26 Şubat 2013 Salı

Kader mahkûmu insanoğlu bir hiçtir…


Ancak İslam gereği Allah iradesi ve hükümlerine kayıtsız-şartsız teslim olup, Allah'ın lütuf ve ikram vererek doğru yola kavuşturdukları müstesna!

İşte insanoğlu, gerçekle bütünleşemediğinden ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri gücü elinde bulunduranlara gıpta ederek önlerinde boyun eğer, maharet akıl ve iradelerindeymiş gibi arşa yerleştirilirler.

Aslında geçmiş, düşünebilenler için apaçık bir ayna olmasına rağmen, nefisleri o gerçeği kavramalarına izin vermemektedir. Dolayısıyla idollerini farkında olmadan Allah’tan daha çok anarak ve yaptırım güçleri olduklarına güvenerek iplerine sarılırlar. Bu sebeple insanlar kör ve sağır olmalı ki, çağdaşlık adı verilen aynalara ve atılan gazellere itibar edebilmektedirler.

Oysa derinliklere götüren yolların kokusunu alamamalarından ve zihinlerini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi göz ardı edebildiklerinden ne kadar kanıta da şahit olsalar,  yine de idrak edememektedirler.

Demek ki akıl, teoride öngörüldüğü gibi muhakeme yetisi de sağlamamaktadır. Şöyle ki:

Hakkında birçok şifreler ve gizemler üretilen Leonardo da Vinci, çok kısa olan okul hayatında okuma, yazma ve işlem yapmayı öğrendikten sonra okulu bırakmış ve 14 yaşında bir heykeltıraşın yanında çırak olarak çalışmaya başlamıştı. Akademik bir eğitim almamasına rağmen, Da Vinci’nin kadersel dehalığı pozitivist kuralları paçavraya çevirerek, hem parlamasına, hem de belirgin yetenekler şeklinde gelişerek onu hiç düşünmediği ve tahmin etmediği çeşitli alanlara yöneltmişti. Böylelikle Da Vinci, ruhsal programı gereği deha basamağına kolayca yükselmiş bir ressam, aynı zamanda büyük bir heykeltıraş, şair, keşifler gerçekleştiren bilim adamı, ünlü bir mimar ve hatta müzisyen olarak da parlayarak üne kavuşmuştu.

Geçmişteki her seçilmiş insan gibi, onunda şöhreti çeşitli rivayetlerle kehanetleştirilip artarak devam etmişti. Fakat Da Vinci, iş edindiği ve büyük bir başarı ile yürüttüğü sanatına, hayatının önemli bir amacı olarak sarılmamış ve hiç ehemmiyet vermemişti. Neredeyse yaptığı resimlerinin büyük çoğunluğunu yarıda bırakarak tamamlamamıştır. Ayrıca bilimsel konular üzerine yoğunlaşarak matematik, fizik, kimya, anatomi, hidroteknik ve astronomi ile uğraşması ve bu konularda üstün yetenek göstermesi, bilim ve düşünce adamlarını hayrete düşürmüştü.

Da Vinci, özde sanatkâr olmasına rağmen, sürekli yeni bilimsel araştırmalara meyletti ve yeni teknikler peşinde koştu. Bundan başka, askerlikle ve inşaatla ilgili işlerde de çok usta ve bilgili biri olduğunu kanıtlamıştı. Toplar dökmüş, top mermileri yapmış, kanallar açmış, bataklıklar kurutmuştu. Ve nihayet günün birinde, Milano valisi Sfortza tarafından sarayın ses sanatçısı ve şairi olarak saray hizmetine alınmıştı. Bu görevde bulunduğu sırada, daha önce yazmadan ve hiçbir hazırlık yapmadan şaşılacak kadar güzel şiirler söylemesi, bu şiirlere çok uygun güzel besteler yapması, şiirlerini, bizzat kendisinin buluşu ve yapısı olan bir müzik aleti ile çalarak bir opera sanatçısının ustalığı ile dile getirmesi, akılları donduruyor ve herkesi şaşırtıyordu. Eğer kaderce bilgilendirilen ruhun, mutlak iradece nasıl programlandığı gerçeği kestirebilinmiş olsaydı, şaşılacak ve gıpta edilecek hiçbir şeyin de olmayacağı da anlaşılabilecekti.

Daha çocukken, çok farklı bir teknik olan ve o dönemde hiç bilinmeyen yağlı boya ile resim yapmayı kendi kendine öğrenmiş, adı, Florensa’nın ünlü ressamlarının yer aldığı “Kırmızı Kitap”’ta yer almıştı. 1478’de yaptığı basit bir resimde, kendini yansıtan bir genç, bir melek ve de mekanik parçalar çizerek, bilim alanında yapacağı çalışmaların ilk işaretini vermişti.

Da Vinci’nin ünlü resmi Mona Lisa dâhil günümüzde muhafaza edilen hiçbir resmi orijinal değildir, değişik zamanlarda zarar görmelerinden birçok ciddi tadilâtlardan geçirilmişlerdir. Buna rağmen tablolar özenle korunabilmekte ve paha biçilememektedir. Bisikletin ilk taslağını çizenin Da Vinci olduğunu biliyor muydunuz?

Da Vinci gibi kehanetleştirilmiş bir kader mahkûmunun dehalığı sonrası bir anda değişime uğrayarak hayatının son yıllarına doğru serserice dolaşmaya başlaması, her şeyden ve herkesten kaçıp kurtulmak istemesi, ün, şöhret, övgü ve itibardan nefret etmesi, her şeyi bilirken ve inanılmaz başarılarla ağızları açık bırakırken hiçbir şey bilemez ve başaramaz hale dönüşü, bambaşka bir gelişme ve ibret alınması gereken mutlak bir dersti.

Da Vinci, Kral I.Francis’in kendisine tahsis ettiği Codex kalesinde yapayalnız yaşarken önce felç geçirmiş ve iki yıl sonra da adı bilinmeyen bir hastalıktan ölerek, geriye akılcı teorileri altüst eden müthiş bir yaşam biyografisi bırakmıştı.

Sözde yaratıcı akla ve iradeye odaklattırılan büyük bilimsel keşiflerin ve hükmeden iktidarlığın ardında yatan öyküler göz ardı edilir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların, ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu iddia edilir. Hâlbuki her şey, Mutlak
İrade’nin "o kitap"ta ki düzeneğine göre gerçekleşmekte; dehayken hiçliğe, hiçken iktidara dönüşen sürecin altında yatan gerçek kavranamamaktadır.

Dünyayı titreten Adolf Hitler, küçük bir kasabada doğdu ve yoksul bir ailenin sıradan gümrük memuru olan çocuğuydu. Herkesin geçim sıkıntısı çektiği ve işsizliğin hüküm sürdüğü o dönem, babasını endişeye sevk ediyor ve Hitler’in geleceğini garantileyebilmesi adına memur olmasını isteyerek baskı uyguluyordu. Ancak kaderinin hakkında ne yazdığını bilemiyor ve gelecekte dünyaya hükmeden bir lider olacağını gerçekleşmesi mümkün olamayacak bir hayal zannediyordu.

Ancak Hitler, babasına ısrarla karşı çıkıyor ve ressam olmak istiyordu. Karşılıklı inatlaşmaları büyük tartışmalara neden oluyordu. Ayrıca, Hitler, okuldaki derslerinde de çok başarısızdı, sadece ressam olma hevesiyle ileride işine yarayacağı derslere ilgi duyuyordu. Ne var ki Yaratıcı, her ikisinin, endişe içinde gelecekle ilgili düşlerinde canlandırdıkları meslekleri değil, dünyayı sallayacak ve dünya savaşlarını çıkartacak bir lider olmasına karar vermişti. Öncesinden hakkında yazılmış kader, dilek ve eğitime göre şekillenmiyordu.

On üç yaşında babasını kaybedip yetim kalmasının ardından, çok ağır bir hastalığa yakalanarak okula ara vermek zorunda kalan Hitler, çocuk yaşta annesini de kaybetmesinden sonra eline geçen çok az bir yetim maaşıyla geçinemeyeceğini düşünerek Viyana’ya gitti. Güzel Sanatlar Akademisine girebilmek için girdiği sınavda yüzde yüz başarı beklediği sırada kaybettiğini öğrenince yıkıldı. Kaderin kendisine biçtiği görevi bilememenin hüsranlığıyla yeteneksiz olabileceğini kabul edemiyordu. Üstelik liseyi de bitirmemişti.

Viyana’da acı dolu günler geçirdi, amelelik, boyacılık gibi işlerle karnını zor doyuruyordu. Hakkında yazılmış olan kader, onu öylesine yükseltti ve yeryüzünde hüküm sürdürdü ki, iradesel ne bir akıl, ne bir düşünce, ne bir beşeri yardım, ne dilek, ne de bir eğitimin zerre kadar değeri olmadığını kanıtladı.

Okulsuz, kariyersiz, güçsüz, kimsesiz, yetim ve yoksul bir çocuğun dünyaya diz çöktürmesi, kimin mutlak iradesiydi?

Bilgisi, yeteneği, ünü ve şöhreti sınırları aşan Da Vinci’nin dışlanmışlığa ve yalnızlığa itilmesi kimin iradesiydi?

Artık kader mahkûmu olmadığını iddia ederek özgürlüğü ve etkileşimi savunanlar, ne diyecekler? İnsanoğlunun asla özgür olmadığı, Allah izin vermedikçe dileklerini ve umutlarını gerçekleştiremeyeceği, dolayısıyla başıboş olmadıkları; İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!Kıyame Süresi 36. Ayetle sabittir.

Her insan, kaderini yaşadığından dünya nimetleri açısından özde birbirlerine karşı ne güçlü ne de zayıftırlar. Sadece Allah tarafından biçilen görevleri yapmakta, kiminin kimine karşı derece üstünlüğü akıl ve iradelerinde değil, Allah öyle dilediği içindir. Bu sebeple insan olmalarından peygamberlerin dahi kendi başlarına yaptırım gücü bulunmamaktadır.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6

De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.” Cin 21-22

“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.” Enam 165

“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” Zuhruf 32

Öyleyse herhangi bir beşerin geçici ve emanetsi gücünden etkilenerek fayda vereceği mi sanılıyor? Fayda beklerken neden zarara uğranılıyor?

19 Şubat 2013 Salı

CHP fitnesinde terör durdurulamaz…


Gerek Ergenekon, gerek Balyoz, gerek PKK, gerek DHKPC ve gerekse aydın maskeli terörist grupların odak merkezi CHP’dir. Nerede bir ihanet, kaos, infial, ayırımcılık ve asayiş sorunu var ise, orada kışkırtıcı CHP’li vekil ve temsilcilerini görürsünüz.

CHP takipçisi olan malum terör örgütü PKK, devlet ve milletine ihanet edip on binleri katleden CHP’nin diktatörlük kurma başarısını rehber edinip isyana ve katliamlara kalkışarak inatla mücadelesini sürdürmesi, CHP varlığının sürdüğü bir ülkede pek yadsınmamalıdır. CHP misali kendilerinin de sonunda meşruiyet kazanacağını bilmektedirler.

Tarihe bakıldığında haçlılardan siyasi destek alarak Osmanlı Devletini yıkan bir CHP ile günümüz haçlı destekli PKK’nın izlediği yol birbirinden farklı değildir. Sonuçta haçlıların desteklerindeki amaç, her ikisinin de İslam karşıtı olmaları ve kadim öçlerini savaş meydanlarında mağlup edemedikleri Müslüman milletimizi birbirlerine düşürerek yok ettirmektir.

Unutulmamalıdır ki, İstiklal savaşları Osmanlı Devleti zamanında yapılarak ümmet bilinci içinde zaferlerle sonuçlanmış, CHP’nin, adı Türkiye Cumhuriyeti olan diktatörlüğü kurmasıyla günümüze değin hiçbir savaş yapılmamış, Müslüman Türk milletini Anadolu’da yok etmeye veya Asya steplerine sürmeye ant içmiş haçlı ittifak, sanki hedeflerine ulaşmışçasına bırakın savaşı sürdürmeyi, dost olabilmişlerdi. Oysa tarihte haçlılar asla durmamış, her yenilgilerinde daha saldırgan olmuşlardı. Malum dizbağı nişanı, İngilizleri Çanakkale’de hezimete uğratıp güneşlerini batırmamız akabinde CHP’ye verilmesi, sanırım başka bir kanıta ihtiyaç duyulmayacak netliktedir. Hele 1938 yılında İstanbul’a gelen İngiliz Kral VII. Edward’ın beyaz pazenine bacasından kurum döktüğü iddiasıyla o meşhur Ertuğrul gemisinin cezalandırılarak hurdaya gönderilmesi, İngilizlere apaçık bir diz çöküştü. Ki, o Ertuğrul gemisi, Çanakkale’de zafer yazan şehit ve gazilere cephane taşımış, dolayısıyla Çanakkale zaferinin ve şehit kanlarının simgesi olmuştu. Ancak din ve vatanları uğruna şehit düşenlerin yakınlarını ve savaştan çıkan gazileri haçlı devrimler adına katleden CHP, neden Ertuğrul gemisini de hurdaya atmakta çekince taşımış olsun ki? Ne acıdır ki, bugün, Ermeni veya Rumların yaptıkları dökük evlere tarihi yapılar mazeretiyle bir boya dahi yaptırılmayabilinmektedir.

CHP Diktatörlüğünün manipüle edilmiş olan adı Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren yapılan tüm darbeler, ki 12 Eylül de olmak üzere CHP adına yapılmış, ancak 12 Eylül darbesinin CHP’yi de kapsaması çıkacak isyanı bloke edebilmek için gözbağı bir taktiği olup, büyük bir kesimce yemlenebilmişti.

CHP gibi vatanın ve milletin ruhuna göz dikmiş azılı bir düşman ile vatanın bir parçasına göz dikmiş PKK düşmanı kıyaslanıldığında, ruhsuz bir bedenin ölü olması misali şeytanın Azrail’i CHP’nin çok daha vahim bir bela olduğu tartışılmazdır.

Hiç boş durmuyor! Dün Silivri ve Çağlayan adliyelerindeki saldırıları, tarihin haçlı saldırılarını canlandırmış, bitmek tükenmez Müslüman millet düşmanlığını bir kez daha deşifre etmiştir. Ayrıca düne kadar kendi adlarına karar veren yargının milletle bütünleşmesi akabinde isyan etmeleri ve mahkemeleri hedef almaları, tipik bir diktatörlüğün benliğidir.

Lüt Kavminin reenkarnesi konumunda olan CHP, toplum ahlakını sabote edebilmek için lezbiyen ve homoseksüellerin sorunları olduğu iddiasıyla ahlak abidesi toplumuza zehir şırıngalama cüretini sürdürebilmektedir. Herhalde yıllardır kangren haline getirdikleri başörtüsü yahut milleti ilgilendiren sorunlar için çaba gösterecek değiller ya!

Böylece teröristlerin odağı olmaları yanı sıra ahlaksızlığında merkezi durumundadırlar.
CHP, hem maddi hem de manevi açıdan öyle bir terör örgütüdür ki, yanında PKK gölge boyutundadır.  Her ne kadar millet olarak PKK’ya kilitlenmiş isek de, vatanın ve milletin ruhunu kabzedecek CHP’ye duyarsız kalmamızdan vatanın bir parçasını kurtaralım diye topyekûn yok olmaya kalkışmaktayız. Şeytandan değil de gölgesinden sakınan bir toplum; gözleri kör, kulakları sağır ve kalpleri mühürlenmiştir.

PKK’yı doğurarak bugünlere getiren CHP’nin ihanetsi tarihi ve işledikleri bağışlanamaz suçların bedelini ödememesi ve hesap vermemesidir. Atatürk’ün kurucuları olması her türlü düşmansı faaliyetlerine dokunulmazlık kazandırmış, CHP’nin hainliği Atatürk’le kamufle edilmiştir.
Yaldızlı sözlerle barış, sevgi, tahammül ve erdemliği ortadan kaldıran CHP, yığınları isyana teşvik ederek Türkiye’deki insanlığı tüketmiştir.

Şüphe yoktur ki, PKK bir düşmandır ve adil bir barış temelinde ıslah olabilmesi mümkün değildir. Ancak CHP daha da beteridir. Zaten CHP fitnesi olmadan Türkiye’de ayrılıkçı bir gruba rastlanmaz ve asayiş sorunu yaşanmaz. CHP, fıtratı gereği sabrın hasmı olmasından halkı ayaklandırmaktan öte hiçbir amaç taşımamaktadır. Zaten şeytanın misyonu da aynı değil midir?

Nefisleri azdıran özgür ve refah hayat vaatleriyle süslü ve yaldızlı ifadeleri ustalıkla işleyen CHP, şeytanın taktiğiyle hatta onu dahi geçerek iktidarı ele geçirmeye çalışsa da, Allah’ın milletimize duyduğu merhametten fırsat yakalayamamakta, düştüğü bataklıktan çıkmak bir yana, daha da gömülmektedir. Kalbinde gizlediklerini destek veren halk bilmese de, yaratıcıları onları muhafaza etmektedir.

CHP’nin övüldüğü ve ana muhalefet konuma getirildiği bir ülkede, bundan böyle PKK düşmanına hiçbir eleştiri getirmeyecek, daha beteri meşrulaştırılırken gölgesine değinmeyeceğim.
Artık milletimiz muhakemeye gitmek ve vicdanlarındaki adil yargıyı yapmak zorundadır. CHP’nin barındığı bir diyarda PKK’nın dizginlenmesi hiçbir fayda getirmeyecektir.
           
Kitlesel olarak peşine düşerek saygı ve güven duyulan CHP gerçeğini idrak edemeyen bir toplum, karanlık dehlizlere atılmayı hak etmektedir.

Oysa CHP’nin süslü ve yaldızlı abartılarına kanıp şovları etkisi altında kalarak birkaç dakikalık sorguya zahmet edebilmiş olsalardı; cambazı seyrederken vatanlarından, mallarından ve canlarından olabilecek bir tehlike ve tehdit yaşamayacaklardı.

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25

15 Şubat 2013 Cuma

Yılan gibi deri değiştiren Politikacılar…


Özlerinde sahtekârlık olan politikacıların içlerindeki halk ruhu; hırsızların ve sokak serserilerinin sahip olduğu halk ruhundan farksız bulunmakta, dolayısıyla halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip oportünist topluluğudur.

Herkesin mutabakata vardığı gerçek; politikacıların amacı, her zaman kendi özel avantajlarını artırmak ve bunun için ellerindeki çok büyük güçleri kullanmaktır. Bu sebeple politikacıların çıkar odaklı amaçları, ülkelerinin güvenliğinden, halkının huzur ve refahından çok koltuklarının güvenliğini ve refahlarını önemsemelerine neden olmaktadır.

Lideri ve partisi ne olursa olsun tamamı aldatma üzerine inşa edilmiş seküler yapılar olmalarından, dalavere yapma ve ikiyüzlü davranma karakteri taşımayanları aralarına almazlar. Ahlak ve erdemlikten soyutlanmış olmaları temsilcisi oldukları halkta güvensizlik doğursa da, şeytani manevralarla fahişeden daha kötü olduklarını kamuflaj ustalıklarıyla ikna edebilmektedirler. Fahişelik tek bir bireyin ahlakının bozulması, politikacılık da tüm toplumun ahlakını tehlikeye düşürmesidir.

"Savaş alanında korkaklık gösteren bir generali kurşunla öldürürsünüz. Halkın
ahlakını bozan politikacılar için ne ceza önerirsiniz?"
Lord Acton

Oysa politika değil de siyaset yapılmış olunsaydı; şeref ve utanma duygusu taşınır, evrensel amaçlar doğrultusunda ahlaki bir irade ortaya konarak vicdan ve dürüstlük dışı tavırlardan ölümüne kaçarak, hafif olan şeyler misali su yüzüne çıkmazlardı.

Siyasi eylemdeki temel özellik; halkı yükseltme yolunda sürekli bir çaba, rakipleriyle değil bizzat kendileriyle cenkleşme, daha büyük ve derin bir saflığa, bilgeliğe, iyilik, sevgi, hak ve adalete yönelik doymak bilmez bir istekle yoğunlaşmaktır.

Kendi özel çıkarlarını en iyi bir şekilde değerlendirebilmek için halkı mümkün olduğu ölçüde kendilerini incitebilecekleri alan dışına itmeleri, aslında başka bir söze ihtiyaç bırakmamaktadır.

Politikacılardaki ilkesizlik, kararsızlık, riyakârlık ve samimiyetsizliği; edebiyat tarihimizin ünlü şahsiyetlerinden Sümbülzade Vehbi Efendi’nin şu şiiriyle özetlemek mümkündür.

Şiir’in hikâyesi şöyledir: Bir gün padişah Vehbi Efendi'yi yanına çağırır ve: "Bana öyle bir şiir yaz ki bir mısrasını okuyunca içimden seni öldürmek, bir sonrakini okuyunca ise ödüllendirmek gelsin" der.

Azm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana,
Kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.
* * *
Lal-u şarap içurem ve ıslatıp geçirem,
Parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.
* * *
Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır?
Lale ile sümbülü kakülüne nevcivan.
* * *
Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
Bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan.
* * *
Salınarak giderken arkandan ben sokayım,
Ard eteğin beline, olmasın çamur aman.
* * *
Kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,
Sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.
* * *
Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarda hiç,
Düşmanın bağrına, hançerimi nagehan.
* * *
Eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim,
Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.
* * *
Herkese vermektesin, bir de bana versene,
Avuç avuç altını, olsun kulun şaduman.
* * *
Sen her zaman gelesin, ben Vehbi'ye veresin,
Esselamun aleyküm ve aleykümesselam.

Politikacılar da aynısını yapmıyorlar mı?

"Politika yozlaşmalardan başka bir şey değildir." Jonathan Swift

12 Şubat 2013 Salı

Geçmişin kölesi günümüzün robotu…


Amerikalı Marksist ünlü psikanalist ve sosyolog Erich Fromm, “Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğinki ise robot” tespitiyle insanoğlunun sözdeki özgürlüğünün hiçbir zaman özde gerçekleşmeyeceğini ortaya koymuştu.

Ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin'in; Hiçbir şey icat edilmedi, yeniden keşfedildi” ifadesindeki gibi kulsal akıl ve iradesini özgür sanan insan, kölelikten robota manipüle edilmesiyle ‘özgürlük fenomeni’ nefsini kandırdı ve geçici yetkiyle donatılan bir güçlü misali mutlak olacağını zannetti. Oysa yaratık olan insanoğlunun dilediğini yapabilecek bir özgürlüğe kavuşabilmesi ASLA mümkün değildir. Ne zaman Yaratıcıyı mağlup eder tahtına kurulur, o zaman özgür bir akla ve iradeye ulaşabilir.

Yahut İnsana ve maddeye bireysellik ve fiziksel özellik kazandıran ölümsüz ruhu dilediği gibi programlayarak yaratır, o zaman dilediği özgürlüğe kavuşur. Bedenler ve maddeler yok olur ama ruh ölümsüzdür ve varlığı hiçbir şekilde etkilenmez.  Varolma ve yaşama ruhsaldır, fizik mazerettir. “Gören, duyan yalnız ruhtur, geri kalan her şey sessiz ve sağırdır.” Epicharm

Ruhların her birine değişik bilgiler ve görevler yüklenerek, kimi yaşamın sonuna kadar iyi, kimi kötü olarak bedendeki ve maddedeki görevlerini sürdürürler. Kimileri de farklı davranışlar yahut atıllık sergileyerek ya iyiyle kötü arasında gidip gelir ya da durağanlık gösterir.

Ruhların programları gereği bedenlerinde olduğu insanlara işlev kazandırması ve yönlendirmesi, mutlak iradenin “o kitap”ta ki yazgısındandır. Her ruh; çirkin veya güzel, sakat veya sağlam, sağlıklı veya hastalıklı, güçlü veya zayıf bir oluşumla bedenleri biçimlendirmekte ve programı doğrultusunda fiziği güncelleştirmektedir. Bu oluşumun zaman içinde farklılıklar doğurması tamamen kadersel çizgisindendir.

Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek nasıl ki bir icat değil keşif ise; Yaratıcının etkisi ve yönlendirmesi altında olan akıl da özgür ve mutlak bir güç değildir.

Mümkün olan bir şey, başlı başına bir şeyi yoktan var edemez. Çünkü o, kendinin malik olmadığı bir şeyi kendi dışındaki şeylere vermek imkânına sahip değildir. Nasıl ki, sıfırdan pozitif bir sayı türetmek mümkün değil ise, mümkün olmayan bir şeyden de yeni bir şey meydana getirmek mümkün değildir. Bunun için muhakkak harici bir sebebe ihtiyaç vardır ve ancak o sebeple etkilenip varlık kazanabilir. Bu harici sebep kendiliğinden mevcut değil ise, elbette ki bir başkasına ihtiyaç duyacaktır. Bu sebepler zinciri neticede bütün sebeplerin ana sebebi durumunda olan bir sebebin varlığını zaruri kılacaktır. 

İlk neden, ilk gerçekliktir. Yaratıcı’dan ilk ruh ve akıl ortaya çıkar. Çokluk, ruhla ve akılla başlar. Bundan da âlem ve nefsin akılları türer. Her akıldan da, o aklın özü ve cismi oluşur. Akıl, cismi ruhsuz hareket edemeyeceğinden, akıllar sırasının sonunda Etkin Ruh bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri, insan özleri ve bilgileri doğar. Etkin Akıl, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk akıl, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk akıl kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her soyut âlemin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan ruhsal programdır.

İnsan zihninin özü, bilmektir, ancak insan her zaman biliyor değil ya da bildiğini yapabiliyor demek değildir. İnsan aklı, bilebilmeye yetilidir, fakat insanın bilme tarzı yalnızca mümkündür. İnsan zihni gerçekte herhangi bir bilgi olmadan, ancak bilebilme gücüyle bezenmiş olarak yaratılmıştır. İbni Sina bilgi anlayışında, insan zihninde bilginin varoluşu için, iki öğenin zorunlu olduğunu belirtir. Duyusal nesneleri algılamamızı sağlayan duyular ve algıladığımız bu nesnelerin suret ya da imgelerini bellekte saklama gücü ve soyutlama yoluyla nesnelerdeki özü ya da tümel unsuru yakalama yetisi. Fakat bu soyutlama, İbn Sina’ya göre insan zihni tarafından kendiliğinden gerçekleşmeyip, Yaratıcı’nın Etkin Aklı’nın bir eseridir. Etkin Akıl, bilgi sahibi olabilmesi için insan zihnini aydınlatır. Allah, bundan dolayı insanın yaratıcısı ve buna ek olarak, insan bilgisindeki aktif güçtür. Buradan da anlaşılacağı üzere; tüm insanlarda hepsinin birden pay aldığı tek bir Etkin Akıl vardır. O’da Yaratıcı Allah’tır.

Akılsal kuralları, iradeyi ve mantığı bertaraf eden olaylar, düşünsel ve davranışsal bir ayniyet sağlayamıyor ve yaşanan ikilemler önlenemiyorsa; iddia edilen akılcı bir muhakeme ve yargıyla mutlak olmayan bilime dayalı iradesel bir çözümü gerçekleştirebilmek söz konusu değildir. Sadece entelektüellerin tartıştığı; okullarda, ekonomik, sosyal ve siyasi münazaralarda dolgu malzemesi olarak kullanıldığı, asırlar öncesine dayalı ütopik doktrinlerin karşılığı olmayan kuramsal döküntüleriyle bilim adına “bilgi terörü” estirildiği, böylece kaderin güttüğü fiziki hayatın serapsı fikirlerle örtbas edilmeye çalışıldığı aşikardır. Bu yüzden ne politikacıların, ne din adamlarının ne entelektüellerin, ne de eğiticilerin insanlara hiçbir katkıları bulunmamakta, dolayısıyla düzenlenen tartışma şovlarıyla en iyi laf ebeliği yarışmaları yapılarak, insanların etkilenebileceği sanılmaktadır. Ancak kaderle örtüşenler istisna!

Bu sebeple olumsuzlukların meydana gelmesi, aldatılma, sömürülme, sapma ve kandırılmada ki etki, ardına düşünülen arkadaş, bilge veya önderlerin iknasından değil Allah öyle dilediği içindir. Allah’a kul olmayı reddedenlerin özgürlük adına hilkatteki eşlerine kullukla mahkûmlukları, idrak edebilenler için apaçık bir lanettir.

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide 105

Özgür olabilme hevasıyle kölelikten özgürlüğe geçiş serüveninde robotluktan öteye ilerleyemeyen insanın Allah’a kullukta teslim olamamasının nedeni; sürükleyici güce sahip bir inat ve itiraz duygusu taşımasındandır. Bu duygu veya mantığının tesirine kapılan insan, Allah’ın haklı olduğunu bildiği halde bir türlü kabul etmez, yani nefsine mağlup olur. Şu halde insan, belirtilen inatçı duygusuna karşı koymak suretiyle nefsine hakim olmasını ve gerçeği kabul etmesini bilmesi gerekirken yahut bildiği halde; neden başaramıyor?

Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur. Allah kime de hidayet ederse, artık onu saptıracak yoktur. Allah, mutlak güç sahibi ve intikam alıcı değil midir?” Zümer 36-37

7 Şubat 2013 Perşembe

Ayakta ölmek diz üstü yaşamaktan iyidir…


Çevrelerine uymak için kendilerini yontan insanların nasıl tükenip gittikleri İslami kesimde daha aşikâr anlaşılmaktadır.

Politikacılık ve reklamcığın yarı doğrulardan tam yalanlar üretme sanatları olması misali vahiy de, yorumlarla özden çıkarılıp nefislere peşkeş çekilmek suretiyle bid’at ve hurafelerle bozulmuş, İslam ile ateizmin siyasi terminolojisi olan laiklik bir potada harmanlatılarak özgürlük adına Müslüman millete giydirilebilmiştir.

Türban yahut başörtüsü diye anılan örtünün inanç merkezli tartışılmaması gereken meşruiyetine kıyılmış, din karşıtı laik rejimin baskı ve şiddetiyle Müslümanlara vurulan zincir dolaylı taktiklerle gevşetilmeye çalışılsa da ortadan kaldırılamamıştır.

Kamuda kılık ve kıyafet özgürlüğü gerekçesiyle girişilen kampanyalar fevkalade yanlıştır. Neden dini ya da inanç özgürlüğü başlığı altında değil de kılık ve kıyafet özgürlüğü ile manipüle edildiği, laikliğin ezeli din karşıtlığını ve amacını kanıtlamaktadır.

Allah’ın verdiği bir özgürlüğün ve hükmettiği bir emrin beşerden talep edilmesi, o beşeri gücü tanrılaştırmaktır. Ki, o beşeri güç, Allah’a ve ayetlerine savaş açmış ise hak istenmez, doğrudan alınır. Tartışılması dahi küfrü doğurur!

Sözde Müslümanların özsel imansızlıkları düşmanları cesaretlendirmiş, ak örtünün karaya dönüşmesine fırsat tanınarak kamudan dışlanıp hor ve hakir kalmasına neden olmuştur. Dolayısıyla türbana pranga vuranlar, asıl türbanı yahut başörtüyü savunanlardır.

Dini bir ibadeti Allah’a dayanarak müdafaa edip direnç gösteremeyen münafık önderler, kahredici nefsi çıkarları adına şapka, peruk v.s gibi saç örtüleri yahut aç-kapa alaylarına fetva verip ayetleri nasıl eğip bükerek az bir bedele peşkeş çektiklerini ortaya koymakta, böylece Allah’ın emrini düşmanın emrinden aşağı görmelerinin zilletinden sorun çözülememektedir.
    
Kendini Allah’a, hak ve adalete adamış İzzet Kıraç adlı bir müminin, bir bayan avukatın taktığı türban yüzünden Gümüşhane Barosundan atılmasıyla Baro Başkanı Ali Günday’ı öldürmesi, Maide Süresi 33. Ayetine istinaden her ne kadar meşru ise de, kendisini savunacak Müslüman bir avukatı bulamamanın rezaletini hala hissetmekteyim. Ne acıdır ki, en azılı teröristleri yüzlerce avukat savunmada yarışırken, Allah için cihada kalkmış bir müminin vekâletini üstlenebilecek bir avukatı, ancak talep ettiği fahiş ücretini peşin ödemem üzerine bulabilmiş olmam, Türkiye’deki Müslüman gerçeğini de ortaya çıkarmıştı. Ogün İzzet Kırac’ı katillikle yaftalayıp Ali Günday’a sahip çıkan türbanlılar ve türban savunucuları, hangi yüzle türbana özgürlük talep etmektedirler? Pardon, türbana yahut başörtüsüne değil kılık-kıyafet özgürlüğüne vurgu yaparak hak iddiasında bulunmaları, Allah ve İslam nezdinde hiçbir değer taşımamaktadır.
           
Şükürler olsun ki, karşımdaki güç ne olursa olsun asla boyun eğmedim, Allah’ın hükümlerine dil uzattırmamak adına tehdit ve şantajlarına karşı yılmadım.

Verdiğim röportajdan dolayı yargılandığım mahkemede savunmamı ayetle yaptığım sırada, ağır ceza hâkiminin, “burada ayet okuyamazsın” uyarısı üzerine, “ben Müslüman’ım ve dinen sakıncası olamayan her yerde ayet okurum” açıklamam akabinde, hâkimin tutuklamayla tehdidi karşısında, “Allah dilemezse tutuklayamazsın” yanıtım, Allah dilemediğinden mahkemeye tutuklama fırsatı vermemişti. Allah’ın tutuklamasını önemsemeyip mahkemenin tutuklamasından korkanlar, iman etmiş sayılabilirler mi?

Yahut eğitim adına Allah emrini hiçe sayarak örtülerini açanlar, peruk, şapka gibi arayışlara girenler; eğitimlerinden fayda elde edebilir veya iman etmiş sayılabilirler mi? Ya da rızık endişesi taşıyarak çalıştıkları kuruluşlarda örtülerinden ve diğer ibadetlerinden taviz verenler Müslüman sayılabilir mi?
Allah’ın farz kıldığı hükümleri baskı yahut şiddetle yasaklayan devlet değil baban veya kardeşin dahi olsa, savaşmak kaçınılmazdır. Tanrı kim ise, onun sözü geçerlidir…

Bu sebeple iman etmiş her mümin, yalvarıp yakaracağına ölümüne mücadele etmiş olsa, Allah ona hakkını teslim ettirir. Önce adalet! Adaletin yerini bulabilmesi için ola ki çıkabilecek kıyametten korkulmamalı, hiçbir gerekçe azgına hesap sormayı engellememelidir.

Her türbanlı kız öğrenci gibi benimde kızım üniversiteye gitmiş, aynı anda hem kimya mühendisliğini hem de kimya fakültesini bitirerek double yapmıştı. Ne üniversite yönetimi ne de öğretim görevlileri kızımın türbanına müdahale edebilecek cesareti gösterebilmişti. Kalkışanı uyarmış, uyarımın ciddiye alınmaması akabinde şiddete başvuracağımın altını çizmiştim. Allah yasalarına muhalefet eden batıl herhangi bir yasanın indimde zerre kadar bağlayıcılığı ve değeri yoktur. Dolayısıyla iman etmiş her ebeveyn azgın barbarlara karşı hak ettikleri mücadeleyi vermiş olsalardı; değil türban, hiçbir ibadet yasak konusu olamazdı.
        
Fransız düşünür Montesquien’un ifade ettiği gibi; “Birtek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir” idrakine sahip olmayan rejim ve güdümündeki yığınlar, kendilerini yok etme üzerine ellerinden gelen fitneyi işlemekten geri durmamakta, sebep-sonuç ilişkisini muhakeme edemeyerek şeytani ideolojileri uğruna kasıp kavurmaktadırlar.

Hak ve adaletin egemenliği için bugüne kadar yapılan binlerce savaşta verilen milyonlarca canın muhteviyatı kavranabilseydi, azgını ne akıl ne mantık ne merhamet ne de hoşgörünün durduramadığı anlaşılırdı. Bu sebepledir ki Allah, yüzlerce ayetinde azgına karşı savaşı emretmiş, ancak zor ve meşakkatli cesur bir mücadele sonucu haklara kavuşulabileceğini buyurmuştur.
Yoksa “ya beni okula almıyorlar, çalıştırmıyorlar, kamuda fırsat vermiyorlar, oraya sokmuyorlar, aşağılıyorlar” pespayeliğiyle örtüler açılmayıp şapka ve peruk benzeri maymunluklarla taviz verilmeyerek dik durulabilinseydi, bir avuç lanetlinin gücü ne kadar şiddetli olsa da savrulacaklarına şüphe yoktur.

İnsanlığı yahut düzeni değiştirmeyi düşünenin önce kendisini değiştirmeyi düşünmemesi ne kadar abes ise, sözde Müslümanların taptığı Allah’a değil de hilkatteki eşlerinden korkup itaat edebilmesi o kadar absürttür.

Allah’a iman ettiği deklare eden mümine laik yasalar dayatılamaz, kısıtlamalar ve yasaklar getirilemez, kamu adına sınırlar konulamaz, dini ve ibadeti hürriyetleri elinden alınamaz. Bu apaçık bir savaş nedenidir.

Ülkesi için canını veren ve vermeye aday bir vatandaşı ve yakınlarını inançsal örtüsünden dolayı dışlayarak etrafına duvarlar örmek suretiyle yasaklara mahkûm kılan bir güçle savaşılmayacak da ne yapılacak?
   
Allah’a karşı her Müslüman, önce kendinden sonra toplumdan sorumludur. Dolayısıyla her Müslüman, inancından ötürü kendisine konan yasaklara karşı savaşmalı, batıldan yardım dilenerek dinini ve insanlığını aşağılatmamalıdır.

İslam, nasıl Allah iradesine kayıtsız-şartsız bir bağlılık ise; iman etmiş müminlikte o yolda şehit ya da gazi olma mükâfatına ulaşmaktır. Aksi takdirde münafık olduklarını tescil ederler.       
Nasıl ki mide ülserine yenilenlerin neden olmayıp, ülserin sizi yiyenlerden oluşması misali Müslümanlar da, kendilerini yedirtmelerinden ülsere kapılmışlar, böylece ruhlarındaki müzmin yaralar erozyona uğrayarak vahyi sindirememelerine sebep olmuştur.

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

1 Şubat 2013 Cuma

Kınamakla yetinecekler ise;


Böbürlendikleri onca silahlar oyuncak mı, yoksa vitrin donatımları mı?   
İran, Suriye’ye yönelik herhangi bir saldırıyı kendilerine yapılmış sayacaklarını deklare etmemiş miydi?
İran, haritadan sileceği iddiasıyla büyük şeytan bellediği ezeli düşman İsrail’in Suriye saldırısına anında karşılık vermeyip alışılagelen kof ulumalarına devam ederek, “ciddi sonuçlar doğuracağı” açıklaması, sanal âlemde oynanan çakma savaş ve tehditlerden farksızdır. Yahut dayak yiyen bir çocuğun kaçarken tehditler savurması gibidir.
İsrail, aleyhine tehdit hissettiği hedefleri uluslararası hukuk, ülkelerin egemenlik hakkı ve topraklarına yapacağı saldırının meşru olup olmadığına aldırış etmeksizin imha etmesi, güç gösterisinde bulunan devletlerin nasıl birer hiç olduklarını ortaya koyan bir kanıttır.
Özellikle Birleşmiş Millerler kimdir ki, İsrail ciddiye alarak ihlal ve saldırganlık yaptığı gerekçesiyle hesap versin?
Artık İran, tüm caydırıcılığı yitirmiş olmanın pespayeliğiyle ulumaktan öte hiçbir eylemde bulunamamakta, dünyanın komedi merkezi olmasının utancını dahi kavrayamamaktadır. Böylesi bir İran, atoma bombası üretse ne olur? Ürettiği diğer silahlar gibi halkına caka atmaktan başka bir şey yapamaz.
Suriye’ye yönelik bir saldırıyı kendilerine yapılmış sayacaklarını açıkça ilan eden İran, hele de İsrail’in saldırısına sessiz kalması, gürlediği gibi cesur değil tabansız olduğunu ispatlamaktadır.
Neden?
Şirk içinde olup Allah’ın lanetine uğramalarından! Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Şia'nın güya kayıp imamı olan İmam Mehdi’nin dünyanın tüm işlerini organize ettiğini ve o olmasaydı hiçbir varlığın olmayacağını söylemesi, yetmez mi? Eğer gerçekten iman etmiş olup Mehdi yerine Allah’a güvenip dayansalardı, şeytanın dostu olan İsrail’e karşı galebe çalar; zillete, hor ve hakir kalmaya layık olmazlardı…
Ya, Arap Birliği denen kuklalara ne demeli? Ellerinden sadece, “Alçakça bir saldırı ve apaçık bir ihlal” kınaması mı geliyor? Oysa “bizler birer münafığız, Allah’tan değil İsrail’den korkuyoruz, elimizden gökdelenler yapmak, dünyanın oyun ve oyuncaklarından en iyisine sahip olmak, sömürmek ve nefsimizi beslemek geliyor” deselerdi.    
Neden İsrail kadar cesur olamıyorlar? Onların kaygılarını İsrail de taşımıyor mu?
İsrail, İran ile çıkabilecek savaşın psikolojik ve siyasi altyapısı oturmuşken meydan okuyarak Suriye’ye bombalar yağdırıp yanıt vermeye dahi tenezzül etmeyerek ulumalara kulaklarını tıkaması, sözle değil hamleyle karşısına çıkılmasına açık bir davettir. Diğer bir ifadeyle düello çağırışıdır.
Oysa İran, tıpkı İsrail gibi birkaç savaş uçağını İsrail’e gönderip askeri araştırma merkezlerini vurması gerekmez miydi? Ancak sanal bir kabadayı olan İran, gerçekle yüzleşmeye yürek yetirememektedir.
Temelde her ne kadar yanlışta olsa Türkiye’nin NATO ittifakına binaen topraklarımızda konumlandırılan Patriot füzelerine komplo teorileriyle karşı çıkılsa da, bugüne kadar yaptığımız katkıyı baz alırsak tartışılmaması gereken bir hak ve sonuçtur. Ne var ki İran, yine aynı sokak kabadayılığıyla tehditler savurarak, “Türkiye’yi vururuz” atışlarının karavansal safsatası ciddi bir değer taşımamaktadır. Bugüne kadar vurduğu tek bir haçlı var mı?  
İsrail ise İran gibi abessi naralar atmayıp aldığı kararının arkasında durarak kilitlendiği hedefi vurup, kendini savunmak ve haklı çıkarmak için cevap bile vermemektedir. İran, madem Patriotları kendine tehdit görüyor, kurulmadan imha etmesi gerekmez mi? Korkaklık ve imansızlığından başka elini tutan ne var?   
Hodri meydan!
İran, müstahak olduğu lanetin bedelini rüsvalığıyla ödemekte, dünyayı kırıp geçiren hicivleriyle usta komedyenlere taş çıkartmaktadır.
“İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler, bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler" Napoleon Bonaparte  
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.  Maide 54 
O günün Müslüman Türklerinden günümüzde mevcut mudur?
“Müminler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resulü doğru söylemiştir". Ve (bu) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” Ahzab 22