29 Ekim 2011 Cumartesi

Törene iştirak edilmeksizin kestirilen kurbanlar şirktir…

Kurban, Allah’a teslimiyetin ve şükrün fevkalade önemli işareti olup, törene iştirak edilmeksizin vekâletle yerine getirilmesi, farkında olunmadan Allah’a üstünlük koşmaktır. Allah’a, ekonomik durumu kurban sunmaya gücü yetmeyenlerin herhangi bir kurban törenine iştirakleri dahi kaçınılamaz bir yükümlülüktür. Önemli olan kulluğun zaruri kıldığı samimi duygulardır.

Yeryüzünün “ilk” cinayeti ve kötülüğü olan Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi de, sundukları “Kurban”ların Allah nezdinde kabulü yüzünden vuku bulmuş, böylece kurbanın maddi değil manevi ehemmiyetli bir ibadet olduğu; hem olaylarla hem de ayetlerle zikredilmiştir. Kevser süresi 2. ayetinde; “Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes.“ emredilmiştir.

İlk insan Hz. Âdem’in yaratılmasıyla cennetteki şeytanın saptırılması; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, dostluk ile düşmanlık, isyan ile sabrın, kulluk ile özgürlüğün temsilci ve taraftarlarını saflara ayırmıştır. Hz. Âdem’in oğulları ve yeryüzünün ilk üçüncü ve dördüncü insanları Habil ve Kabil; kardeş olmalarına, vahiyle bildirilmiş herhangi bir fitneye neden olabilecek, anlaşmazlığa sebep verebilecek ve paylaşılmayacak hiçbir çıkar ve nedenleri bulunulmadıkları halde; Kabil kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünün “ilk cinayet”’ini işler.

Her ikisinin Allah’a şükredebilmek adına sundukları kurban; Habil’inkinin Allah tarafından kabul edilip, Kabil’inkinin “bir bilgi”’ye göre reddedilmesiyle, benlikten fışkıran ve yeryüzünü sarsacak olan kıskançsı düşmanlığın, isyanın, riyakârlığın ve kötülüğün temelleri atılır ve ilk emsal ürün olarak geleceğe yön verir. Bu süreç ile ilgili tefsirlerde konu edilen; Habil’in güzel, Kabil’inde çirkin olan kız kardeşleriyle evlenmelerinin doğurduğu kıskançlık yüzünden Kabil’in kurbanının kabul edilmemesiyle ilgili rivayetlerin tamamı hurafe olup, Kur’an’da bu söylentileri destekleyici hiçbir ayet ve işarete rastlanılmamaktadır.

Allah tarafından kurbanı kabul edilmeyen Kabil’in, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil’i öldürmesi; böylece dünyadaki vahşetin, ayırımcılığın, fitnenin, benliğin, hasımlığın, hasetliğin, ihanetin, felâketin, suçların ve her türlü kötülüğün başlangıcı olur. Kaderin düalite çarkı, iyiyi ve doğruyu temsilen Hz. Âdem ile kötüyü ve yanlışı temsilen şeytanın mücadelesi arasında başlar, Kabil’in, Habil’i öldürmesiyle biçimlenir ve düzen, bu temel yapı üzerine inşa edilerek; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, mümin-kâfir, dost-düşman, peygamber-şeytan savaşı tüm şiddetiyle devam eder. Allah, neden Habil’in kurbanını kabul etmişti de, Kabil’inkini reddetmişti? Üstelik peygamber çocukları olmalarına rağmen her ikisi de taptıkları Yaratıcıları için kurban takdim etmemişler miydi?

Bir düşünün; Peygamber oğlunun elleriyle boğazladığı kurbanı dahi kabul etmeyen Allah, acaba başında bulunup törene iştiraki bile tenezzüle yanaşmayarak vekâletle kestirilen kurbanları kabul eder mi?

Ancak dini materyalistleştiren ilahiyatçılar, kurbanı Allah’a bir saygı ibadetinden çıkarıp maddeye indirgeyerek, her zaman yapılabilen bir yardım manipülasyonuna dönüştürebilmişlerdir. Şayet Kurban; yoksul doyurma amaçlı bir yardım, sıradan ve basit bir kasaplık ve vekâletle yerine getirilebilecek midemsi bir ibadet olsaydı; Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye kakışır mıydı? Neden canından üstün tuttuğu oğlunun kurban edilmesi için bir vekil tayin etmedi? Ayrıca günümüzdeki gibi, oğlu Hz. İsmail’i kurban etme amacı etini yoksullara dağıtmak mıydı?

“Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik.” Saffat 107

Hz. İbrahim, rüyasını oğlu Hz. İsmail’e anlatarak; “Ey oğulcuğum, rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?” dedi. Çünkü peygamberlerin uykudaki rüyaları, aynı zamanda vahiy niteliğindedir. Hz. İbrahim’in rüyasını oğluna bildirmesi, ona durumunun daha kolay olması, ayrıca Allah’a ve babasına itaatte küçüklüğüne göre sabrını, sadakatini, gücünü ve azmini denemek içindi. Hz. İsmail cevaben dedi ki: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaAllah beni sabredenlerden bulursun.” dedi. Saffat 102

Gerek Kabil’in kardeşi Habil’i öldürerek, gerekse Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek isteyerek geleceğe ışık tutan temel olaylar, takdir edileceği üzere kurbanın karın doyuran özelliğini değil, Allah’a teslimin bir saygı ifadesi olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer aksi olsaydı; ne Kabil Habil’i öldürür, ne de Hz. İbrahim oğlunu kurban ederdi. Şüphe yok ki Hz. İbrahim, canından üstün tuttuğu oğlunun etinden yararlanmayacağı gibi, yardım maksadıyla yoksullara da dağıtmayacağıydı.

Sözde Yaratıcıları adına kurban kestiklerini öne süren inananların benliklerini yücelterek; ya ete odaklanmaları, ya törene sabredememeleri, ya da yoksullara ve hayır kuruluşlarına yardım yaptıkları gerekçesiyle kibirlenerek kurbanlarının başında bulunmayı gerekli duymamaları, sözde kurban takdim ettikleri Allah’a karşı büyük bir saygısızlık, samimiyetsizlik ve gizli bir hakarettir. Sanki tanrılarmışçasına böbürlenerek kutsal merasimine tenezzül etmemeleri ve adlarına “vekil” atamalarının cüretkârlığı, kimin “Tanrı” olduğu sorusunu doğurmaktadır. Sanki Allah’ı kurbanla satın alarak kemik atarcasına gösterilen akıl almaz bencillik ve saygısızlık, şüphesiz kurbanlarını da mundarlaştırmaktadır. Ancak bir politikacının, devlet adamının, ya da menfaat sağlayacağını düşündüğü iş veya bir ilim adamının önünde esas duruşa geçmeyi, özen ve heyecanla hazırladıkları hediyeleri sunmayı şeref ve kazanç addederler. Önderlerinin karşılarında heyecandan titrer, sıra Allah’a gelince umursamazlar…

Eğer kurbanın Allah nezdinde ki ehemmiyeti anlaşılmış olsaydı; laubali, şımarık ve kasıntı davranışlar yerine, Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etme esnasında duyduğu o tarifi imkânsız aşk, arzu ve heyecan hissedilir, dolayısıyla iman, açığa çıkardı. Herhalde vekâletle kurban kestirenler, Hz. İbrahim’den daha üstün olmalıdırlar ki, Allah’a sunulan kutsal nitelikteki hediyelerin başında dahi bulunmayı kendilerine layık görmemektedirler. Allah’a saygısı olmayanın hayvana veya insana sevgi duyabilmesi mümkün müdür?

Cemaatle namaz kılınması misali imam niteliğindeki kurban keseni vekil tayin edebilirsiniz ama orada bulunma zorunluluğunu yok sayamazsınız. O takdirde imamı da vekil tayin ederek, sanki cemaatte namaz kılıyormuşçasına namaz kılmış olmanız nasıl imkânsız ise, kurbanın da Allah nezdinde hiçbir değeri bulunmamaktadır. Yaratıcı Allah’a sunulan kurban sahibinin sanki Allah’tan büyükmüşçesine ibadete iştirak etmemesi, tartışmasız GİZLİ BİR ŞİRKTİR…

Kurbanınızı ya doğrudan ya da vekil aracılığıyla Allah’a takdim ettikten sonra hem kendiniz yiyebilir, hem de fakirlere yedirebilirsiniz. Kurban toplayan yardım kuruluşlarına törene iştirak etmek istediğinizi şart koşmanız kaçınılmaz olmalıdır. Kurbanın asıl amacı yardım değil, yaratıcı Allah’a bir tazimdir…

“Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” Hac 36

Ayette, kurban edilen hayvanın ayak üzerinde iken boğazlanması emrediliyor. Öyleyse, neden kurbanlar yere yatırıldıktan sonra kesiliyor? Allah’ın karşısında kıyama durmak sadece insanlara mı mahsustur? Oysa Allah’a kurban edilecek hayvanlarında kıyamdayken takdim edilmesi buyruluyor. Şüphesiz Peygamberimiz de aynı hüküm doğrultusunda kurbanlarını sunmuştur. Hiçbir rivayet, Peygamberimizin emredilenin dışında bir davranışta bulunabileceğine kanıt olamaz. Daha yeni muttali olduğum bu ayetin hükmü gereği, bu sene kurbanımı kıyamdayken yaratıcım Allah’a arz edeceğim.

Peygamberler dâhil yaratıklar içinde en muazzam ilim sahibi şeytan, ilmiyle nasıl ebedi cehenneme gark olup peşinden gidenleri de aynı akıbete sürüklediyse; ilmine güvendiğiniz işbirlikçi ve fırsatçı hurafecilere güvenip siz de ateşe girmeyiniz…

Kimileri Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v) de bir beşerdi diye düşünebilir ama Allah’ın buyruklarından asla dışarı çıkmamış; çıkarı ya da iktidarlar lehine hiçbir yorum getirmeyerek kesinlikle tavizkar davranmamış; yahudi, hıristiyan ve putperestlerin arzularına uymayarak kendisinden razı olabilmeleri için vahye fiyat etiketi koymamış ve dosdoğru yolda sebatkar kılınmış bir elçi olmasından, hiç kimse ama hiç kimse oportünist ve cambaz önderlerini Peygamber efendimizle kıyaslamaya kalkışmasın!

“Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.” Mü’minûn 34

Unutmamalıdır ki sen, yaratık bir kulsun. Yaratıcı’nın rızasını kazanabilmek maksadıyla sunduğun hediyeye özen göstermeyip yanında bulunmaksızın vekil aracılığıyla takdim edemezsin!

“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, İşte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” Nur 52

“Saygı duyan kimse öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise öğütten kaçacak, sonra ne ölecek ne de yaşayacak.” El Ala 10-13

25 Ekim 2011 Salı

Kürt kökenli Müslüman kardeşlerim!

Amansız terör örgütü, her ne kadar Kürt kökenli kardeşlerim lehine ırki bir bağımsızlık mücadelesi yaptığını iddia etse de, asıl savaşı İslam ve iman etmiş Müslüman’larladır. Temel amaçları ön plana çıkarılmamasından dinleri uğruna can verebilecek kadar özde Müslüman olan Kürtlerin, Zerdüştleri destekleme yanılgısında bulunmuş olmaları, sadece ayrılıkçı laik dayatmadan ve siyasete getirilen dini yasaktandır.

Düne kadar irtica adına İslam’a hoyratça saldıran ve Müslümanları asimilasyona kalkışan CHP Diktatörlüğü, farklı ırkları birbirlerine kemikleştiren “din birliğine” tahammül edemeyip baskı, yasak ve şiddet politikalarıyla ırkçılığı hortlatmış, dolayısıyla dinsiz devletin yaptığı zulümler sadece Kürtlere reva görülmüş gibi Türk karşıtlığı baş göstermişti. Oysa vahye iman etmiş Müslüman Türklerde kendileri gibi aynı zalimliğin bedelini aşağılanarak, dışlanarak ve horlanarak her daim ödemişlerdi.

Böylesi bir daha ele geçirilmesi zor fırsatın üzerine atlayan haçlılar, Apo denen dönmeye namütenahi imkânlar tanıyarak örgütlemiş, her türlü desteği vererek, Türkiye’nin parçalanması ve milletin birbirini kıyması için el altı yardımlar sunmuştu.

Ancak milletin Müslüman oluşu, planladıkları tahribatı gerçekleştiremeyeceği kuşkusuyla mücadeleye etnik amaç kazandırıp, Müslüman Kürtleri de kolayca saflarına katabilmek maksadıyla her düşünce kesiminin mutabakat sağlayabileceği Kürt kimliğini manipüle etmişler, böylece güce ulaştırmışlardır. Eğer elebaşlılar İslam olsaydılar, Batı’dan ve İsrail’den destek alabilmeleri mümkün müydü?

Haçlılar geçmişte hangi sebepten Müslüman Türk ve Kürtlerle savaşmışlar ise, bugünde terör adına İslam’la savaşını sürdürmekte, arzularına uyan Müslüman kimlikleri ve hainliği meslek edinmiş çevreleri de çıkarları adına kullanarak, vahyi süpürmeye çalışmaktadırlar. Hem dini hem siyasi hem de teröristlerle bizi topyekûn ya yok etme ya bölme ya da köleleştirme operasyonlarında içten taşeron kullandıklarından doğrudan sahada görünmemektedirler.

PKK’nın ortaya çıkıp Müslüman Kürtlerin desteğini alarak bugünlere gelmesinin nedeni, CHP’nin şiddetli din karşıtlığındandır. Din siyasete alet edilemez laik mantığı, onbinlerce insanımızın ölümüne, pkk’nın pazarlık yapabilen güce dönüşmesine neden olmuştur. Gerek silahlı kuvvetleri gerek yargıyı gerekse siyaseti hegemonyası altında bulunduran CHP zihniyeti; irticayı 1. derece tehlike, terör örgütünü de 2. derece tehlike kabul ettirmesiyle devlet, pkk’yı bırakıp Müslümanlara göz açtırmamış, dolaysısıyla pkk semizlenip devlet ve milleti tehdit eder durumdan öte toprak hakkı bile talep eder duruma gelmiştir.

1986 yılında amacın ırki değil dini olduğunu fark eden Kenan Evren, elinde Kur’an Güneydoğu’yu dolaşarak, tıpkı bir din adamı gibi halka vaazlar vermiş, en önemli ve etkin araç olarak din kardeşliğine müracaat etmekten başka bir çıkış yolunun olmadığını idrak etmişti. Darbeyle başa gelmesi ve CHP’yi kapatarak sindirmesi, Evren’in dini söylemlerine karşı muhalefeti engellemiş, böylece Kürt kardeşlerimizi bilinçlendirmişti. Ne acıdır ki sonradan gelen demokrasi havarisi hükümetler, CHP Diktatörlüğünün yolunu izleyerek, dini ağızlarına almaya korkmuşlar, günümüz pkk’sını doğurmuşlardı.

Eğer Kenan Evren’in helikopterlerden dahi ilânlar attırarak ve din adamlarını bölgelere göndererek pkk’ya karşı Kürt Halkına cihad çağrısında bulunması rehber edinip sonradan gelen iktidarlarca devam ettirilebilseydi, BDP tek bir vekil çıkaramaz ve pkk bölge halkından kesinlikle destek alamazdı. İlanlar da şöyle yazıyordu: “Vatandaş! Bakın en yüce İslâm dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkârları sevmez. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman’ın görevidir."

Neden CHP, 12 Eylül darbesinin dışındaki tüm darbeleri ve müdahaleleri sahipleniyor; hiç düşündünüz mü?

Etnik zemini bertaraf edebilecek etkin kuvvet; sadece ve sadece dini zemindir. Demokrasi zemini, çıkarsı mantık makyajı olup ne etnik ne de dini duygulara tesir edebilir. Ancak ya etnik ya da dini birliktelikle bütünleşmiş toplumlarda yemekten sonra çay veya kahve misali keyfi bir benliktir. Ne doyurur ne duyguları tatmin eder ne de ateşi söndürür.

Unutulmamalıdır ki pkk gibi Ergenekon ve Balyoz Terör Örgütleri de demokrasi adına İslam’a karşı cephe oluşturmuş CHP destekli laik odaklar değil miydi? Ergenekon’un pkk ile ortak düşmanı İslam olmasaydı; birlikte operasyon yapabilir, müttefik olabilirler ve aynı kabı pisletirler miydi?

Dolayısıyla ırki diye manipüle edilmiş terörü üreten CHP zihniyeti olup, terörle mücadele konusunda hiçbir katkı sunamayacağı gibi, bilakis BDP ile birlikte körüklemekten öte tek bir çözüm getiremez. Pozitivizmin duyguları etkileyebilmesi mümkün değildir. Her kim çareyi demokrasi zeminde görüyor ise; o, dinin, devletin ve halkın gizli düşmanıdır…

Güvenlik güçlerimiz nasıl bölgeye sevk edilerek teröristler etkisiz hale getiriliyorsa, din adamları da aynı mücadeleyle derhal bölgeye gönderilip, halkın nasıl bir din saldırısıyla karşı karşıya olduklarını ayet ve hadislerle anlatarak, ırkçılığın ebedi cehennemle cezalandırılacağı hükmünü açıklamalıdırlar. Gerek teröristlerin ihbar edilerek içlerinde barındırılmaması gerekse BDP siyasi gücünün yok edilmesinde hayati faktör, hiçbir Müslüman’ın tartışamayacağı İslam’i emirlerdir. Öyle günde beşer dakikadan yirmibeş dakika namaz kıldırmak, yardım adı altında para toplamak, televizyonlara çıkıp ahkâm kesmek, amfilerde ders anlatmak, ekonomik veya siyasi getirim için cemaati nefsi arzularına alet etmektenseler; ağızlarından düşürmedikleri ebedi dirilik olan şehitlik mertebesine ulaşmayı ve ölümsüz dedikleri cennetle buluşabilmeleri için Müslüman her Kürt kardeşimize birebir gerçekleri duyurmaktan daha onurlu, insani, öncelikli ve İslam’i ne olabilir? Yoksa ölmekten yahut öldürülmekten mi korkuyorlar? Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir!

TRT 6 kanalı, teröre darbe vurabilecek önemli bir araç ama laiklik gereği dini buyruklar işlenememektedir. Aslında kitabımız Kur’a’na sarılınabilse, güvenlik güçlerimize bile gerek kalmayacağı muhakkaktır. Müslüman Türk’ün Kürt’e ya da Müslüman Kürt’ün Türk’e kanı haramdır. İslam olmayan bir Türk, dinen nasıl benim bir düşmanım ise, Müslüman bir Kürt de dinen kardeşimdir. Dolayısıyla kardeşliği ve barışı ırk değil din belirlemektedir. Hepimiz, Hz. Nuh Peygamberin soyundan geldiğine ve Allah dileseydi tüm insanları tek bir millet yapabileceğine göre; Kur’an’da herhangi bir milletin üstünlüğü veya ayrıcalığı var mıdır? Böylece ihtilafa düşmenin nedeni şeytani hırslar değil de nedir?

Zerdüşt dine sahip BDP ya da PKK, her Müslüman Kürt için azılı bir düşmandır. Aynı ırktan olmaları Allah nezdinde hiçbir değer taşımamakta, ırki mücadelede bulunan her kimse, dinden çıkmış ve isyan etmiş bir şeytan dostudur. Şeytan’ın Allah’a isyan edip lanetlenmesinin sebebi de ırkidir. Şeytanın “Beni ateşten yarattın, onu topraktan” diyerek ırki bir üstünlük gütmesi, her Müslüman’ın asla zihin ve kalbinden çıkarmaması gereken bir anahtardır. Dolayısıyla ırki benliğin nasıl bir felaket olduğu tartışmasız bir açıklıktadır.

Maalesef Müslüman Kürt kardeşlerimiz, şeytan misali lanete neden olan ırki bağlılığın dehşetsi önemini bilmediklerinden, dinleriyle savaşan ama ırk mücadelesi olarak kendilerine dayatılan isyanın hem dünya hem de ahretlerini kaybettirecek bir fecaat olduğunu hesap edememektedirler. Ancak dini siyasete karıştırmayan devlet, yalnızca kendi sonunu değil milletinde sonunu hazırlamakta, kökten çözüm yerine demokrasi ütopyasıyla halkını öldürtmekten dolayı vicdan azabı da mı duymamaktadır?

Ey Kürt kökenli Müslüman kardeşlerim! Şüphesiz din düşmanı laik devletin CHP ilkeleriyle bütünleşmiş olmasının dayanılamaz olumsuzluklarını bir Türk olarak, ben de yaşadım ve direnmem neticesi birkaç kez hapis yattım.

Unutmamalısınız ki sizlere zulüm yaptığını sandığınız Müslüman güvenlik güçleri de aynı ızdırabı yaşamışlardır. Ancak vatan hepimizin ve yanlışı güç birliğiyle düzeltmek insan ve İslam olmamızın bir gereğidir. İntikam öfkesiyle kardeşlerimizi öldürmek ve öldürtmenin bedelini ne bu dünya ne de ahırette ödeyebiliriz.

Bugün size özgürlük ve bağımsızlık vereceğini zannettiğiniz dininiz düşmanlarını sırf Kürt oldukları gerekçesiyle kayırmanız ve desteklemeniz, apaçık şeytanın adımlarını takip etmekten başka bir şey değildir. Acımasız canileri etkisiz hale getirebilmek için güvenlik güçlerin operasyonlarında bir kısmınız zarar görmüş olabilirsiniz.

Takdir edeceğiniz üzere bir bölgede kuduz vakıası var ise, o bölge karantina altına alınır; kuduzun yayılmaması ve daha fazla can almaması için alınan ciddi önlemlerden sağlıklı insanlarda zarar görebilir. BDP yahut pkk, tıpkı bir kuduz vakıası gibi bulundukları bölgeye ölümcül hastalık saçtıklarından derhal uzaklaştırılmaları, ihbar edilmeleri ve doğrudan savaşılması; sizlerin ve çocuklarınızın zarar görmelerini engelleyecektir. Lakin aranızda barındırarak koruyup kolladığınızda ise, şikâyet hakkınız bulunmamaktadır. Şeytan dostlarının tehditleriyle hak yolunda mücadele etmekten korkanlar, ancak şeytanın dostlarıdır. İman etmiş kimseler, Allah’tan başkasından asla korkmazlar…

Şeytan’ın bizim gibi pek çok milleti nasıl kandırıp saptırdığı ortadayken; nasıl olur da hala akıl erdiremiyoruz?

Van’da meydana gelen depremde birçok Kürt kardeşim yakınlarını yitirmiş, evsiz kalmış ve kış ortasında çaresizlik içinde kıvranırlarken, imdatlarına BDP ya da pkk değil, devlet ve Müslüman Türk kardeşleri koşmuştur. Öyle ki, zarar görüp mağduriyet yaşayan Kürt kardeşlerimize milletçe uzanan yardımlara dahi göz dikerek, pkk lehine açtıkları hesaplarla zimmetlerine geçirmek istemeleri, nasıl hayvandan daha aşağı yaratıklar olduklarını bir kez daha kanıtlamışlardır. Mangalda kül bırakmamacasına esip gürleyen BDP’nin deprem karşısında süt dökmüş kedi misali sesinin soluğunun kesilmesi, aslında nasıl sefil ve bir hiç olduklarının anlaşılmasına yeterlidir. Hala leşçi akbabalara güvenmeye devam mı edeceksiniz?

Aynı kökenli olmanızdan Allah düşmanlarını aranızda bulundurmayın ve zerre kadar arzularına uyarak onlarla birlikte lanetlenmeyiniz. Sizler, İslam gibi hak olan tek dinle şereflendirilmiş bir üstünlüktesiniz. Irkdaş olmanızdan dolayı dininiz İslam’ı Zerdüşt gibi bir sapkın inanca peşkeş çekerseniz, sizleri Allah’a karşı kim koruyabilir? Allah, insanlara hangi ırktansınız diye sormayacak, doğrudan vahyine itaat edenlerle isyan edenleri ayırarak hesap güdecektir.

Şeytan, ırkının üstünlüğünü ayrıcalıklı tutmasından yaşadığı cennetten kovularak ebedi cehenneme gönderilmiştir. İman ettiğiniz halde aynı lanete mi çarpılmak istiyorsunuz? Irkçılık, en korkunç ve ezeli bir düşmandır.

Sizleri, dininizin emrettiği gibi düşünme, direnme ve davranmaya davet ediyor; insanlığın ve Allah’ın düşmanlarıyla aranıza mesafe koyarak, Peygamberiniz ve kardeşlerinizin yanında yer almanın müjdesine nail olma kurtuluşuna koşacağınıza inanıyorum. Çünkü sizler Müslümansınız, asla ırk ayırımı yapmaz, Allah emirlerinin dışında hareket etmez ve şeytanın dostlarına karşı savaşırsınız.

BDP, KCK, DTP ya da PKK, şeytanın dostları olup İslam’ın ve insanlığın kaçınılmaz düşmanlarıdırlar…

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir. “
Nur 21

“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (ırk, batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır. “ Nisa 76

“Ey insanlar! Allah'ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın! Çünkü şeytan, sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlinden olmaya çağırır.” Fatır 5-6

“Hâlbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırt edip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır.” Sebe 21

21 Ekim 2011 Cuma

Kurban paralarıyla kiliseler mi yaptırılıyor?

Gerek siyaseten gerek dinen gerek ahlaken öylesine kuşatılmışız ki, Allah, Resulü ve Kur’an vurgusu yapmamla birlikte iğfal edilmiş sözde müminlerin duydukları öfke, insanların nasıl bozulduklarına ve İslam’a iman etmediklerine apaçık bir kanıttır.

Ya kabul ettikleri İslam’ın ve insanlığın gereği Allah ve Resulüne itaat edecekler, ya da münafıklıklarına seyirci kalınmayarak, “bendendir düşüncesiyle” hiçbir şartta tolerans gösterilemeyeceği açık bir hükümdür. Yanlışın kabulü zehir kazandırdığından telafisi imkânsız yıkım ve çürümelere neden olmaktadır.

İsnat edilen herhangi bir sözün doğruluğu, kişinin davranışlarıyla netlik kazanır. Aksi takdirde söz inkâr edebilir yahut kanıtlar silinip süpürülebilir ama sözü teyit eden davranış ve ilişkileri yok edemezsiniz. Ana ve babanın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik edilmediği takdirde adaleti mukim kılamaz ve yanlışı ortadan kaldıramazsınız. Adalet karşısında dost veya düşman ayırımı en korkunç felakettir. Yanlış yapanı “benim dinimdendir, ırkımdandır, uyruğumdandır, kardeşimdir, cemaatimdendir, partimdendir” kayırmasıyla aklamaya kalkıştığınız takdirde, doğrudan şeytana hizmet etmiş olur ve adaleti kıyarsınız.

Onun için kâfirler dururken neden Müslümanlarla uğraşılıyor diye düşünenler kadar zavallı, adaletten uzak ve İslam’dan bihaberler sefiller yoktur. Adaletin karşısında Müslüman ile kâfiri birbirinde ayırmamalı, tıpkı Rum bir mimarın şikâyetiyle sultanı Fatih’in kolunun kesilmesine hüküm veren kadı misali Allah’tan sakınmalıdır.

Açıkça hazreti olduğunu itiraf ederek şakirtlerine Papa’nın önünde rükûa vardırtıp el öptürten ve “izinde olduğunu beyan eden” Fetullah Gülen’in, İslam yolunda bir Müslüman ve İslam’a yaptığı ihanetten dolayı bağışlanabilir olacağını düşünebilmek mümkün müdür? Ancak samimiyetle tövbe etmesi istisna!

İslam düşmanı haçlılarca desteklenerek neredeyse İmparatorluğa ulaşan Gülen’in siyasi ve ekonomik gücüyle ilgilenmiyor, vahiyde yaptığı korkunç tahribatla Müslüman gençlerimizin sözde eğitimlerine destek vermek gayesiyle yaydığı zehir ve işbirlikçi odaklarla kurduğu tuzakların nasıl bir yok oluşa sebep verebileceği endişesi taşımaktayım. Gençlerimizin namaz kılma ve oruç tutma gibi ibadetlerinin yüzeysel görselliğine aldanan müminler, vahiy karşıtı tehlikenin derinliğini fark edemiyorlar.

Fetullah Gülen’in yoksulluktan evlenemediği, üzerinde tek bir kuruşu ve mal varlığı bulunmadığı, doğrudan ticaret yapmadığı ilânına herhalde itiraz edilmez. Şüphesiz parası olanın inancı doğrultusunda dilediği yere yardım yapma özgürlüğü tartışılmazdır.

Fetullah Gülen’in, hazreti Papa’ya verdiği “izindeyim” sözü üzerine restore ettirdiği kiliselerle ilgili yardımlar, kimin parasıdır?

Acaba cemaat, kiliselere yardım amaçlı mı para veriyor, yoksa gençlerin eğitim görebilmeleri ve memlekete hayırlı olabilmeleri için Allah rızası adına toplanan paralarla mı kiliseler yaptırılıyor? Ya da kurban dolayısıyla toplanan yardımlar mı kiliselere peşkeş çekiliyor?

Gülen’in, ABD’de birçok kiliseyi restore ettirdiği ancak Müslüman kamuoyundan saklandığı malumdur. Almanya’nın en önemli Protestan kiliselerinden biri olan ve 2. Dünya Savaşında bombalanıp yerle bir edilen yıkık yapıtı, milyonlarca Euro vererek tadilatında yer alan finansörlerden birinin Fetullah Gülen olduğu, vakfın yöneticilerinden bir Alman tarafından açıklanmıştı. Söz konusu yönetici, onarım için 182 milyon Euro harcandığını, bunun 70 milyonu Alman Devleti tarafından karşılandığını, geri kalan 112 milyon Euro’luk yardımın en büyük bölümünü ise Fetullah Gülen’in ödediğini ortaya koymuştu.

Bu açıklamanın kamuoyuna yansıması Fetullah Gülen’i zor durumda bırakmış, Kilise yönetimine başvurularak derhal yalanlama kararı çıkartıldığı basında yer almıştı. Hangi vakıf, kendini sübvanse eden yardım kuruluşunu izni olmadan deşifre edebilir? Hele de Müslümanların parasıyla kiliseye yapılan bir yardım ise!

Hıristiyanlığın Protestan mezhebi, Türklere, İslam’a ve İslam peygamberine en azılı düşman olanıdır. Protestan mezhebinin kurucusu teolog Alman Martin Luther, dünyayı Türklere karşı savaşa çağırmış ve düşmanı olduğu Katolikleri Müslüman Türklerle aynı safta değerlendirerek, “Türkler, Mesih düşmanı Deccal’ın bedeni ise, Roma Kilisesi de Deccal’ın başıdır” demişti.

İslam’ı ve Hz. Muhammed (s.a.v)’i vahyi anlamda din olarak onamayan Hıristiyanlık, İslam’ı sosyolojik açıdan sapkın bir din ve yüce peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’i de (hâşâ) şeytan olarak kabul etmektedir. Böylesi bir düşünce temelinde diyalog işbirliğinin asıl hedefi; barış ve kardeşlik olabilir mi?

Fetullah Gülen’in Vatikan ittifakı ve Papa’nın izinde olduğu mesajına fevkalade öfkelenen Protestanların Gülen’e cephe almaları, söz konusu tarihi kilisenin yeniden inşası için milyonlarca Euro akıtılmasına yegâne etkendir. Çünkü Gülen’in ittifak ortağı Vatikan’dır. Böylesi bir ihanet, çeşitli gerekçelerle bağış yapan Müslüman milletimizi ne denli uyandırmıştır bilemiyorum. Lakin ne acıdır ki A’raf Süresi 179. Ayette buyrulduğundan farksız bir duyarsızlık içinde bulundukları aşikârdır.

Acaba içinde bulunduğumuz Kurban ayında, toplanan bağışlarda kiliselere mi takdim edilecek?

Fetullah Gülen, Samanyolu TV kanalıyla yaptığı açıklamada, "Bugüne kadar bir kurban kesen, mümkünse bu sene iki tane kessin. Gücü yeten üç tane kessin. Bir tanesini Somali'ye göndersin. Fakat imkânı olan herkes Güneydoğu ve varoşlarda yardım bekleyenlere de bayram ettirsin. Hasbî ruhlar, kendilerinden ziyade o bölgelerdeki kardeşleri için tir tir titremelidir. Zira, bugün birileri tarafından bir kısım çatlama, kırılma ve kopmalar hasıl etmek için gösterilen korkunç gayrete karşı mutlaka muhteşem surlar oluşturulmalı ve o türlü çözülmelere asla meydan verilmemelidir."

Mesajı her ne kadar insani ve İslami bir içerik taşısa da, İslam ve Müslüman düşmanlarına yaptığı yardımlar ve ihanetsi ilişkileri samimiyetini sorgulatmakta, müminlerin kurban ibadetlerini ve hayırlarını mundarlaştıracak dehşette olabileceği kuşkusundan sözlerinin hiçbir inandırıcılığı bulunmamaktadır.

Madem Somali, Güneydoğu ve varoşlardaki gibi yoklukla inleyen Müslüman kardeşleri hayati önem taşıyor; neden kiliselere milyonlar aktarırken onların acısıyla tir tir titremedi? İddia ettiği muhteşem surlar, diyalog temelinde Hıristiyan ve Yahudilerin yapıtlarına ve hizmetlerine peşkeş çekilirken; neden Güneydoğuda baş gösteren çözülmelere meydan verdi ve Haçlı Batı’ya sunduğu desteği terörle mahvolan kardeşlerimize çok gördü? Dolayısıyla haçlı dostlarına daha fazla yardım toplayabilmek için sömürü edebiyatı yaptığı aleni değil midir?

Müslüman Filistin Halkı ambargo ile kuşatma altında her türlü temel ihtiyaç maddesinin olmayışından inlerken ve özellikle yeni doğmuş bebekler süt ve ilaç yokluğundan ölürlerken; dinlerinin emri ve ecdatlarının izinde Müslüman kardeşlerine yardım götürebilme maksadıyla Gazze’ye giderek kendilerini siper eden kahraman vatandaşlarımızın İsrail barbarlarınca şehid edilmelerini insafsızca haklı bulan ve terörist İsrail’in yanında yer alan; Fetullah Gülen değil miydi?

Güneydoğuda teröristler hüküm sürüp binlerce insanımızı katlederken, gençlerimizi halkına karşı kışkırtarak dağa çıkartırlarken ya da ellerine silah tutuşturarak öldürtürlerken; neden diyaloga harcadığı enerji ve yardımlarını sözde vatanım dediği Türkiye için harcamayıp, BDP’ce iğfal edilerek kandırılan Müslüman kardeşlerimizi hak yoluna davet etmek suretiyle emrindeki eğitimcileri bölgeye seferber etmedi? Eğer eğitim elemanlarının hayatlarından endişe ediyor ise, vatanları için cephelerde canlarını veren güvenlik güçlerimiz insan değil mi?

Hizmetini cihadla özdeşleştirerek ahkâm kesen Fetullah Gülen; asıl maddi ve manevi yardımda bulunması, okullar açması ve emrindeki sözde eğitim ordusuyla Güneydoğu’ya çıkartma yaparak tek bir vatandaşımızı bırakmaksızın teröre karşı bütünlük sağlatması gerekirken; Kurban etleriyle mi insanlarına karşı görevini yerine getireceğini ve günahlarını affettirebileceğini sanıyor? Yoksa haçlı efendileri izin mi vermiyor?

Para ve iktidar için takmayacağı maske, kabul etmeyeceği din, yapmayacağı ittifak ve veremeyeceği fetva olmadığı gibi, Türkiye’nin parçalanmasından da zerre kadar elem duymaz. Yeter ki para akışı kesilmesin…

Öyle bir yardım toplama İmparatorluğu kurdu ki, kurumlarında yetişen her talebe ve cemaat mensubu, hazinesine para toplamakla görevli elemanlardır. Önce yetiştirip akabinde zincirlediği kölelerini cennet vaadiyle dilediği gibi kullanmaktadır. Artık prestijli bir marka haline dönüşen cemaat, oportünizmin odağı olmuş, özellikle kadınlar, Risalei Nur’un etrafında gösterişsi sohbetlere katılarak kahvaltı bursu, öğlen ve akşam yemeği bursları, yıllık öğrenci bursları, kurbanlar, davetler ve akla gelebilecek ne kadar sömürü aracı var ise sermayedarları ve hizmetkârları yapılmıştır. Peki, vahiy nerede?

Yakasını kaptıranın bir daha kurtulamadığı “Dilenci İmparatorluğu” için hedef olan, para ve Rısalei Nur’dur. Vatikan’ın zenginsel şöhretini bile geride bırakıp, hizmet edenin ve parayı verenin cennete gireceği felsefesi, Fetullah Gülen’i dinsel Apo’ya dönüştürmüştür.

Yıllardır Zerdüşt teröristlerin saldırılarıyla binlerce Müslüman kardeşimiz ve güvenlik güçlerimiz öldürülürken ve başıboş kalan bölge halkları kandırılarak devlete ve millete hasım yapılırken hiçbir girişimde bulunmayan Fetullah Gülen; asıl hizmet yapması ve insanlara doğruyu göstermek ve bütünlük içinde tutmakla mükellef olduğu yer, Güneydoğu değil midir? Allah; Resulüne, önce yakınlarına diyerek yol göstermedi mi? Ancak vatanı ABD ve kardeşi Papa ise, bir itirazım bulunmamaktadır…

Fetullah Gülen, Allah yolunda cihad eden direnişçi mücahitleri kıyasıya lanetlerken; neden bugüne kadar halkımızı ve çocuklarımızı acımasızca katleden terör örgütünü bir kez olsun kınamamıştır?

Ey cemaat mensupları! Artık gerçeği kabul edin, sözde iman ettiğiniz Allah ve Resulünün emirlerine boyun eğip, sizleri cehenneme sürükleyen kendiniz gibi bir beşere kulluk etmeyiniz. O, apaçık bir düşmanınızdır. Aşk ve taziminiz sadece Allah ve Resulüne olsun. Sizden ne herhangi bir ücret talep etmekte ne de bir beklenti içindeyim. Ben de sizler gibi bir hiçim. Oysa Peygamberlerin dahi fayda ve zarar verme gücünün bulunmadıkları ayetle sabit olduğu halde Fetullah Gülen size ne verebilir? Gerçekleri ortaya koyduğumdan yine köpürecek, tanrıymışçasına zihin ve kalplerinize nakşettiğiniz önderiniz için küfrünüzde ısrar edeceksiniz. Hâlbuki Fetullah Gülen’in yakasına yapışıp; ya vahyin emrettiği yola getirtin ya mürtetliğinden dolayı başını vurun ya da terk edin.

Dininiz ve alın teriyle kazandığınız paralarınızı şeytani hilelerle düşmanlarınıza peşkeş çeken fasıklardan kurtulmaya çalışın ki, salâh’a erişiniz. İnşaAllah doğru yola, Allah’ın kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğu kimselerin yoluna iletilmenizi; gazaba uğramış ve sapmışların yolundan kurtulmanızı temenni ediyorum…

"Bilmiyorlar, bilseydiler yapmazlardı." Hz. Muhammed (s.a.v)

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” A’raf 179

20 Ekim 2011 Perşembe

Suçlu hükümet ve meclistir…

Şehitlik mertebesine ulaşan askerlerimiz bir üzüntü değil, tartışmasız bir müjdedir. Teslim olmuş her müminin Allah katında arzu ettiği diriliğin bizlere de nasip olmasını temenni ediyor, şehit olanlara imreniyorum. Terörden sorumlu hükümet ve meclistir.

Başbakan Erdoğan’ın teröristleri demokrasi ve hukuk adına düşman değil suçlu gördüğünü ifade etmesi, teröristin nasıl korunduğuna açık bir kanıttır.

BDP’li terörist bir kadın vekil mecliste, ”Bu bir savaş ve bu savaşta her iki taraftan da insanlar yaşamını yitiriyor” sözleri, o meclisin milleti değil teröristleri meşrulaştırdığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla kendilerini terör safında ikrar edenlerin meclisteki meydan okuyuşları,”kimin nefesi, hangi ensede hissediliyor” sorgusunu doğurmmaktadır.

Miyavlamaktan öte yaptırıcı hiçbir ilerleme kaydetmeyen gerek iktidar gerekse muhalefet, en azından bugüne mahsus bile terörist vekillerin bulunduğu mecliste oturmaya devam edip şovsal tartışmaları sürdürebiliyorlar ise, ne iktidardan ne de muhalefetten hiçbir şey beklenemeyeceğini kanıtlamaktadır. Artık Türk milleti, mücadelesini kendi yapmalı ve lanetli politikacılara güvenlerini bırakmalıdırlar.

Sözde terörle ilgili gizli yapmayı düşündükleri oturumda BDP’lilerin de olması, o görüşmenin terör aleyhtarı mı yoksa lehinde mi olacağı yargısını takdirlerinize bırakıyorum.
Bir taraftan sahte gözyaşlarıyla oyunlarını sergilerlerken, diğer taraftan terörist vekillerle aynı çatı altında oturmaya devam edenler, onlardan farksızdırlar.

Allah'ın ayetlerini aşağılatanlar, neden pkk'yı meşrulaştırmasınlar ki?

“O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” Nisa 140

18 Ekim 2011 Salı

Kadın şeytandır, ondan zinhar uzak durun…

Birçoğunuzun, “Oha! Bu ne sapık bir düşünce” diye tepki göstereceğini tahmin etmek zor değildir. Ama böylesi bir hüküm, onbinlerce kadın müridi olan bir ulemaca hatta bir din kurucusu tarafından fetvalandırılmış ise; itiraz edilebilir, yalan sayılabilir ya da şartlar gerekçe gösterilerek sindirilebilinir mi?

Oysa kadının anne olmasından ötürü hem Kur’an’da hem de hadislerdeki önemi vurgulanmış; Allah, Tevbe 23. ve 24. Ayetlerde küfrü imana tercih eden baba ve kardeş dahi olsa veli ve dost edinilmemesini emrederken, kadın olan anneye ise ne yaparsa yapsın asla yüz çevrilemeyeceği mesajını vermiştir. Öyleyse, nasıl olurda kadın şeytanlıkla özdeşleştirilebilinir?

Zamanın teki diye arşa yükseltilen Said Nursi adlı zat, doğu'daki müritlerine, "Kadın şeytandır, ondan zinhar uzak durun" derken, Batı illerinde Kürt ırkçılığından dolayı sürgün yaşadığı yıllarda bu nefretinden, Kürt nüfusunun artabilmesi için soydaşlarına bol
bol çocuk yapmaları maksadıyla fikrinden vazgeçtiği izlenimi vermiştir.

Said Nursi’nin hiç evlenmemesi ve yaşamı boyunca şeytan gördüğü kadınlara Ortaçağ Hıristiyanlık karanlığını aratmayacak bir merhametsizlikle tavır alıp kin ve nefret dolu duygularının asıl sebebi kalbinde ve Allah bilgisinde saklı olduğundan, gerekçelerini kendi ifadeleri çerçevesinde irdelemeye çalışalım.

Eserlerinde kadınları ‘şefkat kahramanı’ olarak nitelendiren Said Nursi, fiiliyatta bu övgüyü kanıtlayıcı tek bir davranışta bulunmamıştı. Kadınları çocuk yapma ve dininin yayılmasında potansiyel araçtan öte hiçbir değerde bulmayan Said Nursi, evlilik müessesi gibi bir birlikteliği beyhude ve lanet olarak telakki etmiştir.

Evlilikten uzak durmasının nedenini, öncesinde amansız düşmanı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun parçalandığı zamana işaret ederek, birçok cephede savaş sürdüğünden kendini vahyin tefsiri için arşla irtibata adadığından büyük bir fedakârlık olarak nitelendirmiştir. “Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındığa hücumu karşısında her şeyini feda edecek hakikî fedakârlar lâzım geldiği zamanda, Kur’ân-ı Hakîm’in hakikatine değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa ahiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim. Çünkü bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlar ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu. Dünya zevceleri değil, dünyada on huri de verilse bırakmaya mecburdum.”

Allah’ın emri ve Peygamberimizin imani sünneti olan evlilik; cephelerin en şiddetli manevi noktası olup vicdan, merhamet, adalet, paylaşım, fedakârlık, idare, hissiyat, sorumluluk, mükellefiyet ve toplumun olmazsa olmaz ahlaki temel odağıdır.

Said Nursi, “Ayet-i kerimede ve hadîs-i şerifteki emirler emr-i daimî (temelli emir) ve vücubî (müspet) değildirler. Belki istihbabî (muhabbetin gereği olarak yapılması gereken iş) ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır. Hem de herkes için her vakit değildir” ifadesi, Ahzab Suresi 36. Ayete mugayir olup, apaçık bir sapıklığa düşmekti.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Hz. Muhammed (s.a.v), peygamber olduğunu en zorba topluma duyurduğu vakit nasıl bir saldırı ve ölümüne düşmanlıkla karşılaştığı malumdur. Medine’ye hicret ederken geçirdiği süreç ve İslam devletini kurması akabinde yaptığı zor savaşlar ve tehditler kendisini yıldırmamış, bir taraftan vahiyle gelen ayetleri insanlara tebliğ ederken, diğer taraftan kâfir güruhun taptıkları putları yıkarak azgın putperestlere karşı mücadelesini sürdürüp, Allah’a ve Kur’an’a hizmet etmekten geri durmamıştı. Buna rağmen 11 defa evlenmiş ve yoksul bir hayat sürmüştü. Kimi zaman tek bir hurmayı eş ve çocuklarıyla birlikte paylaşarak şükürlerini bırakmamış, asla ne rızık telaşı yapmış ne de emrolonduğu elçilik görevini aksatmıştı.

Bakın, Said Nursi nasıl devam ediyor…

“Değil bir sünnet olan muvakkat dünya zevcelerini (eş, kadın) almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki; ihlas-ı hakiki ile hakikat-ı Kur’aniyeye hizmet edebileyim.”

Bu durumda; 11 defa evlenen Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a) Hz. Osman (r.a), Hz. Ali (r.a) ve Allah dini adına Kur’an’a hizmet etmiş, şehit düşmüş, zindanlara atılmış, tecrit edilmiş eş ve çocukları olan müminler, Kur’an’a hizmet etmemiş mi oldular?

Ayrıca Said Nursi’nin hizmet adına her şeyden vazgeçtiğini ileri sürdüğü “ihlas-ı hakiki ile hakikat-ı Kur’aniye”’den ne kastettiği sorusu, fevkalade önem taşımaktadır.

Said Nursi, hem Kur’an’ı Kerim’e hem de yetersiz gördüğü Hz. Muhammed (s.a.v)’a muhalifti. Peygamberimize vahiyle indirilen Kur’an’ı Kerim’in karanlık, verimsiz ve anlaşılmaz olduğu düşüncesiyle, “Kur’an’ın gizli gerçekleri Risalei Nur ile bize iniyor. Peygamber devrinde Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi Kur’an’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilhamla gizli gerçekler kesin delillerle iniyor. Dolayısıyla Risalei Nur, Kur’an’dan daha önemlidir. O gökten inmiş Kur’an’ın, doğunun da batının da üstünde olan arştaki yerinden alınmıştır. Son kitaptır” açıklamaları, kendisinin son peygamber olduğunu ve Risalei Nur’un da Kur’an’dan üstün ve son kutsal kitap olduğunu beyan etmişti. Dolayısıyla ihlas-ı hakiki ile hakikat- Kuraniye yolunda yaptığını ileri sürdüğü fedakarlık; Kur’an, İncil ve Tevrat’ı harmanlayarak yeni bir kitapla din kurması ve herkesten üstün bir peygamberlik iddiası; neden Sultan Abdülhamit tarafından tımarhaneye kapatılmış olduğuna açık bir delildi.

Said Nursi, şeytan misali öyle bir benlik sahibiydi ki, her şeyin en iyisini bilen ve tüm müşkülatları çözmeye vakıf peygamberler üstü seçilmiş bir psikolojideydi. Kendini Allah misali hata ve kusurdan münezzeh görürdü. “Risalei Nur denilen 33 adet söz, 33 adet mektup,31 adet lemalar, bu zamanda Kur’an’daki ayetlerin ayetleridir. Kur’an’ın doğru olduğunun delili Risalei Nur’dur. Sözler, şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklamaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte, tümüyle kusursuz ve eksiksizdir.” 11. Şua

Acaba Risalei Nur, bir Bahailik midir? Bahailik’te de semavi dinlerde olduğu gibi tek tanrıya inanılıp, Allah tarafından indirildiği iddia edilen bir kitaba iman edilir ve kendine indirildiğini iddia eden adam da gizli veya aşikâr peygamber kabul edilir. Ayrıca Sihizm’ de de tek tanrı inancı vardır ve tanrının elçileri olarak adlandırılan gurular, Said Nursi dinindeki şakirtler misali takip ettikleri Risalei Nur gibi yazılı kitapları vardır.

Anlaşılan Said Nursi ve Risalei Nur, tek tanrılı dinleri hümanist felsefede bütünleştirmiştir. Semavi addedilen Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam’ı, Bahailik veya Sihizm misali Risalei Nur’da toplamıştı.

Osmanlı’nın son döneminde Kürt ayrılıkçılığının bayraktarı olan Said Nursi (Kürt Said), kurucu olduğu cemiyetlerle Osmanlı’nın yıkılmasında öncülük yapmıştı. Sonradan tövbe edip yaptığı yanlışlıktan geri dönmesi gibi, acaba Allah ve Resulüne karşı gelerek kurduğu dinden de tövbe edip etmediği bilinmiyor.

Ateist ve özellikle İslam düşmanı olan Fransız düşünür Auguste Comte, Osmanlı toplumunu dinden uzaklaştıracak telkinlerde bulunarak, ırkçıları ve reformcuları örgütlemişti. Comte, Tanzimat Fermanının mimarı mason Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupta, Osmanlı halkının İslâm'ı bırakıp din olarak pozitivizmi benimsemesini tavsiye etmiş, böylece "siyasi birlik fikrinden", yani Osmanlı'nın ve dünya Müslümanlarının birliği düşüncesi olan hilafetten vazgeçilmesi gerekliliğini vurgulamıştı. Comte, Osmanlı halkına "Allah yerine hümaniteyi" benimsemelerini tavsiye ederek, çağdaş ve laik düşüncelerinin ilk ateist temellerini attırmıştı.

Asıl konumuzu dağıtmamak maksadıyla tekrar kadın ve evlilik konusuna dönüyor; Said Nursi’nin kadın nefret ve düşmanlığını örtbas edebilmek için evlenmeme kararıyla ilgili getirdiği gerekçelerin nasıl trajikomik sebepler olduğunu hep birlikte incelemeye devam edelim.

Diyor ki; “Öylesine çetin yıllardır ki, evlilik sünnetini yerine getiren birçok âlim, ehl-i takva insan ve hocalar harama girmekte, birçok sünneti ve farzı bırakmaya kendilerini mecbur bilmektedir. Ev ahalisinin geçim derdi, bid’alara fetva verdirmekte, taraftar eylemektedir. ‘Virân olası hanede evlâd-ı iyâl var’dır.”

Evlilik emir ve sünnetini yerine getiren alim, ehl-i takva kimseler, hocalar ve Allah yolunda canlarını vermiş şehidleri harama sapmakla itham eden Said Nursi, onların evlendiklerinden dolayı ev ahalisinin geçim dertlerine düşmelerinden bid’alara fetva verme zorunda kaldıklarını ve İslam karşıtlarının tarafında yer alma mecburiyetinde bulunduklarını ifade etmesi, ancak zırdeli ve İslam dışı bir hastanın hezeyanlarından başka bir şey değildir. İnsan ve Müslüman olmanın vasfı, bakmakla yükümlü olduğu sadece kendi çoluk çocuğu değil, etrafında ne kadar muhtaç, dul, yetim ve yoksul var ise, sadaka ve zekâtlarıyla yanlarında olmak, bir dilim ekmeğini paylaşmak, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmektir. Acaba 11 kere evlenmiş olan Allah’ın Resulü, halifeler veya ashabı ikram, ifadesine göre farzları bırakmış ve yanlış fetvalar mı vermişlerdi?

Madem öyle; neden selam verenin peşine düşerek öğrencileri okutma ve yardım etmeleri için hizmet adına para vermeleri konusunda baskı yapıyorlar? Ev ahalisini bakmak bile kişiyi farz ve sünnetlerden alıkoyup harama yönlendirebiliyor ise, başkalarının geçimlerini sağlamak daha beter bir gidişata yol açmıyor mu?

Sadi Nursi, kendisini tüm kâinatı sevk ve idare eden öyle bir konumda hissediyordu ki, yeryüzü sathını imana kavuşturabilecek güçlü bir iradesi bulunduğunu ima ederek, sözde arkasında boşluk ve dini ihtiyaçlardan insanları yoksun bırakmamak için evlilik gibi hac farizasını da yerine getirmemişti. Onun için Allah emrinin bağlayıcı bir hükmü olmayıp, içtimai görevlerle ferdi ibadetler arasında tercih yapma inisiyatifini dilediği gibi kullanma ayrıcalığı olduğunu düşünüyordu. Çünkü o, peygamberler üstü bir mevkie sahipti.

Gelelim Fetullah Gülen’e…

Her şey gibi evlilik ve kadın konusunda da efendisi Said Nursi’yi izleyen Fetullah Gülen’in rüyası, kadına bakış gerçeğini ortaya koymaktadır.

“1978 yıllarındaydı. Çamaşırlarım iyice birikmişti. Akşam yıkarken bayağı canıma tak etti. Bir ara içimden ‘Acaba evlense miydim?’ diye geçti. Katiyen düşünme şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir. Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: Akşam rüyamda efendimizi (Said Nursi) gördüm. Size selam söyledi ve ‘Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu bir rüyaydı, rüya ile amel edilmeyeceğini de biliyorum ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım."


Kendisiyle röportaj yapan Nuriye Akman adlı gazeteci şu soruyu sorar:

-Hz. Muhammed (s.a.v) Müslümanlara evlenmeyi salık verirken, kendisi de buna uymuşken, siz bu rüyanın sahihliğine nasıl inanırsınız?

“Beni yönlendiren bağlı bulunduğum prensipler vardı. Bunların tesirinde kalarak rüya ile amel esas olmadığı halde onu sadece tesir ettirici bir faktör olarak ele aldım. Kendi fıkıh telakkim içinde, bir insan kendisi şüpheli şeyleri yese içse bile başkasına, ikinci şahsa şüpheli şeyleri yedirmeye hakkı yoktur. Çünkü ben, çok düşük gelirli bir memurdum, maaşım ancak bana yetiyordu. Bir başkasına bakmak çok zordu. Kendi kendime; ‘Acaba gayrimeşru bir dairede bir kazanca tevessül eder miyim? Esas vazifemi bırakıp dünyaya talip ve ragıp olur muyum" dedim.

Açıklamalarına önyargısız bir muhakemeyle bakıldığında; hem Said Nursi hem de Fetullah Gülen’in gizli kadın düşmanlıkları gayet açık olup, Said Nursi’nin kadını şeytan addetmesinden, Gülen’in evlendiği gün öleceği ve cenazesine gelmeyeceği mesajı, hiçbir yoruma mahal bırakmamaktadır. Evlilik emrini şüpheli bulan Fetullah Gülen, nasıl iman etmiş bir Müslüman’dır ki, “sizin de çocuklarınızın da rızkını biz veririz” ayetine güvenmeyerek, maaşını yetiremeyeceği endişesinden evlenmeye çekindiği gerekçesini öne sürebiliyor. Kadına olan düşmanlığını açıklayamadığından, saçmalamakta sınır tanımıyor. Neredeyse Türkiye’nin % 90’ı iddia ettiği o maaşlarla evlenip geçimini tedarik etmiyorlar mı? Dünyada yaşayan 550 milyon insanın günlük geliri 1 dolar olmasına rağmen, evlenip düzinece çocuğa sahip olmuyorlar mı? Acaba düşük gelirli evliler, geçinebilmek için gayrimeşru yollara mı tevessül ediyorlar? Geçinebilmek için eşlerini veya çocuklarını mı pazarlıyor ya da harami fiillerde mi bulunuyorlar? Evlilik, esas vazifeyi bırakıp dünyaya talip olmak mı demektir? Peygamberimiz 11 defa evlenerek dünyaya mı talip olmuş ve dünyaya özlem mi duymuştu?

Dolayısıyla Saidi Nursi ve Fetullah Gülen, düşüncesini bile ürkütücü gördükleri kutsal evlilik bağını; şeytani bir felaket, dinden uzaklaşma, anında vuku bulabilecek lanetsel bir ölüm ve cenazesi kılınamayacak bir müşriklik olarak değerlendirmektedirler.

Fetullah Gülen, “Hz. Mesih ve Hz. Yahya evlenmemişlerdir" diyerek Hıristiyanların rabbini ve vaftizcisini referans göstermesi, “Allah’a ve Resulüne itaat ediniz” emrine apaçık karşı gelmektir. Ayrıca hiçbir Müslüman ve İslam âlimi Hz. İsa’yı Hz. Mesih olarak adlandırmayıp, tamamen Hıristiyanlara mahsus bir tanıma kalkışmıştır.

Sözde Hz. Muhammed (s.a.v)’a karşı aşk ve tazimle gözyaşları akıtan Fetullah Gülen, neden Peygamberimizi değil de Hz. İsa ve Hz. Yahya’yı rehber edinmektedir? Kur’an’ın neresinde Hz Muhammed’e değil de Hz. İsa ve Hz. Yahya’ya itaat ediniz buyruluyor?

Fetullah Gülen Hıristiyan olabilir mi? Ya da semavi dinler temelinde hem Müslüman hem Hıristiyan hem de Yahudi midir?

Eğer tumturaklı İslam’a iman etmiş bir Müslüman olmuş olsaydı, zaten kadın düşmanı olmaz, evlenmeme değil, evlenememesiyle ilgili söyleyeceği tek söz, “Allah nasip etmedi olurdu.

Ayrıca Fetullah Gülen’in kadınlarla tokalaşmaması dini bir hüküm ya da takva’dan değil, kadınların kendini kirletecek olması ve şeytan gördükleri kadına dokunmak istememesindendir. Allah ve Resulünün hükümlerini peşkeş çekenlerin kadınla tokalaşmayı günah sayabilecek bir hassasiyet gösterebilmeleri mümkün müdür?

Ne var ki kendilerini tanrısal ayrıcalıkta kılanların insanüstü kompleksleri, asırlarca diri diri toprağa gömülmüş, yakılmış, tecrit edilmiş günahkâr, kışkırtıcı ve şeytan sayılmış kadınlarla olası bir meşru birlikteliğe; sözde yüceliklerine gölge düşüreceği ve günaha girecekleri düşüncesiyle karşı çıkmalarıdır. Gerekçelerinden de anlaşılacağı üzere tıpkı papa ve papazlar gibi evliliği reddetmelerinin sosyali dini ve ekonomik mazeretleri asla inandırıcı ve ikna edici değildir. Akla gelen sebep; ya gizli Hıristiyan oluşları ve din adamı olmalarında ötürü o inanç doğrultusunda tavır almaları, ya da kadını şeytan sanmalarından uzak durmalarıdır.

Allah’ın helal kıldığını kendine haram edinen İslam olabilir mi?

Şüphesiz ne kadar delil de ortaya koysam, Allah’ın saptırdığı bir zümreyi doğru yola eriştirebilmem mümkün değildir.

Kurban Bayramı geliyor ve şeytanlıkla aşağılanan kadın köleler, Fetullah Gülen İmparatorluğu için yağmur çamur demeden yardım toplayacak ve gençlerin zehirlenmesine katkıda sınır tanımayacaklardır. Bir kurban alacak ekonomi durumu olmayanlara, geçen yıl olduğu gibi kurbanı kısımlara ayırarak para toplamaya bile fetva vermeye devam edeceklerdir…

“De ki: Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” Al-i İmran 32

“Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” Nisa 80

“’Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik’ diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.” Nur 47

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) bol olan ve bilendir.” Nur 32

"Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz."
Mü’minûn 34

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’ in şu hadisleri, evliliğin dini, siyasi, sosyal, ticari, vicdani ve ahlaki açıdan ne kadar hayati olduğunu yeterince ispatlamaktadır.


Kıyamet günü ateş ehli olarak haşredilecek kimselerin çoğu, içinizden bekâr olarak ölenlerdir.”

“En kötüleriniz, (bu dünyadan) bekâr olarak ayrılanlarınızdır.”

“Sizin en kötüleriniz, içinizden bekâr olanlarınızdır ve bunlar şeytanın kardeşleridirler.”

“Ümmetimin en iyileri evliler, en kötüleri ise bekârlardır.”

"Bir kimse evlenince imanın yarısını tamamlamış olur. Artık diğer yarısı için de Allah'tan korksun."

13 Ekim 2011 Perşembe

Allah’ın dini ile oynayan Gülen Hoca!

Nasıl hesap vereceksin?

Öncelikle yanlışı ortaya koyarken cemaatteki ihlâslı müminlerin hatırına sert ve kırıcı bir üslup kullanmamaya dikkat edecek, vahye aykırı bir yaklaşımım var ise eleştirmelerini, aksi takdirde önderlerini kollama amaçlı tavırların şirke götürebileceğini hatırlatmak isterim. Ana ve babamın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmem emrolunduğundan, iman etmiş kimselerin de aynı hassasiyeti taşımaları İslam’ın bir hükmüdür.

Pazar akşamı atv adlı kanalında “New York’ta beş minare” filmini izlediğimde, söz konusu filmin senaryo, kurgu ve prodüksiyon dahil arkasında Fetullah Gülen olduğu öyle aşikârdı ki, dinler arası diyalog daha da ileri taşınarak bütünleştirilmiş; İslam’ın bir cihad dini değil hümanist bir kültür ve ibadet olduğu propagandasıyla cihad ehlini teröristlikle suçlamaları, Amerika mandası altında yaşamayı onur telakki edenlerin nasıl münafık olduklarını bir kez daha perçinleştirmiştir.
Allah dileseydi safları kesin hatlarla çizmez, kendileri gibi dini bir bütünlük ve kardeşlik çerçevesi içinde cihadı emretmeyerek, Allah ve Resulüne karşı savaşanları düşman ilan etmezdi. Allah’ın ayırdığı safları Gülen mi birleştirecek?

Kemalistlerin tepkilerinden dolayı bir Müslüman duyarlılığıyla eleştirilerimden uzak tutmaya hatta yeri geldiğinde savunmaya çalıştığım Gülen Hocayı, Peygamberimizin “Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir” hadisinden dolayı tahribatını engelleyebilmek gayesiyle hatalarını hediye etmek ve müminleri uyarmak adına uzaklaştığı vahye yaklaştırmanın kaçınılmaz bir görev olduğu bilinciyle üzerine gitmekteyim. Yanlışta olan kim olursa olsun İslam adına korunup kollanamaz, tolerans gösterilemez ve kabul edilen bir yanlışın nasıl zehre dönüşerek toplumu mahvedeceği gerçeği dünyalık hesaplar uğruna geçiştirilemez.

Fetullah Gülen ve düzen işbirlikçilerinin vahiy karşıtı düşünce ve davranışları ile geçici dünya menfaatleri uğruna ayetlere bedel biçmeleri Müslümanların iğfaline neden olmakta, tıpkı Kurtuluş mücadelesinden farksız bir bilinçle tehlikeleri bertaraf edilmelidir.

Gülen cemaatinin, cemaate katılmadan önce İslam iken nasıl putperestliğe dönüştüklerine en önemli kanıt; Sakarya Üniversitesi İlahiyat Profesörlerinden Faruk Beşer’in ‘Fetullah Gülen Fıkhını Anlamak’ adlı kitabındaki; “Benim gözümde o, ‘vahidü dehrih’ (zamanın biriciği) ve ‘feridü asrih’ (asrın teki)dir. Ya Rab! Benim sağlığımdan al ve onun sağlığına kat." diye yakarabilmesidir. Eğer bir ilahiyat profesörü, Fetullah Gülen’in yoluna kurban olabilecek bir idole saplanabilmiş ise, sıradan cemaatin haleti ruhiyesini takdirlerinize bırakıyorum.

Her ne kadar Fetullah Gülen’in böylesi şirksel bir tapınmayı reddettiği bilinse de, cemaatine tevhid inancını yerleştirememesinin sonucu tanrısal bir seviyeye yüceltilmesi, ruhsal olan Allah’ın ve İslam’ın anlaşılamamasındandır. Şeytan gibi Kur’an ilmine vakıf, ancak iman edememiş bir ilahiyatçının nasıl olup da döndürülebildiğinin en somut kanıtı, şeytanın ‘bir bilgiye’ göre saptırılma sürecinde açıkça izah edilmektedir. Pof. Beşer’in söz konusu kitabı ve ifadeleri okuyucu ve dinleyicilerini zehirlemekte, tıpkı Kemalist veya Hıristiyanlar misali tabulaştırmasının şirksel iknası putperestliğe yol açmaktadır.

Allah, tevhid sürecinin iyice anlaşılabilmesi için öylesi bir yaradılışla iyi ve kötünün ayırımsı örneklendirmesini yapmış ve zerre kadar taviz vermeksizin sınırları çizmiş ki, ilimle donattığı kulu şeytanı cennette ikame ettirirken ebedi cehenneme sürükleyen sebepleri yaratmış, dolayısıyla ne ilmi ne de cennet ehli olması hakkında yazılmış olan laneti engelleyebilmişti. Bu yüzden Allah’a tumturaklı teslim olmayan ilim sahiplerinin çağlara ve iktidarlara göre ya sipariş ya da nefsi istek, düşünce ve yorumlarını “vahyi tefsir” manipülasyonlarıyla toplumlara dayatarak müminleri Allah yolundan çevirmeye kalkışmaları, benliksi misyonlarının vazgeçilmez gereğindendir.

Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmek suretiyle yanlarında izzet, güç ve şeref kazanabileceğini düşünen ilim erbaplarının Allah nezdinde hiçbir değerleri bulunmamakta, onları takip edenlerde aynı akıbetin bir parçası olmaktadırlar.

Önderlerin cemaatlerini hizmet ve eğitim yönlendirmesiyle materyalistleştirerek sadece paraya odaklatarak sevap ve cenneti pazarlamaları, Allah’ın rızasını kazanabilmek için tartışılmaz meşakkatli cihad yolundan uzaklaşmalarına vesile olmakta, dolayısıyla vahiyle değil batılla uzlaşmayı İslam diye takdim edebilmektedirler. Kimi iktidarlarını kimi de kazançlarını arttırabilmek için öylesi taklalar atmaktadırlar ki, Kur’an bilgisine sahip olmayanlarda altlarında minder durumundadırlar.

Kendilerini yaratan Allah’a tumturaklı bağı müminleri aşırı dinci ve fanatik diye damgalayanlar, dolaylı olarak Allah’ı da fanatizmle özdeşleştirmektedirler. Çünkü mümin olmanın şartı, Allah’a kayıtsız-şartsız teslimiyettir. Diğer alternatif ise münafıklıktır.

Gülen ve cemaati, nefislere fevkalade zor gelen cihadı vahşet olmakla nitelendirmiş ve mücahitleri zavallı ve cani olmakla itham etmişlerdir. Ancak cihadı kökten reddedememişler, onlarca ayette geçen ve cennete girişin bileti olarak buyrulan cihadın anlam ve amacını bozarak batıl hizmetleriyle özdeşleştirebilmişlerdir. Onun için eğitimde görev alan ve yardımda bulunanları cihad yapan mücahitler olarak yüceltmiş, vahiyde emredilen mücadeleleri de teröristlikle yaftalamışlardır. Oysa cihad, Allah’ın dinini egemen kılabilmek ve isyankâr kötüleri tarumar edebilmek için Allah düşmanlarına karşı yapılan savaş ve dünyayı ahıret karşılığı satmaktır.

Allah, dilese yarattığı tüm insanları imana getirebileceğini açıkça buyurmuşken; herhangi bir cemaatin İslam adına öne sürdüğü metotlarla hidayete ulaştırabilmesi mümkün değildir. Peygamberlerin dahi sevdiklerini hidayete erdirme gücü yok iken, bir başkasının bulunabilmesi imkân dâhilinde midir? Kötülüklerin elçisi şeytanın bile Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir mümine zarar veremeyeceği ayetlerle sabittir. Dolayısıyla iyilikte kötülükte Allah’ın iradesinde olup, dilediğine duçar kılmaktadır.

Peygamberlerin görevi; Allah’ın buyruklarına hiçbir yorum katmaksızın insanlara tebliğ etmeleri, ayetleri saptırtarak ya da hoş göstermek gayesiyle eğip bükerek hiçbir dine ve din sahiplerine sunmamaları, inanma ve inanmama konusunda iradenin sadece ve sadece Allah’ta olduğu inancıyla hareket etmeleri, dilediğini iman ettirip dilediğini saptırma hükmünün yalnızca Allah iradesinde bulunduğunu bildirmelerine rağmen; Fetullah Gülen ya da diğerlerinin sözde hizmetsi metotları haddi aşmak, benlik ve bir başkaldırı değil de nedir?

Doğru yola iletmek münhasıran Allah iradesinde olup; gerek ilim adamı gerekse sıradan insanlar sadece emredilene itaatle mükelleftirler. Allah, peygamber ve vahyin kanıtlanma mecburiyeti yoktur. İman, mantık değil, duygu yani gönül bağıdır. Allah ve Resulünün emrettiği bir hükmü, herhangi bir müminin kendi istek ve düşüncelerine göre seçme hakkı bulunmamaktadır. Neyin doğru veya yanlış, neyin sevap ya da günah, neyin insani yahut şeytani, hangi yolun İslam’i veya batıl, kimin dost yahut düşman olduğu ayetlerle bildirilmiş, dolayısıyla yöntemsi yol tercihleriyle ilgili hiç kimseye inisiyatif tanınmamıştır.

Allah ve Resulünün açık hükümlerine sırt dönerek düşmanların hoşnutluğunu kazanabilmek için özellikle cihada karşı alınan tavır, ihanet ve münafıklığın ta kendisidir. Allah nasip etmediği için tıpkı benim gibi cihad yapamayabilir, Allah’a karşı kulluğunu yerine getiremeyebilir ama ne inkâr edebilir ne savsaklayıcı anlamlar yükleyebilir ne de gururunun aşağılanacağı tedirginliğiyle hata ve yanlışını kamufle edici hilelere başvurabilirsin.

Allah’ın hak ve tek din olarak ilan ettiği İslam’ı, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar her Müslüman’a farz olan cihadı; Allah’ı hiçe sayarcasına tekzip edemez, Allah’ın küfürle lanetlediği din ve rejimlerle işbirliğine giremez, İslam’ı, boyundurukları altına sokarak peşkeş çekemezsin.

Fetullah Gülen Hoca’nın, Allah’ın ABD’ye bir cezası olan 11 Eylül 2001 saldırısı akabinde yaptığı açıklama; “Müslüman mı, münafık mı, kâfir mi” sorusunu sordurmuş, ibret ve dehşetle izlemiştim.

Yüz binlerce Müslüman’ı katleden, işkencelerle öldüren, yurtlarından çıkaran, Müslüman kadınların ırzlarına geçerek hamile bırakan, esir aldıkları Müslümanları dışkılarıyla yıkayan, gözleri önünde karılarına tecavüz eden, Kur’an’ı ayakları altında çiğneyen, peygamberimize küfürler yağdıran, vatanları işgal eden, camileri bombalayan, bebek ve çocukları diri diri deşen o günün katilleri Bush ve kasap Sharon’u kınamayıp da, 11 Eylül saldırısının faili olarak yüzyılın kahramanı Usame Bin Laden’i tek zalim göstererek kıyasıya eleştirebilmesi, gerçekte kim ve kimlerin safında olduğunu ortaya koymaktaydı.

Gülen Hoca, madem hümanist bir duyguyla insan öldürülmesine karşı; neden Şehid Usame ile birlikte Bush ve Sharonu da lanetleyemedi? Aradan yıllar geçmesine rağmen yanıtını alamadığım bu soruya, cevap verebilecek biri var mı?

İşte bu sadakatinden ötürü İslam düşmanlarının takdirlerini kazanmış, Müslümanlara karşı oluşturulan nefret cephesinde yer alarak, haçlıların koruması altında önderliğini ve küresel hizmetlerini sürdürebilmiştir. Vahyin emrettiği bir İslam olsaydı, böylesi bir desteği alabilir miydi?

Dünün gözyaşları içinde İslâm’ı savunan Gülen Hoca’nın güç ve iktidar adına şer ittifakında yer alması ve cemaatinden hiç kimsenin yakasına yapışarak hesap soramaması, şüphesiz hakkında takdir edilmiş bir lanetin sonucudur. Yoksa geçmişte cennette yaşayan şeytanın, ‘bir bilgi’ye göre Yaratıcı tarafından lanetlenip ebedi cehenneme gark edilmesi misali, dünün Müslüman Gülen’i de aynı akıbete mi çarptırılmıştı?

Bilgisi dışında ne gazete ne televizyon ne de teşkilatında tek bir satırın, konuşmanın ve icraatın yapılabilmesi mümkün değildir. Onun izni olmaksızın hiç kimse açıklama yapamaz ve herhangi bir konuda fikir beyan edemez. Hele din ile ilgili bir fetvanın verilmesini aleyhine apaçık bir isyan telakki eder.

"Müslüman ümmetler ve Hıristiyan ümmetler, İsa’nın şahsiyeti etrafında birleşerek hem kendilerini hem de insanlığı kurtarmalıdır."

"İsa’nın Mesih olarak tekrar yeryüzüne ineceğini ve insanlığı kurtaracağını" ve yine Aksiyon dergisinde "Hıristiyanların İsa’yı tanrının oğlu olduğu kabullerine pek aldırış etmeyin" ifadeleri, geçiştirilebilecek beyanatlar mıdır? Oysa Allah, Hz. İsa’yı oğlu ve Rab yapmalarından dolayı Hıristiyanları lanetleyip düşman kılmadı mı?

Sayın Fetullah Gülen Hoca! Ayetler vererek ikna yoluna gitmeyeceğim. Çünkü ayetlerin hepsine benden çok daha iyi vakıfsınız ama amel edemiyorsunuz. Şeytanın vesvesesiyle cehennemsi bir yolda ilerlemektesiniz. Öğütlerimin bir fayda sağlayıp sağlamayacağı da Allah’ın takdiridir. Kur’an’da en çok bahsi geçen ve sayısı yaklaşık 500 civarında olan cihad ile ilgili yorumlarınız sizi küfre götürüyor. Kendinizi sarp ve sağlam kalelerde ve İslam düşmanlarının koruması altında emniyete almış olsanız ve iktidarınız yeryüzünü kapsayacak bir güçte de olsa, bir saniye sonrası meçhul yaşamınızda mutlaka öleceksiniz.

Allah yolunda savaşa çıkmamak konusunda nefsi gerekçeler bulmanız bir yana, arzu ettiğiniz iktidara kavuşabilmek için düşman ittifakında yer almanız asla bağışlanılamayacak bir küfürdür. Allah’ın kesin hatlarla ayırdığı safları sizin uzlaştırabilme ya da birleştirebilme gücünüz yoktur. Ne vahyi ne kaderi değiştirebilir ne de ruhları sevk ve idare edebilirsiniz. Kalplerde saklı olanı ve fıtratları bilemediğinizden düşündüğünüz plan ve yöntemlerin başarılı olabilmesi mümkün değildir. Hesap yaratıcı Allah’a, kayıtsız-şartsız itaat de kullara aittir. Oyun ve oyuncaktan ibaret dünya hayatına meyletmeniz, Allah’ın dini ile oynamanıza vesile olmuştur. Aslında iman etmiş Müslümanların sizden yüz çevirmesi açık bir hükümdür. Unutmayınız ki, dünya hayatının kendilerini aldattığı ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş kimselerle her türlü ilişkinin kesilmesi emrolunmuştur.

Allah’ın buyruklarını az bir bedele satarak İslam’a hizmet edemezsiniz. İslam’ı, Hıristiyan ve Yahudilere ne kadar sevgili ve tutsak göstermeye çalışsanız ve müminleri etkileseniz de ne Hıristiyan ve Yahudileri ikna edebilir ne de Allah’ın bakışını ve hükmünü değiştirebilirsiniz. Allah dileseydi zaten yapar ve cihadı emretmezdi. O zaman şeytana da ihtiyaç duymaz, dualite yerine iyilik ve kardeşliğin hüküm süreceği tek tip bir dünya yaratırdı. Öyle, dünyanın çeşitli yerlerinde açtığınız okullarda ezberlettiğiniz Türkçe şarkılarla yetiştirdiğiniz öğrencilerle sınırları birleştiremez, düşmanları dost yapamaz ve kötülüğe son veremezsiniz. Kıyamete kadar şeytanın baki kalacağını ve üzerine yüklenen misyonu sürdüreceğini biliniz.

İfadelerinizden anladığım kadarıyla çok sevdiğiniz peygamberimizin yolunu ve Allah’ın vahyettiği buyruklarından başka hiçbir düşünce ve davranışa yeltenmeyin ve sadece emirlere itaat ediniz. Neyin başarı neyin yenilgi olacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Kulun görevi teslimiyettir.

Cihad, Allah’a karşı imansı samimiyetin bir göstergesidir. Allah yolunda savaşmaktan kaçan, korkan ve terkeden kimseyle; namazı, orucu ve zekâtı terkeden kimse arasında hiçbir fark yoktur.

Sadece şehidlerin ölü değil, diri ve Allah katında rızıklara mahsus kimseler oldukları müjdelenmiştir. Şehidlik de, ancak Allah yolunda savaşarak ölen kimselere tanınmış bir imtiyazdır. Ne var ki Allah, o yüce ameli her kuluna nasip etmemektedir. İnşallah hem siz hem cemaatiniz hem de şahsım, o eşsiz amelle şereflendiriliriz.

Korkarım ki Hıristiyan ve Yahudilerin arzularına uymanızdan onlara benzemiş olduğunuzdur. Binlerce mümin, size olan güvenlerinden ellerinde ne var ne yok emrinize amade etmektedir. Böylesi büyük bir vebalin altından nasıl kalkacağınızı tahayyül bile etmek istemesem de, çok şiddetli bir hesapla karşı karşıya olacağınıza şüphem yoktur. Onlar, Allah’ın rızasını kazanabilmek için hesapsız yardım ederlerken, durumunuzla ilgili hiç otokritik yapıyor musunuz?

Cihadın dışında iman ve kurtuluş için başkaca yol yoktur. Cihad için gerekli hazırlıkları yapmaksızın geleceğe dair umutları gerekçe göstermek; zirvelere ulaşmayı ve oralara yükselmeyi arzulayan sığ düşüncelerin işleridir. Hedef, ebedi ve cennet olduğu takdirde, bedenler o muradı gerçekleştirmek için yorulur ve tereddüt etmesizin kendilerini feda ederler.
İslam düşmanı dostlarınıza şirin görünebilmek için o nefret ettiğiniz ve hayatınızda tek düşman gördüğünüz Usame Bin Laden, sizin gibi saltanat sürüp düşmanlarla işbirliği yapmak yerine İslam’ın egemenliği için cihada baş koymuş, tıpkı peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) misali mücadele ederek, bir cebinde tuz bir cebinde su matarasıyla açlığı kabullenip mağaralarda yaşayarak, dehşetsi yoksul bir hayat sürmüştü. Bir somun ekmek ve şeker bulamadıklarından şekersiz çay içerek milyarlarca dolarlık servetinden vazgeçebilen Usame Bin Laden mi, yok siz mi Allan nezdinde değerlisiniz?

Sayın Fetullah Gülen Hoca! Sizi vahye davet ediyor ve içinde bulunduğunuz küfürden derhal tövbe ederek Allah’ın emirlerine teslim olmayı öğütlüyorum. Bil ki, ne övünerek sahne sahne teşhir ettirdiğin o şarkıcı öğrencilerin seni kurtarabilecek ne de güçlü sandığın o Hıristiyan, Yahudi ve Mason dostların…

"Vallahi Usame, yeryüzünde yürüyen Allah velilerinden bir tanesidir Vallahi, bu dünyanın velisi Allah olmasaydı da dünyadan bir insan olsaydı, onun Usame olduğunu sanırdım Onu, biri danışmaya gelmeden daha önceden tanıyorum ve sizden birinin bildiğinden çok daha iyi biliyorum, onda İslamiyet’ten başka hiçbir şey görmedim Allah’tan onun bir parçası kadar olabilmeyi niyaz ediyorum. " Dr. Abdullah Azzam

11 Ekim 2011 Salı

Terörist vekiller; milletin vekilleri olabilir mi?

Türkiye gibi kararsız, oynak ve çok efendili kaotik ülkelerde olur.

Milletin onur ve haysiyetini doğrayan politikalarla devlet ve halka hasım teröristleri vekil yapan bir düzenden çözüm beklemek ve asayişi tesis edebilmek mümkün değildir. Sağanak gibi yağan sözlerin ok etkisi yapamamasının ceremesini mağdur insanlar canlarıyla ödemektedir.

Teröristlere millet adına vekillik payeleri verilmesi, tarihte eşi görülmemiş bir hıyanet ve düşmanlıktır.

Halkının mal ve can güvenliğini koruma adına hayatlarını kahramanca feda eden binlerce polis ve askerin mevtaları bir yana, geriye bıraktıkları dul ve yetimlerin ağıtlarına dahi duyarsız kalarak, kışkırtıcı terörist vekillere güvenlik güçlerini ezdiren bir devlet, millete değil teröre hizmet etmektedir.

Azılı terör örgütü BDP’li cani vekillerin şehid namzedi polislere hakaret ve darplarını sindirebilen bir otorite, onlardan farksızdır. Teröriste dokunulmazlık kazandırmak suretiyle polise tokat atarak itip kakması, ‘alçak’ gibi sözlerle aşağılaması, gözdağında bulunması ve emirler yağdırması, vicdanı olan hiç kimse tarafından makul karşılanamaz. Ki, o polisler bizler için canlarını vererek eş, ana, baba ve çocuklarından koptukları halde, nasıl olurda terörist vekillerine müsamaha gösterilebiliyor? Eğer bu; yasalar, demokrasi ve barış adına yapılıyorsa; batsın o demokrasi, batsın o yasalar ve batsın o barış…

Terörist vekiller; arkalarına yığınları alarak yolları kesmekte, trafikleri kapatmakta, elebaşları Apo’nun salıverilmesi adına yürüyüşler düzenlemekte, Molotof ve taşlarla güvenlik güçlerine, insanlara ve dükkânlara saldırmakta, yıkıp yakmak ve öldürmekte, ama dağılmaları için tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz gibi masum müdahale araçları kullanıldığında ise demokrasiye sığınarak tehditler savurmaktadırlar. Kimi işbirlikçi hainlerde polisi suçlu onları haklı göstererek yazılar kaleme almakta ve nutuklar çekmektedirler.

Ayla Akat Ata adlı bir terörist vekil, güvenliği sağlayabilmek maksadıyla eşkıya yığınlarını dağıtabilmek adına görev yapan kahraman polislere vekili olduğu teröristleri koruyabilmek için panzerin önünde durarak, “Alçak, sen benim kim olduğumu biliyor musun, alçak” hakaretleriyle panzeri yumruklayıp kendisine su gelmesinin hesabını sormaya kalkması, kendisine dokunulmazlık sağlayan devlete apaçık bir saldırıydı. Oysa onun nasıl azılı ve cani bir terörist olduğu bilinmekte, panzerin o necis bedenine su fışkırtmayla yetinmeyip altına alarak ve üzerinden de birkaç kez geçmek suretiyle hak ettiği karşılığı vermesi, terörle mücadelenin samimi bir göstergesi olacaktı. Ancak böylelikle kim olduklarını anlayacak, bakalım ondan sonra yığınların önünde cengâverlik yapabilecek cesareti bulabilecekler miydi? Zaten yandaşlarına panzer altında intihar etmeleri komutunu vermiyorlar mı?

Çok şehid veren polis teşkilatından bir babayiğit çıkar ve “artık yeter” diyerek, öyle kabadayılık yapan vekillerin üzerine sadece panzerleri sürmekle kalmaz, şehidlerin aşkına vücutlarını mermilerle doldurabileceklerini de hatırlatmak isterim.

Unutmamalıdır ki, güvenlik güçleri emirlere kayıtsız itaat eden biyomekanik yaratıklar değil, muhakeme yetileri ve duyguları olan insanlardır…

Gülten Kışanak adlı bir başka terörist vekil de, önderleri Apo’nun kendileri gibi canavar bir terörist değil, siyasi bir karaman olduğu gerekçesiyle düzenledikleri yürüyüşü polisin engellemesine tepki göstererek, ”O aracı üzerime süren ve bilerek üzerime su sıkan polis memurunun yaka numarasını almadan buradan ayrılmayacağım. Yoksa tek başıma oturma eylemi yapacağım" meydan okuyuşu, ülkenin nasıl teröristlerin hegemonyası altında olduğunu kanıtlamaktaydı. Kime güveniyorlar ki, o polise bir yaptırım uygulatabileceklerini sanıyorlar? Hâlbuki o polisin ayak tozu bile olamayacakları gayet aşikârdır.

Şükürler olsun ki pespaye politikalardan bezen güvenlik güçlerimiz, apaçık düşmanlarına karşı dimdik durabilecek bilince kavuşmuşlardır. Diyarbakır’daki terörist vekillerin dokunulmazlıklarına aldırış etmeyen kahraman bir polis, arkadaşlarına dönerek; “onları muhatap alma'' çıkışı umut doğurmuş, siyasi otoriteye diz çöktürdükleri gibi canlarını feda eden polislerimizi yıldıramayacakları gerçeğini ortaya konmuştur.

O kahraman polis, atalarımıza yakışır bir üslupla, İdris Baluken adlı terörist vekil’e, “Kimsin lan sen” diye sorarak, teröristin “ben milletvekiliyim, sen kimsin” yanıtına, “Ben devletim” karşılığı, yerde sürünen devlet gücünü yukarı kaldırmasına sebep olmuştur.

Ne mutlu haksızlıklar karşısında şeytan misali susmayan güvenlik güçlerimize…

Devlet, bir taraftan 30.000 kişinin ve bebeklerin katili, teröristbaşı ve bölücülükle yaftaladığı Apo’yu suçlu ilan ediyor, diğer taraftan barış adına muhatap alıp müzakerelere kalkışıyor. Gerçekte Apo kimdir? Apo’nun katil bir terörist değil siyasi bir muhatap olduğunu ilişkileriyle meşrulaştıran devlet, ruhani lideri olduğu BDP adlı terör örgütüne de siyasi misyon kazandırtarak katliamlara devam ettirmesi, kapalı perdenin arkasındaki gerçeği de ortaya çıkarmaktadır.

Bu, nasıl bir devlettir ki, benzeri olmayan bir çelişkiyle teröristleri güçlendirip halkını zayıflatıyor. ”Halkını tüketen devletlerin kendileri de tükenir.” Platon

Terör Örgütü BDP’nin geçici terörist Genel Başkanı Selahattin Demirtaş; “Bugün barışa giden en önemli yol İmralı'dan geçiyor ve Öcalan’a özgürlük" deyip, Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle barışı sağlamanın İmralı ile yapacağı mutabakatla mümkün olacağını bildiğini ve bu yüzden görüştüğünü beyan etmesi, apaçık bir ihanettir. Bundan dolayı mı Ak Parti hükümetinde terör artmış ve şımaran teröristlerin ardı ardına kesilmeyen cüretkârlıkları son bulmamıştır?

Ak Parti’nin çeşitli gerekçelerle BDP ile olan dirsek temasını kesmemesi ve gizliden gizliye amaçlarına hizmet etmesi, “yaratılanı severim yaratandan ötürü” vahiy ve insanlık dışı hümanist anlayışındandır ki, Apo ve teröristleri bağırlarına basarak insan yerine koymalarına neden olmakta, dolayısıyla insanlığı yok eden terörizmi meşrulaşmaktadırlar. Hem de BDP’nin Kürt sorunu tuzağına düşerek! Şeytanın da bir yaratık olması ve kötüleri de yaratan Allah olduğuna göre; Allah’ın lanetlediği kötüleri, sırf Yaratıcı yarattı diye sevmek, apaçık bir isyan değil midir? Oysa doğrusu, “Yaratıcı’yı severim yarattıklarından ötürü”’dür.

Sayın Başbakan Erdoğan! İddialar fevkalade vahim olup, size oy veren her iki kişiden birinin yakınları alçak terörde can verdikleri halde, BDP’nin iddiaları doğru mu? Ergenekon Terör Örgütü ve saman altından BDP terör Örgütünü destekleyen CHP ile aynı kulvarda mı yarışıyorsunuz? Bilmelisiniz ki, Türkiye’deki teröre hak ettiği karşılığı vermeyip, size güvenen halkınıza huzur ve güven sağlamadıktan sonra ağzınızla kuşta tutsanız dahi beyhudedir. Can olmadıktan sonra gerisinin ne önemi var?

Ak Partili heyetin yeni anayasa yapımıyla ilgili terörist BDP ile görüşmesinin akabinde ağızları kulaklarına vararak uzlaşı sevinçlerinin yorumunu takdirlerinize bırakıyorum…

Uzlaşma yolunun İmralı’dan geçtiğini açıklayan BDP ile nasıl bir ittifak sağlanmıştır?

Hesap sormamız gereken devlet mi, politikacılar mı, teröristler mi?

Terörle ilgili caydırıcı, kalıcı ve kararlı kanunlar yapılmayıp, yapılsa da arkasında durulmayarak sürekli değişime tabi tutulmak suretiyle esnekleştirilmesi, doğrudan veya dolaylı aflar çıkarılması; kanunlara gerekli saygı duyulmamasına ve devletten korkulmamasına yegâne sebeptir.

“Kanun, nizam ve asayiş, devletlerin vasıflarını ölçecek üç temel unsurdur.” Montesguieu

Oyunlarınız bugün sabırla izleniyor, bakalım yarın ne olacak?

8 Ekim 2011 Cumartesi

Medipol Hastanesi ölüm iyiliği saçıyor…

Rahmetli annemi 2009 yılının Nisanı ayında Medipol Hastanesinde ahrete yolcu etmiştim. Bana çok düşkün olan ve 5 kardeş olmamıza rağmen sadece benim evimde kalıp huzur ve refah bulan annemi mücadelelerim ve hapis günlerimden dolayı çok üzmüş ve gözyaşlarına boğmuştum.
Ömrünü her an bana bir kötülük erişecek endişesiyle geçiren annemin ani rahatsızlığı üzerine kendisine hizmette sınır tanımayan ağabeyimle birlikte hastaneye götürürken, ısrarla Medipol Hastanesine gitmek istemeyip beyin kanaması geçirdiğim sırada tedavi gördüğüm hastaneye kaldırmamızı talep etmesine karşın trafik yoğunluğu gerekçesiyle acilen Medipol Hastanesine yatırmamız, şüphesiz hakkında yazılan ecelin bir hükmüydü.

Acil servise yatırıp kendisine serum takılarak yoğun bakıma alınması akabinde düzelmiş ve gülerek evlatlarıyla sohbet etmesi, bizleri bahtiyar kılmıştı. Doktorların son tetkiklerin bitmesi ardından eve gidebileceğini bildirmeleri, ne olacağını kestirememelerinin bir hezeyanıydı. Sonuçta iyi olduğunu ve tekrar birlikte zaman geçireceğimizi sandığımız sırada annemizin gülerken fenalaşıp ruhunu Allah’a teslim etmesi, ikinci bir yıkıma neden olmuştu. Oysa inancımız gereği; doğumda nasıl seviniyor isek, ölümde de aynı sevinci paylaşmamız ve takdire karşı gelmeyip sabır göstermemiz, imanın bir göstergesidir. Ama başaramıyoruz…

Annemin sanki olacakları biliyormuş gibi ısrarla Medipol Hastanesine gitmek istemeyişi, vuku bulan hissiyatından başka bir şey değildi. Ancak hakkında yazılmış olanı geri çevirebilmek mümkün olamayacağından elimizden bir şey gelmemiş ve takdire boyun eğmiştik.

Medipol Hastanesinde yakınlarını yitiren bazı arkadaşlarımın benzeri olayları üzerinde durmamış, iyileşti denilen hastaların nasıl aniden ölebildikleri konusunda ne bilimsel ne de kadersel bir araştırmaya gitmemiştim. Gereklide bulmuyordum!

Başbakan Erdoğan’ın rahmete kavuşan annesinin de aynı hastanede ve aynı koşullarda vefat etmesi, Medipol Hastanesinin ölüm iyiliği saçtığını ortaya koymaktadır. Acaba Medipol Hastanesinin ilahsal misyonu nedir?

Şüphesiz gerçeği Allah bilmekte, ecel geldikten sonra ister Medipol ister başka bir sağlık kuruluşu olsun yapılabilecek bir dönüşümün imkânsızlığı tartışılmazdır.

Kuruluş aşamasında da katkımın olduğu Yeşilyurt’ta ki İnternational Hospital adlı hastane, dünyaca ünlü kalp cerrahı De Bakey ile sözleşme yapmış ve her ay İstanbul’a gelerek birkaç kalp hastasını ameliyat yapıyordu. Tüm gazeteler manşetten haber veriyor ve o günlerde popülaritesi tavan yapmış olan İnternational Hospital, sadece ekonomik düzeyi yüksek olan hastaların tedavi görebildikleri bir ayrıcalıktaydı.

Bir gün, Adanalı milyarder bir çiftçi, kalp ameliyatı olabilmek için hastaneye yatmış ve kendisini De Bakey’in ameliyat yapacak olmasından sonsuz bir güven ve huzur duyduğunu belirtmişti. Özellikle Hürriyet Gazetesi konuyu sürmanşet yapmış ve çiftçi ile röportajına büyük puntolarla yer vermişti. Çiftçinin ifadelerinden De Bakey, kendisinin mutlak bir kurtarıcısı ve olabilecek aksaklıkları giderebilecek tanrı seviyesinde bir güce sahipti.

De Bakey, çiftçinin kalp ameliyatına giriyor ve masada bırakıyordu. Sandığı gibi De Bakey, ihtisasında ne kadar uzman da olsa tanrı değildi ve kaderce verilmiş kararı değiştirebilecek bir gücü bulunmamaktaydı. Ne var ki çiftçinin kurtarıcısı sandığı De Bakey, katili olmuştu. Bu olaydan sonra De Bakey’in karizması çizilmiş, medyanın abarttığı gibi can verici olmadığı kanıtlanmıştı.

Herkim olursa olsun insanların yalnızca bir araç oldukları ve yaptırım gücü bulmadıkları zihin ve kalplere nakşedilmediğinden, gerçekte kimi dayanıp güvenileceği, destek ve vekil görebileceği bilinememektedir. Söz ile ifade edilse de kalp ile tereddüde düşülmesi, söz ile ikrarın ehemmiyetini tahrip etmektedir.

Yaratıcı’nın Mutlak İradesi’ni aşabilecek bir yaratık olabilir mi?

6 Ekim 2011 Perşembe

Gözaltılık değil idamlıklar ama…

İnsanlık adına böylesi bir iradeyi ortaya koyabilecek siyasi otoritenin bulunmaması, teröristlerin öldürme ve meydan okumalarına cüret kazandırmaktadır.

Her zamanki bozguncu provokasyonlarıyla devletin terörist operasyonlarını “Kürt Avı” olarak kızıştıran Cumhurbaşkanı Gül ve TBMM Başkanı Ciçek’in kol ve kanat gerdikleri terörist vekiller, Meclis’e ne amaçla geldiklerini de itiraf etmekten kaçınmamışlardır. BDP, Kürtlerin tamamını acımasız teröristlikle yaftalamıştır.

İfadelerinde Kürt gençlerini İslam ve Türk düşmanı olarak yetiştirdikleri ikrarları, hiçbir şart ve koşulda ve bedeli ne olursa olsun zerre kadar tolerans gösterilemeyeceği gerçeğini ortaya koymakta, dolayısıyla zehirlerini yaymamaları için hukukun teröristlerle ilgili hükümlerini savsaklanmadan, kararlı ve hızlı bir iradeyle uygulanmaya konulmalıdır.

Oysa benim gibi Türk olup da inancı gereği Türklüğünü ön plana çıkarmayıp kardeşlik çatısı altında bütünleşmiş milyonlarca vatandaşın tahrik edilmesi, korkunç bir felaketin zemini olur ki kaybedecek olanlarında şoven Kürtler olacağı tartışılmazdır. Türklerin yanı sıra asıl Kürt düşmanı olan BDP, üstlendiği taşeronluk görevi gereği ister Müslüman Türk ister Müslüman Kürt olsun birbirine kıydırabilmek için şeytani her türlü yolu mubah saymaktadırlar.

Şöyle 1. Dünya Savaşı sırasına gittiğimizde; sırf Müslüman oldukları için Kürtlerin karınlarını deşen, ırzlarına geçen, ahırlara toplayarak yakan ve yeni bir neslin büyümemesi için soykırım mantığıyla bebekleri süngülerine geçiren Ermeni eşkıyalarını devlete teslim etmeyip kaçmalarını sağlayan Dersimli Alevi Kürt aşiretleri ve önderleri Seyit Rıza değil miydi? Tarihi önyargısız incelediğimizde; Seyit Rıza’nın yolundan giden BDP’nin Kürt vatandaşlarımıza ne denli acımasız düşman oldukları anlaşılacaktır. Zaten İsrail ve İslam karşıtlarından destek bulmalarının sebebi de Müslüman hasmı olmaları değil midir?

Şükürler olsun ki şeytanla özdeşleşmiş idamlık elebaşlıların tuzağına düşmeyen Kürt kökenli Müslüman kardeşlerim, Allah nezdinde Türk ve Kürt olmanın hiçbir önemi bulunmadığı bilinciyle insanlığın safında yer almaktadırlar.

BDP ile PKK’yı birbirinden farklı kuvvetler olarak tanımlayan devlet, yanlışını gidermek yerine daha da saplanarak geleceğin felaketini hazırlamaktadır. BDP’nin PKK’ya karşı bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşması yönünde düzene dahil etme girişimleri, tıpkı ruh ile bedeni birbirinden ayırmak gibidir ki, bu da apaçık bir ölümdür. Ne BDP’siz bir PKK, ne de PKK’sız bir BDP nefes alabilir ve hedeflerine ulaşabilir. BDP’nin halkımızı katleden azılı bir terörist organize olduğu kabul edilmediğinden sorunlar engellenemez boyutlara ulaşmış, gittikçe derinleşerek gelecek nesillere cehennem hazırlanmıştır.

BDP’nin Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil teröristleri temsil ettiğinin altını çizmeyen siyasi otorite, milleti birbirine düşman kılabilmek için barış ve demokrasi referansıyla önlerine konulan sinsi politikalara öyle kanmaktadırlar ki, sokaktaki Kürt kardeşlerimiz ikna olmuyorlar ama devlet ve siyasiler aldanabiliyorlar.

BDP, aynı zamanda CHP Genel Başkanı Kemal Kılçdaroğlu’nun da önderi olan Ermeni eşkıya yanlısı azılı terörist ve hain Seyit Rıza’nın; “ben sizin hilelerinizi çözemedim bu bana ders olsun, ama ben de sizin önünüzde diz çözmedim bu da size dert olsun” sözüne atıfta bulunarak sergiledikleri cesaret gösterileri, şüphesiz hadlerini bildirecek karşılarında güçlü bir devlet olmayışındandır.

Oysa Seyit Rıza, asılmadan önce Allah’tan mağfiret dileyebilmesi için namaz kılıp kılmayacağı sorusu üzerine namazı reddedip savcıya yakarırcasına, “Ben dağların anahtarını yitirdim” sözleri, nasıl bir hiç olduğunu ortaya koymuştu.

Seyit Rıza, öldürdüğü onca insanı ve yaptığı eşkıyalıkları unutarak, boynuna ip geçirildiği sırada; “Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir” diyerek, idamının önüne geçmek istemiş ama son pişmanlığı fayda etmemişti. Günümüz Seyit Rıza’nın hain torunları (BDP) da aynı şeyleri söylemiyorlar mı? Alçakça katlediyorlar, müdahalede bulunulduğunda ise ayıptır, günahtır ve cinayettir demiyorlar mı? Türk-Kürt kardeşliği ve bütünlüğünü reddederek paylaşımdan söz edenler, bugün ise kardeş halka karşı savaş kararı alındığı ağıtıyla duygu sömürüsü yapıyorlar. Şeytan çukuru Kandil’e yapılacak operasyonla ilgili mecliste alınan tezkere yetkisiyle ilgili BDP’li bir terörist vekil; devleti saldırganlıkla, insanlığa karşı suç ve soykırım yapmakla suçlayabilmesi; nasıl muhakemeden ve vicdandan yoksun canavar olduklarını kanıtlıyor. Yüzlerce insanı bombalarla parçalayan, diri diri yakan, hamile kadınları öldüren, gelinlik giyememiş genç kızların nadide bedenlerini mermilerle dolduran kendileri değil mi?

Kardeşler arasına kin, nefret, kan ve ölüm sokan BDP’den başkası değildir…

Sanıldığı gibi o sefillerin cesur değil nasıl korkak olduklarını bizzat müşahede etmiş, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in “Anayasa Başkanına hakaret ve tehdit” suçlamasıyla aleyhime açtığı davadan aldığım 5 aylık cezayı Kırklareli Kapalı Cezaevinde çekmekte iken; koğuşum her ne kadar özel bir bölümde ise de pkk’lı teröristlerle koğuşumu ayıran duvardan kendilerine göz açtırmamış ve tek bir ses çıkartmalarına izin verdirmemiştim. Sesli müzik dinlemeleri, tavla oynamaları ve kahkahalarıyla beni rahatsız etmeleri müdahalede bulunmama neden olmuştu. 1997 yılında yanımdaki koğuşta yatan ve para ile askerliğe elverişli değildir diye çürük raporu alan bir sanatçı müsveddesi, pkk’lılara diz çöktürdüğümden çok korkmuş ve dışarıda kendisine bir şey yapacakları endişesinden yakalarını bırakmam için yalvarmıştı. Onun için o zavallıların ulumaları ve kahpece cinayet işlemeleri korkutmamalı, ecel geldikten sonra ister düşman ister dost olsun, yazılandan kaçıp kurtulabilmenin imkânsız olduğu bilinmelidir.

Ak Partinin anayasa uzlaşması için BDP ile görüşme talebi apaçık bir ihanettir. Sözde terörler mücadele eden bir hükümet, nasıl olur da halkını katleden acımasız bir terör örgütüyle masaya oturabilir? İşte neden teröre karşı başarılı olamadığımız anlaşılmaktadır. Bakalım, o tezkerenin gereği yapılabilecek mi, yine uzlaşı oyunlarıyla geçiştirilip milletimizin mal ve canlarına kastettirilecek mi?

Artık devlet ve siyasiler, BDP’nin talep ettiği topraklar kendilerine verilmediği ve adı özerklikte olsa bağımsız bir devlet hakkı tanınmadığı müddetçe asla çözüme ulaşamayacaklarını o kalın kafalarına sokmalıdırlar. Ya verecekler, ya da yok edecekler, bundan başka hiçbir çözüm bulunmamaktadır.

Kandil’e düzenlenecek operasyon tezkeresiyle ilgili Türkiye’yi tehdit edebilen muhatap Selahattin Demirtaş adlı terörist, yapılacak kara harekâtının bölgesel savaşa neden olabileceği gözdağında bulunarak, çözümün Kandil’i vurmak değil ovaya indirmek olduğunu söyleyerek; kendileri ovada, başkentte ve mecliste yaşadıkları halde teröre ve provokasyonlara devam edebilmelerini, uzatılan elleri sürekli geri çevirerek kan içmekten vazgeçemediklerinin yanıtını da vermelidir. Demek ki teröriste sınırsız özgürlük ve en yüksek makamlar da verilse, o terörden başka hiçbir şey düşünemez ve insanca davranamaz. Şeytandan nasıl iyilik beklenemez ise, teröristten de vicdan ve uzlaşma umulmamalıdır…

Bir millet tehdit edilebiliyorsa, orada devlet yok demektir.

Teröristlerle yapılan müzakereler daha da güçlenip yayılmalarına zaman ve meşruiyet kazandırmakta, dolayısıyla acı bedelini millet ödemektedir.

“Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yoktur.” Sartre

3 Ekim 2011 Pazartesi

Bu kadarına da PES yahu!

TBMM açılışı öyle bir kâbusa dönüştü ki; acımasız teröristleri allayarak, pullayarak, yakararak ve vaatlerde bulunarak meclise taşımaları yetmiyormuş gibi, bir de teröre karşı tavırlarını sürdüreceklerini beyan etmeleri, siyaseti, adaleti ve insanlığı doğrayan bir pespayeliktir.

Devlet ve siyasi partilerin güttükleri milleti, adaleti ve insanlığı aşağılayıcı politikalar, özü yitirip maskelere bürünmemize neden olmuştur.

Terör Örgütü BDP’yi makamında defalarca ağırlayarak meclise girmesi ve taraf olmasının bayraktarlığını yapan Cumhurbaşkanı Gül; “Devletin birliği ve bölünmez bütünlüğü, temel siyasi perspektifimiz ve tartışmaya açık olmayan ilkemizdir. Terörün hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Hiçbir şekilde, devletin bütünlüğüne ve milletin varlığına dönük saldırılar, bir hak arayışı olarak sunulamaz. Terör, zerre kadar müsamaha gösterilmeyecek, yok edilmesi gereken bir beladır. Terör hiçbir davaya hizmet etmez, edemez. Tam tersine bir dava teröre bulaştığı anda, ne söylerse söylesin onunla mücadele etmenin yolu bellidir. Terör iklimini yaymaya çalışanlar, teröre karşı net tutum takınmayanlar, en büyük zararı kendilerine verirler. Bu nedenle ülkemiz, terörle mücadeleyi en etkin yollarla ve tereddütsüz sürdürecektir “ açıklaması, apaçık bir çelişki ve gösteridir.

Cumhurbaşkanı Gül, bir taraftan sözde bölücü diye nitelendirdiği terör örgütünün aralarında kadınların ve bebeklerin de bulunduğu masum insanları hedef alan saldırılarının “insanlık adına utanç verici cinayetler” olduğunu, “fikri, zikri, partisi ne olursa olsun herkesin şiddetle telin etmesi, en azından insanlığa karşı bir namus borcudur” açıklamalarını yaparken; diğer taraftan terör örgütü BDP’yi vazgeçilmez bir muhatap kabul ederek, müzakereye oturtup uzlaşma arayışlarını sürdürebilmesi, eşine rastlanmayacak bir riyadır.

Madem terörün hiçbir haklı gerekçesi olamayacağını; hiçbir şekilde, devletin bütünlüğüne ve milletin varlığına dönük saldırıların bir hak arayışı olarak sunulamayacağını; teröre zerre kadar müsamaha gösterilmeme gerekliliğini vurgulayarak yok edilmesi gereken bir bela olduğunu beyan ediyor; BDP ile olan ilişki ve işbirliğinin anlamı nedir?

Her şehit haberi aldıklarında köşklerinin matem yerine dönüştüğünü iddia eden Gül, nasıl oluyor da o şehit katillerini ısrarla davet ederek, izzet ve ikramla ağırlayabiliyor? Terörün vicdanı yok ama teröristleri ağırlamanın vicdanı var mıdır?

BDP, PKK, KCK gibi birçok namla örgütlenerek önüne geleni kıyanların bir terör örgütü mü yoksa savaşan bir fraksiyon mu oldukları karmaşasını bizzat devlet oluşturmuştur. Ancak ortaya çıkan sonuç; milletçe terörist olarak bilinen söz konusu örgütün hakları uğruna mücadele eden direnişçiler olduğu meşruiyetini dolaylı da olsa onaylayan devlet, milletin alışabilmesi için hem nalına hem de mıhına vurmaktadır. Öyleyse terörist olarak kimden bahsedilmekte ve kim kastedilerek terörle mücadeleden söz edilmektedir? İfade edilen terör iklimini yayanın BDP olduğu aşikârken; teröre karşı net tutum takınması gereken başta Cumhurbaşkanı Gül değil midir? Sözüyle davranışları birbirine tamamen zıt bir Cumhurbaşkanına kim itimat edebilir?

Güya teröre yardım yaptıkları gerekçesiyle cambaz misali milleti dışa baktıran iktidar, aslında terör örgütüne yardım yapanın ta kendisi olduğunu gizlemeye çalışmaktadır. BDP’li belediyelere para aktaran devlet değil midir? O belediyeler, devletin güvenlik güçlerine karşı her türlü eylemi gerçekleştirmiyorlar mı? Teröristlere lojistik destek sağlayıp yardım ve yataklık yapmıyorlar mı? Teröristlere aş, iş, maaş sağlayıp, devletin tüm olanaklarını peşkeş çekmiyorlar mı? BDP’nin varlık amacı, barış ve demokrasi adına katillerini meşru zemine taşımak değil mi?

Eğer bir ülkede cirit atan isyancılara dış yardım yapılabiliyorsa, o ülkede denetimi sağlayan bir devlet yok demektir. Esasen topraklarında teröre neden olan devletin desteği olmaksızın o terör örgütünün güçlenebilmesi ve tehdit oluşturabilmesi mümkün değildir.

Açıkça anlaşılacağı üzere terörle mücadele yapılmamakta, devlet ile pkk arasında bir tatbikat sürmektedir. Zaten Apo ve BDP arasındaki müzakereler de ihanetsi tatbikatın metotlarından ibarettir. Ciddi bir görüntü kazandırabilmek için, her iki taraftan sayılı kayıplar verdirilmekte, ancak ne halk ne de canlarını feda edenler olayın içyüzünden bihaberdirler.

Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül, teröristlerin yargılandığı mahkemeleri eleştirircesine; “Aşırı iş yükü tutukluluğunun cezaya dönüşmesine sebep oluyor” açıklamasıyla yandaş bir kayırım üslubu kullanıp, maalesef Cumhurbaşkanı kanalıyla yargının bağımsızlığı ve güvenirliliği ayaklar altına alınmaktadır. Acaba hâkim ve savcılar, hukukun dışına çıkabilen önyargılı despot ya da vicdansızlar mı ki, yoğunluklarından dolayı suçluların tutuklu kalmalarını sağlıyorlar? Çok kapsamlı ve sürekli yeni delillerin ortaya çıktığı davalarda yargılananların büyük bir çoğunluğu müebbet hapisle suçlanırlarken; neden rahatsızlık duyulabilmektedir?

Şüphesiz ki hukukun insan hayatı ve onurunu el üstünde tutma misyonuna hiç kimse karşı gelemez. Ancak “insan” olarak vasıflandırılanlar masum halk mı yoksa o halkı katleden, provoke eden ve kurdukları suç örgütleriyle mal ve canlarına kasteden azgınlar mı? Hangi savcı ve hâkim, önünde kanıt olmadan günahsıza suçlu muamelesi yapabilir, nefsi duygular ve tercihlerle bir tutuklamada bulunabilir? Haktan ve adaletten yana vicdanlarının sesini dinleyen savcı ve hâkimleri töhmet altında bırakarak tutuklu şöhretlilerin lehinde baskı uygulamaya çalışan Cumhurbaşkanı Gül, makamının gereği halkın hisleri doğrultusunda şahitlik etmediğinden suçlular cesaretlenmekte, fitne ve olayların önüne geçilememektedir.

Sözde yargının adaletli davranmadığı yönünde yaygın bir kanaat oluştuğuna dair suçluların sözcülüğünü yapan Cumhurbaşkanı Gül, bilmelidir ki olmayan vicdanlarda kapanması zor yaralar açılamayacağıdır. Kimi çevrelere hoş görünebilmek için azılı suçluları değil de 75 milyonu önemsemesi gerekmez mi? Ancak pkk sorununu Kürt sorunu olarak dayatan bir Cumhurbaşkanının dan başka nasıl bir tavır beklenebilir?

Adaletin vuku bulabilmesi için her türlü tehdide göğüs gererek onurlarıyla görev yapan yargı mercilerinin gösterdikleri özeni, keşke Cumhurbaşkanı Gül’de duyabilseydi, ortada tek bir terörist kalmazdı…

Hukuk ve adalete yargı gölge düşürmemiş ama Cumhurbaşkanı Gül’ün kapkara bir gölge düşürdüğü tartışılmazdır.

Cumhurbaşkanı Gül’e yanıtlaması için soruyorum: Acaba BDP’yi kucaklamak ve asla iflah olmaz suçluları salıvermekle mi devletimize sahip çıkacak, devletimizi köşeye sıkıştırmaya veya zafiyete düşürmeye çalışan tertipler bertaraf edilebilecek?

Şehit ve terörden canlarını yitirenlerin yakınları, cenaze törenlerine başta Cumhurbaşkanı Gül olmak üzere ne hükümet üyelerinin ne milletvekillerinin ne de siyasi parti üyelerinin bulunmalarına fırsat vermemeleridir. Unutmamalıdırlar ki terörü meşrulaştıran doğrudan onlardır.

Apo adlı tohumu İmralı’da yeşerterek Türkiye’de kök salmasını temin eden ziraatçı devlettir.