28 Ağustos 2012 Salı

MHP teklifini kabul etmeyen vekil PKK’lıdır…


MHP, TBMM’ni PKK yaftasından kurtarıp itibar kazandırabilmek için milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılmasına yönelik Anayasa değişiklik teklif önerisi her ne kadar kesin bir çözüm değilse de, mutlak teslimiyeti sarsan bir direniş olacağı tartışılmazdır.

İslam’a ve millete meydan okuyarak acımadan kanlarını döken terörist vekillerin kirlettikleri halkın meclisini mundarlıktan bir nebzede olsa kurtaracak ve yargı kapısını açacak olmasını ilk adım görüyor, dolayısıyla kimin kendini Hakka, halka ve adalete adamış olduğu ortaya çıkacaktır.

PKKBDP’nin yol arkadaşı CHP’nin MHP önerisine tepki göstererek, "AKP'nin yol arkadaşı MHP'nin teklifi" açıklaması, safını bir kez daha belirtmiş, böylece CHP’nin İslam aleyhtarlığı ve PKK adına siyaset yaptığı kanıtlanmıştır.

Müslüman milletin kanına susamış PKK vekillerini yargı önüne çıkaracak Anayasa değişikliğinden rahatsızlık duyarak başka taraflara çekmek suretiyle sulandırmaya çalışan CHP;  sözde MHP’ye duygusal baskı yaparak tutuklu vekili Engin Alan’la kıstırmaya kalkışmakta, kurdukları diktatörlükle onlarca yıllardır milleti sömürüp yaşam hakkı tanımayarak onca hırsızlıklarını, hazineyi gasp etmelerini, kendilerini zengin yapmalarını, ihaleye fesat karıştırmalarını ve irtikâplarını kritik etmeden fevkalade hayati olan teröristlerin dokunulmazlıklarının sınırlandırılmasıyla ilgili girişime nifak sokması, zaten aptallıkla aşağıladıkları milleti kandırmaya devam edebilecekleri hezeyanlarındandır.

Ne dün ne de bugün Müslüman milletimizle özdeşleşemeyerek düşmansı kin ve davranışlarından vazgeçmeyen CHP, birbirine tezat fikirleriyle münafıklığın en dehşetlisini sergilemektedir.  Bir taraftan ne düğü belirsiz sünnetsiz genel başkanları teklifi destekleyeceklerini açıklarken, diğer taraftan genel sekreterleri teklife karşı ateş püskürmektedir. Her kesime ayrı mesaj veren riyakâr bir CHP’yi hayvanlar hatta taşlar dahi kavramışken, maalesef insanlar idrak edememişlerdir. Gerçi insanı insanlıktan soyutlayarak insanlık namus, onur ve şerefini biçen ‘çıkar’ değil midir?

PKKBDP’nin terörist vekillerinin MHP’nin teklifini, “Geçmişten ders alınsın” çıkışlarıyla karşı koymaları, Tansı Çiller’in iktidarı dönemindeki DEP’li terörist vekilleri “millet adına” meclisten yaka paça çıkartarak tutuklatma cesaret ve kararlılığını hatırlattı. Türbanlı olduğu gerekçesiyle Müslüman bir kadın milletvekilini meclisten kovan sözde sosyal demokrat solcuların eli kanlı düşmanlara arka çıkmaları ve demokrasi manipülasyonlarıyla meşrulaştırma sinsiliklerini artık milletin yemeyeceği aşikârdır.

Geçmişten ders alması gereken terörist vekillerin meydan okuyuşlarını sürdürebilme cüretkârlıkları, süregelen ihanetsi politikaların bir sonucudur.

Gerek CHP gerekse PKKBDP bilmelidirler ki, halkı katleden ve vatanı bölmeye çalışan terör; dolandırıcılıktan ve hırsızlıktan daha büyük bir günah, felaket ve suçtur. Terörün cezası idamdır! Bu sebeple sözde dosyalarında iddia ettikleri dolandırıcılık veya hırsızlık gibi cürümleri olmayışını referans göstererek temize çıkma arayışları, Sırrı Sakık ve arkadaşları gibi tecavüzcü ve din düşmanı teröristleri aklamaz… Zaten iktidar olmuş olsalar, geçmişte olduğu üzere hem CHP, hem de günümüz BDP’si, millete bir ekmek parçasını dahi çok görerek tüm varlıklarını sömürürler. Vay BDP’den umut bekleyen Kürtlerin haline!
   
Terör adına siyaset ve gazetecilik yapan konuşturulamaz ve milletin istikbali için susturulmakla kalmayıp, en ağır yaptırımlar getirilmelidir. Öyle düşünce ve ifade özgürlüğü gibi fitnelerle toplumlar yerle bir olmuş, geride ne bir ülke ne de bir millet kalmıştır.

“Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.” Bakara 191

Terörle müzakere, apaçık bir teslimiyet ve mağlubiyettir. Bu sebeple PKKBDP teröristleriyle değil müzakere, yan yana gelmek dahi bir felakettir. Maalesef demokrasi ve hümanistlik gerekçesiyle inanılmaz ödünler veren Ak Parti hükümeti, insanlıktan nasiplenmemişleri insan saymasından gelişen sürecin sorumlusudur.

Düşünün ki, Ak Parti Diyarbakır vekili Cuma İçten adlı meçhul, geçen Ocak ayında; “Benim arkadaşlarımın içinde şu an dağda olanlar var. Birlikte okuduğum, birlikte sokakta oynadığımız, ortaokul sıralarını paylaştığım arkadaşlarım şu an dağda. Akrabalarımdan dağda olanlar var. Dağda olan çocuklar bizim çocuklarımız. PKK’ya katılan çocuklar benim canım, ciğerim. Benim akrabam. Birilerinin dayısının oğlu, birilerinin amcasının oğlu. En önemlisi bu çocuklar bu toprakların çocukları” açıklaması, neden Ak Parti’nin teröristlerle uzlaşıdan yana olduğunu kanıtlamaktadır.

Oysa Başbakan Erdoğan, İslam akidesinde değil mi ki, Yüce Allah’ın Tevbe Süresi 23. Ayetinde buyurduğu hükmü hiçe sayarcasına hısım, akraba ve arkadaşları olduğu gerekçesiyle İslam ve insanlık düşmanı cani asilere “canım, ciğerim” diyebilen bir vekilini ihraç etmediği gibi hakkında disiplin soruşturması bile açtırmamıştır. Ne var ki aynı Başbakan Erdoğan, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde Atatürk’e eleştirisel atıfta bulunan partililerini derhal ihraç etmemiş miydi?

Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” Tevbe 23

Şeytan ile işbirliği, müzakere ve diyalogun ilk kuralı; “YAPMA”!

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Türkiye, PKKBDP’nin işgalinde mi?


Onlar meydan okuyor, devlet ise uyarıdan öte hiçbir icraat yapamamanın acziyetiyle sünüyor.
Artık onurlanacak ve güvenilecek bir devletin olmadığı gerçeğiyle milletin kendini savunma hakkı doğmuş, demokrasi adına oynanan kahredici entrikaların idrakine varan millet, azılı düşmanı PKKBDP belasını ortadan kaldırmak için olaya el koymaktan öte hiçbir çareleri kalmadığı kesinlik kazanmıştır.

Dolayısıyla siyasi güruhun ihanetten başka bir haritaları olmadığı anlaşılmış, parçalanmaya bir kulaç kala frenleme hakkı doğmuştur. Özellikle BDP terörist vekillerini ve destekçi gazetecileri bertaraf etme gayesiyle oluşturulacak millet gücüne, maddi ve manevi her türlü yardımda bulunmaya hazırım. Çünkü onlar, İslam ve insanlık düşmanı kâfirlerdir; mücadeleye girişmek Allah’ın bir hükmüdür.

Böylece devleti yöneten politikacıların yapması gereken;

“Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.” Konfüçyus
  
Müslüman milletimizi laik ve putperest bir devletle diledikleri yörüngeye sokamayan haçlılar, Kürt kardeşlerimizle aramıza nifak sokmak suretiyle kadim emellerini sürdürmektedirler. Sanki devletin adından gayri hiçbir gücü ve otoritesi yokmuş gibi teröristleri izlemekte, ancak sokak kabadayıları misali attığı naralarla da göz boyamaktan geri durmayarak egemenliğin kendinde olduğu imajıyla ‘ninni’ söylemeye devam etmektedir.

TBMM’ni terörize eden BDP’li vekillerin PKK’lı canilerle çekinmeden buluşarak zafersi kucaklaşmalarına izin verip hiçbir müdahalede bulunma cesareti gösteremeyen devlet, tartışmasız teslim bayrağını çekmekle; hem şehit ruhlarını öfkelendirmiş, hem dışarıya karşı olan caydırıcı itibarımızı çökertmiş, hem de yürekleri dağlamıştır. TBMM, üyelerinin PKK’lı teröristlerle kucaklaşmasını hazmedebilecek mi?

Bir taraftan BDP’nin terör örgütünden talimat aldığını, PKK’ya terör örgütü itirafında bulunmayıp sürekli savunmasını ve teröristleri “canlarımız, kahramanlarımız” gibi bağırlarına basmasından şikâyet edecek; diğer taraftan BDP’yi TBMM çatısı altında tutmakla kalmayıp PKK’ya karşı alınacak tedbirlerle ilgili gizli görüşmelere bile dâhil ederek casusluk yaptıracaksın.
 
OHA, OHA, OHA…

Terörizme mahkûm bir siyaset; devlet ve milleti yüceltebilir, barış, huzur ve güven sağlayabilir mi?
Doğru-yanlış ile iyi-kötünün özde değil de çıkara endeksli yorumlanması, PKKBDP gibi şeytanları haklılaştırmıştır.

İçişleri Bakanı Sayın İdris Naim Şahin’e Hakkâri’de yapılan saldırının emrini PKKBDP’nin terörist eş başkanı Selahattin Demirtaş vermedi mi? O saldırıyı organize eden PKKBDP’nin Hakkâri terörist vekili Adil Kurt değil miydi? Sonuç, “ciddi bir şey yok”. Acaba daha ne olması bekleniyordu?

TBMM’nin saygıdeğer(!) terörist vekillerinin silahlı gücüyle sözde tesadüfî karşılaşmaları ile CHP’li Hüseyin Aygün’ün PKK’lılarca sözde kaçırılarak kucaklaşmaları arasında hiçbir fark yoktur.

PKK yandaşı Hüseyin Aygün’ün ihtişamla yolcu edilmesi akabinde yaptığı övgü dolu açıklaması, CHP’nin de terör örgütü destekçisi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Yoksa ne Hüseyin Aygün böylesi ihanetsi sözleri açıkça sarf edebilir, ne de CHP’de bir saniye barınabilirdi.

Yaptığı ihanetin bilinciyle istifasını genel başkanı Kılıçdaroğlu’na sunup da, Kılıçdaroğlu’nun istifasını geri çevirmesi, CHP’nin PKKBDP ile özleşmesinin bir sonucudur. Halkı ve güvenlik güçlerini katlederek vatan topraklarını işgale kalkışan bir terör örgütüne övgüler dizebilen bir vekili içinde tutmayı sindirebilen bir partinin terör karşıtı olabilmesi mümkün müdür? En azından düşünce ve davranışlarında açık olan BDP’den çok daha sinsi ve tehlikeli olan CHP, gizliden gizliye sürdürdüğü PKK desteğinden dolayı PKKCHP’dir. İşte bu yüzden Kılıçdaroğlu’nun “PKK sorununu tek CHP çözer” vaadi, PKK’ya vaat ettikleri bağımsız devlet senedinden kaynaklanmaktadır. Zaten ver-kurtul politikasının bir onuru olsaydı, dünyada savaş olmazdı…

Bu sebeple PKK ile bütünleşen sadece BDP değil, CHP’nin olmasından, ne PKK’ya karşı kararlı ve cesur yasalar çıkartılabilmekte, ne de PKK’lı vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılıp yargıya teslim edilebilmektedirler.

Ak Parti ve MHP benliklerinden sıyrılıp omuz omuza verebilmeleri durumunda; PKK’nın siyasi arenadaki ruhları BDP ve CHP’nin omurgası kırılacağından şüphe yoktur.

Önceden planlanmış Hüseyin Aygün’ün PKK’lılarca konuk edilme senaryosunun Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisi dâhilinde olduğu, şu açıklamadan anlaşılmaktadır. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, Hüseyin Aygün; "Kemal Bey ikinci gün aradığında yaptığım açıklamanın zamanı, mekânı, üslubu ve kullanılan kavramlar konusunda özen göstermem gerektiği ricasını iletti" demesi, ne anlama geliyor? PKK ile olan bağlılıklarını deşifre edici duruluktaki açıklamalara özen gösterilmesi gerekliliğini vurgulayan Kılıçdaroğlu’nun kalbindeki safı da ortaya çıkmıyor mu?

Hemşerisi vekili teröristleri övüyor, genel başkan da “dikkat etmesini, şu anda zamanı ve mekânının müsait olmadığını, üslup ve kullandığı kavramlara özen göstermesini” istemesi, CHP’yi PKK’lı yapmıyor mu? Bu kadar aşikâr açıklamayı dahi okuyamayan bir CHP’li, aptal değil de nedir?

Tunceli vekili olmakla kendini bir matah zanneden Hüseyin Aygün, “Benim üzerimden Kılıçdaroğlu’na vuruyorlar” diyor. Allah aşkına, sen kimsin ki üzerinden genel başkanına vurulsun? Müslüman Türk düşmanı, İslam aleyhtarı, terörist dostu ve manipülasyonla teröristlerce el üstünde tutulup milleti PKK’ya peşkeş çekmeye çalışan biri değil misin? CHP’nin kurumsal kimliğini taşıyıp Kılıçdaroğlu’nun kayıtsız desteğini almamış olsaydı, kendisinin dağdaki teröristten bir farkı kalır mıydı?

Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.  Konfüçyus

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Münafık müftü, mümin yardımcısını jurnalledi…



Yozgat’ta Nuh Korkmaz adlı müftü, Cuma’da mümin kadınların düğünlerde namahrem erkeklerle oynamalarının İslam’a aykırı olduğunu vaaz eden yardımcısı Nasuf Yaylagül’ü valiye şikâyet ederek, hakkında soruşturma açılmasını talep etti.

Birçoğunuz diyeceksiniz ki, Nuh Korkmaz adlı müftü; İslam’ı değil de fuhşu mu temsil ediyor?

Evet, maalesef laik müftü, modern düşüncenin olmazsa olmaz yaşam biçimini İslam’a aykırı bulmayıp, tıpkı Batı’daki gibi gönüllü olan ilişkilerin zinasına dahi fetva verebilecek bir çağdaşlıktadır. Gerçi Türkiye farklı mı?

Mübarek Ramazan Ayında mümin kadın ve kocaları uyarma sorumluluğunu yerine getiren müftü yardımcısı Nasuf Yaylagül; "Müslüman olduğunu söyleyen, eşi ve kızı düğünlerde erkeklerle oynarken kıskanmayan, ses çıkarmayan kocalar var. Senin kızın, eşin oynarken bakacaksın, susacaksın; sana deyyus derler. Kadın erkek bir arada düğün olmaz, bunu yapanlar deyyustur" açıklaması, toplumda baş gösteren birçok felaketin önlenebilmesi adına fevkalade önemli bir mesajdır.

Münafık müftünün ifadesine göre, deyyuslukları deşifre olanlar şikayette bulunmuş, valilikte söz konusu deyyusların resmi şikayetleriyle harekete geçeceklerini söylemiş. Bakalım, o deyyuslar kimlerdir?

Ahlaki her dini hükmün sosyal etki boyutunu idrak edemeyen deyyuslar, eşi veya kızlarının namahrem erkeklerle yakınlaştırmalarının alt yapısını hazırladıklarını unutarak, “namus cinayeti” gerekçesiyle kan dökerler. Sebep, aldatılmak!

Peki, o sebebi tepside sunan kendileri değil miydi? Namahrem kadın ve erkeklerin yakınlaşmaları, kahkahalarla oynaşma ve diyaloglarının akabinde beslenen şehvetin sonuca gitmesinden daha doğal ne olabilir? Aksi olaydı nefisleri yaratan Allah, basıncı engellemek maksadıyla sınırlar koyar mıydı?
Sözde kalbin temizliği veya namus edebiyatının yeterli olmadığı herkesin tecrübesiyle sabittir. Ne kadar önyargısız ve içtensiz olunsa da sürekli alarm halindeki nefis güdümünü sağlayarak, kendince eşsiz tatmini gözle kaş arasında eyleme dönüştürür. Dolaysıyla Nasuf Yaylagül Hocanın yaftası yerindedir. Kadın satanlar değil, asıl o deyyuslar pezevenktir…

Nefsin doğurduğu fitneden çağdaşlık gerekçesiyle kaçmayanın neredeyse tamamı, ister bekâr-ister evli olsun namahremlerle zina yapmıştır. Olmaması mümkün değildir! Yeter ki her an patlamaya hazır şehvetin tatmin düşümü karşılığını bulsun.

Bu sebeple namahremlerin yalnız başlarına bir arada bulunmaları yasaklanmış ve etkiye neden olabilecek engeller konmuştur. Gerek plaj gerekse karşılıklı danslarda boy gösterenlerin tamamı ya fahişe ya da pezevenk olup, gayrimeşru ilişkileri için ortam hazır olduğundan namus mefhumu özde değil sözdedir.

Sayın Nasuf Yaylagül Hoca efendiye din ve namus telakkisi taşıyan tüm müminler desteklemeli, tükenen ahlakı yeniden filizlendirmelidir. Eş ve kızlarınızın ahlakı ve kendinizin selameti adına fırsat vermeyiniz ki, başlarınızı taşlara vurup ağıtlar yakmayınız…

Hayret! CHP duymadı mı?  Müftü   Nuh Korkmaz'ı aday yapardı! 

15 Ağustos 2012 Çarşamba

İdamı yasalaştırmayan TBMM…


İnsanlığın tartışmasız düşmanıdır!

PKK-BDP’li acımasız teröristlere karşı hümanist yaklaşımıyla halkın mal ve can güvenliğini tehdit altında bulunduran TBMM, canavarca işlenen eylemlerin cüretkârı ve azmettiricisidir.

Öyle ki, TBMM’nin Gülten Kışanak adlı üyesi; milleti katleden ve vatanın müdafaasını üstlenen şerefli güvenlik güçlerimizi şehit eden bir teröristin leşsi töreninde, “Bir canımızı daha uğurluyoruz” sözleri, TBMM’nin açık kimliğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla TBMM milleti ve insanlığı değil, terörü ve canavarları temsil eden bir kurumdur.

Acımasız teröristlerin hüküm sürdüğü TBMM; milletin, hakkın, adaletin ve vicdanın meclisi olabilir mi?

Artık terörizmle özleşmiş TBMM’nin terörü önleme adına hiçbir samimiyeti bulunmamakta, bilakis milleti oyalayarak kanlarını döktürmektedir. Bu sebeple terörizmin odağı TBMM’dir.

Allah aşkına! Kahpece güvenlik güçlerimize roketatarla saldırarak yüzlerce kahramanı şehit eden teröristlere “canımız” diyebilen alçaklar, TBMM’nin çatısı altında desteklerini sürdürebiliyorlar ise,  o meclisin apaçık bir düşman olduğu aşikâr değil midir?

PKK-BDP’yı doğuran, ülkeyi kuşattıran, özerklik vadeden, din karşıtlığında müttefik olan ve meşruiyet kazandırarak milletin başına bela kılıp TBMM’ni ilkeleriyle tutsak eden CHP değil midir? Yıllardır sürdüğü din dışı muhalefetiyle ayırımcılığı, gaddarlığı, suçu ve terörü kudurtan CHP’nin iktidar olma halinde ne büyük bir felaketle karşılaşacağımızı düşünmek bile ürpertiyor. Dolayısıyla CHP var olduğu müddetçe başka bir kuşatmadan sakınılmaması, CHP’nin olduğu bir mecliste, ne barış ne hak ve adalet ne merhamet ne de kardeşliğin mümkün olabilmesi imkânsızdır…

İşte bu yüzden teröristlerin idamıyla ilgili yasa gündeme getirilemiyor, katledilen her Mehmetçik, polis ve insanımızın akan kanlarından ve dökülen ağıtlarından akan mutluluk, yüreklerini ferahlatıyor.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 10 Aralık 1948’de çıkarılan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” tamamen suçluları kollayıp masumları mahkûm eden seküler bir bildirgedir. Zaten özü, Allah’a karşı olan kulluğu yıkıp insanı tanrılaştıran rasyonalizmi egemen kılmaktır. Dolayısıyla insanın suçlu ya da masum olması önem taşımamakta, insan olmasından ötürü özgür ve üstün olduğu vurgulanmaktadır.

Türkiye’de de 27 Mayıs 1949’da kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 4. Maddesi tamamen Allah’ın ulûhiyetine atıfta bulunup, “Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz” yaptırımıyla, ayetlerin suçlulara öngördüğü cezalar ortadan kaldırılmakta; dolayısıyla vahiy, siyasetten ve dünya işlerinden dışlanmaktadır.

İnsanların canlarına kasteden azılı suçlulara uygulanması kaçınılmaz olan idam cezası; suçluları ya da suç işlemeye niyetli olanları caydırmasının yanı sıra, insanların vicdanlarındaki adaleti ve adalete olan güveni sağlama ehemmiyeti taşımaktadır. Çünkü insanların besin odağı, adalettir. Her kim bir cinayet işlediğinde, o otomatikman yaşam hakkını yitirmiştir. Daha açık bir ifadeyle zaten intiharı seçmiştir. Yasaların hükmü, ölümü seçmiş bir suçluya hukuken son görevini yerine getirerek resmi infazını icra etmektir. Bu sebeple sırf insan olduğu gerekçesiyle mağdur bir insanın yaşamına kastedene yaşama hakkı tanınmak, tüm insanlığa karşı işlenmiş bir kırımdır.

Suçluların idamlarına karşı çıkıp ancak kendi canları yandığında acımasız cellât kesilebilen hümanistler, Evrensel İnsan Haklarının 5. Maddesini referans alarak, müebbet hapis gibi bir seçenek varken idamın insanlık dışı kaldığını öne sürmeleri kadar trajikomik bir yaklaşım olamaz.

Peki, Evrensel İnsan Haklarının 5. Maddesi ne diyor? Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.” Bu hükme göre;  hayvanlara dahi müstahak görülmeyen ömür boyu hapis, diri diri mezara gömerek zalimce işkence yapmak ve insanlık dışı bir onursuzluk değil midir? Acaba idam mı yoksa müebbet hapis mi zalimlik ve insanlık dışıdır?

3. Madde; “Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır” bildirisi, suçlu-suçsuz ayırımı yapmaksızın herkesi kapsadığına göre; müebbet hapisle cezalandıran bir kişinin özgürce ve güvenle yaşadığı söylenebilinir mi? Böylesi korkunç bir çelişkiyi açıklayabilecek bir idam karşıtı var mıdır?

Acaba idam edilen suçlular mı toplumda vicdan azabı oluyor, yoksa onca vahşiliğine rağmen idam edilmemesi mi vicdanları kahrediyor?

Ayrıca müebbet hapis, vergi veren insanlara açıkça bir ihanettir. Suça ve suçluya karşı hiçbir insan, kendini ve insanlığı tehdit eden bir suçlunun ömür boyu cezaevinde yedirilip, içirilip ve güven altında bakılmasına asla razı olmaz. Örneğin Apo gibi bir cani için harcanan milyarlara hangi vergi mükellefi rıza gösterir? Binlerce masum insan bir dilim ekmeğe ve barınağa muhtaç iken, canilerin korunup beslenerek ihtiyaçlarının giderilmeleri adil ve vicdani midir?

Foça’da Apo’nun teröristlerince şehit edilen askerimizin ailesi, tenekeden yapılmış bir gecekonduda şehitten gelecek 50 liranın umuduyla çocuklarına bayramda bir şeker alabilmenin umudunu taşırlarken, TBMM ve belediye başkanı terörist vekilleri ve liderlerinin millet bütçesiyle saltanat sürmeleri, nasıl bir akıl ve vicdanın doğrusu olabilir?

Gülten Kışınak adlı TBMM’nin terörist vekili; “Bir canımızı daha uğurluyoruz” diyerek terörist ardından ağıt yakabiliyor ise; ben o meclise ve fırsat veren hükümete tükürürüm…

CHP’li Hüseyin Aygün’ün PKK’lılarla kurgulayacakları hain stratejilerini görüşmek üzere konuk edildiğini TBMM’nin bilmediğini mi sanıyorsunuz? Ancak Gülten Kışınak gibi üyesi olmasından ona da sahip çıkarak, aptalla yaftaladıkları millete şov yapıyorlar.

Özellikle teröristler için idam yasasını çıkarmayan TBMM, milleti tehdit eden ve PKK-BDP terörüne peşkeş çeken bir haçlıdır! Dolayısıyla başka hiçbir düşmana ihtiyaç yoktur…

Yoksa insanoğluna Allah’tan daha yakın ve merhamet sahibi midirler ki, Allah’ın suçlulara karşı öngördüğü cezaları insanlık dışı bulup, güya insanlık adına bir toplumu ateşe mahkûm kılıyorlar?     
TBMM ve iktidardaki hükümet, idareleri altındaki halkın mal ve can güvenliklerini muhafaza altına alıp adaletle yönetmeye ehil olmadıklarından, zerre kadar saygı ve itimat duymuyorum.

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” Nisa 58

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa 135

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.” Maide 8

12 Ağustos 2012 Pazar

Hüseyin Aygün’ün sözde kaçırılması…


Apaçık bir tertiptir.

PKK ile örgütsel yakın bir bağlılığı deşifre olmamış ise de, Müslüman Türk milletine düşmanlığı PKK’dan daha az olmayan Hüseyin Aygün’ün kaçırılmış olma ihtimali kesinlikle inandırıcı değildir.

Tertip ve komploda sınır tanımaz CHP’nin aleni olan PKK desteği görmemezlikten gelinerek olası bir pazarlık adına vekilinin kaçırıldığı propagandasıyla dikkatleri üzerine çekme ve gündem oluşturma düzenbazlığı çok geçmeden ortaya çıkacaktır.

PKK-BDP direktifiyle Hakkâri’de meydana gelen terör olayı ile ilgili TBMM’ni acilen toplantıya çağıran CHP, tuzağına düşmeyen Ak Parti ve MHP’nin tavırlarından dolayı kaldıkları zor durumdan kurtulabilmek için Hüseyin Aygün’ü kaçırtma tezgâhı aşikârdır.

Tunceli’nin PKK üssü olmasından Hüseyin Aygün’e rol biçilmiş, yanındaki basın danışmanı ve bir başkasının serbest bırakılıp aradan bir saat kadar uzun bir zaman geçmesi akabinde güvenlik güçlerine haber vermeleri, Hüseyin Aygün’ün kaçırılma düzmeceliğine zaman kazandırmaktı.

Film senaryolarında dahi görülemeyecek böylesi ucuz bir kurguya ne hükümetin ne de milletin itibar edebileceğini düşünüyorum. Aksi takdirde yaftalandıkları aptallığı itiraf etmiş olurlar!

Bu sebeple Müslüman milletimiz düşmanlarının zayıf olan tuzakları yakında boşa çıkacaktır. Hüseyin Aygün’ün kaçırılma hilesi gerçekmiş gibi algılanmamalı, PKK-BDP sefilleri gururlandırmamalı, CHP’nin maskesine inanmamalıdır…

"Aynı çıkar için çalışanlar birbirlerine zarar vermez"

9 Ağustos 2012 Perşembe

Asla Zerdüşt bir devlet kuramayacaklar…


Onlarca yıldır laik zorbalarca küfre zorlanan Müslüman milletimizin, birde şehit kanlarıyla temizlenen topraklarda ateşe tapan Zerdüşt sapıklara bir devlet kurdurmayacağı muhakkaktır.
 
PKK-BDP’nin ulumaları vicdanları çelemeyecek, sadece hasret kalınan çakalların sesini hatırlatmak öte bir işe yaramayacaktır.
 
İnsan olmayan vahşilerin barış ve demokrasi adına ırki ve dini bağımsız bir devlet olma ütopyalarını tehdit ve katliamlarla gerçekleştirme planları, hayvanların bile tahayyül ve cesaret edemeyeceği bir serap olmasına rağmen PKK-BDP yaratıkları; görmek veya sahip olmak istedikleriyle avunup durmaktadırlar. Bu Müslüman millet kimleri yok etmedi ki, insan dahi olmayan PKK-BDP’li zalimleri gömmekte zorlansınlar. Yeter ki siyaset gölge etmesin!
 
Müslüman milletimizi ısırabilecek dişiler zannedip cılız cılız havlayan köpekler, Kürt kardeşlerimizi istismar ettikleri gibi hasım oldukları İslam’ın mübarek Ramazan Ayını da sömürerek iftar davetleri vererek, sözde Müslüman Kürt kardeşlerimizi etkileyebileceklerini düşünmektedirler. 85 yıldır sahip çıkmayarak adını anmaktan kaçındıkları Şeyh Said’e ve canını verdiği İslam’a düşman çakallar, Müslüman Kürtleri saflarına çekebilmek için ne kadar taktik değiştirseler de çabaları beyhudedir.
Şüphe yoktur ki Allah yolunda can veren Şeyh Said, sağ olsaydı PKK-BDP’ye karşı kanının son damlasına kadar savaşırdı. Çünkü onun için İslam, yalnızca Kürtlükten değil, her şeyden öncelikliydi! Yoksa Kürtçülük adına Zerdüşt dine mensup İslam düşmanlarının safında yer alabilmesi mümkün müydü?

Allah ve milletin lanetlediği PKK-BDP şeytanları, ‘hiç’ olmalarına karşın muhatap kabul edilip sözlerini ciddiye almanın ve pazarlıklara girişmenin çözümsüzlüğünü derinleştiren siyaset ve TBMM, aleyhteki her türlü gelişmenin baş sorumlusudurlar.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, giderayak laik temelli anayasa tadilatını başarabilme hırsından; “Anayasa değişikliği gerçekleşemez ise, siyaset ve TBMM itibar kaybedecek” açıklaması, adını tarihe geçirmekten başka bir fırsatçılık değildir. Sanki rejimi kökten değiştiriyormuşçasına esip gürleyen Çiçek, PKK-BDP vekillerine kucak açıp hapistekilerin de meclise katılabilmeleri için harcadığı yoğun çabasını ve katleden terör örgütüne karşı caydırıcı kararlar çıkarmamasını umursamayarak,  siyasetin ve TBMM’in olmayan itibarını sözde anayasaya değişikliğine bağlaması, milleti apaçık aptal yerine koymaktır.

Başbakan Erdoğan, BDP denen iblisin PKK terörün siyasi uzantısı olduğunu açıkça ifade etmesine rağmen; nasıl olurda TBMM’de ve siyasette varlığını sürdürebilme mantığını sindirebiliyor anlayamıyorum. Güya demokrasi adına teröristlere peşkeş çektikleri belediye başkanlıklarında devlet-millet düşmanlığının hoyratça dile getirilmesini izleyerek hazineden aktardıkları bütçelerle PKK’yı güçlendirenlerin terörle mücadeleleri, Hollywood senaryolarından çok daha berbattır. Dokunulmazlıklarının getirdiği cesaretle dine, millete ve güvenlik güçlerine meydan okuyan terörist vekillerinin TBMM üyeliği, meclisi gayrimeşrulaştırmıyor mu?

BDP’ye oy verenlerin terörist oldukları tartışılmaz bir gerçekken; nasıl oluyor da suçsuz addedilebiliyorlar? PKK-BDP’ye destek verenlere masum muamelesi siyasi, insani ve dini midir?
PKK-BDP’ye destek veren iller karantina altına alınıp her türlü hizmet ve teşvikten mahrum bırakılmamasından dolayı terör önlenememekte, her geçen gün daha da güçlenerek işgale doğru yaklaşmaktadırlar. İller ve bölgelerde Olağan Üstü Hal ilan edilerek, korkulacak çapulcu teröristler mi yoksa devlet mi olduğu dosta düşmana kanıtlanmalıdır.

Ak Partili bir muhtarın PKK’ca kaçırılması akabinde BDP’ye üye olabilmesini dahi okuyamayan iktidar, otoritesini yitirmiş olmasının acziyetini teröristlerin tehditlerine bağlaması, fevkalade akla ziyan bir mazerettir.

PKK-BDP’nin güçlü olduğu illerde fırsattan istifade eden hain STK’lar, bir taraftan milletten yana görünüp diğer taraftan PKK-BDP’ye destek çıkmaları, nasıl kuşatıldığımızı kanıtlamaktadır.

PKK’yı siyasi zemine taşıyan BDP’ye tüm kapılar kapatılmalı, değil vekillik yahut belediye başkanlığı, basit bir memurluk dahi verilmemelidir. Ayrıca bölge halkının muhakeme edebilmeleri için ciddi bir derse ihtiyaçları vardır. Onları asla milletten saymamalı, doğrudan düşman muamelesi yapılarak merhamet duyulmamalıdır.

Korkulacak ve itaat edilecek olanın BDP değil devlet olduğu otoritesini ortaya koyamayan siyasetin, iktidarın ve TBMM’nin itibarından söz edilebilir mi? Güvenlik güçlerine saldırarak mal ve can güvenliğine zarar veren çocuklar, ebeveynleriyle birlikte derdest edilip mahkûm edilmelidirler.

İnsani değer taşımayan canavarlara insani davranışın fayda vermeyeceği, yaratıcı Allah’ın da bir hükmüdür.

Alçaklar, şehit ettikleri kahramanları öldürdüklerini sanıyorlar, bilakis onları ebedi bir diriliğe ve Allah’ın yanında namütenahi rızıklara kavuşturduklarını bilmiyorlar. Çünkü onlar, anlamayan kâfir topluluğudurlar.

Katlettikleri şehit sayısına göre geri adım atılacağını sanıyorlar ise, bilmelidirler ki sırasını bekleyen diğer şehit adaylarını tetikleyerek daha da celallendirmekte, böylece hiçbir keder ve korkunun bulunmadığı cennet müjdesiyle sabırsızlanmaktadırlar. Şeytanın dostları olmasaydı, şehitlik gibi bir ayrıcalıkla ölümsüzlüğe kavuşulabilinir miydi?

PKK-BDP isyanına Kürt hareketi demek, Müslüman Kürtlere bir hakaret ve küfürle özdeşleştirmektir. Allah’a asi azgın sürüsünün İslam’a karşı mücadelelerine hangi Müslüman bir Kürt evladı razı olabilir?
Kendilerini Kürtlerin temsilcisi sanan azılı düşmanlar, güya haklı mücadelelerinin engellenebilmesinin 20 milyon Kürdün öldürülmesiyle mümkün olunabileceğinden söz ediyorlar. Acaba onlar, geri kalan 55 milyonu öldürerek mi hedeflerine ulaşabileceklerini düşünüyorlar?

Ne kadar çırpınsalar, öldürseler, politik manevralara kalkışsalar, haçlı efendilerinden destek ve yardım alsalar, barış ve demokrasi edebiyatı yaparak kendilerini meşrulaştırmaya yeltenseler de, o acımasız yaratıkların topraklarımızda Zerdüşt bir devlet kurabilmeleri mümkün değildir.
 
Bugün pespaye siyasetten kazandıkları güçle ahkâm kesseler de, Suriye’deki halkın kendileri gibi zalim Esed katillerini sokaklarda infaz etmeleri misali yarın milletimizce infaz edilmelerinden kaçıp kurtulamayacaklardır. Nerede bir PKK-BDP’li var ise, dinin ve ülkenin bekası için bulundukları yerde öldürülmeleri her insan ve mümin için savsaklanamaz bir yükümlülüktür.

Bundan böyle Kürt kökenli Müslümanların kendilerini dürtme zamanıdır. Adlarına millet ve dinle savaşan şeytanlara seslerini yükselterek kalkan olmazlar ise, onlar gibi suçludurlar ve cezayı hak edenler durumuna düşeceklerdir.

Öldürülerek ya da teslim alınarak yakalanan teröristler İsrail, Ermeni, İran ve Suriye vatandaşları oldukları halde, Kürt kökenlilerin halen PKK-BDP’ye sahip çıkmaları, ülkeye ve millete nasıl düşman olduklarını kanıtlamaktadır.

Kürt kökenli Müslümanların inançlarından şüphe duyuyor, ırklarını İslam’dan üstün tuttuklarından münafık buluyorum. Bilmelidirler ki, bu gidişat bitmek tükenmez kalıcı bir nefreti doğuracak, aynı dinin mensupları olarak kardeş görülen Kürtler, İslam düşmanları olarak yaftalanacaklardır. İsrail ve Ermenilerle aynı safta birleşen bir Kürt, bu milletin Müslüman bir evladı olabilir mi?

Allah ve Resulüne iman etmiş her müminin kâfir PKK-BDP ile savaşması açık bir emirdir.
 
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

“Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” Tevbe 123

“Müminler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” Hucurat 15


5 Ağustos 2012 Pazar

EY MÜSLÜMAN TÜRK GENÇLİĞİ!


Varoluş amacın ve birinci vazifen; İslam’ın istiklalini, İslam ümmetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli Allah ve Resulünün hükümlerine teslim olmak ve düzen tamamen İslam oluncaya kadar uğruna CİHAD etmektir. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.

İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, İslam’ı müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak üzere içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyecek; ister zengin ister fakir; ister güçlü ister zayıf; ister âlim ister ümmî ol, ebedi yaşayacağın cenneti kazanabilmek için malını ve canını feda edeceksin.

Bu imkân ve şerait çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.

Yüce dinine kasteden, hükümlerini bozmaya uğraşan ve sinsice aleyhine çalışan düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz Yaratıcın, Resulün ve dininin bütün değerleri zapt edilmiş, namus ve vicdanına girilmiş, hürriyetine musallat olunmuş, kardeşlerin zulme uğramış, memleketin ve arzın her köşesi İslam düşmanlarınca işgal edilmiş olup tek başına kalsan dahi; asla mücadeleden vazgeçmeyecek, kâinata hükmeden Allah’ının yardım ve desteğinin üzerinde olduğu inancını kaybetmeyeceksin. Zerre bir tereddüdün imanını yitirmene neden olabileceğini zihninden ve kalbinden çıkarmayacaksın! Çünkü Allah’tan daha güçlü ve dilediğini zelil edebilecek başka bir irade yoktur.
 
İslamsız yaşamanın komadaki bir hastadan farksız olduğunu düşünerek, imansızca hayatta kalmaktan ise, imanla şahadete koşacaksın.  Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar ve ulema kesilenler; gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Senden olduklarına dair imajlarına yanılmamalı, dinin adına en sert bir müdahalede bulunmalısın.

Ey Müslüman Türk İstikbalinin evlatları! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; İslam Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, vekilin Allah’ta ve kalbindeki imanda mevcuttur!

Gerek yanı başındaki gerekse dünyanın başka bir yerindeki kardeşinin taşıdığı ırk, seni üstün kılacak farklı duygulara sürüklememeli, seni yücelten ve şereflendiren imanını mundarlaştırmamalıdır. Irk, bir marka; millet de ürünleridir. Irk ve milletin Allah nezdinde asli bir değeri olmayıp, insaniyetle de ilişiği bulunmamaktadır. Müslüman Kürt kardeşlerimizin üzerinde oynanan haçlı tuzağına karşı İslam’ı kalkan yapmalı; Kürt kardeşini, düşman bir Türk kâfir veya münafığa peşkeş çekmemelisin. Irki sevdanın bir şeytan hevası olduğunu idrak ederek, dostluk ve düşmanlığa dininin hükümlerine göre karar vermelisin.

Allah dostunu dost, düşmanını düşman bellemelisin. Velev ki baban ve biyolojik kardeşin dahi olmuş olsa!

Maddi ve manevi hiçbir değerinizi; Allah, Resulü ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili tutmayınız.

İslamsız bir vatan, ruhsuz bir beden gibi ölüdür. O vatan, ancak İslam’la bütünleştiğinde uğruna her türlü fedakârlığın yapılabileceği uhrevi bir kutsallığa dönüşür. Bayrağın yüceliği de, hakkı ve adaleti temsil eden imanı bir ışıkla kıymet kazanır.

Beşeri güçlerden korkup ya da bir yarar temin edebileceğiniz maksadıyla yanlışı meşrulaştırarak doğru yoldan sapmanızı saklı tutsanız da açığa vursanız da Allah bilmektedir. Allah’ın indirdiğini inkâr eden yahut alaya alan asilere hiçbir gerekçeyle sevgide bulunamaz, gizli bir muhabbet besleyemez ve boyun eğemezsiniz. Münafıkların siyasetleri ve ilimleriyle amel etmeyiniz…

Allah ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye düşerek hissedeceğiniz bir evham ve kaygı, imandan sonra inkârcı olmanıza yol açar.

Sizlerle din uğrunda savaşmayan, baskı uygulamayan ve haklarınızı ellerlinizden almayanlara karşı iyilik yapmanız ve adil davranmanız; Allah’ın vahyettiği bir adalettir.
Bilmelisiniz ki, Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” Enfal 65

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Din vicdanda saklı kaldığı sürece; kutsal…


Açığa çıktığı anda irtica!

Dine verdikleri kutsallık payesiyle dünya işlerinden dışlama hilesini müminler okuyamadıklarından münafıklara dönüşmüş; dolayısıyla din, vicdanlara hapsedilerek varlıksal nedeni iktidar mücadelesini yitirmiştir.

Oysa vahiy, dinin her alanda referans alınarak toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olarak müminlerin üzerine farz kılmışken, kavram manipülasyonlarıyla akılların karıştırılması ve ilim erbaplarının ihanetleri yüzünden dinin egemenliği adına yapılması gereken mücadeleye gerek bulunmayarak, laik kurallar doğrultusunda vicdani ve hümanist bir din yapılaştırılmıştır. 

Dini vicdana, aklı da siyasete angaje etme iknasında başarılı olan pozitivizm, gerek vicdan gerekse aklı birbirinden bağımsız etkin güçler olarak tanımlayarak, aklı, kişinin iradesiyle özdeşleştirmiştir.

Hâlbuki akıl ve vicdan, ruhun direktifinde etkileşim gösterdiklerinden yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildirici kalp ve beyinden üreyen kuvvetlerdir. Neden kalpten üreyen bilgiler ruhun özmalı olabiliyor da, beyinden üreyenler bedenin iradesinden kaynaklanıyor sorusunun sorgulanmaması, yanlışı meşrulaştırmıştır. Her ne kadar akıl ya da mantık ön plana çıkarılmaya çalışılsa ve sürekli duygu ya da vicdana karşı üstün getirilmeye uğraşılsa da, aklı güden vicdandır.  Dolayısıyla vicdanı ruhla bütünleştirip de aklı ayrı tutmak mümkün değildir.

Etkin Ruh, nasıl bedenlere hayatiyet kazandıran ruhları güdüyor ise, Etkin Akıl ya da Etkin duygu da, yaratıksal akıl ve duygulara hükmediyor. Bu sebeple ne akıl, ne duygu ne de vicdan; iddia edildiği gibi özgür ve mutlak değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Hiçbir teorinin bu gerçeği değiştiremediği yaşamsal kanıtlarla ortadadır.

İnsan aklı ve duyguların özü; bilmek ve hissetmek ise de, insan her zaman biliyor ve hissediyor yahut bildiğini veya hissettiğini yapıyor demek değildir. Dolayısıyla insanın bilebilmeye veya hissetmeye yetili olması, mümkün olmaktan öte iradesel hiçbir şey ifade etmemektedir.
İşte gerçek ile yalanı ortaya koyan doğrular denizi, din ve laiklik adına öne sürülen düzmeceleri kanıtlamakta, böylece din ile laikliğin birbirlerine zıt ve düşman düşünceler olduğunu ispatlamaktadır.

İman etmiş bir mümin için düzenin egemeni Allah ve vahiy, etmeyenler için insan yani laikliktir. Bu vesileyle iman ettiğini ileri sürdüğü halde laikliğe bağlı siyaset yapanlar ve düzene muhalif etmeksizin razı olanların tamamı nicelikli münafıklardır.  
   
Özellikle Müslümanlar, kulluğunu kabul ettikleri Yaratıcıları Allah’ın emri doğrultusunda anayasaları Kur’an’ın dışında hiçbir anayasayı sindirmemeli, bağımsız bir devlet kurabilmeleri için mücadele etmeli ve inananı küfre götüren laiklik zehrine karşı İslam’la şereflenecek bir düşünce ve davranışta bulunmalıdırlar.

Irkları ve ateşe tapan Zerdüşt dinleri uğruna onlarca yıldır dövüşen zalim PKK-BDP terör örgütü kadar cesur ve sebatkâr davranamayan bir toplumun Müslüman olabilmesi mümkün müdür?

Hükümet, barış ve insan hakları adına Alevi, Kürt, Roman gibi birçok açılım yapmış ve Hıristiyanların haklarını gündeme almış ama dinlerinin gereği gibi yaşayamayan Müslümanlara açılımı gereksiz bulup, kucaklaştırdığı laik rejime mahkûm etmiştir. Allah’ın haram dediğini helal, helal dediğini haram sayan bir rejim ve yöneticileri, şüphesiz ki İslam’ın açık ve seçik düşmanıdırlar. Velev ki İslam’a iman ettiklerini iddia etseler, ibadet yapmış olsalar da!

Kutsal, kavram olarak “temiz olmak, temizlemek” anlamı taşıdığına göre; kutsal olan bir değeri sadece vicdana gömmek nasıl bir aklın doğrusu olabilir? Temiz olan bir değerin, toplum ve devleti temizlemekle görevli yükümlülüğünden alıkoymak, pisliğe razı olmak değil de nedir? Demek ki, dünya işlerini ve siyaseti kutsal olan dinden arındırmak, dünyayı pisliğe mahkûm etmektir. Bu mantığa göre; muhakeme edebilen hangi insan, pislik düşünce ve rejimlere saygı duyabilir? Bu durumda sekülerizm, laiklik ve Kemalizm; pis ve kirli bir düşünce değil midir?

21. Yüzyılın en dehşetli münafığı Fetullah Gülen gibi hainlerin sözde inandıkları İslam’ı, dünyevi bir bedel uğruna pis ve kirli düşüncelere peşkeş çeken fetvaları, insanoğlunun hak ve adaletin hakim olduğu tertemiz bir dünyada yaşamalarından mahrum kılmıştır.  

Geçmişte Müslüman milletimizin yardımına koşarak, ellerinde ve avuçlarında ne var ise; Gülen dostu haçlılara karşı savaşan ordumuza veren Myanmarlı Müslüman kardeşlerimizin Budistlerce kıyılmalarını izliyor, ne siyasi ne sosyal ne de askeri bir yardımda bulunmuyoruz.

Fetullah Gülen denen azılı münafık, dünyanın her bir yerinde kurduğu okullarda, zalimlere karşı direnerek barışı ve insani değerleri yüceltecek gençler yerine şarkıcılar yetiştirerek insaniyeti törpülemiş, dolayısıyla aç ve çıplak Müslüman çocuklar ve kadınlar, gaddar Budistlerce katledilirken yardımlarına koşmamışlardır. Çünkü Gülenizm’in misyonu İslam ve Allah yolunda mücadele edecek gençler yetiştirmek değil, Batı’ya kulluk edecek korkak ve materyalist bir nesil meydana getirmektir.

Unutmasın ki, Arakan’lı Müslümanlar, canlarını kurtarabilmek için nasıl kendilerini vahşi timsahların ve yılanların içindeki nehre atıyorlar ise, Fetullah Gülen ve cemaatini de aynı akıbet uğrayacaktır. Türkçe Olimpiyatları adına yaptıkları çıkartmayı, neden Arakan’lı Müslüman kardeşlerimizi kurtarmak için yapmıyorlar? o, Allah ve İslam için can verecek Müslümanlar değil, haçlılara kulluk edecek gençler yetiştirip göz boyadığı millete de gurur duydurmaktadır.

İşte laik düşünce, din kardeşliğini ortadan kaldırmış; “ne işimiz var orada, neden canımızı tehlikeye atalım” çıkarcı egoist ve materyalist bakışıyla insanlığı biçmiş, dolayısıyla dünyanın neresinde bir zulüm var ise,  zerre kadar tereddüt etmeksizin mal ve canlarıyla yardıma koşan milletimizi insanlıktan soyutlamıştır. Vicdanı olmayan bir düşünceden insani bir merhamet beklenebilir mi?  

Hak, adalet, barış, insanlık, merhamet ve eşitlik getiren İslam gibi bir değer karşısında laiklik gibi değersiz bir bencil anlayışın galebe çalmış olması, doğruluk adına mücadele etmekten kaçınan münafıkların teslimiyetlerinden ileri gelmektedir.    

Müslüman için İslamsız aldığı nefes dahi haram olduğuna göre; her alanda İslam’ın hükmü adına mücadele etmesi ve o yolda şehit düşerek Allah huzuruna çıkması, imanın temel şartıdır.

Türkiye’de mutlaka bir federasyona gidilmeli ve Müslümanlara, dinleri İslam’ın hukuk düzenine göre yapılanma hakkı tanınmalıdır. Hiçbir düşünce ve beşeri güç, Allah’ın kayıtsız-şartsız emrine müdahale edemez, keyfi bir talep olarak karşılayamaz. Türkiye’yi meydana getiren hangi toplum nasıl idare edilmek, yaşamak ve yapılanmak istiyor ise, diktayla engellenemez. Zaten demokrasi böylesi bir hürriyet değil midir?

Laik ve Kemalistlerin rejimleri var ise, Müslümanlar da tartışılmaz haklarının ardına düşmelidirler…

“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.” Bakara 48

“ İşte o gün kişi kardeşinden kaçar; Annesinden, babasından; Eşinden ve çocuklarından; O gün, herkesin kendisine yetip artacak bir derdi vardır.” Abese 34-35-36-37

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.” Tevbe 38