31 Mayıs 2012 Perşembe

Hukukun değil terörün barosu…


Hukuku toplum adına koruma ve kollamakla mükellef İstanbul Barosunun, halkı acımadan tepelemek isteyen ve tahliye olduklarında çoluk çocuk demeden rövanş alacaklarına ant içen teröristler lehine mahkemelere savaş açabilmesi, isyanın nerelere vardığına açık bir delildir.

Hukuksuz ilan ettikleri Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinde müdafiliklerini sürdüren İstanbul Barosu; öylesine şeytani bir riyakârlık içindedir ki, yargıyı tehdit etmekle kalmayıp sömürmeyi sürdürdükleri milleti de yargıya karşı güvensiz kıldıkları halde vekilliklerini devam ettirebilmektedirler.

İnsanlar, ne kadar zengin veya fakir de olsalar ancak adaletle doyabildikleri bir yaşamda, toplumların en büyük güveni olan adil mahkeme inançlarını bertaraf eden İstanbul Barosu, en azılı düşmandan daha öldürücü zehir saçmaktadır.
  
Silahlı teröristlerden çok daha bozguncu olan silahsız teröristlerin meydan okuyuşlarına caydırıcı bir karşılık vermeyen gerek yargı gerekse hükümet, silah gibi anında sonuç doğurmayan ama zamanla çok daha dehşetsi süreci oluşturan fitnecilerin üzerlerine gitmemeleri, memleketin istikbali açısından fevkalade vahimdir. Zaten teröristlerin nedamet getirmeyip vahşiliklerinde ısrar etmeleri, hukuk adına cinayet işleyen baroların ve yasa yapıcı TBMM’nin tutumlarındadır.

Milletin egemenliğini ve mahkemelerin millet lehine yaptığı yargılamaları sindiremeyen İstanbul Barosu adındaki terör örgütü, hukuksal kimliğinin verdiği inisiyatifle gürlemekte, hukuk ve demokrasi maskesiyle milleti teröre tutsak etmeye çalışmaktadır.

Nasıl olurda bir baro; onbinlerce insanı katleden, darbeye kalkışan ve intikam naraları atan azılı canilere sahip çıkabilir? Nasıl olurda Ümit Kocasakal adlı İstanbul Baro başkanı ve yönetim kadrosu mahkeme basarak yargılamayı etkisiz ve güvensiz bırakmaya cesaret edebilir? Nasıl olurda binlerce üyesi olan İstanbul Barosuna bağlı avukatlar, kendilerini terörle özdeşleştiren yönetimlerine tepkisiz kalabilir?

Acaba İstanbul Barosuna üye avukatların tamamı materyalistleşmiş teröristler midir ki, güvenlikleri için cephede canlarını veren yiğitleri örnek almayıp, en azından istifa dahi etmekten kaçınabilmektedirler? Yoksa terörist yaftasıyla dolaşmayı çağdaşlık, devrimcilik ve ilericilik mi sanıyorlar? Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamak ise; teröristlere talep edilen özgürlük, neden diğer suçlulara layık görülmüyor?

İnsani ve vatani değerlerini yitirmiş avukatlar yığınına hiçbir insan güvenemez ve saygı duyamaz. Oysa yargıyı tarumar edip millet aleyhine odaklanmış terörist bir baro yerine başka bir baroya kayıt yaptırmaktan da mı acizler?

Adalet aleyhine bir düşüncenin hakkı ve adaleti gözetebilmesi mümkün müdür?

“İnsancıl olmadıkça adil olamazsın.” Vauvenargues

İnsanlık ve meslek onurlarını ayaklar altına alan İstanbul Barosuna bağlı avukatların, bundan böyle ne yargıçlar ne emniyet ne de millet nezdinde bir kıymet ve itibarları kalmıştır.

Onlar için adil yargılanma, ancak halk düşmanı teröristlerin serbest bırakılacak bir beraatla orantılıdır. Öyle planlı haçlılardır ki, suçluları beraat ettirerek şerefli yargıçlara hüküm giydirme öcündedirler. Kanunun kendilerine tanıdığı hakları yargı ve millet aleyhine kullanmayı hukukla bağdaştırabilen terörist figüranları, Adalet Bakanlığının izni olmaksızın kendilerine dava açılamayacağı güvencesiyle yargı karşısında dokunulmaz olduklarını ifade etmeleri, canlarını vatanları için veren sokaktaki insanlardan üstün olduklarını işaret etmektedirler. Öyle ki, adliye girişlerindeki aramalarına dahi tepki gösterip, üstünlüklerini açıklayan onlar değil mi? Adliyeler içinde işlenen cinayetlerle ilgili suç aletlerini faillere teslim eden avukatlar değil mi?

Hukuksuzluklarını kendi hukuklarını oluşturarak örtbas etme eğilimine giren terör temsilcisi İstanbul Barosu, tıpkı silahlı teröristler gibi keyfiliklerini egemen kılabilmek için baskı ve tehditle hukuk güvenliğini ortadan kaldırarak beylik olabilme mücadelesindedir.

Tıpkı ezberledikleri ayetlerin anlamını bilmeyen hafızlar misali hukuk bilen avukatlar, dünyanın en tehlikeli yaratıklarıdır. 
    
PKK, Ergenekon ve Balyoz gibi azılı terör örgütlerin isyanlarından çok daha cüretkâr olan İstanbul Barosuna gösterilecek zerre bir müsamaha, unutulmamalıdır ki toplumun diğer katmanlarını tetikleyecek bir ayaklanmayı infilak ettirecektir.

Hükümet ve yargının İstanbul Barosuna teslim olmayacağına her ne kadar kuşku duymuyor isem de, millet olarak biz de üzerimize düşen şerefli görevi yapmakla yükümlüyüz. Artık davalarımız ile ilgili İstanbul Barosuna kayıtlı avukatlara vekâlet vermeyip; yürekleri adalet aşkıyla atan, milletin mal ve can güvenliğini önemseyen başka illerdeki barolara kayıtlı avukatları tercih etmemizin hayati önemiyle hareket etmemiz gerekmektedir.

Bundan böyle İstanbul Barosuna kayıtlı avukatlarımı azlediyor, halk ve yargı düşmanı İstanbul Barosunun adımlarını izlemeyen onurlu bir baronun avukatına vekâlet vereceğimi beyan ediyorum.
Ne acıdır ki, yaklaşık 30000 üyesi olan İstanbul Barosundan tek bir avukatın çıkıp da yönetimin karşısına dikilmemesi yahut onurluca istifa etmemesi, insanların nasıl bozulduğunu ve değerlerini tükettiğine bir kanıttır.

Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur. Sophokles 
   

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Konuşan hayvanlar…


Bunlar öyle vahşi hayvanlardır ki, balta girmemiş ormanlarda bile rastlayamayacağınız yırtıcı sıfattan olup liderleri uludukça, inlerinden çıkararak insanlara saldırırlar. Oysa Allah, insanoğlunun menfaati adına hayvanlara akıl vermemiş ise de, insan hilkatindeki iki ayaklı hayvanlara şeytani misyon gereği akıl vermesinin elem ve kederini ibretle yaşıyoruz. 

Sakın ha, bunlar nasıl hayvanlardır diye düşünüp araştırmaya kalkışarak vakit kaybetmeyin.

Şüphesiz bu iflah olmaz kuduruk hayvanlar, Enfal Süresi 22. Ayette de buyrulduğu üzere; Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.“ vurgusuyla insanoğlunun sakınmalarını uyarmıştır.

Görünüşleri insan ancak fıtratları hayvan hatta daha da gafil olan bu mahlûklar, kibirlenip Yaratıcılarına sadakatle boyun eğmek yerine başkaldırmalarından aşağılık maymunlara dönüştürülmeleriyle azgınlıklarında sınır tanımamaktadırlar.

İyilik çağrısına kulak vermeyen bu hayvanların durumu, tıpkı çobanın bağırıp çağırmasını işiten sürülerin durumu gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körler olup, insanlar gibi düşünerek muhakeme edemezler.
 
Sapıklıklarından ötürü sürekli boş kuruntularla cebelleşmekte ve her sesi aleyhlerine sanmakta olup, yoldan çıkmış olmalarının bedelini sadece kendilerine değil hümanistlik adına bertaraf etmeyen toplumlara da ödetmektedirler.
 
Yaratıcılarının helal kıldığını haram, haram saydığını helal edinerek alenice böbürlenebilmelerinin herhangi bir mantığı olmaması, idrak edebilen insan değil hayvandan da aşağı olduklarını kanıtlamaktadır. Kendilerini yaratıp düzenlerini kuran bir İlaha karşı gelebilenin insan aklı taşıyabilmesi mümkün müdür?

Kendileri gibi yeryüzünde yürüyen ya da sürünen hayvanlar ile gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan daha şaşkın oldukları, düşünce ve davranışlarıyla ortadadır.

Unutulmamalıdır ki göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar Allah’a secde eder ve tumturaklı teslim olurlarken; onlar isyanlarında doruğa çıkmakta, dolayısıyla hor ve hakir kılınmayı hak etmektedirler. Bu sebeple insan görünümündeki hayvanlara insan seviyesinde değer vermekten dolayı belalardan kurtulamamakta, bozgunculuk sona ermemektedir.
        
İlişkilerindeki sevgi, düşmanlık, barış ve savaşlarını Yaratıcıları Allah için değil de nefisleri adına yapmaları, onların insan olmadığına bir delildir. Hele, nasıl olurda ırki veya sekülerlik lehine kinle mücadele ederek insanları kıyabilmelerinin haklılığını savunmadaki ısrarları, mühürlenmiş yaratıklar olmalarındandır.

Her ne kadar kadersel bir hüküm gereği saptırılmışlar ise de, benliklerini tanrılaştıran heva ve heveslerini bilim ya da özgürlük adına seküler düşüncelere dayatma sebeplerini de etkileyici kanıt olarak almalıyız. Vahşi hayvanları özgürlük gerekçesiyle kafeslerinden çıkarıp salıverilmeleri nasıl ürkütücü bir tehdit ise, insan kisvesindeki hayvanlarında başıboş bırakılmaları çok daha korkunç bir süreci doğurmaktadır. 
         
Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmaksızın herhangi bir musibete uğraması, bir şeyi başarma veya kaybetmesine olanak olmadığı imanıyla teslimiyetinde şüphe duymaz. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Seküler psikolojide ise; bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel, yani tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip sözde muhakeme ederek iradesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul edilir. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olmasıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen, olumsuzlukları engelleyebilen ve seçme hakkı olabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır. Ancak hayattaki yığınla olumsuzlukların nasıl engellenemediği konusunda hiçbir açıklama yapamamaktadırlar!

Örneğin maymuncu Charles Darwin, özellikle koloniler halinde yaşamaları nedeniyle “sosyal böcekler” olarak adlandırılan arılar ve karıncaların davranışlarını kendi teorisinin mekanizmaları ile açıklamakta zorlandığını pek çok ifadesinde itiraf etmiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabında sorduğu bir soru ile Darvin, teorisinin içgüdüler konusunda içine düştüğü çelişkiyi şöyle vurgulamaktadır: “İçgüdüler doğal seçmeyle kazanılabilir veya değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı, -büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden- petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” Darwin’in, neden kendi teorisini sorgulayacak kadar zor durumda kaldığı, arıların petek yapımını incelemesi akabinde ortaya çıkmıştı.

Dolayısıyla zekâ, inanç ve davranışları; bilinç, içgüdü, kalıtım ve mantık çerçevesinde değerlendirerek özgür bir iradeye bağlamak, apaçık bilimsel bir felakettir. En vahim temel hata; ruhla bedeni, akılla kalbi, mantıkla duyguyu, yaratıkla Yaratıcı’yı farklı kuvvetlermiş gibi mütalâa ederek düşünce yürütülmesi ve bu bağlamda arayışlara gidilmesidir.

"Ben hep gize baktım, gerçekliğin gizine. Bütün yaşamım boyunca, herkesin karşılaştığı bir soru aklımı kurcalamıştır: Yaşamın ve ölümün anlamı! Bu, aslında, başlangıçtan bu yana her düşünen hayvanın takıldığı tek sorudur. Düşünen hayvanlar, ölülerini gömen tek hayvandır, ölümü düşünen tek hayvandır. Karanlıklar içindeki yolunu aydınlatmak, ölüme uyum sağlamak içinde, yaşamı boyunca uyum sağlayan bu hayvanın elinde sadece iki ışık vardır. Birinin adı din, ötekinin adı bilim". Jean Guitton

Örneğin, ülkemizdeki saldırgan vahşi hayvanların toplandıkları yer; PKK, BDP, KCK, CHP, ADD gibi yuvalar olup, savaşları ya ırki ya da dinidir…

Bu çatılar altında toplananların söz dinlemeyecekleri ve düşünemeyecekleri ayetle de sabittir.   

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Her ırk, din, inanç, düşünce ve kültür sahiplerinin eşit bir adaletin mukim kılınabilmesi adına işbirliği ve mücadeleden yana tavır almak yerine, galebe çalan benlikleri peşinde koşarak çıkarlarına odaklanmaları, insaniyetin yok edilip hayvanlaşmanın meşrulaşmasına neden olmaktadır.  PKK ya da BDP katledince direniş, güvenlik güçleri savunma yapınca barbarlık! Yahut CHP baskı, darbe ve yasak uygulayınca cumhuriyet ve çağdaşlık, millet veya yargı hesap sorunca kanunsuzluk!

Kendi saflarında olmayanlara karşı ırkçılık ve dinsizliklerini adalet gibi olmazsa olmaz kutsallığın içine katmak suretiyle ezeli düşmanlıklarıyla insanlığı doğrayan ve hedefleri barış ve adalet olmayanlarla insani çerçevede uzlaşılabilir mi? Nefsi üstün tutan bir düşüncenin başkaları hakkında iyi niyet taşıyabilmesi ve adil davranabilmesi mümkün müdür? Yarattığı ve rızıklandırdığı kulları arasında ırk ve güç ayırımı yapmaksızın Yaratıcıdan bir başkasının adaletle hükmedebilmesi söz konusu mudur?

İnsan olmayanı zorla insan statüsünde değerlendirerek merhamet güden anlayışların hakkı ve adaleti egemen kılabilmeleri olası değildir.

İnsanlıkla şereflendirilmiş hiçbir mahlûk, girdikleri çatılardaki hayvanların emrine uymamalı, vaatlerine kanmamalı, destekleriyle cesaretlendirmemelidirler. Sonlarının o hayvanların vicdansızlıklarından olacaklarını her daim, kalplerinde hissetmelidirler.

Kimi hayvanların evcilleştirilmeleri gibi onların evcilleşebilmeleri fıtraten mümkün değildir…

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179  

25 Mayıs 2012 Cuma

Safını belirle Hüseyin Çelik!


Bu dünyada safını kamufle etse de, ahrette saklayamayacağı muhakkaktır…

PKK’lı teröristler ve yandaşlarıyla taviz vermeksizin mücadele ederek, milletinin mal ve can kayıplarını önleyebilmek maksadıyla aman diletmeyen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamalarını insani bulmayan Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, anlaşılıyor ki, özde gizli bir PKK’lıdır. 

Bakan Şahin’in, Uludere’de bombalanan sözde kaçakçıların tamamının PKK figüranı olduğu açıklaması tartışılamaz bir gerçek olup, bugüne kadar şeytanı dahi kıskandıracak kisvelere bürünüp güvenlik güçlerimizi ve masum halkımızı nasıl katlettikleri bilinmektedir.

Terörle mücadele edilen “yasak bölgede” bulunmaları sıradan bir kaçakçılık değil, ya PKK’nın keşif görevlileri ya da hükümeti mahkûm ettirebilmek için bilinçli seçilmiş itlâf sürüleriydiler. Dolayısıyla hiçbir kanaat, onların sıradan kaçakçılar olduğunu ikna edemez.

Sıcağı sıcağına şehit verdiğimiz kahramanların bedenleri toprağa gömülmeden Hüseyin Çelik’in PKK’yı memnun edeci dili, Ak Parti açısından fevkalade vahimdir.

PKK’nın akıl almaz maskelerle kıydıkları onbinlerce vatan evladının ölümü insani de, teröre hizmet eden hainlerin mi bombalanmaları insanlık dışıdır?
       
BDP, hemen bu fırsattan yararlanıp İslam ve insanlık düşmanı cani Apo’dan yeni eylem planlarını alabilmek için Adalet Bakanından randevu istemiş ve tuzağı fark eden Bakan Ergin, randevuyu iptal etmişti.

Şükürler olsun ki Hüseyin Çelik, ne İçişleri Bakanı ne de Adalet Bakanı’dır.

Şırnak ve Uludere halkının % 75’i PKK’lı olduğu seçimlerde ortaya çıkmıştı. Çelik, insanlık adına yaptığı açıklamada; Uludere’de öldürülenlerin elde bir delil olmadan PKK figüranları olduğu tespitine karşı çıkarak, sanki olmadıklarına dair elinde bir delil varmış gibi insaniyetten bahsetmiştir. BDP ve KCK’lılar da PKK figüranı değiller mi? Üstelik İçişleri Bakanı Şahin, dikkat ederseniz PKK’lı demiyor; figüran olduklarını açıklıyor…

Herhalde Hüseyin Çelik, bir dahaki seçimlerde adaylığını Şırnak’tan koyar.

Hüseyin Çelik konuştukça battı ve açıklamasında; ''Herkes bilir ki bu bölgede kaçakçılık yapanlar öyle veya böyle birilerine rüşvet vererek bu işi yapıyorlar. Bu eskiden beri böyledir. Orada, özellikle Kuzey Irak'ta, oradaki PKK varlığından dolayı, PKK'nın kaçakçılıktan bir şekilde pay aldığı, beslendiği bilinmektedir. PKK'nın kaçakçılıktan beslenmesi ve kaçakçılıktan pay alması, sadece rızkını kazanmaya çalışan, ama illegal yolla da olsa ekmek parası çıkarmaya çalışan bu insanları PKK'nın figüranları yapmaz. Başından beri bu meselede partimizin ve hükümetimizin duruşu budur” sözleri, hükümeti yerle bir etmiştir.

Arkadaş! Sen on yıldır iktidarda değimlisin ki, eskiden beri devam ettiğini öne sürdüğün kaçakçılık gibi bir kanunsuzluğun haklılığını savunabiliyorsun? Eğer PKK’nın kaçakçılıktan pay aldığını ve bu şekilde beslendiğini itiraf edebiliyorsan, PKK’ya güçlenmesi için göz yumduğun apaçık bir ihanet değil midir? Diğer taraftan, PKK’ya pay veren kaçakçıları rızıklarını kazanmaya ve evlerine ekmek parası götürmeye çalışan yasal insanlar olarak değerlendirmen; evlerine rızık götüren hırsızları, dolandırıcıları, kadın satıcılarını ve gaspçı gibi sayısız suçluları da meşrulaştırmıyor mu? Demek ki Hüseyin Çelik için rızkın helal mi yoksa haram mı olduğunun bir önemi bulunmamaktadır. Öyleyse neden rızık peşinde koşarak çocuklarına ekmek parası kazanmaya çalışan işportacıları coplarla kovalıyor tezgâhlarını kırıyorsunuz? Yoksa meşru olabilmeleri için PKK’yı rüşvetle beslemeleri mi lazım?    

Yani, PKK’nın güç ve cesareti, başından beri partinizin ve hükümetinizin duruşundan mı kaynaklanıyor?

Eğer ifade ettiği gibi Başbakan Erdoğan ve Ak Parti de aynı fikirdeyseler, PKK’nın katledeceği daha çok insan var demektir. Bu durumda; neden İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’i hala görevinde tutuyorsunuz?

İktidar Partisinin üst düzey yöneticisi PKK’yı meşrulaştırdıktan sonra, başka birinin gayrimeşru ilan etmesi ne ifade eder.

Artık PKK figüranı demenin bile insanlıkla bağdaşmadığını ifade eden Hüseyin Çelik ile ilgili karar, şüphesiz Ak Partinin sorunudur.

Ey PKK sevdalısı Hüseyin Çelik! Bilmelisin ki Müslüman hiçbir Kürt, ırklarının ve dinlerinin amansız düşmanı teröristlerin yanında yer almaz. Sözde her ne kadar Müslüman isen, özde ne olduğunu kanıtladın…

Müjdeler olsun, BDP’nin sandalye sayısı arttı. Acaba Ak Partinin içinde PKK figüranları olmasaydı, PKK yaşayabilir miydi?

22 Mayıs 2012 Salı

CHP ve BDP, Türkiye’yi eşcinselleştiriyor …


İnsanlığın insan olmayan numuneleri olan eşcinseller, toplumsal lanetin müsebbibidirler. Kendilerine insan muamelesi yapılıp dışlanmamaları ya da hak ettikleri cezaya çaptırılmamalarından yayılan sapıklık; ahlakı altüst etmekte, dolayısıyla Lût toplumunun uğradığı dehşete davetiye çıkarılmaktadır.

Peygamber efendimizin; “Lut kavminin yaptığı işi yapan bir kimseyi bulduğunuz zaman, yapanı da yaptıranı da öldürünüz" hadisiyle, tarihte yalnız tek bir ümmetin işleyip Allah’ın topyekûn helak kıldığı o ümmet adımını takip edenleri öldürmekle kalmayıp meyledenlerin caydırılabilmesi için yakılmaları, milletin mahvını engelleyecek yegâne tedbirdir. Lanetli sapıklara gösterilen müsamaha yüzünden bir toplumun yok olacak olmasının insani ve vicdani bir gerekçesi olabilir mi? Eğer sapıklık bir hürriyet ise; neden sapıklıktan çok daha masum suçlar hatta dini vecibelerini yerine getirenlere mahkûmiyet doğuruyor?

CHP, sapıklığa karşı “cinsel kimlik, mahalle baskısı ve ötekileştirme” gibi gerekçelerle savunma yapıp, sapıkların sosyal dışlanmalarına engel olmaya çalışırken; sırf turban yüzünden milyonlarca insanımızın kamu alanlarına girmelerini, eğitim ve çalışma haklarını yasaklayarak baskıyla ötekileştirebilmesi, Lut toplumuna özentisindendir. Din ve namus karşıtı ilkesiyle, CHP’nin amacı ahlaklı bir toplum inşa etmek değil, sapık bir millet oluşturmaktır.  

Eşcinsellik zina ya da hastalık değil, tamamen sapıklıktır. Sapıklığı suç saymayan ve insan hakkı addeden devletler, şüphesiz çeşitli azapları ve felaketleri peşinen kabul etmiş iktidarlar olarak, idaresi altındaki toplumların tartışılmaz düşmanlarıdır. İnsan görünümündeki sapıkları insan vasfında değerlendirmek, insanlığa yapılmış en korkunç ihanettir.

Homoseksüel, lezbiyen ve travesti gibi sapıklara duyulan şefkat, o toplumu sapıklığa götüren şeytani bir duygudur.

ABD Başkanı Obama’nın savaşla sindiremeyeceği Müslümanları ahlaken çökertebilmek için eşcinsellerin evliliğine sıcak baktığını açıklaması, öncelikle Müslüman Türkiye düşmanı CHP ve BDP kanadını umutlandırarak yasalaştırma yönünde adım atmaya cesaretlendirmiştir. CHP ve BDP’de tıpkı ABD gibi terörle sonuç alamayacağı gerçeği karşısında, çözümün ahlakı yok etmek olduğu taktiklerini uygulamaya koyulmuşlardır.  Halkını acımadan tepeleyen teröristlere sahip çıkanların ahlaksızlık ve sapıklıklarından tereddüt duyulabilir mi? 

Hıristiyan ve Yahudilerinde eşcinselliğe karşı tutumları ve geçmişte verdikleri ölüm cezaları baz alınırsa, Obama’nın eşcinsellerin evliliğiyle ilgili bir karar alabilmesi mümkün değildir. Tıpkı “soykırım” iddiasıyla Ermenilere verdiği sözü yerine getirememesi misali ancak politikacıya yakışır vaatlerle oy avcılığı ve Müslümanları ahlaken çöküntüye uğratma hedefi olduğu tartışılmazdır. Ermenilerden kaybettiği desteği eşcinsellerle doldurmaya çalışan Obama’ya Hıristiyan ve Yahudiler geçit vermeyecektir.  

Bu amaç o kadar somuttur ki, ABD’den sonra İsrail’de sapkın evliliği gündemine alarak, akılları karıştırma manipülasyonunu Müslüman ülkeler aleyhine mahirce kullanmaktadırlar. Çünkü bir toplumu yok etmenin yolu, akılları karıştırarak sapıklığı meşrulaştırmaktır.

Afrika’da onmilyonların ve dünyada yüzbinlerin canını aldığı AIDS, sadece ve sadece homoseksüellikten bulaşan ve tedavisi olmayıp iğrenç ilişkiden yayılan öldürücü bir hastalık olmasına rağmen legalleştirilmeye çalışılması, kıyametin bir gerekçisidir.

AIDS salgının can almasıyla homoseksüelliğe karşı ağır yaptırımlar getirmesi gereken iktidarlar, hastalığın önünü alabilmek için “güvenli seks” kampanyalarıyla prezervatif kullanılmasını özendirerek, lanetin dünyanın dört bir yanına yayılmasını azmettirdiler. Neden homoseksüelliği yasaklamayıp sorunu kökten çözmeye yanaşmayıp prezervatiflerle sözde tedbir alabilecekleri yolunu seçmeleri ise, homoseksüellerin güçlerindendir. 

İslam öncesi Türkler, eşcinselliğin dünyanın sonunun geldiğini gösteren bir alamet olarak görürlerdi. Eşcinselliğin kaos ve kıyamet dönemlerinin belirtisi sayan Türkler, homoseksüelleri halka açık bir alanda kazıklar sokarak cezalandırır ve cesetlerini vahşi hayvanların önüne atarlardı.
Ancak İslam sonrası yani günümüz Türkleri, sanki dinleri helal kılmış gibi eşcinselliği bir insan hakkı olarak savunabilmekte ve saygı duyabilmektedirler.    

Ateist Küba’da dahi eşcinsellik cezası hapis ise, dini değerleri olan toplumların eşcinselliği normal karşılayabilmeleri, ne anlama geliyor?   

Hayvanlardan daha aşağı gafil olan sapık eşcinselleri modacı, dansçı, sanatçı, şarkıcı, oyuncu, gazeteci ve programcı gibi konumlarıyla halka dayatılarak, toplumlar zehirlenilmektedir. Ahlakı çökerten, cinsler arası ilişkiyi yıkıma uğratarak sevgi ve saygıyı tarumar eden Lut toplumunun varisleri, tıpkı ecdatları gibi kadınları reddettirip erkeklerin peşine düşürecek propagandalarını sürdürmektedirler. Ayrıca biseksüeller, cinsel yönelimi hem kendi cinsine hem de karşı cinse dönük olduğundan, homoseksüeller gibi kendilerini belli etmemelerinin kamuflajıyla çok daha tehlikelidirler. İlişkilerinde kadınlara da yer vererek ağına düşürdükleri insanları, zaman içinde homoluğa dönüştürmektedirler.

Hud Süresinde; Hz. Lut Peygamberin ziyaretine gelen iki melek, kâfir karısının ihbarıyla haberdar olan homoseksüel halkça nasıl arzulandıkları bir ibret vesilesidir. Hz. Lut’un evinin kapısına dayanarak melekleri kendilerine vermelerini isteyen azgın halk, Hz. Lut’un kızlarını teklif etmelerine rağmen kabul etmemişler ve erkek olmalarından misafir melekler konusunda ısrarlarını sürdürmüşlerdi. Peki, sonuç ne olmuştu? Sabaha karşı ansızın yerle bir olmuşlar ve geriye tek biri kalmamıştı.

“Lut'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lut): "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!" dedi.” Hud 78

(Lut:) Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim! dedi.” Hud 80

“(Melekler) dediler ki: Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vadolunan (helak) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?” Hud 81

Dolayısıyla eşcinsel sapıklara insanlık ya da şöhret adına gösterilen ilgi, alaka, sevgi ve saygı; o yok edici azabın yakınlaştığına bir delalettir. Bir gün, homoseksüellerin kapılarınıza dayanarak kocanız veya oğlunuzla ilişkiye girme taleplerine mutlu mu olacaksınız? Yoksa şarkıcı Bülent Ersoy gibi transseksüel ve piyanist Fazıl Say gibi biseksüel sapık benzerleri kapınızı çalıp oğlunuzla beraber olmak istediklerinde zil çalıp oynayacak mısınız? Sokakta fahişelik yapan eşcinseller ile transseksüel Bülent Ersoy ve biseksüel Fazıl Say’ların sapıklık temelinde bir farkları var mı? Biri sıradan diğeri ünlü!

Özellikle şöhretli pisliklere duyulan tazim, ahlak adına en sinsi tehlikedir. Eşcinsellerin konumları, ünleri ve sanatları ne olursa olsun insan olmadıklarını ve yaşadığınız toplum için dehşetsi bir akıbet arz ettikleri bilinciyle aşağılayın ki, elem verici azaptan sakının.  

Eşcinsel dernekleri derhal kapatılmalı, toplum dışına sürülerek etraflarına duvar çekilip “tehlikeli-yasak bölge” uyarılarıyla tecrit edilmelidirler. Rehabilitasyon akabinde tövbe edip insanlığa geçiş yapanlar serbest bırakılmalı; iflah olmayanlar, Peygamberimizin hükmü gereği öldürülmelidirler.

“Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz azgın bir milletsiniz.” A’raf 81

“Azgınların barınacağı yer cehennemdir. Orada çağlar boyu kalacaklardır.” Nebe 22-23

Lezbiyen, Homoseksüel, Biseksüel, Travesti ve Transeksüeller’e karşı millet olarak ahlak muharebesi vermeli, ünlerinin etkisinde kalmayarak neslinizi sapıklaştırmayın. Unutmayın ki en korkunç tehlike, eşcinselliktir...

Lut milletinin akıbeti pek uzak değildir…  

18 Mayıs 2012 Cuma

CHP ve BDP; Gayy ve Esam çukurlarıdır…

''Ahlak kurallarını çiğnemeyin, zira öcünü çabuk alır.'' Tolstoy

Terörle sonuç alamayacaklarını idrak eden CHP ve BDP, daha korkunç bir hedef olan sapıklıkla milletimizi yerle bir etmeyi planlamışlardır. Çağdaşlık manipülasyonuyla yaydıkları ahlaksızlıkları yasalaştırabilmek maksadıyla sapıklığı derinden meşrulaştırmaya çalışan namertler, sınırları zorlama bir yana lanetsi bir belâyı tetiklemektedirler.

Sanırım çocuk pornosu izlemedeki dünya birinciliğimizi unutmamış, millet olarak kapkara bir lekeyle damgalanmamızın utancını hissetmiştik. Ancak şeytanın takipçileri boş durmuyor, ülkeyi karanlığa gömebilmek için var güçleriyle taktik geliştiriyorlar.

Anayasa değişikliğini fırsat bilen ahlak düşmanları CHP ve BDP, haçlı emperyalistleri referans alarak eşcinsellerin, transseksüellerin, lezbiyenlerin, homoseksüellerin gayrimeşru birlikteliklerine meşruiyet kazandırabilmek için fütursuzca verebildikleri öneri, açılacak kapının toplumu nasıl bedbaht bir cehennem çukuruna sürükleyeceğini ortaya koymaktadır.

Her ne kadar Allah’a ve Peygamberine iman, toplumsal etkileşimi geçersiz kılan bir güç ise de, nefsin sarsılabileceği ihtimaline karşılık ortamdan uzaklaşmakla kalmayıp köklü çözüm olarak mücadele etmek, insanlık açısından vazgeçilmez bir yükümlülüktür. Nefse karşı direnç, ancak nefsi azdıracak kışkırtıcılıktan kaçınmak ve cenkle mümkündür. İman ile küfür arasında bocalayan ya da ahlaki kuralları özgürlük adına reddeden sapkınlar, çevrelerini özendirici ve toplumsal etkileşimin azmettiricileri olarak yıkıcı bir tehdit taşımaktadırlar.

Bir bakış, mimik ve tebessümün tahrik edici tesirini ortadan kaldıran cüretkâr cinsellik, artık tatmin için yeterli bir şehvet aracı olmayıp sapıklıklara ihtiyaç doğurmuştur. Bu sebeple düşüncesi bile vicdanları parçalayan çocuk pornolarına ilgi, insanların ne boyutta çıldırdıklarını kanıtlamaktadır.

CHP’nin kuruluş aşamasında Atatürk’ün; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur" sözleri, neden CHP’nin dinsiz, namussuz, vicdansız ve sömürücü olduğunu kanıtlamaktadır.

Sapıklıkları meşrulaştırmaya çalışan CHP ve BDP’nin destekçileri, tatminsel özgürlüklerin başlarına ne büyük felaketler getireceğini öngöremiyorlar. Savaş ve afetlerin tahribatları onarılabilir ama ahlaksızlığın ki asla! Ahlakı önemseyen toplumsal çoğunluğun baskısı ile gizli sürdürülen sapkınlıkları açığa vurup geniş bir kitleye yayabilmek için çaba gösteren CHP ve BDP, cehennem çukurları olan Gayy ve Esam’ın Türkiye’deki azaplarıdır.

CHP ve BDP’nin amacı; cinsellikte sınırları yıkıp, eşli grup seksleri; anne veya babanın kızı ya da oğluyla; kardeşin kardeşle; amca, dayı, hala veya teyzenin yeğenleriyle; kuzenlerin birbirleriyle; kayın veya baldızların kardeş eşleriyle ve akla gelmeyecek her türlü sapıklığa yol açacak Pandora’nın kutusu olan dokunulamaz ahlaki testiyi kırmaktır.

Acaba CHP ve BDP’liler, böylesi bir sapık yaşama hazır mıdırlar? Yoksa bizler zaten öyleyiz, öyle olmasaydık CHP ve BDP’de ne işimiz var mı diyorlar? Ahlaklı bir insanın CHP ve BDP’ye destek verebilmesi mümkün müdür?

Ne var ki ahlaklarına, ırz ve namuslarına düşkünlükleriyle bildiğimiz Kürtlerin PKK yani BDP’yi sahiplenme gerekçelerinin ırki tutkuları, ırkları için dinleri ve namuslarını da peşkeş çekebildiklerini ispatlamaktadır. Oysa yeryüzündeki insanoğlunun tek ırkı, insan ırkıdır. İlk insan Hz. Adem, hangi ırka mensup ise, tüm insanlar o ırkla bağlantılıdır. Bundan böyle BDP’ye destek veren her Kürt, cehennemsi bir sapıktır, dolayısıyla ne insanlıkları ne de iffetleri mevcuttur. Kardeşim dahi olsa dinsiz ve ahlaksız bir Türk’ü, Müslüman ve ahlaklı bir Kürdün tırnağıyla değişmem. Ahlak hasımları CHP ya da BDP’yi destekledikten gayri, Türk ya da Kürt olsan ne fayda!

Sapıklıklarından helak olmuş nice toplumların içlerinden, Türkiye topraklarında yaşamış olmaları hasebiyle sadece Knidos’tan bahsedeceğim.

MÖ 2000 yıllara uzanan Datça Yarımadası’nın ucundaki Knidos, devrin altın çağını yaşayan bir kentti. Görkemli yapıları ve tapınaklarıyla zamanın en önemli ticaret merkezi olduğu kadar bir kültür ve sanat merkeziydi. Antikçağın ünlü çıplak Afrodit heykeline ev sahipliği yapmış, ilyada ve odessa gibi dev eserlerin sahibi ünlü İyonlu edebiyatçı Homeros’un epik dilinde “güzel saçlı fahişe” diye söz edilen Demetleriyle ün salmış Knidos; cinselliğin, fuhşun ve sapıklığın merkezi olup, M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren eskiçağ tarihinin ve arkeolojinin görkemli bir kentiydi.

Knidos, diğer sapık toplumlar gibi savaş ve depremlerle yerle bir olmuş; zenginlik, seks, kültür, sanat ve ticaretteki cazibe merkezliği, asırlar sonra toprak altından kazılarak çıkarılan kalıntılarıyla keşfedilmiştir. Günümüzde dahi olmayan 8000 kişilik tiyatro, Knidos da mevcuttu. Knidos, zamanında öyle bir kentti ki, dünyanın çok uzaklarından binbir güçlükle gelen insanların akınına uğrardı. Her ev bir genelev, her kadın bir fahişe, her erkek eşcinsel, şehvet ve sapıklığın en dorukta yaşanarak herkesin çırılçıplak dolaştığı, sokaklarda alenen cinsel ilişkiye girildiği, erkeklerin kadın kılığında gezdiği, akla ve hayale gelmeyecek sapkınlıkların yaşandığı bir merkezdi.

Ticaret, kültür ve sanat için gelen insanları sapıklaştıran Knidos, şehvetleri tükenmişleri dahi tahrik ederek uyarmakta, ürettiği açık saçık resimlerle süslü kandiller satarak ahlaksızlığı dünyanın diğer ülkelerine teşvik etmekteydi. Günümüz sanal pornografisinin ilk adımları Knidos’ta atılmıştır.

Knidos halkı öyle acı çekerek yavaşça yok oldu ki, önce işgal edilip müthiş işkencelere maruz kaldılar, sonra depremle yerle bir edilip o nadide yapılar ve zenginlikleri yeryüzünden silindi. Knidos’ta yaşayan zamanın ünlüleri; ünlü matematikçi, astronom ve filozof Eudoksos, dönemin en önemli heykeltıraşları Faroslu Skopas ile Bryaksis, İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostrates, Pers kralını amansız hastalıktan kurtulmasına aracı olan ünlü hekim Ktesias, Knidos’ta yaşamış entelektüel şöhretli sapıklardı.

Eğer zenginlik, sanat ve cazibe merkezliğinin bir önemi olsaydı, Knidos yok olmazdı…

Ne var ki Knidos’la ilgili çıkarılan kalıntılar arasında, Antik çağda çok ünlü olan ve insanların onu görmek için çok uzaklardan geldiği Afrodit heykeline rastlanamamış ve bugüne kadar bulunamamıştır.

CHP’nin merkezi ve çocuk pornosu izleme sapıklığında dünya birincisi olan İzmir’in kaderi de, yanı başındaki Knidos’tan farklı olmayacaktır…

Ayrıca Knidos’a yakın illerde yani Ege bölgesindeki CHP üstünlüğünün ne anlama geldiğini sorgulamakta yarar görüyorum.

Ey CHP’li ve BDP’liler!

Sonunuzun Knidos Halkı gibi olmasını mı diliyorsunuz ki sizleri sapıklığa götürecek iblisleri desteklemekte ısrar ediyorsunuz?
O masum çocuklarınızın gözlerine bir bakın!
Sizlerden sapkın bir gelecek mi yoksa ahlaki değerleri yüksek bir istikbal mi bekliyorlar?
Gelecek neslinizi öldürmeyip öldürmekten daha beter hale getirecek bir zehri yaymakta olan CHP ve BDP’yi sahiplenmek, vicdanlarınızı rahatsız etmiyor mu?
Kızlarınızın binlerce erkeği tatmin eden bir fahişe, oğullarınızın da homoseksüel olmalarını mı arzu ediyorsunuz?
Kızınızın fahişe ve oğlunuzun homoseksüel olmasından gurur mu duyacaksınız?
Hedefiniz Knidos Halkı gibi çağdaş olmak ise, aynı acı bedeli ödemeye dayanabilecek misiniz?
Ekonomisiyle, yapılarıyla, kültür ve sanatsal eserleriyle, ünüyle, özgürlükleriyle, tatminin en dorukta yaşandığı cazibesiyle merkez olan Knidos’un yok oluşu, sizlere bir şey ifade etmiyor mu?
Çocuklarınızın fahişe ve gay olmalarını sindirebilecek misiniz?
Eşlerinizin bir başkasıyla olan ilişkilerini hazmedebilecek misiniz?
Yoksa seyretmekten haz mı duyacaksınız?
Dokunmaya kıyamadığınız gelişim çağındaki çocuklarınızın pornografik fotoğraflarını ve yayınlarını izleyebilecek misiniz?
Yaşlı sapıkların mezeleri olmalarını hoş karşılayabilecek misiniz?
Oğlunuzun evlenmek maksadıyla yanınıza getirip tanıştırmak istediği erkeğe tahammül edebilecek misiniz?
Kızınızın hemcinsiyle evlenme isteğine razı olabilecek misiniz?
Eğer ahlaki kurallar özgürlüğünüzü kısıtlıyor ise, neden kıskançlık duyuyorsunuz?

Kiminiz ahretteki cehenneme inanmıyorsa da, bari yaşadığınız dünyayı cehenneme çevirmeyiniz…

Sıradan insanlar bir yana; özellikle topluma mal olup kitleleri ardından sürükleyerek iktidara talip siyasilerin, din adamlarının ve sanatçıların örnek teşkil edecek ahlaki anlayışları, toplum adına hayati bir önemdir.

CHP eski genel başkanı Deniz Baykal ile milletvekili Nesrin Baytok’un evli ve çocuklu olmalarına rağmen ahlakı doğrayan ilişkileri, her ne kadar komplo teorileriyle örtbas edilse de, asla bağışlanmamalı, bulaşıcı ve öldürücü hastalıklar misali namuslu insanlarca dışlanmalıdırlar. Her iki ahlaksızın eşleri de hiçbir tepki göstermeyip meşrumuş gibi davranmaları, onlarında ahlaksız olduklarını ve aynı iğrenç ilişkilerde bulunduklarını kanıtlamaktaydı.

Gelgelelim, ahlaki değerlerinden şüphe duymadığım Başbakan Erdoğan’ın ahlaksız Baykal ve eşini evine davet ederek kutsal olan aile değerlerine darbe indirmiş olmasına içten içe tepki göstermiş ve hiçbir gerekçeyi kabul etmemiştim. Siyasi çıkarlar adına en azılı sapıkla da görüşebilir ama aile ortamına sokmasına asla izin vermemeliydi.


Unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık dehşet saçar. Nefis öyle kaygandır ki, kılcal aralığında bir açıklık bulsa derhal nüfuz eder ve zamanla o aralığı telafisi imkansız koca bir yarığa dönüştürür. Dolayısyla liderler toplumun aynası olup neslin ahlakından zerre kadar taviz vermeyerek hemdavranışlarıyla örnek teşkil etmeli hem de tedbir almalıdırlar…


"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör doğururlar." Nuh 27



15 Mayıs 2012 Salı

Emperyalist uşağı CHP’den barış dili…


CHP’nin haksızlık ve adaletsizliğe karşı mücadele sonunda elde edilecek rahmani bir barışı değil de kötülüğün boyundurukluğuna girilecek şeytani bir barış dilini kullanması, apaçık bir iblis misyonerliğidir.

İnsanlığı yok etmek için var gücüyle savaşan şeytan takipçilerinin katliam ve zorbalıklarını desteklercesine savaşsız yani silahsız bir barış talebi, kötülüğün tutsaklığına razı olmaktan başka bir şey değildir. Muhakeme edebilen ve vicdanı olan şerefli bir insan, altın prangalar altında yaşamaktan ise ya ölür ya da demir prangaları insanlık adına onur telakki eder. Dolayısıyla iyilik, kendini Allah’a ve insanlığa adayan şühedanın mübarek kanlarıyla sağlanan eşsiz bir mücadeledir.
  
CHP’nin Ermeni köklü şeytan dostu genel başkanı, amansız-zalim teröristleri hümanist manipülasyonuyla “Terörü bitirmek silahla olmaz” sözleri, yaşayabilmek için teröristlere ve emperyalistlere teslim olunmasına salık vermektedir. Pkk’lı teröristlerin olmazsa olmaz şartları bağımsız bir devlet ve Apo’nun salıverilmesi gibi öncelik taşıdığı aşikârken; nasıl bir uzlaşmayla terörü bitirebileceğini düşünüyor. CHP’nin amacı terörü bitirmek değil, milleti teröre teslim etmektir.

Vicdanları doğrayan terörist ve emperyalist canavarların kıyımlarını durdurabilmek için teslimiyeti barışla özdeşleştiren şeytan dostu Kılıçdaroğlu, bağımsızlık adına İstiklal Savaşlarında verilen mücadelelere de “Terörden yani savaştan bu insanlar çok çekti, bitirmemiz lazım, bitirmek silahla olmuyor”  ifadeleriyle nasıl karşı olduğunu kanıtlamaktadır. Kötülüğün hükmettiği bir dünyada savaştan, cezadan ve silahtan arınabilmek mümkün müdür? Adalet ve barış, kötünün esiri olmak mıdır?

Pkk ile mücadelede 30 bin kişinin ölümüyle hayıflanarak açıkça teslim olmamızı öneren Kılıçdaroğlu, şüphesiz İstiklal Savaşlarında ölen milyonlarca insanımız için de akan kanları beyhude bulup haçlılara teslim olmamızı savunmaktadır.
 
Sakın ha, barış dilinin altında yatan gerçeğin insani bir sevgi olduğuna inanmayın. Öyle olmuş olsaydı, yanı başımızda Filistinli masumları katleden cani bir İsrail’i ve halkını boğazlayan zalim Esed iktidarını desteklemez, Başbakan Erdoğan’ın insanlık adına gösterdiği tepkiye karşı çıkmazdı. “Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir.” Montaigne

Madem o kadar barış yanlısı; halkını öldürürken zevkten tatmin olan sadistlere gösterdiği barış toleransını, neden iktidarla ve milletle de paylaşmayıp sürekli düşmansı bir davranış içinde çatışıyor, dini inançları gereği yaşamak ve çalışmak isteyen insanlara yasaklar getiriyor? Halkının diniyle savaşıp sindirebilmek için baskı uygulayan ve desteklediği Ergenekon ve Balyoz gibi silahlı terör örgütleriyle tepelemeye kalkışan CHP değil midir?

Düne kadar vesayeti altındaki yargı ve Genelkurmay’ın Müslümanlara karşı tavır aldıkları tüm haksızlık ve adaletsizliklerine sahip çıkarken, Müslüman vatandaşların tehlikeli düşman değil milletin özü olduklarına kanaat getirilmesi akabinde kendilerine savaş açan CHP değil midir?
Evet, CHP’nin tüzel olarak silahı eline alabilecek ne cesareti ne de savaşabilecek bir inançları vardır. Onlar fitne çıkararak ya devletle halkı karşı karşıya getirir ya da halkı birbirine düşürerek kıydırtır ya da emperyalist haçlılarla gizlice kırıştırarak bağımsızlığımız ve onurumuzu teslim ederler. Gölgesinden korkan CHP, arkasında devlet gücü olmaksızın sokağa dahi çıkamaz… 
            
Devlet ve milletin mal ve can güvenliği adına silahlı teröristlere karşı yapılan mücadeleye ve verilen binlerce şehide muhalefet ederek pkk’ya sahip çıkan CHP’nin “Silahla olmuyor artık barış dili kullanalım” politikası, apaçık bir ihanettir…

CHP’nin gerek BDP gerekse PKK’dan çok daha tehlikeli ve tehdit edici olduğunu idrak edemeyenlere diyeceğim odur ki; eğer başarabilirlerse üzerlerindeki ölü toprağını silkelemeleri, husumet duydukları karşıdakilerinin de kendileri gibi insan olduğu, gerektiğinde acıyı ve yokluğu birlikte paylaşabildikleri, farklı düşünseler de huzur ve güven içinde birarada yaşayarak destekte bulundukları, deprem misali olabilecek bir yıkımda hiçbir ayırım olmaksızın herkesin gömülebildiğidir.

CHP, 10 şiddetinde kıyametsi bir depremdir; ülkedeki düşmanlığın ve karışıklığın tek müsebbibidir. Acaba siz de, şeytan dostu Kılıçdaroğlu gibi barış hilesiyle pkk’ya telim olmayı onaylıyor musunuz? İşte 30 yıldır pkk terörünün bitirilememe hatta suçun önüne geçilememe nedeni, teröristin kullandığı argümanlarla değil CHP gibi hainlerin dolaylı yollardan pkk ve suçluyu cezalandırmama desteğindendir.

Yargının iş yükünü azaltabilmek ve cezaevlerini boşaltabilmek maksadıyla suçlunun hürriyetini bağlayıcı cezalar verilmesinin önüne geçebilme düşüncesi, apaçık suça teşviktir. Bu durumda suç işlemekten kaçınabilecek bir nefis olabilir mi? Cezaların caydırıcı değil azmettirici olması, insanlığa ihanet değil de nedir? Hani, Başbakan Erdoğan, canı yanan mağdurların rızası olmadan ceza indirimine ya da affa gidilemeyeceğini ifade etmişti?

Barış için ödenecek tek bedel, savaştır…

Dolayısıyla terör ve suçla mücadelede tek mutabakat; ana ve babanın aleyhine dahi olsa adaletten asla taviz vermemek, cezaların hak ettiği karşılığı uygulatmaktır. Gerek fikri gerekse fiziki gerekçeyle zerre kadar gösterilecek bir hissiyat, suçu cesaretlendirerek azdırdığından suçlu lehine çıkarılan her yasa, daha büyük fecaatlere sebep vermektedir.

CHP, her ne kadar emperyalizm karşıtı olduğunu iddia etse de emperyalizmin bir uşağıdır. Emperyalist güçlerin işgal edemedikleri vatanımızı ve İstiklal Savaşlarında tutsak kılamadıkları kahraman milletimizi özünden kopararak değerlerini yok edici emperyalist odaklı devrimlerle zincir vurma yükleniciliğini CHP yapmadı mı? Müslüman Türk medeniyetini Haçlı Batı medeniyetine peşkeş çeken CHP, meydanlardaki zaferlerimize ihanet edip milletimizi bir halden başka bir hale dönüştüren asimilasyonu gerçekleştirmedi mi? Emperyalistlerin direktifiyle şerefli devletlerini yıkmadı mı? CHP’nin İkinci Dünya Savaşına katılmaktan dahi korkan iktidarlığı, ancak emperyalistlerin kulu olabildiğini ve gücünün halkına yettiği tarihteki hakikatlerle ortadadır.

İstiklal Savaşlarının Osmanlı iktidarlığı döneminde yapıldığı, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nde Osmanlı subayları olduğu unutulmamalıdır. CHP Diktatörlüğünün kurulmasıyla birlikte netleşen karakterler asıl hedefi ortaya koymuş, dolayısıyla CHP’nin bir emperyalist karşıtı değil emperyalist uşağı olduğu kanıtlanmıştır. Haçlı emperyalizmin komutası İngilizlerin düşmanı olup işgal etmek istediği Müslüman Türklerin lideri Atatürk’ün Osmanlıyı yıkması ve CHP Diktatörlüğünü kurması akabinde İngilizlerin sadece sadık müttefiklerine verdikleri en önemli ödülleri olan “Dizbağı Nişanı” ile taltif etmeleri, çok dikkatli okunmalıdır. Zaten işgaldeki amaç, Osmanlı Devletinin yıkılması değil miydi?

Emperyalizmin kucağında olan CHP’nin, “Emperyalizmin tuzağına düşmeyeceğiz” sözleri, tıpkı Alevilerin “incinsen de incitme” sözlerinden farksızdır. Türkiye’de Ermeni köklü Alevilerin olmadığı tek bir terör örgütü bulunmayıp; masum insanları katletmekten, mala zarar vermekten, toplumsal huzuru bozmaktan, İslam’la savaşmaktan ve devlete isyan etmekten başka hiçbir eylemleri bulunmuyor ise, incinsen de incitme ilkesi ne anlam ifade ediyor?  

Dersim yani Tunceli’nin yüzde yetmişi Ermeni kökenli Alevi olup, yıllardır kalplerinde sakladıkları intikamlarını alabilmek için canavar İsrail’in komutasındaki pkk saflarında millete karşı savaşmaktadırlar. Dolayısıyla Ermeni kökenli Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı, hedeflerine ulaşabilmek için bekledikleri mucizevi bir fırsat olup, bundan dolayı Kılıçdaroğlu, devletin silahı bırakıp pkk ile uzlaşmasını dillendirebilmektedir.

Başkaldırının Kürt hakları adına yapıldığı imajı yerleştirilse de, aslı Ermeni isyanıdır. 1915’de Ermeni eşkıyalar nasıl Rusya ile işbirliği yaparak ihanet etmişler ise, bugünde CHP kalkanıyla ihanetlerini sürdürmektedirler. BDP, sadece bir kamuflajdır. Milletimizin hangi öz evladı, PKK ve KCK operasyonlarını eleştirebilir? Ama Kılıçdaroğlu eleştirebiliyor ise, kendisine milletin öz evladı denebilinir mi? Teröristi desteklediğinden kendisinin de bir terörist olduğu sert sayılabilir mi? Böylece CHP’nin dost addedilebilmesi mümkün müdür? Tek bir kelime dahi, karşınızdakini dost mu düşman mı olduğunu kanıtlamaya yeter ama CHP’yi destekleyenler muhakeme edemiyorlar…

Müslüman Türk Halkının ahlakını biçen CHP, lanetlenmemizin yegâne iblisidir. Milletimizin ahlakına ve aile kutsallığına o kadar düşmandır ki, yeni Anayasa görüşmelerinde BDP ile “ahlaki yıkım” üzerine gizli bir ittifak kurarak eşcinsellerin evlenebilmelerine yol açacak sapık teklifi, hayvanlardan da daha aşağı olan BDP aracılığıyla yaptırmış,  diğer partiler ve Sivil Toplum Örgütleri sert tepki gösterirken CHP’nin destekleyebilmesi, CHP’lilerin sapık olduğuna bir işarettir. Acaba CHP’liler, çocuklarını özendirecek Nuh ve Lüt kavmine olabilecek dönüşüme razı mıdırlar? Erkek ve kız çocuklarının hemcinsleriyle ilişkilerine resmiyet kazandırılmasını sindirebilecekler mi? Eğer sapıklık bir çağdaşlık ise,  unutmasınlar ki helak olan Nuh ve Lüt kavimleri de ahlaki çağdaşlıklarından acı bir yıkımla son buldular.

Acaba söz konusu sapık teklifi veren ve destekleyen ahlak düşmanları; Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan, Ayla Akat Ata, Süheyl Batum, Rıza Türmen ve Atilla Kart EŞCİNSEL midir?
İşte CHP gerçeği! CHP’nin BDP ile el ele vererek Türkiye’yi yıkma hedeflerinin nerelere vardığını hep birlikte müşahede etmekteyiz. 
  
“Budur cihanda benim en beğendiğim meslek. Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” Mehmet Akif Ersoy 

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Kudurdukça saldırıyorlar…


Müslüman Halkın devlete hükmetmesinden merkezi sinir sistemleri ağır şekilde tahrip olup kuduz hastalığına yakalanan din karşıtları, yıllardır sürdürdükleri tiranlıklarıyla müstemlekeleri altına aldıkları yargıdan sonra Genelkurmay’a da saldırmaları, karantina uygulanmasını mecbur bırakmıştır.


Yargı ve Genelkurmay’ın milletle bütünleşmesi beyin felcine yakalanmalarına neden olmuş, Pasteur’un kuduz hastalığıyla ilgili keşfettiği aşı benzeri bir tedavileri bulunmadığından eriyerek yok olmalarına sayılı günler kalmıştır.


Hayvandan türediklerine inandıkları Darwinist felsefelerinden ötürü yakalandıkları kuduz hastalığı köpeklerden bulaşmış olmalı ki, kendileri gibi herkesi köpek sanan hayallerinden dolayı TSK’yı köpekle özdeşleştirerek huysuz, huzursuz ve saldırganlıkları sınır tanımamaktadır.    


Rahmani ışıktan korkup ağzından salyalar akarak millete ve kurumlarına saldıran hain zorbaların iflah olabilmeleri söz konusu değildir. İnsan gibi düşünmek, kendini karşısındakinin yerine koymak, vicdan sahibi olmak, hak ve adalete yoğunlaşmak yerine garip davranışlar sergilemelerinden yola gelebilirler umudu taşımak, tıbben kuduz hastalığına yakalanıp beş gün içinde felç geçirerek ölmesi mutlak olan bir insanın kurtulabilme ihtimalinden farksızdır.


Bu sebeple kuduzlara sağlıklı ruha sahip insanlarmış gibi muamele edilmemesi ve sert önlemler alınarak müsamaha gösterilmemesi, hastalıklarını millete bulaştırmamaları maksadıyla tedbir alma zorunluluğu sadece iktidarın değil milletin de bir yükümlülüğüdür. Devletin dışında milletin vermesi gereken en hafif tepki, görüldükleri yerde suratlarına tükürmektir.


Diktatörlüğü yıkılan CHP, askeri kanadının millet adına hapislere atılarak tasmalar takılmalıyla başlattığı TSK düşmanlığını özellikle Kemalist ve sosyalist köklü İstanbul Barosu, Sivil Toplum Örgütleri ve kuduz yazarları da takip ederek paşalara en ağır hakaretlerle itham etmeleri; Ergenekon, Balyoz ve pkk öçlerinden kaynaklanmaktadır. Artık CHP’nin yargı ve TSK düşmanlığı, İslam düşmanlığını geride bıraktı.


İrtica adına Müslüman Halka ve hükümetlerine her türlü baskı ve zulmü silah-yargı gücüyle uygulayan terörist darbecileri alkışlayan haydutların milletin değerleriyle barışan yargı ve Genelkurmay’ı düşman edinmeleri, Müslüman millete olan ezeli kinlerindendir. Onlar için Müslüman vatandaşlar kendileriyle denk tutulmamalı ve güdülmeye mahkûm kölelikleri sonlandırılmamalıdır.   


Özellikle namı değer “pislik Bekir” adlı dışkı, cesaretini fikir ve basın özgürlüğünden alan salvolarının arkasında duramayarak sözlerini İngiliz hikâyesi olarak saptırma çabası, teröristlerin kahpece vur-kaç taktiğinin bir manipülasyonudur. Zaten kuduzlara tanınan böylesi özgürlüklerle millet, fitnelerle parçalanmadı mı ve haçlılara boyun eğdirilmedi mi? Pkk’yı yaygınlaştırıp tehdit edici güce dönüştüren özgürlük teraneleri değil midir? Halka tanınmayan özgürlük ve dokunulmazlıkların asıl başı ezilmesi gereken haçlı gazetecilere sağlanması, neden toplumsal barış, birlik, huzur ve güvene kavuşamadığımızın tartışılmaz bir sebebidir. İnsani değerlerini yitirmiş kuduzlara tanınan özgürlük hakkı, bir ülkenin çöküşü için en etkili virüstür…  


Halkı, hukuka saygıya ve yargıya güvene teşvik etmesi gereken bir baro, teröristlerin yargılandığı bir mahkemeyi lehte basıp hâkim ve savcıları tehdit ederek ültimatomlar verebilme cesaretini gösterebiliyor ve savunma hakkını gasp edebiliyor ise, o baronun terör örgütünden ne farkı vardır? İstanbul Barosuna bağlı direniş gösterebilecek avukatlar yok mu ki, terörist baro yönetimini alaşağı edebilecek bir mücadeleye girişilemiyor? Neden mahkemeyi basan baro yönetimi tutuklanmıyor? Aynı davranışı bir grup sıradan vatandaş yapsaydı,  müsamaha gösterilir miydi?        


Ne zaman ki suçlunun konum ve etiketi önemsenmeyip hukuk karşısında sokaktaki vatandaşla eşit tutulur; işte o zaman uluyanların ulumaları kesilir ve adaletin keskin ucu ses getirir.


Özellikle emniyet sorgulamalarında kişiye özel muamele adaletsizliğin ve sınıf ayırımcılığın ta kendisidir. Suçluların rütbe, makam ve ününün VİP muamelesi gerektiği bir anlayış, özde adalet duygusunu bitirmektedir. Eğer milletin her biri vatanı için canını verebiliyorsa; devletin seçkin addettiği kimselere VİP ayrıcalığı adaletsizlik değil midir? ABD’de dünyaca ünlü birinin alkollü araç kullanması dahi kelepçelenip nezarete atılmasına neden olabiliyor ama Türkiye’de teröristlikle yargılananlara bile VİP muamelesi yapılabiliyor! Devletin amacı adalet olmalı ve birini diğerinden üstün tutucu bir dengesizliğe sapmamalıdır. Görev esnasındaki makamsı ayrıcalığı adalet karşısında sürdürülebilen bir ülkede adaletten bahsedilemez. Ünlülere ve rütbelilere karşı duyulan aşağılık kompleksine son verilmelidir.       


Adaletsizliğin nasıl sinsi bir felaket olduğu ve zaman içinde isyanları tetikleyici bir patlamaya dönüştüğünü idrak edemeyen yönetimler, sebep-sonuç ilişkisindeki gizemi algılayamamalarından sorunlardan asla kurtulamamaktadırlar. İnsanların refahı ve asayişi için en dehşetli tehlike, adalet fakirliğidir. “Adalet, insanların sürekli yiyeceğidir.” Chateubriand


Millet ve devletin gücünü zayıflatabilmek, provokasyonlarla içeride ve dışarıda yıkıma çalışan her kim var ise en ağır yaptırıma tabi tutulmalı ve hiçbir gerekçe perdelenmelerine ve aflarına neden olmamalıdır. Sokaktaki insanın muhalefetteki özgürlük sınırı ne ise, gazetecilerde öyle olmalıdır.


Sokaktaki insanın yasaların öngördüğü suçu ile gazetecilerin işlediği suçu birbirinden ayrı değerlendirerek farklı muamelede bulunmak, adil bir hukuk devletinin olmadığını ortaya koyar.
Uğruna binlerce onbaşının şehit düştüğü devlet, paşalara onbaşı benzetmesi yapan Vakit Gazetesi ve yazarı Sayın Asım Yenihaber’e davalar açıp trilyonlarca tazminata çarptırırken; Cumhuriyet Gazetesinin Pislik Bekir adlı yazarının generallere tasmalı köpekler hakaretine sessiz kalması, Kemalist olma ayrıcalıklarından başka bir şey değildir. Vahiy karşıtlarının sindirilemez hakaretlerini iltifat, Müslümanların övgülerini hakaret karşılayan bir anlayış insani değildir…


TSK’da okunması mecburi haline getirilen Cumhuriyet Gazetesi ve yazarına cezai davalar açılması hatta tutuklanması gerekirken, bu sessizliğin sebebi, adaleti doğrayan ideolojik tutkudur. Acaba sokaktaki bir vatandaş aynı hakarette bulunmuş olsaydı, sonu ne olurdu?


Oysa Asım Yenihaber, yazısında tarihsel içerikli eleştiri yaparak “onbaşı” ifadesini, darbeci nutuklar atan ve milletin değerlerine saldıran terörist Org. Çetin Doğan ile eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman için kullanmışken; diğer generaller de mal bulmuş mağribi kabilinden “bizi kastediyor” diyerek, topyekûn Vakit ve yazar hakkında dava açmamışlar mıydı? Hâlbuki gerek Vakit Gazetesi gerekse Asım Yenihaber, Pislik Bekir misali doğrudan aşağılayıcı hakarette bulunmamış ve TSK’den dolayı saygısını muhafaza ederek tarihsel bir eleştiri yapmışlardı. Ergenekon ve Balyoz davalarında teröristlikle yargılanan bir general olmak mı, yoksa şehit düşmüş bir onbaşı olmak mı daha üstün ve şereflidir? 


Hukuk ve Genelkurmay nezdinde Cumhuriyet Gazetesi ile Pislik Bekir’in dokunulmazlıkları Kemalist olmalarından kaynaklanıyor ise, demek ki daha kırk fırın ekmek yememiz lazım… 


Uzun ve meşakkatli süreci kısaltmanın yolu; daha cesur ve kararlı olmak, Allah’a ve millete tumturaklı güvenerek adaletten taviz vermemektir…      

8 Mayıs 2012 Salı

Ezan sesi kimini imana, kimini küfre sürüklüyor…


Duyduğu ezan sesinden Müslüman olan nice gayrimüslimlerin yanı sıra kimliği Müslüman olmasına rağmen tahammül edemeyenlerin azımsanmayacak çoğunlukta bulunmaları, şüphesiz kalplere iman veya inkârı bahşeden Allah’ın dilediğine takdir ettiği bir sonuçtur.


Allah’ın dilemesi dışında hiçbir beşerin bir şey dileyebilmesi mümkün olamadığından iradesel bir özgürlükle iyi ya da doğruyu seçebilme imkânsızdır. Allah’ın bilinemeyen “bir bilgi” doğrultusunda zihin ve kalplere nakşedilen iman yahut inkâr, iradesel değil tamamen kaderseldir.


“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye 23


Benliğini tanrı edinen Erzurum Atatürk Üniversitesinde görevli Nazan Aydın adlı psikiyatr bir profesör, ezanın gürültü doğurduğu gerekçesiyle ruh ve bedenini tahrip ettiğini sözde bilimsel manipülasyonla kanıtlamaya kalkışarak savcılığa yaptığı şikâyet ile ilgili üzerinde durulması gereken, halkın galeyana gelip söz konusu profesörü cezalandırma girişimini Cumhuriyet Savcısı Yusuf Eraslan’ın “Ezanın gürültü olarak nitelendirilmesi mümkün değil” kararıyla engellemesidir.
Şüphesiz fitneleriyle dini değerlere saldıran azgınların başıboş bırakılmaları Sivas olayları gibi birçok infiale neden olmuş, dolayısıyla savcıların olaylara el koymamasının sonuçlarını acı felaketlerle yaşamışızdır. Bu sebeple Cumhuriyet Savcısı Yusuf Eraslan’ın millet adına verdiği kararın bir miladi olmasını temenni ediyorum.


Ezanın bir makam ve güzel bir ses tonuyla söylenmesine ihtiyaç yoktur. Hele de ezanı gürültüyle eşlendirenlerin apaçık bir Allah düşmanı olduğu tartışılmazdır. Ezan, tamamen Allah’a saygıya bir çağrı olduğundan imanlı kalpler öyle bir hoşnut olur ve fethe uğrarlar ki, sesin gürültülü mü, kötü mü, makamsız mı olduğu dahi hissedilmeden cennetten gelen bir çağrı heyecanıyla yoğunlaşan müminler, yaratıcılarının anılmasından o âleme yolculuk yaparlar. Şayet öyle olmasaydı, ezanlar susmasın diye milyonlarca insan can verebilir miydi?
Prof. Nazan Aydın gibi Allah’ın anılmasından tiksinen akademisyenlerin bilim insanı değil ezberci olduklarını A.Einstein ne güzel özetlemiş. Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

Bu durumda dine düşman bir akademisyenin bilim adamı olabilmesi mümkün müdür? Derin bir imana sahip olmayan bir bilim adamı olabilir mi? Öyleyse bilim adamı olarak övünen cübbeliler kimlerdir ve öğrencilerine bilim öğretebilirler mi? Ruhsuz bir canlı olmayacağına göre; seküler veya pozitivist bir bilim, bilim midir?  

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." A.Einstein

Söz konusu Prof. Nazan Aydın, ezanın ruh ve beden sağlığını tehdit ettiğini kanıtlamak için; "Bu konuda hayvanlar üzerinde bir deney yaptık. Yüksek sesle herhangi bir müziği günde 5 kere dinlettik. Daha sonra deneklerin beyinlerini açtık ve hücrelerini inceledik. Özellikle hafıza merkezinde bulunan hücrelerin büyük bir bölümünün öldüğünü gördük” açıklaması, ilhamı olmayan bir deneyci olduğunu kanıtlamıştır. Zaten A. Einsten; Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor" tespitini yapmadı mı?


Nazan Aydın’a değil, yetiştirdiği öğrenciler için kaygı duyuyorum. Müzik ile ezanı eşdeğer tutabilen bir sefilin öğretim görevlisi olarak eğitim verebilmesinden daha zehirli ve yıkıcı ne olabilir? Ruh ve ürettiği duyguların etki ve gizemini çözememiş biri, psikiyatr olabilir mi?


Hayvanlar üzerinde müzikle deney yaptıysa; neden müziğin değil de ezanın ruh ve beden sağlığını tehdit ettiğini savunuyor? Acaba deney yaptığı hayvanlara müzik değil de ezan dinletseydi, hafıza merkezindeki hücreler ölür müydü yoksa daha aktif mi çalışırlardı? Oysa ezan sesini duyan en vahşi hayvanların bile nasıl sakinleşerek hamd edebildiklerini ve ardına düştükleri avlarının izini bırakarak ezana saygı duyduklarını gözlemleyebilseydi; A’raf Süresi 179. Ayete muhatap kalmayacaktı!


Ezanı susturmak amacı taşıdığı aşikâr olan Nazan Aydın’ın bilimsel kılıfı, CHP’nin Türkçe ezan okutturmasından farksız bir hiledir. Ayrıca ezan düşmanlığından dolayı faili meçhul bir cinayete uğrayabileceği kaygısı taşımamalı, hayvandan daha gafil sefillerin tehdit olamayacakları güvencesiyle dokunulmayacağını garanti ederim. Zaten savcılıktan gerekli yanıtı almıştır. Hele de bitkisel hayattaki bir hastaya ilişilebilinir mi?


Öldürülme korkusu öyle geri adım attırıyor ki, ünlü Allah, Peygamber, Kur’an ve İslam düşmanı Aziz Nesin’de, yargılandığım duruşma esnasında; “Ben de Müslüman’ım” ifadesi misali Nazan Aydın’da Müslüman olduğunu ve ezandan rahatsızlık duymadığını açıklayabilmesi, aslında halkın gülüp geçmesine yeterli bir sebeptir. Yaratıcıları Allah’tan değil de insandan korkandan daha pespaye kim olabilir?
 
Milletimizin bir kesimini İslam’a ve ezana düşman yapan CHP’dir. Ektiği zehirle sözde Batılılaştırmaya çalıştığı milletimizi değerlerine hasım kılan CHP, hala ezan karşıtlığını sürdürmektedir.
CHP İzmir Milletvekili Bülent Baratalı, ezanın mikrofondan okunmamasını isteyerek, mikrofonla okunan ezanın kulakları tırmaladığını ve uykularını kaçırdıklarını söyleyebilecek kadar dine, millete ve ezanlar susmasın diye cephede şehit olmuş ve olmaya devam eden Mehmetçiğe düşmandırlar. Yıllardır ataları haçlıların çan sesine hasret kalan CHP, asla emeline kavuşamayacaktır. Cenazeleri kaldıracak bir imamın dahi bulunamadığı o devirleri Müslüman milletimizin bir daha yaşamak istemeyeceği muhakkaktır.

Dalgalı bir denizde sallanan yolcular misali Türkiye, CHP gibi haçlıların düşmanlık ve saldırılarından irkilse de, Türkiye Müslüman’dır ve inşaAllah ezanlar susmayacaktır.

Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179