31 Mart 2013 Pazar

Zalimin zulmünden kaçan Müslüman değildir!


Müslümanlığın günde beşer dakikadan namaz kılmak ve yılda otuz gün oruç tutup dünyayı geçimden ibaret sanan kimlikler, zulüm karşısında topyekûn mücadele etmek yerine bir gün daha fazla yaşayabilmek için zillet içinde kaçışmaları, vahyin belirlediği Müslümanlık şerefinden uzak olduklarını kanıtlamaktadır.

İslam ile birlikte kötülüğün temsilcisi şeytana biçilen görevin idrakini kavrayamadan Müslüman olduğunu iddia eden insanın vahiyle çelişkiye düşmesi, düşünce ve davranışından ortaya çıkmaktadır.

Kendi istek ve düşüncesine izafeten yaptığı ibadetleri Müslümanlıkla özdeşleştirmesi asli yükümlülüklerini önemsemesine, dolayısıyla Allah ve Resulünün hükümlerine göre değil nefsinin arzularına göre kabul ettiği bir İslam’ı yol edinmektedir.

Oysa yeryüzünde hakkın ve adaletin egemen kılınabilmesi için kötüye karşı savaşmak ve iflah olmaz zalimleri etkisiz hale getirerek Allah’a olan aşklarını ve bağlılıklarını kanıtlamak zorundadırlar.

Örneğin nüfusu 6 milyonu aşkın Myanmar’daki sözde Müslümanlar, zalim Budistlerin saldırıları karşısında savaşmak yerine çil yavruları misali kaçışmaları Müslüman olmadıklarına işarettir. Kendi vatanlarında zalimler evlerini, camilerini, çocuklarını ve eşlerini yakıp parçalarken canlarını kurtarabilmek için sığınacak yer aramaları ve yardım çığlıklarında bulunmaları, şüphesiz layık oldukları zilletsi akıbetin bir sonucudur.

Hâlbuki sözde iman ettikleri Allah’a sığınarak şehitlik ayrıcalığına inanmış olsalardı, ne korkup kaçar ne de çığlıklarla zalimlerin ayakları altında paspas olurlardı. Böylesi sefillere Allah yardım eder mi? 
      
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

İslam, nasıl egemen oldu? Allah Resulü dahi küfre karşı savaşarak galebe gelmesiyle İslam’ı yaymış, sadece Müslümanları değil insanlığın tamamını güvence altına almıştı.

Bugüne kadar savaş meydanlarında cenk yapan Müslümanlar nefisleri için değil zalimlerin zulmü altında inleyen insan topluluklarını huzur ve saadete kavuşturabilmek amacıyla Allah adına savaşmış ve kurdukları devletlerle insanlığı yüceltmişlerdi. Ne zaman şımarıp Allah hükümlerinden yüz çevirerek nefislerinin adımlarını takip etme yanlışına düşmüşler, o yenilmez sanılan güçleri bir sabun köpüğü misali kaybolup gitmişlerdi.

Altı milyon Myanmar’lı sözde Müslümanların içinden iman etmiş bin kişide mi yok ki, Allah’ın yardımını hak edici bir cengâverlikle çekindikleri şeytan dostlarını kolayca mağlup edebilsinler!

Sanki zillet içinde kaçtıkları yerde ölüm kendilerine gelip çatmayacakmış gibi savaştan korkup kaçan Müslüman olabilir mi? Oysa Kur’an’ın hükmü gereği dünya nimetlerine koşmayıp zamanında İslam’ın egemenliği için Myanmar’da mücadele etmiş olsalardı, kaçan değil kovalayanlar olarak zulmün eserini yaşatmamış olurlardı. 
      
(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41

Allah yolunda savaşa çıkması gereken Müslümanların yere çakılıp kalarak dünya hayatını ahirete tercih etmeleri, zalimin zulmüne neden olmaktadır.

Geçmişteki iman sahipleri günümüzdeki münafıklar misali nefislerinin peşine düşseydi, yaşanabilen bir iyilik var olmazdı.

Başta kendi Osmanlı tarihimiz olmak üzere sayısız örnek verebileceğim zalime karşı verilen mücadelelerin nefsi ibadetlerle elde edilmediğini, şeytan ve dostlarıyla varılan barış adı altındaki teslimiyetlerle huzur ve adaletin sağlanmadığı ibretle:

Adı bir dağa ve Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaza (Cebel-i Tarık) verilen Endülüs fatihi ünlü komutan Tarık bin Ziyad, Batı Afrika’da yaşayan Berberiler adındaki küçük bir göçebe topluluktandı.

Kökenleri Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmalarının ardından Müslüman olmuşlardı. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nuseyr oğlu Musa idi. İslam’ı ve adaleti hâkim kılmak ve halkına zulmeden barbarları yok etmek adına Avrupa’ya yayılmaya karar veren Berberiler, bir ordu hazırladılar. Ordunun başına da halktan bir köle olan Ziyad’ın oğlu Tarık getirildi. Tarık, yaklaşık yedi bin kişiden müteşekkil ordusunu gemilere bindirerek denizi geçip, Endülüs, günümüz İspanya kıyılarının güneyindeki dağın eteklerine çıktı ve oraya Tarık Dağı adını verdi.

O dönemlerde, o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotlar (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotların Kral’ı Rodrik, yaklaşık doksan bin kişilik büyük bir orduyla savunmaya geçti. Tarık’ın komutasındaki yedin bin kişilik İslâm ordusu, doksan bin kişilik İspanyol ordusuyla karşılaştı.

Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmalarını önleyebilmek adına, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine; "Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ve şehit olana dek savaşın."

Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine; "Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir izzet ve şeref var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız" diyerek düşmana doğru atıldı.

Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot Kralı Rodrik’i bir anda karşısında bulan Tarık, derhal hasmı olan Kralı öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek olan İslam devleti ve uygarlığı dönemi başladı, dolayısıyla herkes barış ve adalet içinde yaşadı.

Şöyle bir yargıya gidersek; ya o günün savaşanları Müslüman değil ya da günümüzün barışçıları Müslüman değil! Sizce kim Müslüman’dır?

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

27 Mart 2013 Çarşamba

Batıl çark Başbakanı da öğüttü…


Allah ve Resulünün hükümlerini değil de akil insanlar olarak nefis düşkünlerini sözde çözüm sürecine dâhil eden Başbakan Erdoğan, laik anlayışı gereği Allah’ı devletten koparmasının bedelini mutlaka ödeyecektir.

Etkin Akıl yahut akil olarak ayetlerle öğüt veren Allah’ı ateistler benzeri sanki aklı yokmuşçasına tavır takınması, ateizm kuramlarından farksızdır.

Ateizm şöyle iddia eder:

Peki, akıl ve zekâ sahibi oldukları iddia edilen bu metafizik varlıklar, "beyin" denen fiziksel organa ya da bu organın yerine geçecek başka biyolojik yapılanmalara sahip midirler? Özellikle "sonsuz derecede zeki" olduğu vurgulanan Tanrı, bırakalım sonsuzu bir tane bile beyin hücresine sahip midir? Einstein benden zekidir. Sonuç olarak benden daha fazla sayıda beyin hücresine sahiptir. Onun beyin organı, kendisinden daha az zeki olanlarınkinden "fiziksel olarak" farklı, büyük bir yapıdadır. "Akıl" denen soyut tanım, eninde sonunda "hücre" denen somut maddelere bağımlıdır. Beyin hücresi az olan insan, çok olandan daha az akıllıysa, varlığında ısrar edilen Tanrı, dünyadaki en küçük beyinli ve en akılsız insandan, sonsuz derecede daha aptal bir varlık olmaya zorunludur.

Acaba bu düşünceden dolayı mı Allah’ın akli olarak yeterli olmadığı yahut laiklik gereği mi Allah’ın siyasette bulunamayacağı kararıyla ayetler hiçe sayılabilmektedir?

İşte maalesef Başbakan Erdoğan’ın İslam’ı kabul etmiş bir mümin olarak laiklik vurgusu, ya laikliği ya da İslam’ı bilmediğini veya iktidarsal çıkarı adına hem laikliği hem de İslam’ı eğip bükerek nefsince karar kıldığı dolambaçlı bir yolu izlediğini kanıtlamaktadır. Birbirine iki zıt ve düşman düşünceyi bir arada yaşatma çabası sürdürülmeye çalışılsa da, ateş ile barut misali infilakı durdurulamaz veya ortaya çıkan paradoksu örtbas edemez.

Ne iktidarı müddetince ne de dış siyasette geliştirdiği politikalar İslami olmadığı gibi laikte değildir. Tamamen harmanlaştırılmış bir ucube anlayışla geçiştirilmeye çalışılan günün, istikbalde neler getireceğini her ne kadar Allah bildirmiş ise de nefis, uyarıları dikkate aldırmayarak anlık kazançlara odaklandırmak suretiyle makyajı kurtuluş zannettirmektedir.

Her neyse! Nefsi galebe çalanlar, Allah’ın uyarıları dinlenmiyor da ben kimim ki dikkate alsınlar? Zaten Başbakan Erdoğan, “Benden başkasını dinlemeyin ve güvenmeyin” demiyor mu?   

Bu sebeple “akil insanlar” denen PKK yandaşları, PKK’lıların sınır ötesine değil de devlet kademelerine yerleşmelerine gözlemcilik yapacak, yabancı teröristler dışındakilerin tamamı şehir merkezlerine konumlandırılarak, atakürt apo’nun barış planı uygulanacaktır. Zamanında CHP’de aynı politikalarla teröristleri mevki ve makam sahibi yapmamış mıydı?

Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim." Hud 93    

26 Mart 2013 Salı

Başbakanın kitabı nedir ki;


Kitabında ne vurmak ne de öldürmek olmadığını açıklayarak hangi kitabı kastettiği anlaşılamamıştır. Kur’an’ı Kerim’in olmadığı özellikle şu ayetle aşikârdır.

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, büyük kazançtır.” Tevbe 111

“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.” Al-i İmran 157

Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

Şüphesiz Kur’an’da yer alan yüzlerce ayeti burada zikretmeyerek; apaçık bir Allah ve İslam düşmanı olan PKK’yı kardeş olarak nitelendirip huzur içinde yaşanacak kimseler olarak gösterilmesi, kitabın Kur’an’ı Kerim olmadığına işarettir. Çünkü Kur’an, zalimlerle ve şeytan dostlarıyla barışı ve bir arada yaşamayı yasaklamış, Allah adına savaşılmasını emretmiştir.  

Ey Başbakan Erdoğan!


Size Allah’ın açık ve seçik ayeti kâfi gelir mi bilemiyorum, her ne kadar zannınızca ülke menfaati adına zalim PKK ile giriştiğiniz barış sürecinin yarar getireceğine inansanız da kalplerde saklı olanı ve niyetleri bilen Allah, sizleri uyardığı halde dinlemeyip nefsiniz doğrultusunda politika yapmanızın insanlığa ödeteceği bedeli düşündünüz mü? Eğer Allah’ın iradesini alt edecek bir gücünüz yok ise, neye ve neyinize güveniyorsunuz?
  
Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” Tevbe 8 

24 Mart 2013 Pazar

DHKP-C’nin siyasi uzantısı CHP ne olacak?


Kontrolündeki terör örgütlerini yitiren CHP’nin son kalesi DHKP-C’nin güvenlik güçlerince darmadağın edilmesi ardından köşeye sıkışan CHP, kuvvetle muhtemel şeytanla yeni planlar içindedir. 

Terör, isyan ve ihanetin odağı CHP, sözde millet adına kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletini mundarlaştırmak suretiyle lanete çarptırtmış, o günden itibaren baş gösteren tüm ayırımcılıklar, başkaldırılar ve zulümlerinin bedelini millete ödeterek birlik ve bütünlüğü kaybettirmiştir.

PKK’nın terör gerekçeleri de doğrudan CHP hegemonyasındaki devleti işaret etmekte, sorunların tek müsebbibi olmalarından insani bir direniş olarak gördükleri isyanlarını haklı mecraya çekmektedirler. Sorumlunun CHP mi yoksa PKK mı olduğu kökten irdelenmediği sürece yeni PKK’lıların çıkmaması mümkün değildir. Bir musibetin ortadan kalkması yeni musibetlerin doğmayacağına garanti değildir.

Eğer devlet dürüst olsaydı, sapan örgütler devlete dolayısıyla millete zarar veremez ve içinde bulunduğumuz kahredici utancı ve düşmanlığı yaşamazdık.

Aslında geriye dönüp Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş sürecini dikkate aldığımızda, nasıl Osmanlı Devleti asla haklılığı olmayan bahanelerle yıkılıp Türk millet adına Atatürk Diktatörlüğü kurulmuş ise, PKK’da aynı mazeretlerle Türkiye Cumhuriyetine karşı isyana girişerek Kürtler adına Apo Diktatörlüğünü kurmak istemektedir. Bu sebeple geçmişte ne ektik ise, bugünde hasatla karşı karşıyayız. Şüphesiz geçmişteki yanlış ne ise bugünde aynıdır, dolayısıyla yanlışa karşı yanlışın meşruiyeti olamaz.

Osmanlı Devleti ve İslam’a karşı girişilen isyan sonucu muvaffak olan CHP, nasıl milletçe kabul görmüş ise, PKK’nın da onanmamasına sebep yoktur. Çünkü ilk düğmenin yanlış iliklenmesi, sonraki düğmelerin de yanlış ilklenmesini kaçınılmaz kılar.

Meşrulaştırılan CHP ve yanlışlar bütünüyle ele alınmayıp da sadece bir kesim hedef seçildiğinde, çözüme ulaşmak ve yanlışı temelinden söküp atmak imkânsızdır. Böylece yalnızca yanlışı erteler ve daha derin yanlışlara cesaret vererek bölünmelerin ve düşmanlıkların önüne geçemezsin.

Tamamen hislerden arınıp adalet çerçevesinde gelişmelere eğildiğimizde, PKK ne kadar düşman ve millet aleyhine kabul edilemez bir felaket ise; ihaneti, isyanı ve acımasızlığı üreten merkez CHP’de o kadar düşman ve felakettir. CHP meşru ise, neden PKK’da meşru sayılmasın sorgusunu adalet merkezinde aramalıyız.

Bugün PKK’nın bebek katili ve kırk bin kişinin ölümünden sorumlu olduğu haklılığıyla meşrulaştırılmasını sindiremiyor ama CHP’nin yüz binleri katlettiğini, geriye binlerce dul ve yetim bıraktığını, Müslümanları asimilasyona kalkıştığını, babalarını görmeden doğan sayısız bebeklerin feryatlarından hiç bahsedilmemesi adil midir? Eğer tarihimize bakıldığında, CHP’nin PKK’dan çok daha gaddar, ırkçı ve İslam düşmanı olduğu tespit edilebilecektir. Bu durumda PKK’nın mı yoksa CHP’nin mi daha şeytani olduğunu sorgulamak, adil yargın tartışılmaz yoludur. 

Şüphesiz kötüleri derecelendirmek, dolaylı yoldan kötüyü cezp etmek olur ki, fevkalade tehlikelidir. Ne kötünün iyisi olur ne de kötünün iyi yanlarını alarak ehven olabildiği iddia edilir. Nefsin katkı ettiği adalet, asla adalet değildir. Adalet, hislere peşkeş çekilmeyecek kadar hayati bir özdür.

CHP’nin varlık sürdüğü bir ülke de PKK’nın da pekâlâ hakkı vardır. Biri benden diğeri de karşı taraftan diye bakıldığında, zalim ayırımcılığıyla kötülüğü daha da semizletirsiniz. Zaten CHP olmasaydı; geçmişten bugüne sarkan isyanlar yaşanmaz, PKK, DHKP-C’, Balyoz, Ergenekon, darbeler ve düşmanlıklar var olmazdı. Bu sebeple din, insanlık, vicdan ve hak düşmanı CHP silinmediği müddetçe milletimizin huzur ve güvene kavuşabilmesi hayalden öte değildir. Şeytanın misyonu gereği boş durmadığı bir âlemde, dostu CHP’nin boş durabilmesi mümkün müdür?

Türkiye’nin lanetten kurtulabilinmesi, fitnenin sona erebilmesi, taşların yerine oturabilmesi, kabaran öfkelerin sönebilmesi, iyilerin biriktirdiği enerjinin dehşete dönüşmemesi ve milletin birbirine güvenip sakinleşebilmesi için CHP’yi hak ettiği çukura gömmek kaçınılmazdır.
    
Türkçülük ne kadar şeytani ise, Kürtçülükte o denli şeytanidir. Dolayısıyla ülkemizdeki şeytanın iki yüzünden birine kayma şeytanın esaretine girmek olur ki, artık ne insaniyet ne de adalet beklenir.
CHP’yi sözleriyle değil icraatlarıyla dikkatli okuyun ki, geçmiştekilerinizi mahvı perişan ettiği gibi geleceğinizi de bitirmesinler. Belki fikri açınız aynı olabilir ama insan ve vicdan sahibi iseniz, kendinizi değilse bile ülkenizi ve çocuklarınızı düşünmekle sorumlusunuz. Sadece benliğini galebe çaldırarak yaratıcısına asi olmuş bir CHP, insana karşı merhamet duyabilir, hak ve adaletli davranabilir mi?
Şeytan da ateşten yaratıldığını gerekçe göstererek yaratıcısı Allah’a karşı böbürlenmemiş miydi? Şeytanın ilhak ettiği nefislere mırıldadığı sözde iyi ve doğrularla kurtarıcı olduğu ne kadar inandırıcı ise, CHP’de o kadar inandırıcıdır.

CHP, hakkında yoruma ya da tartışmaya gerek bırakmayacak kadar aşikârdır ama insanların gözleri gördüğü, kulakları duyduğu ve kalpleri olduğu halde kavrayamamaları, nefislerinin bir sonucudur. İnsanların düşünceye ve vaade kıymet verip pratikteki karşılığını aramamaları asıl sorunun ta kendisidir. Tıpkı şeytan gibi peşine düşülen CHP gerçeğinin idrak edilememesi, neden karanlıklardan kurtulunamadığına bir delildir. Allah’ın bir laneti olmalıdır ki, CHP felaketlerini insanımız unutabilmiştir.

Güpegündüz aydınlık diye feryat edenler, aydınlığı karanlık hissetme lanetliklerindendir.

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” Araf 179

Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” Enfal 22

23 Mart 2013 Cumartesi

Devlet laik, PKK’da laik!


Peki, biz Müslümanlar hangi safta yer almalıyız?

Allah, birçok ayetinde iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden tüm anlayışları batıllıkla yaftalamış, apaçık bir düşman olduklarını buyurmuştur. İslam’dan başka hiçbir düşünce ve rejimin kabul edilmeyeceği, İslam hakim olana dek mücadelenin şart olduğunu ve şehit oluncaya kadar vazgeçilmemesini emretmiştir. 

Devlet Türküm diyor, PKK’da Kürdüm diyor. Böylece kaçınılmaz ırki bir çatışma başlayıp egemenlik hakkı adına silahlar patlıyor, halka kıyılıyor, tehdit ve pazarlıklar havada uçuşuyor.

Ne var ki sokaktaki insanlar Müslüman olup, ırklar savaşında yakılıyor, yıkılıyor ve biçiliyorlar. Her iki tarafta İslam karşıtı ama varlıklarını sağlayan Müslüman halklar! Fakat devlet adına mücadele verenlerin Müslüman, PKK adına cinayet işleyenlerin ateşe tapan Zerdüştler olması, biz Müslümanların kardeşlerinin safında yer almasını mecburi kılıyor.

Atatürkçüler, Apocular, ulusalcılar ve şovenler didişiyor, Allah diyenler nefisleri çerçevesinde ya izliyor ya da bilinçsizce taraf tutuyorlar. Oysa barış, dayanışma ve bütünlüğü sağlayacak nefis değil vahiydir. Dolayısıyla vahye düşman tarafların uzlaşıları samimi değil sinsi bir taktiktir. Tıpkı dolandırıcıların veya seks düşkünlerinin tuzaksı taktiklerinden farksızdır.

Nefsin hüküm sürdüğü bir müzakerenin kalıcı bir barışla sonuçlanabilmesi ne zaman mümkün olmuş ki, bundan böyle olabilsin!

Devlet ne kadar haksız ve adaletsiz olsa da, tabiiyetini taşıdığın müddetçe ihanet edemez ve başkaldıramazsın. Önce tabiiyetinden ayrılmalı, akabinde savaşmalısın. PKK, vekilleri aracılığıyla devletin en üst düzeyine kadar girip hem dokunulmazlık hem de siyaset yapma özgürlüğü elde edecek, sonra da isyan ederek dil, hak, hukuk ve ezilmişlik gerekçeleriyle meşruiyet arayacak.

Allah’ın razı olmadığı bir uzlaşı da bugün susacak silahlar yarının kıyameti olarak geri dönecek, ölen sayılı insanların yerini sayısız ceset dağları alacak!

Silahların susacak ve akan kanın duracak olmasından sevinin, mutlu olun diyorlar. Şehveti kabarmış bir düşkünün arzu ettiği kişiyle berberliği bir sevinç ve mutluluk doğurup akabinde felaketsi musibetlerle karşılaşması misali geçici tatmine umut bağlayanlar, dehşetin acısını en derinlerinde tatmaya mahkumdurlar.

İman, adalet, onur ve şerefini yitirmiş materyalistler için sevindirici olabilir ama haksızlık karşısında susmayı sindiremeyerek şeytan olmayı reddedenler için kabul edilebilmesi imkansızdır.

Karanlık bir dünyada misafir olarak yaşamaktan ise, aydınlık bir ahirette ebedi yaşamayı tercih eden iman sahipleri,  onursuz ve imansızca bir gün daha fazla yaşamayı düşünmezler bile! Asıl yaşamın ve özgürlüğün ahiret olduğa inanan, neden günü kurtarmayı istesin ki?

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” Enam 32

Eğer ırkın, milletin, dilin, rengin ve aslın sana sorulmayacak ise, bu hırs ve isyan niye?

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” Hadid 20

22 Mart 2013 Cuma

PKK’nın samimi olmadığı kanıtlanmıştır.


Diyarbakır’daki nevruz (Zerdüşt bayramı) kutlamalarında Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı açılmaması, oranın PKK’nın bağımsız bir toprağı olduğunu ortaya koymuş, dolayısıyla girişilen sürecin bir tuzak ve geleceğe yönelik bir aldatma olduğu belgelenmiştir.

Uluslar arası Deniz Hukukunda dahi yabancı karasularına giren bir geminin o ülkenin bayrağını çekmesi şartken, PKK meydan okumuş ve açıkça Diyarbakır’ın bağımsız bir ülke toprağı olduğu mesajıyla kalbinde sakladığı istikbaldeki hedefi bugünden deşifre etmiştir.

Dünkü yazımda PKK ile girişilen sürecin batıl olduğunu ayetlerle açıklamış, böylece aradan bir gün geçmesiyle haklılığım anlaşılmıştır.

Merhum Necmeddin Erbakan, Atatürk karşıtı olmasına rağmen portresini her kongre ve mitinginde asmış, dolayısıyla ne devlete ne de halka meydan okumuştu. Hem ayrılmayı düşünmeyip Türkiye Cumhuriyetine bağlı kalacaklarını iddia ediyorlar hem de fırsatını buldukları her aşamada başkaldırışlarını sürdürüp dolaylıda olsa kin ve nefretlerini kusuyorlar.

Tereddütsüz PKK ve BDP düşmandır ve kesinlikle Müslüman Kürt kardeşlerimizin temsilcileri değildir. Kürt kardeşlerimiz adına PKK ile yapılacak uzlaşma, sadece Başbakan Erdoğan’a baldıran zehrini içirmekle kalmayacak, milletimizin tamamına da içirerek yok edeceklerdir. 

Unutulmamalıdır ki PKK’nın ardına düşme gafletinde bulunan Kürt kardeşlerim, devletçe başıboş bırakılıp ikna edilemediklerinden düşmanların ağına düşmüş, böylece milletin tamamı lavlara teslim arifesine gelmiştir.

Analar ağlamasın ve gençler ölmesin hümanist söylemi PKK’ya diz çöktürüyorsa, bundan böyle ülke için savaşacak kimseyi de bulamazsınız. Çünkü o zaman da anaların ağlamaması ve gençlerin ölmemesi için hiçbir vatandaşı cepheye gönderemezsiniz.

Adalet, ne hümanist düşüncelere ne çıkarlara ne pazarlıklara ne de hislere boyun eğdirilmemesi gereken yüksek bir insaniyetlik ve Allah’ın vasfıdır. Bu sebeple çeşitli gerekçeler mazeret gösterilerek şeytan ve dostlarıyla yapılmayı düşünülen iyi niyetli her girişim kalıcı bir barışı değil yıkıcı bir felaketi körükler.

 (Resulüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” Ahzab 16

21 Mart 2013 Perşembe

PKK ile girişilen süreç hak mı, batıl mı?


Hümanist çerçeveden bakıldığında barışçıl ama vahiy doğrultusunda bakıldığında ise batıldır. Çünkü PKK, şeytan adımlarını takip ederek batıla dalmış bir düşmandır, adalet gereği hiçbir şart ve koşulda müsamaha gösterilmeyip acıma duygusuna kapılmamalıdır.

Adalet, ne hümanist düşüncelere ne de hislere boyun eğildirilmemesi gereken yüksek bir insaniyetlik ve Allah’ın vasfıdır. Bu sebeple çeşitli gerekçeler mazeret gösterilerek şeytan ve dostlarıyla yapılmayı düşünülen iyi niyetli her girişim kalıcı bir barışı değil yıkıcı bir felaketi körükler.

Yanardağın söndüğü sanılarak magma tabakası üzerine inşa edilen yapılar patlamayla birlikte nasıl buharlaşıp geriye hiçbir şey bırakmıyorsa, hümanistlik adına PKK ile inşa edilmeye çalışılan yapı da ondan farksız değildir.

Unutulmamalıdır ki hümanizm, ateizmden beslenir; ceza ve adalet ise Allah’tan desteklenir. Dolayısıyla Nisa Süresi 135. Ayeti:Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır” temel alınarak yola çıkılmalıdır.

Ama diyeceksiniz ki, ne ayeti kardeşim, burası laik bir ülke, ne cüretle dini siyasete alet ediyorsun? Geçmiştekilerde aynı hezeyanlarla yerle bir olmuş, geriye toprak altında yıkık yığınlarından ve tarih sayfalarında yer alan adlarından öte hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bitti mi; ahirette devam etmekte, vahyin siyasete alet edilmemesinin hesabı görülmektedir.

Şüphesiz herkesin olduğu gibi hükümetin ve PKK’nın da planları var ama Allah’ın da bir planı var! Ki, o öyle bir plandır ki, ne akamete uğratılabilir ne de nefislerce mağlup edilebilir! Dolayısıyla Allah’ın yönettiği kâinatta kendilerini akıllı sanarak birbirlerine tuzak hazırlayıp planlarının başarıya ulaşacağını düşünen beşer, Allah’ın planlarını nasıl altüst edeceğini idrak etmeksizin harıl harıl koşturmaktadırlar.

“Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst ettik.” Neml 50

Barış, sadece iman edenler arasında yapılması hükmedilen bir emirdir. Allah ve Resulüne karşı savaşan ve acımasızca insanları katleden PKK gibi zalimlerle barış değil ceza buyrulmuştur.

Her ne kadar yangını söndürebilmek için çaba sarf ediliyorsa da, soğutmanın mümkün olmayacağı ve kalplerde gizlenen közün daha korkunç yangınlar çıkaracağı vahyin ortaya koyduğu sonuçtur. PKK’nın fenalık etmekten geri durmayacağı, kalplerinde sakladıkları düşmanlıklarının daha büyük olduğu, sürekli sıkıntıya düşmemizi isteyeceği, işbirlikçi haçlılarla Müslüman Türkiye’yi bitirecekleri, hümanist yaklaşımlarının bir tuzak olduğu, kin ve düşmanlıklarının ağızlarından dökülen sözlerle belli olduğu aşikârken; nasıl oluyor da umut beklenebiliyor?

Tabii ki geleceği bilemem ama bilenin ayetlerini göz ardı edebilmem de mümkün değildir. O ne söylüyorsa doğrudur ve zerre kadar şüphem yoktur. Çünkü her şeyi bilen sadece O’dur. O’nun sözlerine değil de beşerin sözlerine mi inanmalıyım? Bir şeyi gizlemek veya açığa vurmaktaki amacı öğrenmemin de gereği yoktur. Zaten O, her şeyi hakkıyla gözetip koruyandır. Eğer düşünebilirseniz siz de anlayabilirsiniz…

Şeytan ve dostlarının sözüne güvenenden daha mühürlü kim olabilir? Vahyin buyrukları üzerine PKK ile girişilen sürecin batıl ve Türkiye’yi saracak kara günlerin bir altyapısı olduğunu düşünüyor, Mutlak İrade sahibi Allah’ın hayır yahut şer olan planını bekliyorum.

Fırsat peşinde koşanların ulumalarına yanılmamalı, etkisinde kalıp zırvalarına kulak asılmamalıdır. Ancak Allah’ını reddeden yahut inanmış gibi görünen münafıkların itibar ettiği haykırışlara iman edenler aldırmamalıdır.
       
Eğer Allah nezdinde merhamet edilecek bir millet isek, onların kötü planları kesinlikle boşa çıkacaktır. Değil isek, diğer toplumlar gibi tarihte adı olup kendileri olmayanlara döneceğiz.

Haydi hayırlısı! Allah’a dayan güven, vekil ve destek olarak Allah bize yeter…

İflah olmaz suçluyu asmayıp besleyen toplumlar, şerden kaçıp kurtulamazlar!

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

15 Mart 2013 Cuma

Herkesin aklını kurcalayan soru; “SINAV”…


Sınav yahut imtihan ile ilgili ateistler ile ilahiyatçıların taşıdıkları kuşku ve yargı birbirlerinden farklı değildir. Bir taraf iman ettiğini iddia ettiği halde özü kavrayamamakta, diğeri ise inkarının getirdiği mantıkla çelişki olduğunu ileri sürerek Allah’ı yargılamaktadır.

Ateistler, inançsızlıkları gereği der ki:

“Bize en çok tekrarlanan telkinlerden biri de dünyanın bir sınav yeri olduğudur. Bu görüşe göre Tanrı insanları dünyada sınamakta ve bu sınavın sonucuna göre ahrette onlara ceza veya ödül vermektedir. Ancak bu doğru olamaz. Zira bizzat teizmin (iman) ilkelerine göre Tanrı sonsuz güçlüdür ve sonsuz bilgiye sahiptir. Ne sınavı bu; neyin sınavı? Bir sınav seviye belirlemek için yapılır. Sınav sonucunda önceden bilinmeyen yeni bilgiler elde edilir. Tanrı’nın bilmediği bir şey var mıdır ki sınav yapıyor? Bize "Tanrı önümüze yollar koymuştur ve biz o yollardan birini seçeriz" deniliyor. Ancak bu noktada ortaya çıkan bir soruya hiç kimse cevap vermiyor: Tanrı bizim hangi yolu seçeceğimizi tahmin edemiyor mu? Eğer ediyorsa bu "sınav" ne için? Formalite mi? Eğer edemiyorsa bu Tanrı’nın "sonsuz bilgili" sıfatını zedelemez mi?”

Bu sorgulama ilk bakışta ateist düşüncenin mantık boyutunda haklılığını ortaya koymakta ise de, maalesef ilahiyatçılar tek tanrı olan Allah’ı tanıyamamalarından ikna edici yanıtı verememekte, dolayısıyla içlerinde dahi paradoks yaşamaktadırlar.

Öncelikle yeryüzündeki her şey ruhsaldır. Madde ve insanın fiziki varlığı, tıpkı Young Deneyindeki yarım bardak suya konulan bir kalemin kırık görüntüsü misali özdeki bir yanılgıdır. Yaratıcı Allah’ın ve görevli meleklerin ruhsal oluşu etkin gücü kanıtlasa da, fiziğin yanılgısı ruhsal iktidarı perdelemektedir. Böylece tumturaklı iman etmiş olanların dışında fizik, ruhun önüne geçirilmekte ve tek egemen güç olarak kabul edilmektedir.

Madde ve bedenin varlığı her ne kadar başta Allah olmak üzere ruhsal olan tüm mevcudiyeti yok saydırsa da, ruhun bedenden çıkmasıyla gerçekleşen ölüm, neden ruhun tartışılmaz gücünü kavramada etkili olamıyor? Öğüt alabilmeleri Allah tarafından dilenmediği için, ruhun fiziksel aparatları olan ve ölüme neden gösterilen beyin, kalp, vs gibi organlarla sonuca gidiyorlar.

“Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya layık olan da O'dur, mağfiret sahibi de O'dur.” Müddessir 56 

İnsanoğlu bedenen yaratılmadan önce yaratılan ruhlar, en ince detayına kadar programlanması akabinde tayin edildiği gün ve saniyede fizikken güncelleşerek insan yaratılmıştır. Ancak insanın öncesinde ruhsal âlemde yaratıldığı ve Allah’ın bilinmeyen bir bilgisine göre sınavdan geçirilerek fiziki yaşama döndürüldüğü, iman zafiyetinden anlaşılmamaktadır. Yoksa insanın bedenen yaratılmasıyla “o kitap”’ta takdir edilmiş kaderi asla değişmemekte, hakkındaki iyi veya kötü hükmü iradesiyle yönlenmemektedir.

İşte sorun; madem her şey “o kitap”’ta yazılmış ise, insanın iradesiyle bir şeyi değiştirip değiştiremeyeceğidir. Dolayısıyla ateizm de bu sorgunun üzerine giderek; sınavın seviyeye göre değerlendirilip değerlendirilmediğidir. Ki, bu sorgu, insanın zengin fakir, güzel çirkin, zayıf güçlü, sağlıklı hastalıklı gibi düalitelere götürür ki, “her şey benim dileğime göre gerçekleşmektedir” buyuran Allah, özgür yahut cüz’i irade iddiasını geçersiz kılmaktadır.

“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir 29

Sizler ancak Rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. “ İnsan 30

Hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmaksızın açıkça anlaşılacağı üzere; özgür yahut cüz’i iradeyi savunanların ateistten hiçbir farkları bulunmamaktadır.

Yaşamdaki tüm oluşumlar, sonuçlar ve sebeplerin “bir bilgi”’ye göre gerçekleştiği, bu yüzden tahakküm altında bulunan insanların kader akışı içinde seçme haklarının ve iradesel özgürlüklerinin bulunmadığı açıkça belirtilmektedir. Zaten fiziki hayat bunun bir kanıtı değil midir? Bu, öylesine bir sırdır ki, “o kitap”’ı yazan melekler dâhil hiçbir canlı “bir bilgi”’nin ne olduğunu bilmemektedir.

Kâinattaki gizem, yaratılan ruhlar, melek, cin, insan, hayvan, keşfedilmiş veya edilememiş tüm canlı-cansız varlıkların yaratılışları, gayeleri, kabiliyetleri, düşünceleri, dilekleri, davranışları, bilgileri, farklılıkları ve imtihan olarak nitelendirilen nedenler, aralarındaki denge, etkileşim, ceza ve mükâfatı sağlayan sebepler ve daha birçok oluşum, söz konusu “bir bilgi”’ye göre düzenlenmiş ve “o kitap”’ta mevcut kılınmıştır.

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.” Maide 40

Doğru düşünebilen bir mantığın ve muhakeme edebilen bir aklın kendi iradesiyle Yaratıcı’ya meydan okuyabilmesi asla mümkün değildir. Tıpkı şeytanın Araf Süresi 16. Ayetinde buyrulduğu; İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım” gibi! İnsanoğlunun benliğinde varolan yaratıcı ve egemen olabilme hırsı, Yaratıcı’nın tıpkı şeytanı saptırması misali dilediği kimseleri de saptırtarak kendine rakip ettirme ve üstün göstertme dileğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kâinatın ve düzenin sahibi kendisi olduğu için, “bir bilgi”’ye göre birbirine zıt olan olayları iyi veya kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin, sevgi veya nefret ayırımı yapıp ruhlar arasında tasnif ederek paylaştırmıştır. Buna göre, kendi düzeni ve dileği doğrultusunda “bir bilgi” gizemi içinde imtihan söz konusudur ve öncesinde yapıldığından fiziki güncelleşme yanılgıya neden olmamalıdır.

Eğer görev paylaştırma, rızık dağıtma, şifa verme ve egemen olma gücü insanoğlunun hâkimiyetinde olsaydı, tıpkı Allah dilediğini yaparken nasıl zerre kadar zarar görmüyorsa, insanoğlu da kurduğu düzen içinde hiçbir acı ve sıkıntı yaşamaz, belâ ve kayba da uğramazdı. Bu sebeple insanın hakir bir meniden oluşması, hiçbir şey bilmezken çok şey bilir hale gelmesi, bilgisi, keşfi ve yükselişinin ardından her şeyini zamanla kaybedip alçalmasıyla ilgili evre dikkatle irdelediğinde, iddia ettiği gibi egemen olmadığı, iradesiyle hiçbir gelişme kaydetmediği ve sahip olduklarını mutlak iradenin sonucu elde ettiği anlaşılacaktır. Yeryüzünde ne cevapsız bir soru ne de sebepsiz bir olay vardır! Yalnızca düşler âleminde tutuklu hayalperest mühürlülerin kavrayamadığı ve anlayamadığı gerçek bir yaşam vardır.

Cehennemin bile insanoğlu yaratılmadan önce yaratılarak, bilinen anlamdaki imtihan sonucu beklenilmeden doldurulacağına karar verilmiş olması, imtihanın öncesinde yapıldığına kanıttır. Yaşadığımız olaylar bunun açık bir belgesi değil midir?

“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat, ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

Yaratıcı, sebepleri öylesine dengeli yönlendirmiş ki, lanetlediği insanları, mükâfatlandırdığı kimselere musallat ederek bir imtihan ortamı oluşturmuş, buna göre cennet ve cehennem sürecini başlatmıştır. Tıpkı şeytanın ve peygamberlerin görevlendirilmeleri misali! Zaten Yaratıcı’nın izni olmadan insanların birbirlerini cezalandırması, ödüllendirmesi veya herhangi bir yaptırım uygulaması mümkün değildir. Her şartta süreci işleterek akışı sağlayan ve sebepler doğrultusunda insanları birbirine aracı kılarak ya cezalandıran ya da mükâfatlandıran O değil midir? Dindar bir Hıristiyan olan eski ABD Başkanı Henry Ford’un kader ile örtüşen ancak İncil’e aykırı şu sözü; “Tanrı’nın olayları yönettiğine ve benim önerilerime ihtiyaç duymadığına inanıyorum. Tanrı iş başında olunca, sonuçta her şeyin en iyi şekilde biteceğine inanıyorum.”

Demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık adına insanı egemen kılan benlikçi ateist anlayışlar, tüm çabalarına karşın aleyhlerine vuku bulan olaylara mani olamıyor ve merkezi kontrolün egemenliğini ele geçiremiyorlar. Düşüncelerinde projelendirdikleri sanal plânlarını hayata geçirememeleri, tüm iddia ve düzenlerini yalanlamakta ve iradeleri olmadıkları gerçeğini ortaya koymaktadır. Yaratıcı, insanların iyiyle kötü ve gerçekle yalanı ayırt edebilmeleri için birbirine aykırı çeşitli fikirler ve sistemler oluşturarak bir imtihan ortamı sağlıyor ve sonra, kendinde saklı “bir bilgi”’ye göre dilediği gibi yönlendiriyor. Sahne arkasındaki tek hâkim güç olarak zihindeki düşünceler, uykudaki rüyalar ve kalpteki duyguları önce olgunlaştırıyor, sonra şekillendiriyor, daha sonra eyleme dönüşmelerine ya izin veriyor ya iptal ediyor ya da değişime uğratarak bambaşka bir gidişata uğratıyor. Ancak bunları yaparken insanları ve yarattığı her şeyi bir araç olarak kullanıyor, birbirleriyle ya uzlaştırıyor ya da çatıştırarak üstün kıldırıyor. Herkes senaryonun bir figüranı olduğunu bilmekten aciz bir benlikle böbürleniyor, geçici güçlerinin ve gurursal kıymetlerinin aldatıcılığına kapılarak düşündükleri hedefe ulaştıklarını yahut ulaşabileceklerini zannediyorlar. Gerçek senaristin ve prodüktörün kurguladığı kader doğrultusunda olaylar gelişerek sonuçlanınca, ahkâm kesen figüranların nasıl kaçıştıklarını seyrediyor ve geriye özgür irade ile egemenlik yalanları kalıyor.

Ne var ki kadersel senaryonun farkında olmayan veya olsa da elinden bir şey gelmeyen insanoğlu, ısrar ve inatla birbirleriyle yarışıyor ve üstün gelebilmek adına karşı çıktığı kötü fiilleri dahi bizzat işlemekten geri kalmıyor. İşte bu yüzden dünyanın bir oyun, süs ve aldatmadan ibaret olduğunu özellikle vurgulayan Yaratıcı, kazanç ve kaybın, şan ve şöhretin, önemsiz ve geçici olduğunu ısrarla belirtiyor. Çünkü övünülen iktidarın ve dövünülen acziyetin aynı akıbete uğrayarak nasıl birkaç saniye içinde yön değişebildiği dikkate alındığında, ortada egemenlik gibi bir anlayışın ve gücün varlığı da kalmıyor. Gerçekler karşısında duyarsızlığını ve ölü taklidini sürdüren insanoğlunun anormal davranışlarına sebep olan faktör, kalpsizleşmelerine, körleşmelerine ve sağırlaşmalarına neden olan mührün Yaratıcı tarafından vurularak açılabilmesine olanak tanınmamasıdır.

“Hevasını (kötü duygularını) tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” Casiye 23

Peygamberlerin bile kurtarabilme yetkileri yok iken, politikacılar, güvenlik birimleri, bilim veya din adamlarının kurtarıcı olabilmeleri mümkün müdür? Eğer o kadar güçlülerse önce kendilerini kurtarsınlar ve değiştirsinler de, sonra başkalarına sıra gelsin.

“Ey Muhammed! Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?” Zümer 19

İnsan ne kadar inkâr etse ya da kendine bir irade edinse de bir kuldur, dolayısıyla yaratıcısı Allah’a hesap soramaz.

“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” Enbiya 23


12 Mart 2013 Salı

Ey Allah’tan korkmaz, Peygamberden utanmaz Arınç!


Allah’ı, Resulünü, Kitabını ve Müslümanları satmayı planladığın az bir dünya menfaati için Musevilere (yahudilere) peşkeş çekmenin bedelini düşünmüyor olmalısın ki, ağzından çıkanı kulağın duymuyor, vahşilikleri izlediğin halde göremiyor ve kalbinde sakladığın küfrü açıklamaya akıl erdiremiyorsun…

İfadesine Musevi dostlarım diye başlayarak, “Bizim sizin inancınıza aykırı gelen hiçbir düşüncemiz olamaz, incitecek hiçbir sözümüzde olamaz, sizi rencide edecek hiçbir sözde söylemeyiz” açıklamalarıyla, iman etmiş bir Müslüman değil, münafık olduğunu belgelemektedir.

Oysa sözü Allah ve Resulü söyler, iman etmişler de “inandık ve itaat ettik” derler. Bu durumda sen kimsin ki, Allah ve Resulünün hükmü dışına çıkarak aksi düşüncelerde bulunabiliyorsun? Eğer Allah, yahudileri dost edinmeyin, onların arzu ve isteklerine uymayın, küfürlerine sessiz kalmayın buyruklarıyla Müslümanları uyarırken yahudileri meşrulaştıran Arınç, inkârlıklarına ve düşmanlıklarına karşı hiçbir sözümüz olamaz açıklamasıyla, onlardan biri olduğunu itiraf etmektedir.

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide 51
  
Allah’tan değil de İsrail’den korkarak, Mavi Marmara Gemisinde hunharca katledilen 9 Müslüman vatandaşımızın şehit olmaları akabinde, “Bizden kimse İsrail’e karşı savaş beklemesin” teslimiyetiyle hem İslam’a hem de milletimize ihanet etmiş Arınç, “Şu anda Türkiye küresel bir aktör olma, elbette iddiasında değil ama dünya siyasetinde, dünya barışında küresel krizlerin çözümü noktasında Türkiye, geçmişe göre çok daha dikkat çeken bir ülke” düşüncesiyle Ak Parti Hükümetinin küresel aktörlük propagandasına da hainlik etmiştir. İsrail’in sözde hüküm sürdüğü bir bölgede Türkiye’nin aktör değil, İsrail’in taşeronu olduğunu açıkça bildiren Arınç, dost mu düşman mı; Müslüman mı yahudi midir?

Hz. Musa dahi azgınlıkta eşi olmayan ve iflah olabilmelerini imkânsız sayan yahudilerle yollarını ayırması için Allah’a yalvarmış ama Arınç ve Gülen gibi yahudi dostu münafıklar, yüreklerini açıp zalimliklerini insanlıkla özdeşleştirmek suretiyle hidayette olduklarını vaaz edebilmişlerdir.    

“Musa: "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır" dedi.” Maide 25

Dinlerine uymadıkça yahudilerin asla Müslümanlardan razı olmayacaklarını vurgulayan Allah’ın bildirgesini umursamayan Arınç, ifadelerinden anlaşılacağı üzere yahudilere uymuş olmalı ki,  “sizi üzecek hiçbir söz, hiçbir davranış bundan sonra olmayacaktır'' taahhüdüyle hem hükümet hem de Müslüman millet adına ahkâm kesebilmiştir.   

Bülent Arınç’ın İslam referansı ve Müslüman kimliği her ne kadar yoldan çıkmışlığını perdelese de, kendilerini Allah’ın en sevgilileri gören yahudiler misali ahirette perişan olacağı muhakkaktır. İsrail’in akıttığı her Müslüman kanının vebalini taşıyan Arınç, İslam’ı alay ve oyun konusu yaparak acımasızca aşağılayan ve saldıran yahudilerden farksız bir akıbete uğrayacaktır.

İsrailoğullarına sayısız yardım ve destekte bulunarak zulümden kurtaran yaratıcı Allah’ı tanımayarak Hz. Musa’ya; “Bizim için bir tanrı yap” cüretkârlıkları, ne kadar nankör, hain ve imana gelmez asi olduklarını ispatlamıştır. Hz. Musa’nın baş edemediği azgın yahudi toplumu, geçmişte nasıl ise bugünde aynıdır, kıyamete kadar da Allah ve insanlığa olan düşmanlıklarını sürdüreceklerdir. 

 “Musa onlara: Yazık size! dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.” Ta-Ha 61

Allah, İsra Süresi 101. Ayette; “Andolsun biz, Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik” buyurduğu halde; nasıl oluyor da yaklaşık 5 kitaptan oluşan musevilik, vahyi olabiliyor?

Allah hakkında yalanlar uydurup iftiralar düzen yahudiler, insanlığın insan olmayan numuneleridir. Dolayısıyla yahudilerle dost olan ve dostluklarıyla övünen çakma Müslüman kimlikler, ne İslam’dır ne de insandır!

“Kişi, dostunun dini üzeridir.” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Allah’ın, Al-i İmran 175. Ayetinde; “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun” buyruğu, Arınç’ın İsrail’den korkmasından ötürü; şeytan dostu olduğunu mu ortaya çıkarıyor?