29 Nisan 2012 Pazar

Haksızlık ve adaletsizliğin odağı TBMM’dir!

Halkını katleden, acımadan tepelemeye kalkışan, entrika ve tehditleriyle yaşamı çekilmez kılarak mal ve can güvenliğini ortadan kaldıran teröristleri millet adına yargılamaya çalışan adalet kurumunu paçavraya çeviren TBMM, kimin meclisidir?

Tartışılmaz kanıtlarla müebbet hapis cezası gibi çok ağır bir suçla yargılanan CHP, MHP ve BDP’li terörist vekilleri, işledikleri cürümü göz önüne alarak tahliye etmeyen yargıçları bir çöp misali tesirsiz hale getirecek yasa değişikliğinin millete bir darbe, ihanet ve nankörlük olduğu aşikârdır.

Sözde milletvekillerini tanrısal bir dokunulmazlıkla zırha büründüren TBMM, katledilen her bebeğin, çocuğun, kadın ve erkeğin katili olabilmek için yoğun çaba sarf etmektedir. Sonra da o tanrısal vekillerin halkı kışkırtmaları, polis dövmeleri, silahlı teröristlere destek çıkmaları, doktorları tartaklamaları, halka ve hükümete darbe girişimleri, Müslümanları fişleyip aşağılamaları ve fitneleriyle milleti birbirine kıydırmalarına tepki duyulması, riyakârlığın ve pespayeliğin ta kendisidir.

Başkan Cemil Çiçek’in dayatarak seçilen teröristleri tahliye edebilmek maksadıyla sağladığı uzlaşının, alnında kara bir leke olarak kalacağı mutlaktır. Çiçek, Anayasa değişikliği konusunda partileri bir araya getirebilmek adına verdiği ihanetsi rüşvetin terörle mücadeleyi etkileyeceği, zalimleri cesaretlendireceği ve şehitlerin beddualarına muhatap kalacağı kaçınılmazdır. Millet adına ama millet aleyhine çalışan Cemil Çiçek, şüphesiz lanetle anılacaktır…

Seçenleri kul, seçilenleri tanrılaştıran TBMM, yasa yapıcı olarak halkın vicdanını doğramakta, üstünlük kompleksiyle kendini milletten yüce görerek, üyesi teröristte olsa sahip çıkabilmektedir. TBMM, vatan birliği ve millet bütünlüğünün temsilcisi değil halkı güden tanrısallık bir karmaşadır. Nasıl ki zorba isyancı Çevik Bir, “Başbakanın emrini yerine getirdik” savunmasını yapmış ise, TBMM’de milletin emrini yerine getiriyoruz diyerek millet düşmanlarını yargıdan kurtararak sahiplenmektedir. On binlerce tutuklu vatan evladının anne sevgisini elem edinmeyip, terörist CHP vekili Mehmet Haberal’ın hasta annesini ziyaret edebilme isteğini yasalaştıran TBMM değil midir?

Eşit yargı ve adalet çerçevesinde suçlu olan her kim olursa olsun çıkarılacak yasa, sokaktakinden devletin başına kadar herkesi kapsamalı ve asla ayrıcalık tanımamalıdır. Ancak çoğunluğa değil de kişiye sağladığı imtiyazlarla özdeşleşen TBMM, sanki milleti işgal etmiş bir güçmüş gibi ayırımcılık, haksızlık ve adaletsizlikleriyle halkı vurmaktadır.

Sözde darbe Anayasası diye 1982 Anayasasını değiştirmeye çalışan TBMM, CHP’nin değiştirilemez ilkelerini muhafaza ederek darbecilerden daha beter bir Anayasa yapacağı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle cezaların yaptırım gücünü ortadan kaldıracakları ve suçluları daha özgür bırakacakları kesindir.

Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın terörist vekillerin tahliyeleriyle ilgili lehte açıklamalarına, diğer beyanatlarında olduğu gibi kulaklarımı tıkadığımdan hiç ciddiye almıyorum. Ancak Başbakan Erdoğan’ın millet vicdanına ses vererek tuzağa düşmeyeceğini, terörist vekilleri salıverecek bir yargı müdahalesine kalkışmayacağını düşünüyorum. Aksi takdirde millet adına söylediklerinin yalan ve diğerleri gibi aldatmadan ibaret olduğu açığa çıkacaktır.

İktidardayken Apo’yu idamdan kurtarıp muhalefetteyken de pkk’lı teröristleri vekil gerekçesiyle salıverilmeleri konusunda ihanet çetesiyle işbirliği yapan MHP, daha önceki yazılarımda da vurguladığım üzere olası bir iktidarında Apo’yu affedeceği kesinlik kazanmıştır. Kapı deliğinden iktidara gelebilme ihtimali doğduğu anda yapmayacağı pazarlık olmayacağını ispatlamıştır.

Hem 28 Şubat darbesi hem de Balyoz terör örgütünün etkili komutanlarından emekli Org. Engin Alan adlı teröristi vekil seçtirerek tabanına ihanet eden MHP, sırf vekilini tahliye ettirebilmek için BDP ile işbirliği yaparak, terörist BDP’lilerin tahliyelerini sindirebilmektedir.

Müslüman ve milliyetçi imajıyla maskesini gizleyebilen MHP; CHP ve BDP’den hiçbir farkı olmayan İslam ve adalet düşmanıdır. Seçmenlerinin baskısıyla Müslüman Türk’ten yana görüntü verse de, çıkarı için yapmayacağı ve bedel biçmeyeceği hiçbir değeri kalmadığı politikalarından anlaşılmaktadır. Milletin cesur evlatları cephede canlarını feda ederken, MHP, terörist bir vekilini özgürlüğe kavuşturabilmek için pkk’lıların serbest bırakılmasına rıza gösterebilmektedir. İşte MHP! Nerede şehitler; nerede Allah ve millet uğruna mücadele eden ülkücüler!

8 tutuklu terörist vekili kurtarabilmek için özel yasa çıkarma aşamasında olan TBMM, terörle mücadeleyi sonlandırmış, umutları bitirerek hakkı ve adaleti lağvetmiştir. Artık güvenlik güçlerimizin geriye dul ve yetim bırakmalarına değecek bir kıymet kalmamış, kararlılıkla teröristleri yargılayan savcı ve hâkimlerinde motivasyonları kaybolmuştur.

Kişiye özel yaptıkları değişikliklerle yasalara olan inanç ve güveni yitirten TBMM, CMK’nın 100. maddesine “milletvekilleri hakkında tutuklamaya ve tutukluluğun devamına karar verilemez” hükmüyle, millete açık bir mesaj iletmiştir. Milletin seçtiği vekillerin sıradan temsilci olmayıp dokunulmaz “tanrı” olduklarıdır. Böylece seçimlerde Allah’a ortak koşulan tanrılar seçildiğinden lehlerine her türlü yasa çıkabilmektedir…

Artık Genelkurmay’a da tutuklu emekli ve muvazzaf subaylarına sahip çıkma hakkı doğmuş, terör suçundan yargılanan milletvekillerine ayrıcalık tanındığı gibi kendilerine de tanınması meşruluk kazanmıştır. Ya diğer suçlular! Eğer seçtikleri vekilleri birer tanrı kabulleniyorlar ise sessiz kalsınlar; şayet kendileri gibi birer insan olduklarını ve eşit bir hukukla yargılanmalarını kabul ediyorlar ise, ciddi bir tepki ortaya koyarak, çıkarılacak yasaya karşı mücadele etmelidirler.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet 6

Ey iman edenler! Kendilerini halka ve yargıya karşı dokunulmaz kılan ve insanlar arasına sınıf koyarak tanrılaşan TBMM’ni reddedin, adaletle hükmetmemesinin getirdiği ayırımcılık ve nankörlüğünden dolayı tanımayın!

27 Nisan 2012 Cuma

Putperest CHP’lilerle evlenmeyiniz!

Allah’tan başkasını kendine Rab; elçisini de önder ve rehber edinenlerin tamamı gizli ya da aleni putperest olduklarından herhangi bir Müslüman’ın onlarla evlenmeleri haramdır.


“İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar cehenneme çağırır. Allah ise, izni ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanlara açıklar.” Bakara 221

Putperestlik, sanıldığı gibi dini bir ritüelle sadece nesnelere ve görüntülere tapınmanın yanı sıra fikri tapım içeren bir uygulama ve anlayıştır. Kişinin idolleştirdiği varlığa olan inancı, doğrudan putperestliktir.

Her ne kadar Allah’a inandıklarını iddia etseler de, idolleriyle bilinçli ya da bilinçsiz çok tanrıcılık yani paganizm etkisi altındadırlar. Kimileri, Yaratıcı Allah’ın ruhsal oluşundan mutmain olmayıp kendilerince güç ve kudret sahibi gördükleri fiziki varlıkları yücelik veya ululukla özdeşleştirmekte, dolayısıyla Allah’tan daha çok anarak, güvenerek, severek ve dayanarak kurtarıcı addetmektedirler.

Örneğin ilkeleri, kuralları ve idolleri olan Kemalizm, semavi olmayan bir din olup, içlerinde Allah’a tek başına inananlar olsa da tamamı putperesttir. Çünkü Kemalistlerin ulu önderi, kurtarıcısı ve abideleri Atatürk’tür.

Hıristiyanların Hz. İsa’yı tanrısallaştırıp Rab edinmeleri; Yahudilerin İşaya’yı; Şii, Caferi ve Alevilerin de Hz. Ali’yi Allah’a ortak koşan imanları, doğrudan putperestliktir.

Ateistler ise benliklerini ve akıllarını tanrı edinmelerinden ya kendilerine ya da aynı düşüncede olan güçlü ve kudretli akıllara tapan putperesttirler.

Irkçılar, ulusalcılar, milliyetçiler veya asabiyetçiler; ulusal değerleri vahyi değerlerin üstünde tutan, ulusal bağlılığın vahyi değerlere bağlılıktan ve ulusal çıkarların vahyi çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren anlayışlarından dolayı putperesttirler. Vahyi dışlarcasına kendi ırkını diğer tüm ırklardan üstün görerek sevip yüceltirler. Kur’an’da bahsedilen millet kavramı, tıpkı aileler misali farklı toplumları dile getirmek için kullanılmıştır. Allah dileseydi tek ırk yaratacağı gibi tüm insanları da bir tek millet yapabilirdi.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V), söz ve davranışlarıyla hayatı boyunca ulusçu anlayış ve davranışları, cahili yönelişler olduğunu vurgulayarak mahkûm etmiş; özellikle belli bir ulusa mensubiyetin üstünlük nedeni sayılmasını, insan ve toplum hayatında belirleyici ilke olarak kabul edilmesini şiddetle reddetmişti. Veda Hutbesinde: "Ey insanlar! Biliniz ki, Rabb'iniz birdir; biliniz ki, babanız da birdir. Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da Arap üzerine; aynı şekilde hiçbir siyahinin siyah olmayan, hiç bir siyah olmayanın da siyah olan üzerine üstünlüğü yoktur. Takva ile olan üstünlük müstesna!"


Dolayısıyla CHP anlayışı gibi MHP ve BDP’de ırklarını yücelten ulusalcı bağlılıklarından ötürü İslam dışı putperesttirler. İçlerinden Allah’a, Resulü’ne ve İslam’a inananların imanları hiçbir anlam ifade etmemektedir.

"İnsanları bir asabiyet için toplanmaya çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir. Bu ölüm cahiliye ölümüdür." Hz. Muhammed (S.A.V)

Aşk, bir tapınmadır. Tutku ve bağlılık düzeyinde sevme olayı olarak nitelendirilen aşk, aklı ve duyguları yönetememe durumundan ötürü yaratıcı Allah’tan başkasına duyulması doğrudan putperestliğe götürür. Faninin ölümünden sonra dahi hissedilen o sevgi ve bağlılık, putperestliğin ta kendisidir.

Bu sebeple Allah’a denk ya da Allah’tan daha çok duyulan sevgi ve bağlılık, sözde Allah ve Resulüne iman eden Müslümanları da putperestleştirmekte, dolayısıyla gizli bir şirke neden olmaktadır.

“İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” Bakara 165

Allah, Kur’an’ı Kerim’de insanları kâfir, münafık ve Müslüman olarak sınıflandırmış, açık bir dille dost yahut düşman olarak ayırmıştır. Böylece düşmanın dost edinilemeyeceğini buyurarak, gelecek nesiller adına evlilik gibi bir bağla birleşmelerini yasaklamıştır.

CHP, zaten inanmadığı Kur’an’daki hükümleri yok farz ederek; Türkiye’de Müslümanların ikiye ayrıldığını ve Başbakan Erdoğan’dan önce ve sonraki Müslümanlar gibi sapık bir fikirle gerçekte neye iman ettiklerini kanıtlamaktadır. Putperestliklerini perdeleyebilmek için Müslüman görünebilme çabaları kimi cahil yığınları etkilese de, ayetlerde ki gerçeği değiştirmeye yeterli olmamaktadır. Öze değil söze odaklı insanlarımız putperest CHP’yi analiz edemeyip asıl hedeflerini kestiremediklerinden, Firavun misali “ben de iman ettim, Müslümanlardanım” açıklamalarına rağbet ederek, Lawrence’i tehlikeyi muhakeme edememektedirler. Firavun tam öleceği sırada, CHP ise ölümünü oy ile kurtarabilmek için imana sarılmıştır.

Müslümanlığın ne olduğunu Allah, elçisi Hz. Muhammed (S.A.V) aracılığıyla tüm insanlığa bildirmiş, dolayısıyla ne Başbakan Erdoğan ne de CHP, Müslümanlığı tarifle yetkili değillerdir. Ayet ve hadisler, imana sıcak kalplerin anahtarıdırlar…

CHP, tartışmasız putperesttir, İslam ve Müslüman düşmanıdır. Bilvasıta herhangi bir CHP’li ile gerçekleştirilen evlilikler, Allah nazarında gayrimeşrudur.

Allah ve Resulüne imanın olmadığı bir vicdandan; memlekete ve insanlığa faydalı bir nesil beklenemez. Bu sebeple tumturaklı iman edip Allah ve Resulünün hükümlerine boyun eğmiş müminler, putperest münafık ve kâfirlerle evlenerek soylarını mundarlaştırmamalı, İslam’ı ve insanlığı tehdit eden geleceği karartmamalıdırlar.

İman ettikleri iddiasında bulunanların mümin mi, yoksa gizli veya aşikâr putperestler mi olduğunu Tevbe Süresi 24. Ayet bildirmektedir. Dolayısıyla sevgi ve itaatte sınırı aşan insanların birbirlerine olan güven ve bağlılıkları Allah’ınkinden daha yoğun olması, Yaratıcı’ya değil yaratıklara taptıklarını ortaya koymaktadır.

Bir bakın bakalım, gerçekten iman etmiş misiniz?

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” Tevbe. 24

Putperest CHP’lilerle evlenmeyiniz!

23 Nisan 2012 Pazartesi

Dokunulmazlık sağlanan teröristten…

İnsani bir erdemlik beklenebilinir mi?


Pkk vekillerinin güya siyaset adına meclise girmeleriyle elde ettikleri imtiyaz sayesinde; geriye birçok dul ve yetim bırakarak halkının mal ve can güvenliğini sağlayan asker ve polisleri acımasız katleden teröristleri açıkça destekleyip hakaret ederek tokatlayabilmeleri; sözde Kürt ırkı adına meydan okuyup tehditler savurmaları; büyükşehirlerde çalışma imkânı varken Van gibi terör tehdidi altındaki bir ilin halkına faydalı olabilmek maksadıyla canını hiçe sayarak gönüllü gitmek suretiyle bir barınak bulana dek 76 gün minibüste yatıp kalkan Oguz Eroğlu adındaki şerefli bir doktora Özdal Üçer adlı şerefsiz bir terörist vekilin dayak atmasının hesabı geçiştirilmemelidir.

Önce kendini Vanlıların sağlık ve sıhhatlerine adamış halkın hesap sorması, sonra da millet meclisinin o şerefsizin dokunulmazlığını kaldırarak yargılanmasına izin vermesi kaçınılamayacak bir yükümlülüktür. Eğer TBMM, milletin değil de teröristlerin ve suçluların meclisi ise, bugüne kadar olduğu gibi o şerefsizin de yargılanmasına kalkan olacaktır. Aksi takdir de hain ve nankör yaftasından kurtulamayacaklar, hem Tük hem de Kürt kökenli insanların sevgi ve güveninden mahrum olacaklardır.

Özdal Üçer’ın vekil olması; terörist bir cani ve şerefsiz bir ahlaksız olmasını perdeleyebilir mi? Dini ve insani değerleri yüksek Van’ın, Özdal Üçer gibi bir şerefsizce temsil ediliyor olması, şüphesiz adlarına kahredici bir utançtır.

Ey Vanlı kardeşlerim! Bakın terörist vekilinize dövdürdüğünüz ve hesabını sormakta imtina ettiğiniz Dr. Oğuz Eroğlu ne diyor…

“Van'a gönüllü gittim, orada çok iyi arkadaşlıklarım, dostluklarım oldu. O yörenin insanını seviyorum. Yerel seçimler öncesi Van'da çıkan olaylar nedeniyle sokakta yaralanan BDP'li göstericilere izinli olmama rağmen gördüğümde ilk müdahaleyi yaparak hastaneye kaldırdım. O olaylardan sonra onlarla da iyi ilişkilerim her zaman devam etti. Hastaları olduğu zaman hep bana getirirlerdi. İddia ediyorum bana saldıran ve sonra da ayrımcılıkla suçlayan milletvekilinden fazla arkadaşım, dostum, sevenim var.“

Eğer BDP’nin ve şerefsiz Özdal Üçer’in kulu değil de vicdanı olan insanlarsanız, adaletle şahitlik edin ve kendini sizlere adamış doktorunuzun hesabını sorun!

O şerefsiz kimdir ki, kendisini tanımayan doktora öfkelenip yanındaki teröristlerden güç alarak dövebiliyor? Asıl amacı, Kürt kökenli insanlarımızı provoke edip, Türk kamu görevlisi doktorların dahi kendilerine hasım oldukları imajını yaymaktır. Memleket ve ailelerinden binlerce kilometre uzaklıkta sağlık hizmeti vermeye çalışan doktorları dahi iğrenç emellerine basamak yapan teröristler, ne kadar çabalasalar da kardeşleri birbirlerine düşman edemeyeceklerdir.

Eğer söz konusu doktor, kökeninden dolayı o şerefsizin eşi ve kızıyla ilgilenmemiş ise, Van’ın neredeyse tamamı Kürt kökenli değil mi? Van’a gönüllü giden şerefli o doktor, böylesi insanlık dışı bir ayırımcı ise, neden Van’da görev yapmak istesin ve hizmet aşkıyla aylarca minibüste yatıp kalksın?

BDP’den, o şerefsiz vekilinin ihracını bekleyenler, acımasız teröristlerin fıtratlarını bilmemelerindendir. Ki, bu kışkırtıcı eylem, kuvvetle muhtemel BDP’ce hazırlanmış bir plandır.

Geçen dönem Fevzi İşbaşaran adlı bir Ak Parti milletvekili, tıpkı BDP vekilleri gibi dokunulmazlığına sığınarak görev başındaki polislere hakaret ve tehditler savurmuş, kendini milletine adamış Başbakan Erdoğan’da o azgını derhal partisinden ihraç etmişti. İşte millete karşı olan duyarlılık budur!

Vekil oldular diye kendilerini tanrı zanneden sefiller, kendilerini seçen vatandaş tokat atsa dahi mütevazılıklerini bırakmayarak sabır göstermeliler, ne kadar alçaldıkça o kadar yükselebileceklerini idrak etmelilerdir. Ancak şeytanın lanetlenmesine sebep olan benlikleri, imtiyazları geçicide olsa tanrıymışçasına böbürlenmelerine ve insanları kul görmelerine neden olmaktadır. Bu sebeple kendilerine “kim olduğu” sorulunca, saldırarak tokatlamaya hatta öldürmeye kalkışırlar. Kimin haddine, vekilin tanınmaması, üstelik kim olduğunu sorma cesareti!

BDP’li terörist vekillerin dokunulmazlıklarına aldırış etmeyerek bilmukabele de bulunan polisleri tebrik ediyor, duyacakları herhangi bir endişenin, onurlarını yitirmelerine fırsat vermemesini temenni ediyorum.

“Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir. Onları zillet kaplayacaktır. Onları Allah'a karşı koruyacak hiç kimse yoktur. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” Yunus 27

21 Nisan 2012 Cumartesi

20 Nisan 2012 Cuma

Asıl sorun, “o kadına” kılınan cenaze namazı…

Ceza ve azap için cehennemin yeteceği “o kadın” hakkında her ne kadar yorum yapmayı gereksiz bulmuşsam da, cennetsi padişahımız Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerine attığı iftiralar sonunda cehenneme gark olan “o kadına”, kimi okuyucularımın ısrarı üzerine kıldırılan cenaze namazı ve İslam karşıtı bir avuç yığının gösterdiği alaka ile ilgili birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. Azılı İslam ve Müslüman Halk düşmanı Mehmet Emin Karamehmet’in ecdadımızı alçakça karalayan diziyi yayınlaması akabinde görevi üstlenen diğer düşman Ferit Şahenk’in de sonu, şüphesiz “o kadından” farksız olmayacaktır.

Ecdat düşmanı ateist rejimin fışkırttığı ürünlerin İslami hükümlere göre kılınan cenaze namazlarının ayetlere bir başkaldırı olduğuna vakıf Diyanet’in ısrarındaki sebep; “inanmasanız da İslami esaslara göre gömülmeye mahkûmsunuz” kısası olduğunu düşünüyor, dolayısıyla Müslüman bir ülkede başka bir yöntemle gömülmeye izin verilmek istenmediği olarak yorumluyorum. Yoksa Diyanet’in apaçık ayete karşı gelebilmesi mümkün müdür?

Ancak sağlıklarındayken İslam’a inanmayıp aşağılayanların cesetlerini İslami usullere terk etmeleri, takdir edilir ki ne kadar ilkesiz ve sefil olduklarını kanıtlamaktadır. Ölmeden önce açıkça İslami bir tören istemediklerini ve hayvan misali gömülmelerini vasiyet etmeyerek karşı oldukları dinin törenine tutsak olmaları, nasıl birer “hiç” olduklarını ortaya koymaktadır. Muhakkak cenaze namazı kıldıran görevlilerin de vebali unutulmamalıdır.

Şüphesiz Allah’ın saptırıp lanetleyerek rüsvay ettiği “o kadın” gibileri doğru yola iletmek mümkün değilse de, insan yerine konulup rahmetle anılmaları ve cesetlerine saygı duyulmaları cehennemsi bir sondur.

Allah’ın açıkça lanetlediği bir kâfir veya münafığa rahmet okunabilir mi? Sözde yapılan duaların bir değeri olabilir mi? Peygamber Hz. İbrahim’in iman etmemiş babası için Allah’a yakararak af ve mağfiret dilemesi karşısında Allah’ın; ”Bana iman etmemiş bir kâfir için nasıl duada bulunabilirsin” uyarısını dahi kavrayamamış yığınlar, “o kadına” faydalı olabileceklerini mi sanıyorlar? Allah ve Resul düşmanına saygı gösterenlerde aynı akıbete uğrayacak ve “o kadının” yanında yer alacaklardır.

Vahiyden bihaber kimi şapşallar, belki son nefesinde pişman olup tövbe etmiştir düşüncesiyle kişinin kâfir ya da münafık olarak öldüğünün bilinemeyeceği, belki cennete girebileceği hezeyanında bulunurlar. Oysa Allah, Yunus Süresi 90 ve 91. Ayetlerde Firavun’un Nil Nehrinde tam boğulacağı sırada; “Gerçekten, ‘İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım’ dedi.” Allah’ta; “Şimdi mi (iman ettin)! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun” buyurmuştu. Dolayısıyla son nefeste yapılan tövbenin hiçbir kıymeti olmadığı açıkça belirtilmektedir.

Ayrıca azılı namaz düşmanı İsrailli Çevik Bir’in gözaltına alınmasıyla polis merkezinde namaz kılıp dua etmesi, Firavunun tövbesinden farklı mıdır? Allah’ın vereceği cezadan değil de beşerin vereceğinden korkarak sözde Allah’tan mağfiret dileyen Çevik Bir gibi Lawrence’ler, yeryüzünün güvenilmez en korkunç ve tehlikeli yaratıklarıdır. Görevindeyken İslam’ım diyen halkına dehşet saçtırıp namaz kılan ordu mensuplarını ihraç eden zalim, tutuklanmamak için namazla insanları kandırabileceğini sanması, ne kadar ahmak bir pespaye olduğunu kanıtlamaktadır.

“o kadın”, iftira, saldırı ve küfrüyle her he kadar cehennemlik olmuşsa da, geri kalan gözü yaşlı sevenlerinin ve destekçilerinin akıbetlerin ne olacağını ifade etmeyi tebliği bir görev addediyorum. Başta Sezen Aksu adlı kadın olmak üzere tüm sevenlerinin merak etmemelerini, ecelleri geldikleri gün “o kadın” ile aynı acıyı paylaşacaklarını müjdelerim.

Peygamberimiz hadisi şeriflerinde; “Cehennemin ağzından atılan büyük bir taş, yetmiş sene düşer, yine de dibine ulaşamaz'' buyurmaktadır.

''Kudret ve idaresi ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, cehennemin dibi o kadar derin ki, şayet yavruları ile birlikte semiz deve ağırlığındaki bir taş cehennemin ağzından düşse, dibine ancak yetmiş senede ulaşır.'' Hz. Muhammed (S.A.V)

Allah, Meryem Süresi 59. Ayet ve Furkan Süresi 68. Ayetlerde Gayy ve Esam kuyularından söz ederek, “o kadın” ve dostları gibilerinin oraya atılacağını buyurmaktadır.

Peygamberimize; “Ya Allah’ın Resulü! Gayy ve Esam nedir” diye sormuşlar.

Peygamber Efendimiz cevaben; “Cehennemde iki kuyudur. Oralara cehennem ehlinin yanık derilerinin suları akar. Orada deveboyunları gibi kalın yılanlar ve Habeşistan katırları gibi akrepler vardır. Eğer ateş ehlinden biri oraya düşse, ortaya çıkar ve onu ısırırlar. Bunun şiddetinden ve onlardan kurtulmak için ateşe sığınır.”

Başka bir hadislerinde;

“Cehennemdeki büyük kuyunun içinde, ‘hevvam ve buht’ gibi yılanlar vardır. Ateş ehli ateşten o yılanlara sığınırlar. Bunun üzerine yılanlar, onları saçlarından ve ağızlarından yakalar, ayaklarına kadar onları yüzerler.”

“Sen biliyor musun sekar nedir? Hem (bütün bedeni helak edip hiçbir şey) bırakmaz, hem (eski hale getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez o.” Müddessir 27-28

“Şüphesiz ayetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hâkimdir.” Nisa 56

“Şu iki grup (kâfir ve münafıklar), Rableri hakkında çelişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla, karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Izdıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve: ‘Tadın bu yakıcı azabı!’ (denilir).” Hac 19-22

“Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Suçluları işte böyle cezalandırırız!” A’raf 40

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyame 36

16 Nisan 2012 Pazartesi

Vay namussuz vay!

İsrail gibi terörist bir devlet adına darbe yapan Çevik Bir adlı hain bir namussuza dünyanın herhangi bir yerinde şahit olabilmek mümkün müdür?

28 Şubat darbesiyle ilgili 2002 yılında Amerika’da yayınlanan “Middle East Quarterly” adlı dergideki makalesinde; “Koltuklarımızda öylece oturarak ülkenin yüzünü İslam’a dönmesini, Türk-İsrail askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izleyemezdik. Erbakan’ın Başbakanlığı ile İsrail menfaatlerinin tehlikeye girmesinden dolayı gerekli müdahaleyle bunu bertaraf ettik” itirafında bulunmuş olduğu halde, bugüne kadar hakkında “ihanetten” tek bir soruşturma açılmaması, şüphesiz İsrail müstemlekesi olduğumuza açık bir işaretti.

Barbar İsrail’in Müslüman Filistin Halkını istilası gibi 28 Şubat darbesi de, İsrail çıkarları adına Müslüman Türk milletinin işgalidir.

Bu, öylesine bir ihanettir ki, 12 Eylül dâhil tarihimizde meydana gelmiş tüm darbeleri arka plana iterek, dünyaya hükmetmiş Türk milletinin terörist İsrail’e diz çöktürülmesidir.

28 Şubat, asla klasik bir askeri müdahale olarak görülmemeli, laiklik ve irtica gerekçelerinin doğrudan İsrail menfaatleri adına bir manipülasyon olduğu, böylece İsrail haydudunun Türkiye’ye meydan okuma cesaretini nereden aldığını ortaya koyan bir ihanettir.

Türk milletinin ordusu İsrail’in emrine girmiş ise; gemisine saldırmasına, vatandaşlarını katletmesine, tehdit etmesine, pkk’yı desteklemesine, mazlum Filistin Halkını biçmeye devam etmesine mani olunabilir mi? Bu durumda hükümetin İsrail’e karşı askeri bir yaptırımı olası mıdır?

Pkk teröristleriyle yapılan mücadelelerde askerlerimizin tuzağa düşürülmesi, kahpece şehit ettirilmesi, teröristlere bilgi aktarılması, korunup kollanması deşifre edilmedi mi? Şüphesiz İsrail emrindeki hain komutanlar, pkk’yı sahiplenmeyeceklerdi de emre mi karşı çıkacaklardı? Milletin seçtiği Başbakan Erbakan’a “pezevenk” diyebilecek kadar İsrail adına yapmayacak canilikleri olmayacağını kanıtlayan alçaklara müsamaha gösterilebilir mi?

Eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, terörist olma gerekçesiyle tutuklanması akabinde; ''Türkiye Cumhuriyeti'nin 26. Genelkurmay Başkanı, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten tutuklandı. Takdir yüce Türk milletinindir'' açıklamasına karşı, Türkiye Cumhuriyetin 22. Dönem Genelkurmay 2. Başkanının “İsrail çıkarlarına adına darbe yaptım” itirafı, demek ki Genelkurmay Başkanın da, Süleyman Demirel gibi bir Cumhurbaşkanın da, Mesut Yılmaz gibi bir Başbakanın da terörist veya hain olabileceği delillerle belgelemiştir. Belki suçluları gözeten hukuki yorumlarla kurtulabilirler ama vicdanlardan asla kaçamazlar. Bu sebeple savcı ve hâkimler, doğrudan milletin vicdanına yönelik yargılarını yapmalıdırlar.

22.07.2010 tarihindeki “Org. Başbuğ’u yargılayabilecek cesur bir yargıç yok mu?“ başlıklı yazıma istinaden Genelkurmay Başkanlığının 10.08.2010 gün ve 90024013 sayılı yazıları ile “internet yoluyla kamu görevlisine görevden dolayı alenen hakaret” suçuyla aleyhime yaptığı savcılık başvurusuyla sindirebileceklerini düşünmüşler ama değil hapis, idam etseler dahi asla geri adım atmayacağım muhakkaktı. Layık bir komutana hakaretle değil saygıyla yaklaşırım. Ama onlar, dıştan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kamu görevlileri görünse de, içten İsrail Devletinin kamu görevlileridir.

Haksızlıklar karşısında susup dilsiz şeytan olmak yerine, onurluca bin kere ölmeye razıyım. Daha sonra Org. Başbuğ’un bir terörist ve İsrail’in çıkarları adına görev yapan bir hain olduğu delillerle ortaya çıkmış, özlemle beklediğim o cesur savcı ve hâkimler, millet adına ihanete el koymuşlardır.

Unutulmamalıdır ki cesaret cennete, korkaklık cehenneme sürükler…

Özel Yetkili Mahkemeler, millet lehine bir kurtuluştur. Ancak millet düşmanı haçlı zihniyet, adaleti tesis etmeye çalışan Özel Yetkili Mahkemeleri, hain emellerine kalkan oluşundan demokrasi dışı bahanesiyle ısrarla kaldırılmalarını istemektedirler. Hatırlarsanız aynı zihniyet, halkın huzur ve güvenliğini sağlayan Mobesa kameralarına da karşı çıkmış, kişi hürriyetini ihlal ettiği iddiasıyla kaldırılmalarını talep etmişlerdi. İhanetsi faaliyetlerinin izleneceği endişesiyle telefon dinlemelerine dahi ateş püsküren hainler; dürüst ve millet yararına olsaydılar; korkaklar mıydı?

Bunlar, şeytanın pabucunu dahi dama atan öyle maskelidirler ki, bugün Kutlu Doğum Haftasında yüce Peygamberimize methiyeler düzen CHP Genel Başkanı, daha dün 4+4+4 eğitim sisteminde Hz. Muhammed (S.A.V)’in hayatı ve Kur’an’ı Kerim’in öğretilmesine karşı çıkarak, meclis ve komisyon kürsülerini işgal, mitingler ve beyanatlarıyla halkı provoke etmişlerdi. İsrail yanlısı 28 Şubat darbesinin namlı işbirlikçileri, CHP’den milletvekili değil midir?

Nasıl olsa bu millet, muhakeme yetisi bulunmayan aptaldır. Çağdaş, bilimsel ve özgürlük tabanlı propagandalarla etkiler, değil dinlerine ve vatanlarına karşı, ana ve babalarına karşı dahi düşman ederiz. Dolayısıyla açıkça itiraf ettikleri üzere; istedikleri zaman istedikleri gibi toplumu yönlendirebileceklerini zannetmesinler. Artık o aptal sandıkları halk, kendilerinden çok daha basiretli ve akıllıdırlar…

Ey kendini milletine ve adalete adamış yargıçlar! Ey kendini Allah’a ve vatanına adamış hükümet! Ey kendini şehitlere adamış Mehmetçikler! Ey kendini namus ve dinine adamış milletim!

Ecdadınız, yaşadığınız vatan için çok kuvvetli düşmanlar karşısında zerre kadar fütur duymadan mukaddesleriniz adına şehit düşmüşlerdi. Tarihin eşsiz kahramanları olarak şan ve şerefle savaşmış, cihandaki kötüleri tir tir titreterek kimseye boyun eğmemiş, daima din ve namus borçlarını kanlarıyla ödemişlerdi. Barbarların topraklarına ayak bastıklarında gök gürler ve yer yerinden oynardı. En ağır saldırılar ve işkenceler karşısında bile düşmanlarla işbirliği yapmamış, bağımsızlıklarını etiketlendirmemiş ve ihanete meyletmemişlerdi.

İşte biz, o kahramanların varisleriyiz. Her ne kadar zihinlerimiz iğfal edilerek kimi hainlerin tuzaklarına düşmek suretiyle din, namus ve birlikteliğimize sırt çevirmiş isek de, vakit geç değil! Özümüz çok sağlam olmasından yeniden dirilebiliriz. Haksızlık karşısında susmayıp ana ve babamızın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik eder, suçluları hak ettikleri cezalara mahkûm edebilirsek; Allah’ın izniyle yeniden göğü gürletebilir, yeri yerinden oynatabiliriz. İnsanlık düşmanlarına elem ve korku yayıp, dünyadaki haksızlıklara son verebiliriz. Kimsenin artıklarına muhtaç olmaz, vahşetleri izlemez ve sömürgecilerin iştahlarını kapatabiliriz.

Ancak önce kendimizden başlamalıyız…

Şeref ve gücümüz TSK’ni İsrail hegemonyası altına sokarak bağımsızlığımıza darbe indiren namussuz hainlerden çok ciddi hesap sormalıyız. Özellikle Çevik Bir denen haini beslemek yerine şerefsiz yaftasıyla asmalıyız. Terörist İsrail adına darbe yaptığını böbürlenerek açıklayabilen bir mahlûk insan değildir ve insan gibi muamele görmemelidir. Azılı cani Apo’yu bile geride bıraktıran ihanetini hiçbir vicdan affedemez. İsrail adına darbe yapan, hazineden kaybolan yüz milyarlarca doları İsrail’e peşkeş çeken, Mehmetçik Vakfı adına topladığı yüzmilyarları İsrail çıkarlarına aktaran Çevik Bir, tarihimizin en habis felaketidir.

İsrail’in devletimize karşı cüretkârlığına ve milletimizi aşağılamasına güç veren TSK’da etkin İsrail ajanlarını temizlemek, öncelikli birinci vazifemiz olmalıdır. İsrail’e haddini bildirecek TSK’yı oluşturamazsak, ne bölgenin güvenliği sağlanabilir, ne zulüm bitirilebilir, ne insanlık yeşerebilir, ne de tehditten kurtulabiliriz. Hükümet, millet ve yargının desteğiyle Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’in gereğini yapacağına şüphem yoktur.

Masonik faaliyetlerin İsrail çıkarını koruduğu herkesin malumudur. Eski Cumhurbaşkanı ve 28 Şubat’ın odağı Süleyman Demirel’in masonluğu, Çevik Bir ve hain arkadaşlarına cesaret katarak elbirliğiyle Erbakan Hükümetine ve Müslüman Halka savaş açmışlar; baskı, şantaj ve tehditleriyle milletimizi esir almışlardı. Kimin adına? İtirafları, İsrail adına olduğunu belgelemiştir.

Nasıl olurda halkın güvencesi olan bir ordunun üst düzey komutanları İsrail adına hükümet ve milletine isyan edebilir? 28 Şubat’ın doğurduğu Ergenekon ve Balyoz terör örgütlerini yapılandıranların TSK komutanları olabilmesi, İsrail’in işgal gücü değil de nedir? Genelkurmay millet egemenliğinde değil mi ki, ihanet etmiş suçlu komutanlarına sahip çıkabiliyor?

Alçaksı ihanetlerini eleştirenlere sindirme maksatlı hakaret davaları açarak aklanabileceklerini sananlar bilmelidirler ki, karşılarında öyle bir millet vardır ki, dinlerinden ve ecdatlarından aldığı güçle ölmekten korkmuyorlar da hapsedilmekten mi sakınacaklar? Cephelerde şehit düşenler bu milletin evlatları değil midir?

“Bir sürünün üzerine atılacak kurt, onun sayısını düşünmez.” III. Aleksander

“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” Ta-Ha 46

13 Nisan 2012 Cuma

Demek ki korkulacak gibi değillermiş…

TSK gibi şahadet doğuran şerefli bir gücün komutanları olma şükrünü eda edeceklerine Peygambere karşı savaş açarak düştükleri zillet, gerçekte nasıl birer hiç olduklarını kanıtlamış, dağları yaratmışçasına böbürlendikleri cesaretlerinin ulumaktan ibaret olduğu hakirlikleriyle anlaşılmıştır. Yaptıklarının haklılığını ikrar edip dürüstçe savunma yerine, gözaltı ve tutuklanma akabinde alacakları ceza endişesiyle inkâra kalkışmaları, birbirlerini suçlamaları ve hastanelere sığınmaları gibi birçok rezillikleri, herhangi bir savaş sırasında zarar görmemek adına vatanı dahi teslim edebileceklerine açık bir işarettir. Zaten savaştaki acıyı tatmadan putperestlikleriyle sahip oldukları unvanları kendilerini rahata alıştırmadı mı?

Milleti kıydırmak istedikleri vatan evlatlarının arkalarına siperlenerek gürlemeleri, TSK ve şehitler adına bir utanç vesilesidir. Asla taşıdıkları rütbelerin liyakatinde olmayan hainler, sanki Peygamber Ocağına yeni gelmiş bir ere komutanlık payesi verilmesiyle ortalığı kasıp kavurması misali çıkardıkları fırtınanın altından nasıl kaçarak kurtulacakları arayışındadırlar. Bir yazarın ancak “onbaşı” olurlar tespitine, ben “er” dahi olamazlar diyorum.

Yurt dışına kaçan Tümgeneral Mustafa Bakırcı gibi bir komutana şerefli denebilinir mi? Demek ki bir savaş sırasında da düşmanların safına geçmekte hiçbir tereddüt duymayacağı aşikâr olup, şayet İstiklal mücadelelerin de ordumuza bu hainler komutanlık yapmış olsalardı, mutlaka mağlup olacağımıza şüphe yoktu.

Maalesef iman etmeyip halka düşman hainlerin komutasındaki TSK gibi gücü ve cesareti dünyaca kanıtlanmış bir ordunun böylesi sefillerce idare edilmiş olması, herhangi bir savaşa katılmamamız adına bir rahmetti.

Omuzlarındaki rütbelere güvenerek Müslüman Halk’a ve dini İslam’a meydan okuyup tehditler savuran muhakemeden yoksun hastaların, bir gün milletin iktidara geleceğini düşünemeyerek, milletin ordusuyla milleti esir etmeye devam edebilecekleri hezeyanları, akıl ve duygularının insani olmadığını da kanıtlamaktadır. Halk iktidarının kendilerini dumura uğratan iradeden kurtulabilmeleri mümkün değildir.

Ne var ki onları ciddiye alarak direnişte bulunamayan siyasiler, gazeteciler ve din karşıtı sivil toplum örgütleri, onlar kadar millete ihanet etmiş, huzuru doğramaları yanında ülkeye 100 milyarlarca dolarlık ziyan vermişlerdi.

Şehid olabilmek maksadıyla dinleri uğruna canlarını veren askerimiz, din düşmanı ateistlerin emrine asla itaat etmez ve başka ülkelerin askerleri gibi silah doğrultmaz. Askere kardeşini, dostunu, ana ve babasını öldürterek patlattıkları şampanya ile zevke erişeceklerini hesap etmelerinden daha korkunç ne olabilir? Önemli olan komutanın ırkı ve dini değil, görevine sadakat, milletine ve seçtiği hükümetine bağlılığıdır.

Eğer yaptıkları isyanlar milletin yararına ve demokrasi için ise, neden mertçe arkasında duramıyorlar ve o gün ki gibi sahiplenemiyorlar?

28 Şubat sürecinde seminer verdikleri onca hâkim ve savcıların karşısında gürlüyorlardı da, neden şimdi hâkim ve savcıların karşısında sokak dilencilerine dönüştüler?

28 Şubat, Ergenekon ve Balyoz darbecilerinin hallerine şahit oldukça, şehit üreten yiğit TSK adına hicap duyuyorum. En azından TSK’ya ve geriye gözü yaşlı yakınlarını bırakan şehitlere saygı gösterip, yaptıkları yasa karşısında suç ise de; dimdik ayakta durup ceza alacakları endişesiyle kıvırmamaları yahut o günkü düşüncelerini aynen savunarak ilkeli davranmalıdırlar. Sonuçta her düşüncenin bir doğrusu yok mudur? Ancak onlar korkaktır ve haindirler! Ahkâm kesmeleri kendi cesaretlerinden değil, doğrudan Mehmetçiğin gücündendir. Ne var ki o Mehmetçiği halkına karşı kışkırtandan daha alçak ve zalim kim olabilir?

Bu korkak sefiller hakkında daha fazla bir açıklamaya gerek duymuyor, onları cesaretlendirip provoke eden siyasi ve gazetecilerin daha ağır bir cezaya çarptırılmalarının adaleti tesis edeceğine inanıyorum.

Eğer yargı, darbelerle ilgili askeri bir sınırlama getirirse, adaletin sağlanabilmesi söz konusu değildir.

28 Şubat darbesinin merkezi noktası CHP ve Süleyman Demirel’di. Gazeteci Uğur Dündar, Emin Çölaşan, Aydın Doğan ve işbirlikçi Mesut Yılmaz gibi taşeron hainler, Batı Çalışma Grubu denen ihanet şebekesinin güdümünde hareket etmişti. Türkiye Cumhuriyeti Devletini alenen yıkmaya çalışan bu ihanet şebekesi, Mesut Yılmaz’a kurdurulan 55.Hükümette de misyonunu sürdürmüştü. Dolayısıyla Mesut Yılmaz’a şerefli denilebilinir mi?

Özellikle mason Süleyman Demirel’in yargılanması önündeki maddi ve manevi tüm bariyerler kaldırılmalı ve mutlaka ihanetten hüküm giymelidir. Bu aziz millete Süleyman Demirel’den daha büyük zarar veren bir başka sömürücü yoktur. Dünyada var olan tüm maskeleri taşıyan Süleyman Demirel, kanımca soyut şeytandan da daha tehlikelidir.

Her isyan oluşumunun arkasında bulunan Süleyman Demirel, iktidarda kalabilmek uğruna çıkaramayacağı fitne ve giremeyeceği bir işbirliği yoktur. Eğer Süleyman Demirel’in Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı mazeret edilerek yargıdan kaçırılırsa, bilinmelidir ki yaşadığı süre zarfında Türkiye’de huzur ve güven olmayacaktır.

Ayrıca medyanın ülkeye verdiği zarar ve milleti birbirine düşman kılma yönündeki kışkırtıcı yayınları, gazeteciye özgürlük gerekçesiyle görmemezlikten gelindiğinden toplumda ne bütünlük ne de ahlak kalmıştır.

Haçlı emelleri taşıyan halk düşmanı gazetecilere millet lehine totaliter kurallar uygulamalı, sözde gazetecilere baskı yapıldığı iddiasında bulunanlara fitne çıkararak terörü nasıl motive ettikleri ortaya konarak, kendi ülkelerindeki gazetecilerle Türkiye’dekilerin karıştırılmaması anlatılmalıdır.

Pkk’yı meşrulaştıran o gazeteciler değil midir? Ülkeyi kaosa sürükleyip darbecilere zemin hazırlayan o gazeteciler değil midir? Milletin dini inançlarıyla alay edip infiale neden olan o gazeteciler değil midir? Ülkedeki huzur ve güveni baltalayan o gazeteciler değil midir? İsyancıların borazanı o gazeteciler değil midir?

Her ne kadar gazetecilik, insanın anlamadığını öğretme sanatı olsa da, Türkiye’deki o gazeteciler yıkım şebekesidir. Dolayısıyla basın hürriyetinin verilemeyeceği o gazetecilere karşı önlem alınmaz ise, bedel ödemeye devam edeceğiz. O gazeteciler diktatördür ve çaplarına göre halkı provoke etmektedirler…

“Herkes için eşitliğe inanıyorum; muhabirler ve fotoğrafçılar hariç.” Mahatma Gandi

10 Nisan 2012 Salı

Neden Demirel değil de Evren ve Şahinkaya?

Cumhuriyet ve demokrasi manipülasyonuyla CHP Diktatörlüğünün Türkiye Cumhuriyetini askeri bir isyanla kurmuş olmasından, özellikle CHP ve MHP’nin 12 Eylül darbesini gayrimeşru addetmeleri; partilerinin kapatılması ve bozguncu siyasetten el çektirilmelerinden başka bir şey değildir. Türkiye Cumhuriyeti, millet iradesinin hâkimiyetine değil de askerin despotizmine teslim edilmemiş miydi? Düne kadar Türkiye, Genelkurmay vesayeti altında değil miydi? Halkın seçtiği Hükümetleri güden generallere ses çıkarılmıyor da, darbe yaptıkları zaman mı suçlanıyorlar? Bugün dahi halkı acımadan tepeleyecek olan tutuklu darbecileri savunan CHP ve MHP değil midir?

CHP’nin askeri güçle yönettiği ülkeyi DP’nin kazanmasıyla hükümetten çekilmesini iktidar zanneden ahmaklar, her şart ve koşulda CHP iktidarsal varlığını seçimle engelleyebilecekleri hezeyanlarından zamanın Başbakanı Adnan Menderes mücadele etmeksizin teslim olmuş ve boynunu darağacında bulmuştu. Oysa isyan edenler Başbakan’ın emrindeki bürokratlar olup, kararlı ve cesur davranılabilseydi 27 Mayıs ihtilalı gerçekleşmez, millet adına başta provokatör İsmet İnönü olmak üzere darbeye kalkışanların tamamı Menderes yerine ipte sallanırlardı. Sonuçta idam edilen Adnan Menderes değil milletin ta kendisiydi.

Adnan Menderes cephe lideri değil salon adamıydı. Devleti yönetmeye aday her siyasetçi, eş, çocuk ve dünya heveslerinden tamamen soyutlanıp kendini halka ve adalete adayarak cephede savaşan bir asker misali vazifesini yerine getirmekle mükelleftir. Halkın yarısından fazlasının oyu ile hükümete gelmiş bir Başbakan, o desteğe rağmen isyancılara teslim olabiliyor ise; o, kendine güvenen milletine ihanet etmiş bir korkaktır. Halkını ardına takarak onurlu bir mücadeleyi başlatamamasının bedelini hem kendine hem de milletine ödetti. Kanının son damlasına kadar mücadele ederek ölmektense, korkarak idam edildiğinden asla şerefli sayılamaz!

Son dönemin Osmanlı Sultanları da baş gösteren aynı isyanlara karşı dik durmamalarından devletlerini kaybetmediler mi? Örneğin Sultan Abdülhamid, Çırağan Sarayında hiçbir şeye karışmayacağını ifade ederek sessizce yaşamını sürdürmesi konusunda pazarlık yapacağına, iktidarının gereği isyancılara karşı âliye milletin ve düzenin menfaati adına mücadele edebilseydi, ne asiler egemen olur ne de Osmanlı Devleti ziyan olurdu. Ancak vahiy karşıtı hümanist duygularının “kardeşkanı dökülmesin, askerlerim kurşun atmasın” acziyeti, dünyaya kök söktürmüş Osmanlı Hanedanlığını rezil rüsva etmesine neden olmuştu. Asinin kardeşkanını düşünmeyip kardeşine karşı düşmanca saldırabilmesine teslim olunabilir mi?

Hak düzene karşı isyan eden öz kardeşin ve baban dahi olsa, kurşun sıkılması meşrudur ve Allah’ın bir emridir. Ki, Peygamberimiz zamanında dahi hak ve adalet uğruna baba oğula, oğul babaya, kardeş kardeşe karşı savaşmamış mıydı? Osmanlı Hanedanlığının çöküşü ve akabinde batışının arkasındaki gerçek; Batının kültür ve yaşamına meylederek, saltanat hevesinin kalplerini sarmış olması, dolayısıyla vahyi ve cesaretlerini yitirmelerindendir. Dolayısıyla batılılaşmış bir Osmanlı Hanedanlığı, pespayeliğin ta kendisidir ve saygı duyulması söz konusu olamaz.

Bugün hesap sorma gerekçesiyle yargılanan 12 Eylül darbesinin ve ortaya çıkardığı felaketlerin tek sorumlusu zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’di. Sadece bürokrat olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sorumlu tutulması, milletin nasıl muhakemeden yoksun olduğunu kanıtlamaktadır. Öyle olmasaydı, kendilerine ihanet ederek onca zulmün müsebbibi Demirel’i tekrar Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına getirirler miydi?

İnsanlar, insan olduğunu anladığı gün muhakeme yetisine kavuşabilirler.

Millete binbir türlü vaatte bulunarak, mal, can ve güven emniyet sözü verip asayiş ve refah adına seçimleri kazanarak iktidar garantisiyle Başbakan olan Süleyman Demirel, ülkeyi kan gölüne çevirip halkı birbirine kıydırmasıyla meydana gelen kaosu önleyebilmek için bürokratları Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarını devreye sokmasının adı bir darbe ise, o darbeyi yapan Süleyman Demirel ve hükümetidir. Komutanlar sadece bir tetikçi misali perde arkasında kendilerine emredilen görevi yapmışlardı…

Hükümetleri ve Cumhurbaşkanlığı boyunca Genelkurmay’ın buruğundan çıkmayıp şapka ve hazır cevap şovu yapan Süleyman Demirel, masonik taktiklerle gerçeği algılatmada usta bir illüzyonist olmuş, böylece vazgeçilmezliğini sürdürerek halkı aptala çevirmişti.

12 Eylül ihtilalı, Başbakan Süleyman Demirel’in bilgisi dâhilinde olduğu, ülkeyi içinde bulunduğu hayati krizden çıkaramaması üzerine ABD ile mutabakata vararak askeri görevlendirdiği konusuna hiç değinmeyeceğim. Madem ülkeye huzur ve güven sağlayacağı vaadiyle halkın desteğini alarak Başbakan olmuş; ülkeyi karışıklığa sürüklemenin, pkk terörünü güçlendirmenin, yıkıcı ayrımcılığın ve çatışmaların, otoriteyi sağlayamayarak emrine bağlı askerin darbe yaparak halkı katlettirmesinin ve mücadelede bulunmayarak hükümetini teslim etmiş olmasının hesabını vermelidir.

Halkından oy alarak Başbakan olmuş bir siyasetçinin onuru, ya mücadele ederek gerekirse görevinin başında ölmek, ya da şerefsizce koltuğunu terk etmektir. Çünkü halk, söz konusu Başbakan’a güvenerek destek çıkmış; baskı, şiddet, işkence, korku, öldürülmek yahut zor şartlarda görevini bırakıp teslim olması için değil! İktidar olunamayacak ise, neden seçimlerle halk aldatılıp akabinde “emrimdeki asker darbe yaptı, ne yapabilirdim” açıklaması, özrünün kabahatinden daha korkunç olduğunu kanıtlamaktadır.

Böylece kendini de mağdur olanlar kervanına katarak, idamlık suçundan kurtulmuştu. Yoksa kendini halkına adamış muktedir bir Başbakanın darbe yaptırması ve iktidarını isyancılara peşkeş çekebilmesi mümkün müdür? Halkının düzenini sağlayamayarak birbirini öldürten bir hükümetin hiçbir şey olmamış gibi sorumluluğundan kaçabilmesini hangi vicdan ve hukukla bağdaşlaştırabiliriz?

Meydanlarda atıp tutarak, tanrısal vaatlerde bulunup böbürlenerek kazanılan iktidar, asıl zor zamanlarda, isyan ve işgale uğradığındaki tavrıyla orantılıdır. Şükürler olsun ki haçlı düşmanlarla bir savaşa girmemişiz. Şüphe olmasın ki Demirel, tek bir mermi atılmadan teslim bayrağını çekerdi.

Bu sebeple 12 Eylül askeri bir darbe değil, Süleyman Demirel Hükümetinin bir darbesidir.
Askerin meclis ve hükümete karşı müdahalesi demokrasi dışı darbe sayılıyor da parti, meclis ve hükümetlerin halka darbesi; nasıl demokrasi kabul edilebiliyor?

Bu dönemde her kim zarar görmüş ve acılara boğulmuş ise, yegâne sorumlusu Süleyman Demirel olup, hesap sorulması gereken tek suçludur. Dolayısıyla mağdur olanlar, 12 Eylül davasının görüldüğü mahkeme kapısına değil, Demirel’in ikamet ettiği Güniz Sokaktaki evinin kapısına dayanmalıdırlar.

Düşünüyorum da, bu kadar ahmak olmamızın nedeni, lanetten başka bir şey olmasa gerek! Demirel, milletin nasıl bir ahmak ve sürü olduğunu; “millet beni tekrar Başbakanlığa ve ardından Cumhurbaşkanlığına getirdiğinden, 12 Eylül darbecileriyle bir hesaplaşmam olmaz” açıklamasında bulunuyor. Bu durumda Evren’e ve Şahinkaya’ya öfkelenmekten ise, kendimizden utanmalı, hatta onur adına harakiri dahi yapabilmeliyiz.

Ki, 12 Eylül öncesindeki ülkenin yaşadığı karışıklık ve iç çatışmalar hafızlarda ise, Kenan Evren ve arkadaşlarının müdahalesinin meşru görülebileceği, ülkeyi mahveden sömürücü siyasi partileri ve meclisi kapatmalarının haksız bulunamayacağı vicdani bir muhasebedir. Aslında kışkırtılmış halktan solcu veya sağcıları idam etmek ya da işkence yapma yerine, başta Süleyman Demirel olmak üzere siyasi parti liderlerin tamamını idam etmeleri yerinde olacaktı. Öyle kaşarlanmışlar ki, sokaktaki vicdanlı bir aile reisi dahi onlardan dahi iyi yönetirdi. "Bir aile ile bir krallığı yönetme arasında pek büyük fark yoktur." Montaigne

Halktan oy alarak parlamentoya yerleşen o siyasi partiler, çıkarları peşinde didişeceklerine halkının kalkınması, bütünlüğü ve güvenliği için çaba sarf etselerdi, ne o kahredici cinayetler işlenir ne de askeri bir müdahale gerçekleşirdi. Onlar halkın temsilcileri değil, bilakis düşmanlarıydı.

Süleyman Demirel’in bir lanetli olduğu, hükümet olduğu her dönemdeki yolsuzluk, kayırıcılık, karışıklık ve darbelerle kanıtlıdır. Hiçbir dönemi yoktur ki, milletimiz refah yüzü görebilmiş olsun…

54. Refahyol Hükümetinde de İslam karşıtı Kemalist komutanlara ve CHP’ye arka çıkmış, dengeyi sağlamakla görevli olduğu Cumhurbaşkanlığı görevini isyancıların arzularına peşkeş çekmişti. Org. Karadayı Başkanlığındaki Genelkurmay, Müslümanlara karşı medya, yargı, üniversite ve sivil toplum örgütlerini kışkırtarak ve tehditlerde bulunarak hükümeti devirtmesi, sözde o çok demokrat Demirel’in desteğiyle gerçekleşmişti. Çünkü bozguncuk, infial, kaos, çete, terör, çatışma ve darbenin olduğu her yerde Demirel mevcuttur.

Ancak her beşer, inancı gereği misyonunu sürdürmekte, diğerleri gibi 28 Şubat’ın tek sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmeddin Erbakan’dı.

Devlet ve millet aleyhindeki tüm oluşumları püskürtmekle görevli Başbakan Erbakan, ürkek ve otoritesizliğinden ötürü mağlup düşmüş, başkaldıran bürokratlarına teslim olmuştu. Öyle ki, Osman Özbek adında uluyan bir General’in ağır hakaretler yağdırıp meydan okumasına sessiz kalmış, görevinden el çektirme bir yana, hakkında ne bir soruşturma ne de bir yargıya gitme cesaretinde bulunabilmişti. Bürokratı tarafından yapılan hakarete sinik kalan bir Başbakan; caydırıcı olabilir, devlet ve milletini savunabilir mi?

Başbakanın emrindeki Genelkurmay Başkanı ile sorun yaşıyor olması ne demek? Ordudakiler dahil halkı temsil eden bir Başbakan’ın emrine amade olması gereken Genelkurmay’a otorite sağlayamamış olmasından daha büyük fecaat ne olabilir? Askere biat etmiş provokatör medyanın fitnesiyle Başbakan Erbakan’ın Org. Karadayı’nın önündeki kahredici duruşu ve arabasının kapısına kadar giderek yolcu edişi, hala gözlerimin önündedir. Böylesi pasif bir Başbakan’ın askere söz geçirebilmesi mümkün olabilir miydi?

Başbakan Erbakan’ın acizliğini fırsat bilen Genelkurmay, tankları sokağa dökerek eliyle hükümeti feshettirmekle kalmayıp, Müslümanlar aleyhine birçok kararlar aldırarak, seçmenlerine ihanet etmişti. Her ne kadar Tansu Çiller ile koalisyonda ise de, bir Başbakan olarak kararlığını ortaya koymalı, kabineye muktedir olması yanında bürokratları üzerinde de etkili olmalıydı.

İşte Başbakan Erdoğan; 27 Nisan Muhtırasını veren Genelkurmay’ı, “sen kimsin, haddi bil” duruşuyla hazır ola geçirmekle kalmamış, tehditlere kulaklarını tıkayarak şantaj mahiyetli istifa eden Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına pirim vermeyip kukla olmadığını kanıtlamıştı. Cesaret ve kararlılığıyla aleyhine hazırlanan onca tertip, kumpas, komplo ve darbe planını püskürterek, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş halk iktidarını yazmıştı. Ancak Başbakan, Recep Tayip Erdoğan değil de Abdullah Gül veya Bülent Arınç olsaydı, 28 Şubat’taki davranışlarından farksız bir teslimiyetle boyun eğip, bir kez daha cuntacıları galip kılmak suretiyle halka ihanet edeceklerine şüphe duyulmamalıdır.

Hata ve yanlışlarından dolayı ne kadar eleştirsem de, Başbakan Erdoğan’ın yiğit duruşunu alkışlamaktan ve duacı olmaktan geri duramam.

Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın 27 Nisan Muhtırasının sahibi eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile Çırağan’da yaptığı çok gizli görüşmesinin şifresi de; Başbakan’ın Büyükanıt’ın yakasına yapışarak, “kendinize gelin, ben, bugüne kadar güttüğünüz sefillerden değilim. Eğer kalkınmakta olan ülkeyi mahvetme gibi bir eylem içine girerseniz, diğerleri gibi sessiz kalmam, ordu dahil tüm milleti alarma geçirir ve hepinizi yerin dibine sokarım” mealinde bir uyarıda bulunmuş olacağı ve zaman içinde halka karşı düzenledikleri planları tek tek deşifre ettiği unutulmamalıdır.

Demek ki kendini Allah’a, halka ve adalete adamış bir lider, bugüne kadar korkulan silahlı bürokratları dizginleyebilmektedir…

“Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” Mevlana

7 Nisan 2012 Cumartesi

TSK Peygamber Ocağı değilse; askerler şehid sayılabilir mi?

Türkiye Emekli Subaylar Derneğinin (TESUD) eski Genel Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, İslam karşıtı Kemalist subayların kalplerinde gizledikleri nefreti açığa çıkararak; “Peygamber Ocağı” tanımını kabul etmediklerini ikrar etmişti. Dolayısıyla vahyi bir kavram olan şehidliği de! TSK’nin askeri, Atatürk’ten sonra gelişmiş Türkiye Cumhuriyetinin Mehmetçikleridir ve Peygamberin Mehmetçiği değil değerlendirmesi, İslam’a, Peygamberimize ve şehidliğe olan derinsi hasımlıklarını açıkça dile getirmiş ve Genelkurmay Başkanlığı da karşı çıkmamıştı.

Oysa Atatürk’te bir Osmanlı subayı olarak Peygamber Ocağında yetişmiş ve görevi boyunca “Allah Allah” nidalarıyla cephelerde savaşıp kelime-i tevhid getirerek şehid düşen askerlere tanıklık yapmıştı. Ancak putperest Kemalistler, askerlerin “Atatürk Atatürk” haykırışlarıyla savaşmalarını ve onun adına ölmelerini istemektedirler.

Lakin CHP Diktatörlüğünün ordusu haline gelen TSK’de Müslüman subay ve astsubayların dışlanmaları, irtica gerekçesiyle ordudan atılmaları, ibadet edenlere baskı ve zulümlerde bulunulması ve Kemalistlere parya yapılmaları; ordunun vazgeçilmez görevinin Müslüman halkı yok etmek olduğu ortadaydı. Seçimle başa gelen hükümetlere tehditler savrulup zorbalıkla kararlar aldırmaları ve İslam aleyhine ne var ise yasaklar getirtmeleri, bir işgal imajı doğurmuştu. Nüfusu % 99’u Müslüman olan bir ülkede irtica gerekçesiyle İslam’ın birinci derece tehlike sayılması teshir değil de neydi?

Ordunun egemen güçleri Kemalistlerin yaydığı korku; hükümetleri, bürokrasiyi, üniversiteleri, yargıyı ve milleti öyle etkilemişti ki Allah, Resulü ve Kur’an-ı Kerim ağızlara dahi alınmaya çekinilmiş, ibadetler gizlilik içinde yapılmış, böylece tıpkı istilâ güçleri karşısındaki psikolojiyle İslam reddedilmek zorunda kalınmıştı.

Ancak dini bir kavram olan “şehidlik” laiklik gereği irticai bulunmamış ama şehidlerin cenaze namazlarına katılmayıp, reddettikleri dini törene iştirak etmeyerek düşmansı tavırlarından vazgeçmedikleri görüntüler, hala hafızalardadır. Canlarını veren şehid askerlere dahi saygı duymamalarını sindirebilmek mümkün değildi ama korkudan kimse tek bir eleştiri getiremiyor ve tartışma açamıyordu. Şükürler olsun ki son zamanlarda cenaze namazlarına katılan subaylar, Kemalist despotizminin ve putperestliğin yıkılmaya yüz tuttuğuna işaret etmektedir.

Ne var ki askeri okullardaki İslam karşıtlığının hala devam etmesi, tehdidin bitmediğini ortaya koymakta, örneğin Mersin Jandarma İl Komutanlığına bağlı timlerin bomba arayan köpeklere Peygamberimizin mübarek adları Ahmed ve Muhammed takmaları, nefretin hala sürdüğünü kanıtlamaktadır. Bu ahlaksızlığa karşılık ben de bir köpek alsam ve adına “Atatürk” taksam, bir alçaklık olmaz mı? Yahut en basitiyle; komşunuz, köpeğine adınızı vermiş olsa, tepkisiz kalabilir misiniz?

Acaba Peygamberimize o hakareti yapan ilgili Jandarma komutanlığına bağlı askerler öldürüldüğünde, şehid sayılabilirler mi?

Dolayısıyla defaten belirttiğim askeri okullardaki İslam düşmanlığına son verilmedikçe, yetişen subayların İslam’a ve Müslüman halka tahammül edebilmeleri ve dost olabilmeleri mümkün değildir. 28 Şubat, Balyoz ve Ergenekon darbe ve girişimlerinin amacı, doğrudan İslam karşıtlığı değil miydi? Sırf İslami hassasiyet taşıyan hükümetleri bertaraf edebilmek için Pkk gibi acımasız terör örgütüyle işbirliğine girişerek vatan evlatlarını kıydırmadılar mı?

Söz konusu savaşa neden olabilecek skandalın gerçekleştiği yer olan Mut ilçesinde düzenlenen törene katılan Bakan Zafer Çağlayan ve beraberindeki heyetin duyarsızlığı, İslam karşıtlarının cesareti nereden aldıklarına açık bir kanıttır. Danimarka’da yayınlanan Peygamberimizin karikatürleri tüm dünyada infiallere neden olurken, Türkiye’de köpeklere verilen Hz. Muhammed adı, dünyada nasıl bir çalkantıya yol açıp Türkiye’yi bitirebileceği tartışılmazdır. Sanırım bu sebeple karikatürlere gösterilen medya ve hükümet tepkisi, daha aşağı bir hakaret olan Jandarma İl Komutanlığı’ndaki alçaklığı dillendirmekten sakındırmıştır.

Daha dün Şemdinli’de şehit olan Jandarma Üsteğmen Ahmet Ozan Şarlak’ın mübarek annesi Gülderen Şarlak; “Ağlayarak oğlumun düşmanlarının sevindirmeyeceğim. Bugün bizim düğünümüz. Çok şükür Müslüman’ız. Benim dinim şehitleri için 'Onlar diridir' buyuruyor. Benim oğlum şehit oldu ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV) yanına gitti" sözleri, Peygamber düşmanlarına açık bir mesajdı. Ki, Gülderen Şarlak Hanımefendi, Cumhuriyetin modern bir emekli öğretmeni olduğu halde Allah’ına, Peygamberine ve dinine bağlığıyla imrenilecek nasıl yiğit bir ana olduğunu, hain ve din düşmanlarına göstermiştir. Köpeklerine Peygamberimizin yüce adını takma aşağılığında bulunan Mersin Jandarma İl Komutanlığı ve Peygamber düşmanı TESUD bilmelidirler ki, Hz. Muhammed (S.A.V) aşkını, millet yüreğinden asla söküp atamayacaklardır.

Mersin Mut Belediyesince düzenlenen organizasyonda Ahmet Fadıl Güç adındaki tiyatrocu, çalışmaları sürdürdüğü sırada duyduklarına inanamayıp şok geçirmiş, Peygamberimizi köpekle aşağılayan Jandarmaya tepki göstererek skandal durumu Ak Parti İstanbul milletvekili Metin Külünk’e bildirdiğini ama hiç ses çıkarmadığını belirtmesi, Metin Külünk’ün nasıl bir münafık olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Çünkü onun gibilerin köpeklere Peygamberimiz adının verilmesi önemli değil, geçici dünya menfaatleri ehemmiyetlidir.

Ki, o Metin Külünk, 14 yaşımdayken karşılaştığım Fatih’teki Pirinççi Sinan Camisi önünde, bana sarık takmayıp cübbe ve şalvar giymediğimden kâfirlerden bir farkım olmadığını ithamında bulunmuş ve küfürle suçlamıştı. Bugün ise o Metin Külünk, makamına ve konumuna bir halel gelmemesi için Peygamberine hakaret ettiren bir münafığa dönüştü.

Lanet olsun, dinine ve peygamberine fiyat etiketi koyan Metin Külünk gibi etiketlilere!

TSK’nın bir Peygamber Ocağı olduğunun reddedilmesiyle halkın kutsallarıyla alay etme cüretinin gösterilebilmesi, cehennemsi bir felakettir. Bu durumda millet peygamberini köpekle özdeşleştiren bir ordu, mübarek ve şehid bir ordu olabilir mi?

Azılı İslam düşmanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu’nu, kurduğu Yeni Yüzyıl üniversitesinin mütevelli heyeti başkanvekili yapan Üniversal Hastanelerinin sahibi Azmi Ofluoğlu’nu da, 17 yaşındayken iş hayatına atıldığım 1975 tarihinde tanımış ve uzun yıllara uzanan çok yakın bir ilişkim olmuştu. Özellikle radikal bir Kemalist olan ikinci eşi Alev Ofluoğlu ile izdivaç gerçekleştirmesi ardından zamanla ortaya çıkan fikir ayrılığımızdan ötürü birbirimizden kopmuştuk.

Ogünler Ramazan’da oruç tutup Cuma namazı kılarak İslam’a sıcak olan Azmi Ofluoğlu, çok yakın dostu Ali Baransel’in Mason locasına katılma ısrarlarına şahit olmuştum. Sanırım daha fazla karşı koyamamış ve Almanya Masonları Eyalet Büyük Locası (Grand Landlodge of Freemasons of Germany) katıldığını öğrenmiştim. Elimde her ne kadar resmi bir belge olmasa da, Alman Hastanelerini grubuna katarak Alman ekolünün Türkiye temsilciliğini yürütmesi, iddianın kuvvetle muhtemel doğruluğunu kanıtlıyordu.

Kemalist Rıza Küçükoğlu gibi bir İslam ve Peygamber düşmanının Yeni Yüzyıl Üniversitesinde mütevelli heyeti başkanvekili olması, bu kurumun bilim değil Kemalist ve mason ideolojisine hizmet edeceği ve İslam karşıtı bir yapı olduğunu yeterince ispatlamaktadır. Her ne kadar yönetim kadrosunda makyaj görevinde bulunan Metin Külünk gibi münafıklar yer almışsa da, Rıza Küçükoğlu ve masonların söz sahibi olduğu bir kurumun Müslüman millet lehine öğrenci yetiştirebilmesi mümkün değildir.

Zaten hem dini hem siyasi hem askeri hem de ticari hainler olmasaydı, halkımızı mahveden hiçbir sorunla karşılaşmaz, inançlarımız ne kadar tezat da olsa adalet ve vicdan temelinde beton misali tek yürek birleşip, dünyaya hükmederdik.

Ama uluyanların sesinin bir gün kesileceğine kimsenin şüphesi olmamalıdır.

“Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.” Al-i İmran 5

3 Nisan 2012 Salı

Başta CHP’liler olmak üzere…

Solcu ve Kemalistlerin cenaze namazı kılınamaz!

Diyanet İşleri Başkanlığının Allah sözlerini eğip büken laik köklü hümanist fetvaları, Mihri Belli denen nice ateist ve deistlerin cenaze namazlarının kılınmasını meşrulaştırmıştır.

Yaşamları boyunca Allah’a, Resulüne ve dini İslam’a karşı savaşanların ölmeleri akabinde halkın bir geleneği nitelendirdikleri cenaze namazlarının kılınma vasiyetlerini kabul eden Diyanet, vahye başkaldırmaktadır. Çünkü cenaze namazı bir gelenek değil, İslami bir hükümdür.

“Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” Tevbe 84

Ancak ülkemizin fetva merci kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığı, laik yani seküler otoritenin kuralları doğrultusunda yargıya gittiğinden vahyin buyruklarına göre değil, beşeri otoritenin çizdiği sınırlar çerçevesinde karar vermektedir. Oysa Allah, Maide Süresi 67. Ayette; “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez” buyurduğuna göre; Diyanet, kimden ve nereden yetki alıyor ki, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip vahyi, din dışı düzene ve İslam karşıtlarının arzularına peşkeş çekebiliyor?

Şüphesiz Peygamberimize atfettikleri sözde hadisleri referans göstererek, Kur’an-ı Kerim’e muvafık olup olmadığı önemsenmeden iftiraları fetvalaştırmaları, ayetleri hükümsüz bırakmaktadır. Hiçbir Peygamber, kendilerine indirilene tezat bir söz söylememiş, zamanın iktidar gücünü memnun kılacak yahut insanların dine olumlu bakması adına nefisleri okşayıcı bir yaklaşımda bulunmamıştır. Ayette de buyrulduğu üzere, o takdirde elçiliklerini yapmamış olacakları açıkça belirtilmiştir.

Her müminin sorumluluğu, Peygamberler misali kendilerine yüklenen tebliğ görevini yapmak ve açık-seçik duyurmaktır. Yoksa kimseyi hidayete ulaştırmak veya doğru yola iletmek değildir. Çünkü hidayete ve doğru yola kavuşturan sadece ve sadece Allah’tır.

“Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir.” Bakara 272

Ezeli ve ebedi olan Allah hükümlerinin zamanın koşullarına göre yorumlanarak reforma uğratılabilmesi, Allah’ı geleceği bilmekten aciz bir konuma sokmaktadır. Gelişmeleri yaratan Allah mı, yoksa insanlar mı sorusunu doğuran tefsirler, ayetlerin zamanın şartlarına göre indiği karmaşasına neden oluyor ki, birbirine aykırı birçok fetvalar özü tahrip etmekte, böylece Allah’ın dini, Allah’a öğretilmeye kalkışılmaktadır.

“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hücurat 16

Din, sadece Allah’ındır ve Peygambere dahi tanınmayan yorum ve seçme hakkı, hiçbir mercie verilmemiştir. Allah, hükümlerini Peygamber aracılığıyla insanoğluna duyurduğundan Peygambere itaat Allah’a itaat olarak emredilmiş, dolayısıyla iman etmiş her mümine kendi istek ve düşüncelerine ya da düzenin öngördüğü şarlara göre yorum yapma ve seçme hakkı tanınmayarak, yapanlar sapkınlıkla yaftalanmışlardır.

İman, tamamen Allah’ın hidayetine haiz bir kuvvet olduğundan dinde zorlama yasaklanmıştır. Allah veya dininin hiçbir kanıta ihtiyacı bulunmamaktadır. İnanmayanlar mucizelere de tanıklık etseler yine de inkârda devam edeceklerini buyuran Allah, sadece ayetlerine itaat edilmesini şart koşmuştur. Dolayısıyla dinin insanlarca kabulü doğrultusunda girişilen sözde kolaylıklar ve cambazlıklar, münafıklığın üremesine neden olup, vahyin dışında keyfi dinleri ve cemaatleri doğurmaktadır. Eğer Allah’ın emrettiği din değil de seküler temelde hümanizmle harmanlaştırılmış bir din tebliğ ediliyor ise, o inancın Allah nezdinde hiçbir değeri olmayıp, tamamen çıkara odaklı nefsanî bir düzmecedir.

Diyanet ve ilahiyatçıların doğruya yanlışı karıştırarak gerçeği gizlemeleri, apaçık bir münafıklıktır.

“Ey ehl-i kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” Al-i İmran 71

Vahiy, inançları kesin hatlarla ayırmış; Müslüman, kâfir, münafık, fasık, hıristiyan ve yahudi gibi sınıflarla birbirinden koparmıştır. Dinden üstün tutulmaya çalışılan ırk, tabiiyet ve milliyetçiliğin Allah’a bir isyan olduğu, dolayısıyla sadece dini ayrılığın önemi vurgulanmıştır. İslam karşıtlarının inançtaki ayırıma tepki göstererek bölücülük olarak nitelendirmeleri, Yaratıcı Allah’ı da bölücülük yapmakla suçlamaktadırlar. Bu sebeple yalnızca Müslümanların kardeş olduğunun altı çizilerek; Allah, Resulü ve hak tek din olan İslam karşıtları düşman ilan etmiştir.
Ki, öz baba ve kardeşleri olsa dahi! Ancak adil bir barışı da gözeterek, azgın ve saldırgan olmayanlarla ticaret yapılabileceği, yardımda bulunabilineceği, haklarının gözetilebileceği, arkadaş ve komşu olunabileceği, bir arada yaşanılabileceği hükme bağlamış ve inançlarından dolayı hiç kimseye zorbalık ve adaletsizlik yapılmaması emredilmiştir. Ki, haksızlığa uğramış bir mazlumun dini ne olursa olsun, yanında olmak bir farzdır.

Tıpkı milletler ve ülke sınırları gibi dinde de ayırım olup, dolayısıyla İslam’ın her düşünce ve inanç sahibini iman etmeksizin kabullenebileceği bir anlayış, şeytani bir hümanizmdir. Eğer Allah düşmanı dost edinilebiliniyorsa; neden halk düşmanı terörist pkk da dost görülmüyor?
Dolayısıyla CHP’li, solcu ve Kemalistlerin tamamı müşriktir ve Tevbe süresi 28. Ayete göre dinen pisliktirler. Dolayısıyla Allah’ın buyruğuna göre müminin gizli ve aşikâr düşmanlarıdırlar.

Özellikle CHP’lilerin “bizde Müslümanız” deyip, Müslümanların uğruna canlarını feda ettikleri Kur’an-ı Kerim ve peygamberimiz hayatının okullarda, üstelik seçmeli okutulacak olmasına dahi karşı çıkmaları, kim olduklarını da kanıtlamaktadır. Müslüman olan birinin, Kur’an-ı Kerim ve peygamber hayatının öğretilmesinin hiçbir gerekçesi olamaz. Bu durumda herhangi bir CHP’linin ölümleri akabinde cenaze namazlarını kılmak ve kabirleri başında beklemek mümkün müdür?

“Müminlerle karşılaştıkları vakit "iman ettik" derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz, derler.” Bakara 14

“Allah’a ve Peygambere inandık ve itaat ettik diyorlar, sonrada yüz çeviriyorlar. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47

Lisanen “inandık ve itaat ettik” demek, mümin olabilmek için yeterli ve geçerli bir sebep midir?

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” Ankebut 2

Terör kurbanı sivillere verilmesi düşünülen “şehitliklik” payesi de öyledir. Ancak Allah yolunda savaşarak ölen müminlere tanınan bu üstünlük, öyle bir ayrıcalıktır ki, şehidlerin ölü değil diri ve Allah katında rızıklara mazhar oldukları müjdelenmekte, hiçbir sorguya çekilmeksizin Peygamberlerle aynı seviyede değerlendirilmektedirler. Dolayısıyla terörde ölen mümin de olsa, devlet ve vatanı için savaşarak ölen bir kahraman da olsa, asla ilahi bu payeden yararlanamaz. Temel şart, doğrudan Allah ve İslam için savaşma anında ölme mecburiyeti, Al-i İmran 126-127. Ayetlerinde olduğu gibi birçok ayette buyrulmuştur. Ayrıca devletin verdiği payenin Allah nezdinde de hiçbir değeri yoktur…

Onun için mücadele eden güvenlik güçlerimize devlet ve vatan adına savaşa niyet etmemelerini, Allah ve İslam için niyet yapmalarını öğütleyerek, sehidlik mertebesine ulaşabilecekleri telkinlerinde bulunmuşumdur. Ne var ki şehidlik mertebesini pazarlayan kimi hocalar; denizde boğulmayı, çocuk doğurmakta ölen kadını ve namazda ölen insan gibi birçok olayı şehidlikle özdeşleştirebilmektedirler. Şehidlikle ödüllendirilmenin tek yolu, dünyadan tamamen soyutlanıp doğrudan Allah ve İslam için savaşarak ölmektir.

Bu durumda bir CHP’li, bir solcu veya bir Kemalist; örneğin vatan için mücadele sırasında öldüğünde “şehid” sayılabilir mi?

Sadece Allah’a inanıp peygamber ve dinleri dışlayan deistler, ateistlerle aynı seviyededir. Onların birçoğu Allah kavramını kullanmayıp “Tanrı” diyerek, zaten Hz. Muhammed ve İslam’ı dolaylı olarak reddetmektedirler. Maalesef bazı insanlar, sözde Allah’a inandıklarını savunarak, onları mümin kabul edebilme yanılgısına düşebilmektedirler.

“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip “Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu: İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa 150-151