlık, insanlığı yiyip bitiren teşviklerle doludur.

Doymak bilmez nefisleri memnun edebilmenin yolu demokrasiden geçer. Böylece yasalar gayri vahyi suçları hazırlar, suçluyu da işlemesi için azmettirir. Dikkat edilirse suçluları teşvik eden demokratik yasalar, insani yasaların yanında daha da çoktur. Dolayısıyla demokratik nefsi yasalar, adaletsizliğin ve zulmün en berbat şeklidir.

“Neye göre iyi; neye göre ahlaklı; neye göre doğru; neye göre yanlış; neye göre adil” kararını yaratıcı Allah mı yoksa nefisler mi vermeli sorgusu, muhakeme edebilen her insan için yeterli bir anahtardır.

Demokrasi gereği halkın çoğunluğunun oyunu almakla iktidar olabileceği abesle iştigalden insanlığımızı ve değerlerimizi yontarak ucube bir yaratığa dönüştük. Demokrasi gereği organını eline alan sokaklara dökülerek ne düğü meçhul hak arayışına girdi. Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi! Bundan daha fazlası nedir?

Olası bir İslam hükümranlığının paniği; nefislerinin kabul edemeyeceği bir ahlaksızlıklarına yasak getirilebilecek paranoyası; Allah’ı sever ve inanırım ama kurallarına uymam; İslam düşünceli bir iktidarın seksüel ve ayyaş bir çağdaş gelecek için tehlikeli olması…

“Allah yerine hümanite, şeriat yerine demokrasi” manipülasyonlarıyla elde ne din ne iman ne insanlık ne barış ne ahlak ne de adalet kaldı.

İslam’da nefse göre seçme hakkı yok ise; herhangi bir Müslüman’ın kendi istek ve düşüncelerine göre hiçbir seçimde bulunamaz. Hiçbir Müslüman; İslam karşıtları, fahişeler, transseksüeller, lezbiyenler, homoseksüeller, ayyaşlar ve bilumum teşhircilerin istediği bir özgürlüğü ve demokrasiyi kabul edemez.
Demokrasi, ancak laik pozitivistlerin egemen olduğu iktidarlarda Müslümanlara yaşam hakkı tanır. Nasıl bir yaşam? Prangalara vurularak boyunduruk takılıp paryalığı kabul edenlere! Dolayısıyla Allah’a, Resulüne, İslam’a ve Kur’an’ı Kerim’e iman ederek bütünleşen Müslümanlara demokratik tüm haklar gayrimeşru ve ellerindeki iktidarı geri almak da meşrudur.


“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Allah hakkında tartışma haramdır…

Elçi olma hasebiyle insanoğluna tebliğ ile yükümlü Peygamber Efendimize kıstas getiren Allah, gerek ölülere gerek arkalarını dönüp giden sağırlara ayetleri işittiremeyeceğini, mühürlüleri sapıklıklarından vazgeçirtemeyeceğini ve doğru yola iletemeyeceğini bildirerek İslam’a davet etmesini yasaklaşmış; ne ayetler ne de Allah hakkında hiçbir tartışmaya girmemesi konusunda hüküm getirmiştir.
  
(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin. Körleri de sapıklıklarından (vazgeçirip) doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.” Rum 52-53

Hidayet verme yetkisinin yalnızca Allah’ta olması, inkâr edenlerin ikna olabilmeleri için herhangi bir kanıt hatta mucizeye ihtiyaç olmadığı buyruğuyla tartışmanın müspet bir sonuç getirmeyeceğini vurgulanmış, dolayısıyla herkesi kendi din yahut inancıyla baş başa bıraktırarak mantıksal metotların ve fiziki delillerin fayda sağlamayacağı bildirilmiştir. 

“De ki: Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, O'nun hakkında bizimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız.” Bakara 139

Yaratıcısı Allah’a ve ayetlerine teslim olmamış bir insanı akıllarınca hidayete eriştirebilecekleri bir tanrısallıkla giriştikleri tartışmada her türlü küfrü sözlere tahammül edebilenlerin Allah’a karşı ne sevgi ne de korku duymadıkları aşikârdır. Allah’ın, heva ve heveslerini tanrı edinmelerinden dolayı bir bilgiye göre saptırdığı insanları sapkınlıklarından çevirebilmek için Allah ile yarışa girerek ortak koşanların başkalarını ihlâsa getireyim derken kendilerini gazaba uğramış ve sapmışların yoluna gark etmeleri, nefislerinin bir sonucudur.

Akademik kariyerlerine, ilimlerine, sayısız murid ve destekçilerine rağmen ayetler hakkında tartışma yapan ve iştirak edenler, gerçekte iman etmemiş inkârcı ve münafıklardır. Onların şatafatları, ilimleri, konumları ve dağları yaratmışçasına böbürlenerek duruşlarına aldanma ki, aldananlardan olmayasınız.

“İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde (rahatlıkla) gezip dolaşması seni aldatmasın.” Mü’min 4

İman sahibi bir bilgin, ancak teslimiyet göstererek ayetlere iman edenleri eğitebilir. Geri kalanı üzerinde hiçbir etki yapamaz. Böyle bir iddiada bulunan apaçık bir şirk içindedir. İslam davetini kabul ettikten sonra Allah hakkında tartışmaya girenlerin ortaya koyduğu deliller Allah katında boştur. Çünkü Allah delile değil teslimiyete razı olur. Maalesef bu imani gerçeği, sokaktaki Müslümanların yanı sıra ilahiyatçılar ve hocalarda idrak edememektedirler.   

“Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.” Şura 16

Nefsin besin kaynağı tartışmadır. Dolayısıyla tartışmaya en çok düşkün varlık insandır. Bilgisi olmadığı yahut kısıtlı ilmi ile Allah hakkında tartışmaya giren ve uyanların nasıl bir tuzağa çekildiklerini hesap etmeden inatçı şeytan misali üstün gelebilmek maksadıyla kıyasıya tartışmaları, cehennem ehillerinin düşünce ve davranışlarıdır. Yaratıcı Allah ve ayetlerini geçersiz kılabilmek için tek kozları tartışma başlatmak olan müşrikler, böylece sözde iman etmişleri de içinde debelendikleri girdaba sürükleyerek amaçlarına ulaşabilmektedirler.

“Akıl mı Kader mi” adlı kitabımın yayınlanması akabinde bazı kanalların program yapıcıları tarafından davet edilmiş ve kader konusu üzerinde yapmayı düşündükleri tartışma programlarını geri çevirmiştim. Amaçları tamamen şov olan art niyetli düşüncelerle Allah’ı ve ayetlerini kadavra masasına yatırarak etiketlendirebilmem mümkün değildi.  

Bu esnada Nüvüde Tulgar adlı bir bayan, “Ateş Hattı” programının yönetmeni olduğunu ve program sunucusu Reha Muhtar’ın kitabımı okuyup çok etkilendiğini ve kader konusunda yapacağı programı bensiz gerçekleştiremeyeceğini 20 gün boyunca ısrar edip seviyeli ve ilmi olacağı konusunda teminat vermesi akabinde kabul ettim. Ancak kendisine şart koşarak, “Şayet Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini, alaya alındığını veya eğip bükülerek magazinleştirilmesi durumunda orayı derhal terk edeceğimi” bildirdim. Çünkü Nisa Süresi 140. Ayete göre, böylesi durumlarda o ortamda bulunmam yasaktı.

Gün geldi ve sanırım son programını yaptığı “Ateş Hattı” ve malum sunucusu Reha Muhtar, şov yapacağını artistik hareketleriyle belli etti. Programa Marmara Üniversitesinden ilahiyatçı iki prof, sözde kadere meydan okuyan birkaç kişi ve adını unuttuğum namlı bir ateist prof katılmıştı. Reha Muhtar, saçma sapan sözleriyle konuşmasını sürdürürken, kendisine öncelikle akıl ve kader’in tanıtımını yaparak başlanılmasını ve böylece hem katılımcıların hem de izleyicilerin bilinçli hale getirilmesi önerisinde bulunduğumda, “Sayın Şadoğlu, programı ben yönetiyorum, isterseniz buyurun siz yönetiniz” gibi bir ukalalıkta bulunması akabinde sonuç belli olmuştu.

Bu arada karşımdaki ateist profun saçmalıklarına müdahale edip ilahiyatçıların konu mankenliklerini de eleştirmem akabinde Reha Muhtar’a dönüp dedim ki, “Reha, sen böylesi önemli bir konunun yönetmenliğini yapmak bir yana, izleyicisi dahi olamazsın; programı terk ediyorum” ifademle, hemen yanımda oturduğu yüksek sandalyesine yığıldı ama canlı yayın olmasından dolayı karizmayı toparlayabilmek için beni alkışlayan seyircisine çıkışmak suretiyle şahsımı şov yapmakla suçladı. Bana programın ciddiyeti konusunda teminat veren Nüvüde Hanım bir anda ortadan kayboldu; maksatları Allah ve ayetleriyle alay etmek olan müşrik Reha Muhtar ve ekibine meze olmayarak imanımı kurtarabilmiş olmamdan tekrar şükrediyorum.

Ne Allah ne Resul ne de İslam asla tartışma konusu değildir ve manipülasyonlarla böylesi şeytani bir mecraya çekilmesine fırsat tanınmamalıdır.   

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: "Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim." Ehl-i kitaba ve ümmilere de: "Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” Al-i İmran 20

Gerek Kur’an’ı Kerim gerekse dünya insanlar için birçok misalle dolu olup, iman konusunda şüphe taşıyanlara yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Bu sebeple tartışmanın fayda değil zarar getirdiği gelişmelerle kanıtlanmış, ilmi ve iradesi her şeyi kuşatmış olan Allah’ın eserleri karşısında ibret alamayanların mühürlerini tartışma ile açabilmek mümkün değildir.  

Allah ve Peygamberinin emirleri konusunda tartışmaya kalkışanlar, apaçık asilerdir. Kimilerinin dünya istekleri, kimilerinin ahiret isteklerini denemek amaçlı yerine getiren Allah’ı dışlayarak nefislerini ön plan çıkaran insanların akıl ve irade odaklı tartışmaları, cüz’i de olsa Allah’a ortak olduklarını kanıtlayabilmek içindir.  


“Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar. Onun için dünyada bir rezillik vardır; kıyamet gününde ise ona yakıcı azabı tattıracağız.” Hac 9 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Savaştan ve ölümden korkan Müslüman değildir!

Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız bağlılık olan İslam, yaratıcı Allah’ın dışında hiçbir güçten korkmamayı ve mücadeleden sakınmamayı emreder.
   
Birçok ayette; “Eğer iman etmiş kimseler iseniz şeytan ve dostlarından korkmayın” hükmüyle imanın temel şartı ortaya konmuş, dolayısıyla iman ölçüsünün herhangi bir beşeri güçten korkulmayarak Allah’a ortak koşulmaması zapta alınmıştır.

İslam’ı dünya menfaatleriyle özdeşleştirerek materyalistleştiren ve hümanistleştiren din bilginleri, Allah ayetlerine fiyat etiketi koymak suretiyle mal ve candan üstün tutarak barış ve kardeşlik gibi vahiy karşıtı bir düşünceyle kökten devşirmişlerdir. Barış ve kardeşliği İslam’ın kriterlerine göre değil de hümanite anlayışıyla inşa etmelerinden İslam, egemen bir rejim ve siyasi düzen olmaktan çıkarılmış, kültürel ve teolojisel bir ibadete dönüştürülmüştür.

Kuralları Allah ve Resulü yerine tefsircilerin koyması vahiy dışı fetvaları doğurmuş, böylece yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar her Müslüman’ın yapması zaruri olan mücadelenin önüne geçilmiştir.

Müslümanların yüce kitaplarını açıp okuyarak Allah’ın ayetlerini öğrenmekten üşenmeleri gaflet batağında boğulmalarına ve İslam adına ahkâm kesen oportünistlerin avları olmalarına sebebiyet vermiştir. Zulüm ve küfür karşısında hiçbir şey yapmayıp ağızlarından mırıldandıkları dualarla üzerlerindeki zilleti kaldırabilecekleri hezeyanları, neden süründüklerine kanıttır. Oysa Allah, onlardan korkulmayıp savaşılmasını, böylece Müslümanların elleriyle cezalandıracağını, rezil edeceğini, galip kılacağını ve kalplerin ferahlatılacağını buyurmuş ama sözde Müslümanlar, sanki kendileri tanrı, Allah’ta kullarıymış gibi kıpırdamadan yardım emrinde bulunabilmektedirler.
  
Cihad yahut savaşın İslam’la bağdaşmadığı, zulme ve batıla karşı cengin insanlığa ve barışa karşı işlenmiş bir suç olduğu kanaatiyle dinlerinden dönen şöhretli fasıklar, Allah yolunda savaşan müminleri kınayarak teröristlikle yaftalamışlar ve Müslümanların nezdinde aşağılatmışlardır. Oysa İslam karşıtı azgınların karşısına onurlu ve zorlu bir Müslüman toplumunun çıkmasını önlemelerinden günümüze değin ezilen, sömürülen, horlanan ve hakirliğe mahkûm kılınan yaklaşık 2 milyarlık bir toplum olmamızın sorumlusu Allah değil, vahyin emrettiği doğrultuda iman etmememizdir.
    
Sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmekle Allah rızasının kazanılacağını vaaz etmelerinden, inananları müşriklerin boyundurukları altına tutsak etmişlerdir.

“Kendilerine, ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin, denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." Nisa 77

Bir taraftan cennetin ebedi saadetinden bahsederler, diğer taraftan ölmemek için nasıl kaçıp saklanacaklarını hesap ederler. Madem cennet eşsiz bir hayat, neden geçici bir dünya menfaati için ahirete kavuşmaktan sakınıyorlar?

İman etmiş bir Müslüman, Allah ve Resulüne savaş açmış azgınlara karşı sert davranmalıdır. Ülkesine, anasına, babasına, eşine, çocuğuna ve kardeşine hasım bir kimseye hoşgörüyle davranmayıp her türlü bedeli ödemeye göze alarak mücadele edilebiliyor ise, Allah, Resulü ve İslam daha az sevgilimidir ki umursanmıyor?

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe 24
   
İslami kimliğinden ötürü emperyalist düşmanların taşeronu Mısır Firavun Ordusu’nun Mursi iktidarına darbe gerçekleştirmesini meşru karşılayabilen Ezher Şeyhi Ahmed Et-Tayyib adlı hain, İslami kimliğine karşın Hıristiyan ve Yahudilerin safında yer alabiliyor ise, Allah ve Resulünün dışında kimsenin rehber edinilemeyeceği kanıtlanmaktadır.

Ölümden, işkenceden, hapsedilmekten ve makamını yitirebileceği korkularından Allah’ın ayetlerini az bir bedel karşılığı satan Ezher Şeyhi gibi münafıklar, özlerinde iman etmemiş müşrikler olmalarından, aslında tıpkı ateistler gibi tekrar dirilecekleri güne, ahirete ve cennete inanmamaktadırlar. Eğer inansalardı, ölümden yahut Allah’a rağmen bir beşerden korkarlar mıydı?

Allah’ın yüce dinini yeryüzünde egemen kılabilmek için yüzbinlerce şehid vermiş Müslüman milletimizin peygamberine saldırarak hakaretlerini özgürlük mazeretiyle meşrulaştıran “ekşi sözlük” adlı bir siteyi CHP adlı ana muhalefet partisi destekliyor ve genel başkanı Kılıçdaroğlu aracılığıyla Peygamber Efendimize hakaretlerinden ötürü ödüllendirebiliyor ise, o millet lanetlenmiştir. Neden? İçlerinde barındırıp hak ettikleri karşılığı vermemelerinden!

Aynı Kılıçdaroğlu, Kutlu Doğum Haftası dolaysıyla katıldığı törenlerde Peygamber Efendimize övgüler dizebiliyor. Ki, milletimiz lanete çarptırılmamış olsaydı, böylesi maskeli bir Peygamber düşmanını aralarına katarak politik şova fırsat tanımazlardı.

Eğer ölümden ve savaştan korkuyorsanız; Allah’a, Resulüne, Kur’an’ı Kerim’e, ahirete ve tekrar dirileceğiniz güne iman eden bir Müslüman olmadığınız aşikârdır. Ancak dünya hayatını ahret hayatına tercih edenler savaştan ve ölümden korkanlardır!

“(Resulüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74


“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

18 Temmuz 2013 Perşembe

Aslında çözüm süreci PKK’yı kökten bitirebilir…

Kürt kökenli toplumumuz adına mücadele ettikleri meşruiyetini kazanan PKK ve politik uzantısı BDP ile girişilen barış diyaloguna razı olabilmek asla mümkün değildir. Gerek Allah’ın gerekse vicdanların İslam ve halk düşmanı teröristlerin cezasız salıverilmelerini kabul edebilmek, adalete karşı işlenen bir katliamdır.

Amaçlarının Kürt kökenli vatandaşlarımızın haklarını müdafaa etmek olmadığı, ırkçı ve bağımsız bir devlet kurma peşinde düşman oldukları Müslüman Türklerden hem intikam almak hem de ittifak içindeki İsrail ve Batı’lı haçlılara Türkiye’yi teslim konumuna getirmek gayesi taşıdıkları aşikardır. Daha açık bir ifadeyle, “bugüne kadar Kürtler nasıl Türklerin mandası altında yaşamışlar ise, bundan böyle Türkler, Kürtlerin boyundurukları altına mahkum olacaktır” felsefeleri, sadece Güneydoğu bölgesini değil Türkiye’nin tamamını kapsamaktadır.

Bu sebeple çözüm sürecini hedefleri için bir basamak olarak kullanmakta olsalar da, iktidarın kardeşlik, birlik ve beraberlikteki samimiyeti, Müslüman Kürtleri PKK’yı desteklemekten vazgeçirecektir.      
Peygamber Efendimizin hadislerinde de buyurduğu üzere; “Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir” uyarısı, Kürtçülük adına hiçbir Müslüman Kürdü İslam’dan koparmayacaktır.

Gerek CHP gerekse MHP’nin faşist, ırkçı ve ulusalcı politikalarına karşı dinlisiyle dinsiziyle topyekun isyan eden Kürtlere adalet çerçevesinde el uzatan hükümetin çözüm süreci idraklerini sağlayacak; böylece Müslüman Kürtler yol ayırımına girerek PKK’dan uzaklaşacaklardır.

PKK’yı yalnızlaştırmak, zihin ve kalpleri iğfal edilmiş Müslüman Kürt halkından izole edebilmek için PKKBDP’nin taleplerine değil doğrudan hak ve adalet yanlısı Kürtlerin sesine kulak verilerek süreç işletilmelidir. Doğrudan İslam ve insanlık hasmı lanetli PKK’ya vicdanlı ve imanlı bir Kürt kardeşimin pirim verebilmesi söz konusu değildir.

Artık İslam kardeşliği çatısının oluşmaya başladığı Türkiye’de PKK ne kadar ayrılıkçıysa, CHP ve MHP’de o kadardır. Binlerce yıl Türkleri ve Kürtleri bağlayanın din olduğunu Şeyh Said’de açıklamış ve ne zaman İslam ortadan kaldırılmış, ırki bölünme ve çatışmalar başlamıştır. “Bizleri ve Türkleri bağlayan sadece din kalmıştı, Türk hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi bağlayan hiçbir şey kalmadı” Şeyh Said
PKK denen zalimlerle Kürt halkının saflarını netleştirecek çözüm süreci, PKK’nın topyekun telefini meşru kılacak ve Kürt Halkına herhangi bir zayiat mevzubahis olmayacaktır. PKK hedefine ulaşıncaya dek durmayacak ve sözde barışçıl taleplerinin tamamı yerine getirilse de haçlı taşeronluğundan vazgeçmeyecektir.

Ancak çözüm süreci, Kürtlerle PKK’lı teröristlerin ayrışmasını sağlayacak, böylece Kürtlerde huzur ve güvenlerini tehdit etmelerinden PKK’ya karşı savaşacak ve nerede bir PKK’lı var ise ihbarını, imani ve insani bir sorumluluk hissedecektir.

Hiçbir Müslüman Kürt kardeşim, Öcalan, lisan ve ırk kaygısı taşımamakta, diğer vatandaşlarla eşitlik, hak ve adalet beklentisinden başka bir arayış gütmemektedir.

Çözüm süreci fevkalade bir fırsat olup, devletin Kürtlere değil PKK denen zalimlere karşı olduğunu kanıtlamalı ve Kürt toplumunu şeytan dostlarından muhafaza etmelidir. Nasıl ki bir Müslüman’a zalimlik ve bozgunculuk haram ise, Müslüman bir Kürt kardeşime de haramdır. Dolayısıyla Allah nezdinde hiçbir değer taşımayan dil ve ırk için ahretini satabilecek Müslüman bir Kürt yoktur. Hele Allah düşmanı Öcalan adlı bir şeytan için ise, kıllarını kıpırdatmazlar. Çünkü Allah, batıl yollar için mücadeleyi yasak kılmıştır ve her Müslüman, yıkılmaya mahkum batıl bir dava için imanını heba etmez.


“İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) batıldır.” Hud 16

14 Temmuz 2013 Pazar

ÖZGÜR ve DEMOKRAT BİR REJİM…

Nefsin arzularına sınır çekemez!

Kendileri için özgürlük ve demokrasi adına her yolu meşru sayan oportünist çıkarcılardan farkınız nedir ki, düşünce ve eylemlerinizi frenliyor, nefislerinize zulmediyor ve onlar gibi avlanmıyorsunuz? Şüphesiz sizinde bir gücünüz ve çıkarlarınıza ulaşabilmek için fikir, hile ve tuzaklarınız mevcuttur. Her gücün kendi çapında bir etki kuvveti olduğuna göre; akıllı köleler olup sömürgeci iktidarların kahrını çekmekten ise, özgür ve demokrat olup da kahrınızı onlara çektirmelisiniz.

Sonuçta her nefsin bir doğrusu ve yanlışı ile özgürlüğü ve demokrat anlayışı seküler yasalarla güvence altına alınmış; azınlıkla çoğunluk fark etmeyip yaptırım temelinde talepler meşru sayılabiliyor ise, beşeri hiçbir güç ve yasanın sınır çizme hakkı bulunmamaktadır.

Allah’ın kurallarını baskıcı, kısıtlayıcı, yasaklayıcı, totaliter ve otoriter sayan seküler düzenlerin koyduğu kanunların şeriat yasalarından bir farkı olmadığı aşikârken, özgürlük ve demokrasi anlayışındaki hedefin yaratıcı Allah ve dini olduğu alenidir. Otoriteye karşı gelemeyen bir kimse, özgür olamayacağına göre; dünyada diledikleri özgürlüğü yaşayabilecekleri hukuksuz bir devlet var mıdır? Ölüleri dahi özgür olamayan insanların dirileri özgür olabilir mi?

Madem amaç özgür bir yaşam ve demokrasi, nefisleri bağlayıcı ve yasaklayıcı hiçbir kural olmamalıdır.
Demek ki özgürlük ve demokrasinin apaçık bir düzmece, yalan ve dine karşı bir manipülasyon olduğu her ne kadar ortada ise de, sömürülen yığınlar bu gerçeği idrak etmemekle kalmayıp himaye ettikleri özgürlük ve demokrasiyi kendilerine de uygulayamamaktadırlar. Çünkü kendinden üstün nefsin uyulmasını mecburi tuttuğu yasalar mevcuttur.

Özgürlük gerekçesiyle yaratıcısının kurallarını reddedip hilkatteki eşlerinkine razı olanlar, otomatikman onları tanrı kendilerini köle yapmaktadırlar. Oysa onlar bir tanrı olmadığına göre; nasıl olurda özgürlüğe kavuşturabileceklerini ve mükemmel bir düzen inşa edebileceklerini düşünürler? Yoksa tanrılık makamının kendilerine geleceği umudu mu taşımaktadırlar?

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Teorisine göre, “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganına da yansımıştır. Ancak hiç kimse ne dilediğini yapabilmiş, ne sorunsuz bir egemenlik inşa edebilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon, tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu teoriyle, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce anlaşılamamış, dolayısıyla kanıtlanamamıştır. Dayanaksız bir iddia olarak çeşitli çevrelerce hâlâ rağbet görmesi, hele de emperyalizme ve kapitalizme karşı yığınların özgürlük ve demokrasiyi savunuyor olmaları, şeytansı sapmanın bir neticesidir.

Özgürlük ve demokrasinin sadece sözden ibaret olduğu, yaptırımı ağır yasalar ve yapılan müdahalelerle kanıtlanmaktadır. Eşitlik gibi özgürlük ve demokrasi söylemleri de, güçlünün güçsüzü ezmesi ve gütmesini meşrulaştıran hilesel bir yönlendirmedir.

Güçlünün özgürlük alanının zayıfın özgürlük alanını yok etmesi, seküler teorili doğal seleksiyonun kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sebeple zayıfın özgürlük alanı olamayacağından, “bir kişinin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter” anlayışının pratikte hiçbir karşılığı yoktur.

Doğru, yanlış, iyi, kötü, esaret ve özgürlük ile ilgili kuralları yaratıcı Allah’ın belirlemesine karşı çıkanlar, beşerin de dayattığı kriterlere karşı çıkmak zorundadır. Çünkü hiçbir nefis, diğerinin nefsi arzu ve isteklerine sınırlama getiremez.

Nefislerin hükmettiği bir dünya düzeninde tek bir suç vardır, o da yaratıcı Allah’ın elçisine ve dinine bağlılık ve sadakattir. Cinayet, tecavüz, taciz, hırsızlık, dolandırıcılık, saldırı, katliam, darbe, rüşvet, uyuşturucu gibi şeyler tamamen nefsi odaklı fiiliyatlar olmalarından seküler düzende, tıpkı güçlüler misali zayıflara da suç sayılmamalıdır.

Her nefsin doğru veya yanlışı özgürlükle özdeşleştirilip meşrulaştırılabiliniyor ise, cezasal bir yaptırımı da mevzubahis olamaz. Sapığın, katilin ve işgalcinin dahi eylemini doğru bulduğu nefsi bir düzende kimsenin bir diğerini yargılama hakkı bulunmamaktadır. Nefis için yanlış yoktur, her yaptığı doğrudur, iyidir ve güzeldir!

Seküler özgürlük ve demokrasinin köleliğin ve despotizmin en ileri şekli olduğu muhakeme edilebilseydi; Allah’ın ipine öyle yapışılırdı ki, “biz ettik Yarabbi sen etme” diye yakarılırdı.

Yaratıcını yakalayıp yok etmenle birlikte kulluktan kurtulur, böylece o hayal ettiğin özgürlüğe ulaşabilirsin. Yaratıcı varlığını sürdürdüğü müddetçe şeytan ne kadar özgür ise, sen de o kadar özgürsündür.


 “Demokrasi, geriye kalanlar hariç en kötü yönetim şeklidir.” Winston Churchill

11 Temmuz 2013 Perşembe

Prof. Dr. Abdülaziz Bayırdır bir kâfirdir!

Kâinatı evirip çeviren, bir yaprağın dahi iradesi olmaksızın yere düşmeyeceğini ve “o kitap”ta yazdığı bir şeyin dışında herhangi bir olayın meydana gelmeyeceği Mutlak İrade’sine sahip Allah, öyle bir Tanrıdır ki, yeryüzü ile gökyüzündeki canlı-cansız tüm varlıklara hükmedendir. 

Bilgisi olup da idraki olmayan Abdülaziz Bayırdır gibi kâfirler, yaratıcı ve yoktan var edici bir Allah’ın geleceği bilmez hezeyanları, Tanrı’lığın özüne aykırıdır. Allah’ı kökten inkâr eden ateistler dahi böylesi sapkın bir düşünceyi deli saçması bulurlar. Çünkü yarattığı kullarını kontrol edemeyen, menfi yahut müspet ilişkilerini yönetip yönlendiremeyerek başıboş bırakan bir Tanrı,  Allah olabilir mi? Allah’ın Mutlak İrade’sinden tanıyacağı zerre bir özgürlüğün tüm düzeni allak bulak edeceği tartışılmazdır.

Ateistlerden farksız bir sapkınlıkta Allah’ın Mutlak İradesi’ni tartışmaya açma cüretinde bulunan Abdülaziz Bayındır, doğrudan katmerli bir kâfirdir.

İsra Süresi 74. Ayetinde “Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin” buyrulduğu üzere; Yaratıcı Allah nezdinde en yüksek mertebede bulunan peygamberlerin dahi özgür iradeleri, hür bir etkinlikleri ve seçme hakları yokken; sıradan insanların olabilmesi mümkün müdür?

Dolayısıyla akıl; özgür ve mutlak bir güç değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. 

Bedenler yaratılmadan ruhların yaratılmasıyla, ruhların her birine birbirinden farklı bilgiler, yetenekler, görevler, şerler, hayırlar, eceller, rızıklar ve dünyadaki yaşamları boyunca görüp geçirecekleri ne var ise yüklenmiş, böylece ruhların yaratılmasıyla mevzubahis olan imtihan gerçekleşmiş ve buna göre fiziki hayatta güncelleşmektedir. Allah’ın bilinmeyen bir bilgisi doğrultusunda gerçekleşen imtihanla ilgili hiçbir kulun sorgulama hakkı bulunamaz. Zaten İslam, Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyettir. İman yahut inkâr edilse de her kul, İslam’ın kulluğu altındadır.

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye 23

Ruhların programları gereği bedenlerinde olduğu insanlara işlev kazandırması ve yönlendirmesi, Mutlak İrade’nin “o kitap”taki yazgısındandır. Her ruh, çirkin veya güzel, sakat veya sağlam, sağlıklı veya hastalıklı, güçlü veya zayıf bir oluşumla bedenleri biçimlendirmekte ve programı doğrultusunda fiziği meydana getirmektedir.

Cennet ve cehennem de dünyadaki yansımanın sonsuz hayattaki ezeli ve ebedi uzantısıdır. Dünyada olduğu gibi ahiret hayatında da Allah, dilediği kulunu mükâfatlandıracak, dilediğini ise cezalandıracak; yaratık olan, yani kul olan hiç kimsenin hesap sorma hak ve salahiyeti bulunmayacaktır.
“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13
Takip ettiğim ölçüde ilmine saygı duyup düne kadar takdir ettiğim Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ile ilgili bir haber sitesinde, “Allah geleceği bilmez” ateist görüşüne şok olmuş ve kanıt olarak verdiği Tevbe 16, Al-i İmran 140-141-142. Ayetlerini okuduğumda ise, apaçık bir kâfir olduğu tescillenmişti.

Geleceği bilemeyen bir Allah, yaratıcı ve kâinat düzenini sağlayıcı bir Tanrı olabilir mi?

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyamet 36

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.” Hadid 22

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” Hud 6

De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” Enam 38

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın.” Yunus 61

“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu, bir kitapta (levh-i mahfuzda) mevcuttur. Bu (eşya ve olayların bilgisine sahip olmak), Allah için çok kolaydır.” Hac 70

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (levhi mahfuzda) bulunmasın.” Necm 75

“Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) sayıp yazmışızdır.” Yasin 12

“O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. Ne kazanacağınızı da bilir.” Enam 3

Ey kâfir Abdülaziz Bayındır! Allah’ın yüce varlığına ve ayetlerine fiyat etiketi koyarak nefsin uğruna sattın ama imanda Allah’ın sebatkâr kullarını iğfal edemeyecek; ancak kendin gibi yoldan çıkmış sapkınlara rehber olacaksın. Zaten onlarda aynı şeyi savunuyor. Şeytanın başaramadığını sen dostunun başarabilmesi mümkün değildir. Allah’ın gelecekle ilgili her şeyi bildiğini yukarıdaki ayetlerle ortadadır. Yaratıp düzene koyanın bir şeyi bilememesi zaten akıl dışıdır. Ayetleri eğip bükerek yanlış mana verildiği iddiasında bulunup yeni bir Salman Rushdi olarak ortaya çıkman, ihanetle cebine koyduğun para ve şöhret dahi zilletten kurtulmana yeterli gelmeyecektir. Oysa ayetlerle ilgili Türkçe karşılıkları doğrudan meal olup, ancak yorum yani tefsirlerle saptırılabilir. Ki, sen, tefsirlere karşı olmana rağmen, nasıl olurda ayetlere yanlış mana verilebildiğini iddia edersin? Neden Süleyman Ateş’in mealini referans gösteriyorsun? Öyle ki, kanıt verdiğin ayetlerde de Süleyman Ateş, ifade ettiğin “Allah geleceği bilmez” ile ilgili tek bir beyanda bulunmamaktadır. Ya iddianı kanıtlayacaksın ya tevbe edip Müslümanlardan helallik isteyeceksin ya da kâfir olarak lanetleneceksin! 
   
“Gaybın (geleceğin) anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” Enam 59

“Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” Lokman 34

Kâfir Bayındır’ın söz konusu diyalogunda görüştüğü kimsenin; “kiminle evleneceğimi Allah bilir mi” sorusuna ‘hayır’ yanıtı vermesi, ilmine karşın bir insanın nasıl da bu kadar alçalabildiğini kanıtlamaktaydı. Belki de tanrı olarak taptığı ilah, Müslümanların Allah’ı değildir.

Bir insanın hangi tarihte; hangi sene ay, gün, saat ve dakikada; arz kürenin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde; hangi ananın rahminden ve ne surette doğacağı; doğduğu dakikadan itibaren, her an geçireceği ahvali, ne kadar yaşayacağı, müddeti ömründe kaç nefes alıp vereceği; ciğerlerinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarf edeceği; santimine, milimetresine kadar ağzından ne kadar ve ne mahiyette sözle çıkaracağı; kulağının neler işiteceği; gözlerinin neler göreceği; ellerinin neler yapacağı; burnunun neler koklayacağı; ağzının neler tadacağı; kafasının neler düşüneceği, vs; mesela hangi kadın yahut erkekle evleneceği, ne kadar çocuk ve torun sahibi olacağı, mutlu mu yoksa mutsuz mu, sengin mi yoksa fakir mi olacağı; iyi veya kötü tekmil arzuları, tekmil dış ve içişleri gibi her şey, “o kitap”ta yazılmıştır.


“Her kim Kur’an’ı kendi aklına göre tefsir ederse, muhakkak kâfir olur.”  Hz. Muhammed (s.a.v)
   

7 Temmuz 2013 Pazar

Münafıkların görevli olduğu camiler;

Basılmakla kalmaz; kahvehaneye de, tiyatroya da, meyhaneye de, kerhaneye de spor sahalarına da dönüştürülür!

CHP’nin kurulduğundan bugüne değin ezan ve cami düşmanlığı hiç eksilmemiş, yakaladıkları fırsatları manipüle ederek Müslümanlara saldırılarını ve cami işgallerini sürdürmüştür.

Kod adı Gezi Parkı ve amacı Müslümanları sindirmek olan isyanlarını Bezm-i Âlem camisine taşıyarak meydan okuyan CHP, gerekçesi ve affı mümkün olmayacak bir savaşı başlatmış ise de, ülkemizde Müslümanlıkla şereflenmiş bir topluluk bulunmamasından olmalı ki, izlemekle ve buğzla yetinilmiştir.
Laik ve Atatürkçü rejimin diyanete bağlı namaz kıldırma ve ezan okuma memurlarının sorumlu olduğu camilerin savunulamamasının nedeni, iman etmemiş memurlara camilerin teslim edilmiş olmasındandır.
CHP’li çapulcuların işgal ederek meyhaneye ve kerhaneye çevirdikleri Bezm-i Âlem Camisinden sorumlu müezzin Fuat Yıldırım adlı münafık, ifadesinde; “Gruplar çok kalabalık olduğu için başarılı olamadık. Can güvenliğimizin olmadığını düşünerek geri çekilmek zorunda bırakıldım. Müdahale etmek istedim linç edilmekten korktum” açıklaması; imansızlığının, korkaklığının ve ihanetinin açık bir itirafıydı.

Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri olan dünya malı, canı ve nefsanî istekleri satın alanların Allah yolunda olabilmeleri ve hakkı müdafaa edebilmeleri mümkün değildir.

Allah, mescidlerin yahut camilerin ancak Allah’a ve ahret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekat veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müminlerin imar etmesini hükme bağlanmışken; imam ve müezzin gibi görevlilerin lanetli çapulcu linçinden korkarak camileri savunmaktan ürküp meyhaneci ve kerhanecilere teslimi, onların Müslüman değil münafık olduklarını, dolayısıyla arkalarında namaz kılınamayacağını ortaya çıkarmıştır. Ki, bu münafıklar herhangi bir cephede savaşan olsalardı, kokularından vatanı da teslim etmekten kaçınmazlardı!

Şüphesiz Allah, kalben iman etmemiş bir kuluna o eşsiz şahadeti nasip etmez
  
Batıl düşünceye ayak uydurabilmek için kendini yontan Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosundan Müslüman’ca bir duruş ve direniş beklemek imkânsızdır. Onlar küfür ile iman arasında gidip gelir, böylece inkârlarını iyice arttırarak neye dönüştüklerini dahi kestiremezler. Vahyin buyruklarına değil Allah’a olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğü kabul eden laik rejimin kurallarına göre varlık sürdüren taşeron bir kurumdur. Batıl rejim aleyhine siyaset yapmaz ama lehine ayetleri dahi peşkeş çekerler.

Diyanet ancak laik ve Atatürkçü rejimin müsaade ettiği konularda fetva verir, Allah’ın diğer hükümlerini yok sayarcasına ya örtbas eder ya sessizliğe bürünür ya hurafelerle değiştirmeye kalkışır yahut Kur’an’a aykırı sözde hadislerle Peygamber Efendimize iftira düzerler.

CHP Diktatörlüğünce kurulan Diyanet, kurulduğundan bugüne değin İslami rejimi savunmamış; Allah’ın ilke ve kanunlarının bağlayıcı mutlakıyetinden söz etmemiş; Peygamber Efendimizin siyasi kişiliğine ve devlet başkanlığındaki şeriatına yer vermemiş; Kur’an’ı Kerim’in bir anayasa olduğu itirafında bulunmamış; beşeri düşünce ve düzenlerin haram ve Allah’a bir başkaldırı olduğunu vurgulamamış; tek düzenin ve egemen gücün İslam olacağı yönetiminden bahsetmemiş; Allah’ın haram kıldığına helal ve helal kıldığına haram diyen bir rejimin gayrimeşru olduğuyla ilgili fetva vermemiş; ruh ile beden misali yaşam için zaruri olan bütünlüğü İslam’ı siyasetten ayırarak cinayet işlemiş; laik ve Atatürkçü ilkelerin muhafazasını savunmuş; 700’e yakın ayette emredilen cihadı barbarlıkla özdeşleştirmiş; kardeşi düşman düşmanı kardeş yapmış; İslam dışı görüşlerle ittifaka kalkışmış; Allah’ın kılınmasını yasakladığı kâfir ve münafık cenaze namazlarını onaylamış; bir Müslüman’ın Atatürk ilke ve inkılâpları üzerine ant içerek Müslüman toplumu yönetemeyeceğini bildirmemiş; yetiştirdiği kadroları vahyin emri doğrultusunda değil harmanladığı batıl-İslam gibi ucube bir inançla örgütlemiş; İslam’ı kulaklardan aştırıp kalbe nüfuz edecek bir itikatla duyurmadığından İslam’ı, inandıklarını söyleyenler tarafından dahi korkulan bir rejime dönüştürmüştür.
    
İslam’ı hümanist bir düşünceye çevirerek mutlak otoritesini yok eden diyanet, Allah’ın apaçık sınıflandırıp düşman saydığı insanları, barış ve kardeşlik çatısı altında bütünleştirmek suretiyle ayetlere ihanet etmiştir. Dolayısıyla dinleri sözde İslam’ın hoşgörüsü adına tüm küfür ve saldıranlara yüreklerini açmış, Allah’ın hükmettiği mücadeleye engel olmuştur.

Vahyi siyasetten ayırarak İslam’ı mezarlık dinine dönüştürmelerinden gelişen siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri olaylarla ilgili tek bir fetva yayınlamamış, vitrin mankenlerinden farksız dolgusal varlıklarıyla dini tiyatrolarını sürdürmüştür.

Türkiye’de Müslümanlara yapılan tacize dünyanın hiçbir yerinde şahit olabilmek mümkün değildir. Diyanet, Müslümanların hak ve hukukunu savunmak yerine siyasete müdahale olur gerekçesiyle izlemekle yetinmiş, böylece Müslüman Halkın itilip kakılarak azgınların mezeleri olmasını devam ettirmiştir.

Diyanet kesinlikle İslam’ı temsil etmediği gibi Müslümanların kamudan dışlanmalarına da yegâne sebeptir. İslami şöhretiyle namaz kıldırma ve ezan okuma memurlukları, batıl rejimin izin verdiği konulardaki vaazları, yardım adına para toplama misyonları ve Kur’an okuma gösterileriyle kazandığı imaj, tıpkı ünlü İngiliz casusu Lawrence’in Kâbe’deki takvasal âlimliği, hafızlığı, ibadeti ve görüntüsünden farksızdır. Belki çok ağır bir kıyas yaptığım düşünülecek ama ondan da daha tehlikeli oldukları, vahyi idrak edenler tarafından kabul edilecektir
.
Ayetleri eğip bükerek ve hükümleri saklamakla kalmayıp müminleri Allah yolundan da alıkoyan; bilerek hak ile batılı karıştırmak suretiyle hakkı gizleyen; Allah’tan değil beşerden korkan; yorumlarıyla ayetleri tahrif eden Diyanet İşleri Başkanlığı İslam değil, İslam maskeli batıldırlar.

Bu sebeple Kur’an’ı Kerim ve ona dayalı hadislerden başka hiçbir kaynağa başvurmaz iseniz, hem Allah’ı tanır hem Resulünü öğrenir hem katkısız hükümleri bilir hem de İslam’la şereflenerek vahyin emri doğrultusunda bir Müslüman olursunuz. Aksi takdirde vay halinize!

İslam devletinin olmadığı bir yerde kurulan İslam müesseseleri, ancak ölünün kırık kolunu tedavi etmekten başka bir şey yapmazlar.

Her kim İslam’ı, devletten, siyasetten ve bilimden ayırırsa; o Allah ve Resulü’nün lanetine uğramış müşriktir. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı vahiy karşıtı olup, tartışılmaz küfrü bir kurumdur. Bu sebeple hiçbir Müslüman onlara uymamalı, söz ve fetvalarına itibar etmemelidir. Bugüne kadar diyanetten herhangi bir yetkilinin şeriatı savunduğuna şahit olunabildi mi?

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18

4 Temmuz 2013 Perşembe

Mısır Halkı darbecilere karşı savaşmalıdır!

Milletin 2/3 çoğunluğunu Müslüman oldukları gerekçesiyle halk saymayıp da isyan eden İslam karşıtı azınlığı halk olarak değerlendirip seçilmiş yönetime el koyan Mısır Ordusu bir düşmandır ve mutlaka savaşılarak kazanılmış hak geri alınmalıdır.

Ülkenin istikbalini düşünmeyerek millet seçimine savaş açan jakobenlere verilecek taviz, sadece Mısır Halkı aleyhine olmayacak diğer ülkelere de örnek teşkil ederek silah gücü bulunduran haydutlar, diledikleri gibi toplumları gütmelerine meşruiyet kazandıracaktır.

Allah’ın Bakara Süresi 190. Ayetinde buyurduğu üzere; Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez” ültimatomunun dikkate alınmaması, Allah karşı bir başkaldırı ve fasıklığın tescilidir.

Eğer onlarla savaşılmaz ise, Allah’ın yardım ve desteği mümkün olabilir mi? Ancak savaşa girişildiği takdirde cezalandırılmaları ve rezillikleri sağlanabilir ve böylece Müslümanların zaferi mevzubahis olur!
Haçlı komutasındaki laik Mısır Ordusunun hazmedemediği Müslüman Kardeşler iktidarını alaşağı edebilmek için; önce İslam karşıtlarını organize ederek meydanlarda iktidar aleyhine protestolara yönlendirmiş, akabinde işbirliği yaptığı laik muhalefetle darbe yaparak yıllardır zillete mahkûm ettiği Müslümanları iktidardan uzaklaştırmıştır.

Bu öylesine bir işgal ve düşmanlıktır ki, gerek ABD’nin gerek İsrail’in gerekse Batı’nın saldırısından farksız olup, aynı milletten olunduğu gibi bir zafiyete kapılmaksızın savaşı gerekli kılmaktadır. Velev ki o orduda babaları ve kardeşleri dahi olsa Allah için acıma duygusuna kapılmamalı, hak yerini buluncaya dek mücadeleye devam edilmelidir.

1989 yılında Mısır Milli Savunma Bakanlığının daveti üzerine Kahire’ye gitmiştim. Vereceğim brifing ve demonstrasyon öncesi satın almadan sorumlu bir generalle sohbet etmiştim. Bu ara General; Siz din mi değiştirdiniz?” diye bir soru yöneltti. Afallayıp, “Pardon, anlayamadım” dedim. “Sizin İslam dininden ayrıldığınızı duydum, doğru mu?” diye tekrarlayınca, “Kesinlikle hayır, bunu nereden çıkarıyorsunuz, bakın benim adım Muhammed Ali ve elhamdülillah Müslüman’ım!” deyince, general yüzüme bakarak, “Öyleyse Kur’an okumasını biliyor musun?” diye sordu. Kendisine “Evet” dedim. Hemen masasının gözünü açarak Kur’an-ı Kerim’i çıkarıp ve bir bölüm açtıktan sonra bana uzatarak, “Al oku” demesin mi? Şaşırdım kaldım. “Buraya iş görüşmesi yapmaya mı gelmiştim, yoksa Kur’an okumaya mı? Nereden çıktı böylesi bir imtihan” diye düşünürken açtığı süreyi okumaya başlayınca, General, “Tamam yeter, tebrik ederim, imtihanı geçtin. Ancak, oku dediğim zaman niye hemen başlamayıp bir müddet duraksadın” diye sorunca, “Sayın General, içeriye girdiğimden beri öylesine inanılmaz sorular sordunuz ki, bir an tereddüt ederek şaka yaptığınızı sandığımdan duraksadım” diye cevap verdim.

Evet, Mısır Ordu Generallerinin sözde Müslüman ama özde münafık oldukları İslam’a karşı yaptıkları darbeyle kanıtlanmıştır.

Unutulmamalıdır ki Peygamber Efendimizin İslam adına yaptıkları savaşlarda baba, oğul, kardeş, amca, dayı gibi hısımlar karşı saflarda birbirlerini öldürmek için savaştığına göre; Mısırlı Müslümanlar, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Ashaba ihanet mi edecekler? Allah’ın emri ve rızasını değil de yakınlarının rızalarını kazanma delaletine mi düşecekler?

Başta Müslüman Kardeşler olmak üzere tüm iman etmiş Müslümanlar, İslam aleyhine yapılan darbeye karşı kanlarının son damlasına kadar savaşmalıdırlar. Başka hiçbir çareleri yoktur! Artık protestoların ve gövde gösterilerin bir caydırıcılığı olmadığı ve demokrasinin apaçık bir yalan olduğu günde, dinlerine meydan okuyup silahla sindirmeye çalışan orduda baba, kardeş, hısım ve akrabaları dahi olsa Allah adına mücadele etmeli, küfrün atacağı her merminin cenneti kazanmalarına vesile olacağına güvenmelidirler. Allah’ta daha doğru söyleyen kim vardır?

Müslümanlara İslam karşıtlarının mandası altında yaşamaları haram kılınmıştır. Yıllardır binbir türlü baskı ve zulüm altında mahkûmiyet yaşayan Mısırlı Müslümanlar, sabırla bekleyerek demokrasi gereği seçimlerle iktidara kavuşmuşlar ama tahammül edemeyen kâfir ve münafıklar, savundukları demokrasiye bile ihanet etmişlerdir. Bu sebeple sessiz kalmamalı, bir kenara çekilip beklememeli ve gelecek seçimlerde iktidara geleceklerine umut bağlamamalıdırlar. Daha aradan bir yıl geçmeden gasp edilen iktidarları ortadayken; yine mi demokrasi manipülasyonuyla iktidar beklentisinde olacaklardır? Yaratıcıları Allah’ın emrine itaat ederek savaşmalı ve haklarını ellerinden alanları gömmelidirler. Önemli olan zafere ulaşıp ulaşmayacakları değil Allah’ın hükmünü yerine getirmelidirler.

Allah’ı, Resulünü ve Kur’an’ı Kerim’i satarak münafıkça hayatta kalacaklarına, ebedi kalacakları cennet için şehid olmalıdırlar!

İslam’a ve Müslümanlara karşı savaş açan Mısır Ordusu, apaçık bir Firavun Ordusu olup, taşıdıkları İslam kimliği yanıltmamalıdır. Dolayısıyla eli silah tutan, dövüşebilen, bağırabilen ve Allah için şahadete koşabilen ister çocuk, ister kadın, ister yaşlı, ister hasta olsun yatağa düşmemiş kim var ise, o büyük mükâfat için koşmalıdırlar. Şartlar ne olursa olsun, savaş kolayda olsa zorda olsa, silahlıda olsanız silahsızda olsanız, zayıfta olsanız kuvvetlide olsanız, zenginde olsanız fakirde olsanız, ihtiyarda olsanız gençte olsanız, kadında olsanız erkekte olsanız Allah size yeter!

Böylesi ulvi bir fırsatı nefisleri adına terk eden Müslüman değillerdir! Müslümanlara teslim olmak haramdır. Antlaşmalarını ve yeminlerini bozanlara karşı savaş farzdır ve savsaklanamayacak bir hükümdür.

“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler. “ Tevbe 12

(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41


“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111