31 Ağustos 2011 Çarşamba

İslam, yüzeysel bir kardeşlik ve barış dini değildir…

İslam, Allah iradesi ve hükümlerine kayıtsız ve şartsız teslimiyet, şeytanın temsil ettiği haksızlık ve kötülüklere karşı mücadele ve barışın tesis edilebilmesi için cihad, suçlulara acımadan ceza, adaletin egemen olabilmesi için ırk, din, sınıf ve mevki ayırımı yapmaksızın hukuk önünde eşitlik, zenginin yoksulu gözetmesini emreden bir denge dinidir. Kötülüklerin elçisi şeytan ile iyiliklerin elçisi Peygamberlerin koyulan hükümler çerçevesinde bir savaş dinidir.

Kötülüklerin ortadan kalkabilmesi için şeytanın yok edilme zorunluluğu tartışılmaz bir kural olup, şeytan da kıyamete kadar misyonunu sürdüreceğine göre; kötülüklere karşı mücadele için gerekli olan savaş olmaksızın iyinin var olabilmesi mümkün değildir.

Ancak Müslümanlar kardeştir” ayetiyle sabit olan hüküm gereği, Müslüman olmayanlarla kardeşlik hatta dostluk çatısı altında bütünleşmek yasaklanmış ve haram kabul edilmiştir.

Ayetler bu kadar açık iken; neden gayrimüslimlerle kardeşlik ve amansız düşmanlara dostluk ve barış mesajları verilerek, hoş görülebilme maksadıyla İslam adına hegemonyaları kabul edilebiliyor? Ya da terörist ve suçu meslek edinmişlere insan hakları adına tolerans da bulunabiliniyor?

Vahiy, her ne kadar açık ve seçik ortada ise de, müfessirlerin yorumlarıyla budanan ayetler, kötüye karşı savaşmaktan korkanların barış şemsiyesi altına sığınarak ve kendilerini emniyete alabilmek amacıyla kardeşlik yakarışlarıyla dinleri ve insanlıklarına ihanet edip yaratıcıları Allah’a bir güvensizlik ve vaatlerine itimatsızlık duymaları, vahyin açıkladığı Müslüman olmadıklarına bir kanıttır.

Barış, ancak İslam egemenliğinde ise geçerlidir. Peygamberimizin müşriklerle yaptığı ilk Hudeybiye barış anlaşması, İslam hukuk devletinin egemenliği altında yapılmıştı. Vahyin temel mesajı, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar kötülerle savaşmak, Enfal Suresi 39. Ayet gibi birçok hükümde Müslümanlara farz kılınmıştır. Ayrıca Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve Allah’ın indirdiği hak düzeni bozmaya çalışanların nasıl cezalandırılacağı da Maide Suresi 33. Ayetinde açıkça emrolunduğu halde, Allah’ın gücünden ve yaptırımından değil de terörist ya da emperyalist barbarlardan korkanların “barış ve kardeşlik” söylemleri, ancak ürkek sefillerin siperlendikleri bir örümcek kalkanıdır. Onlar barış ve kardeşlik dedikçe isyankârlar cesaretlenip daha da vurmakta, dolayısıyla ne yakarışları ne de teslimiyetleri bir fayda vermektedir. Müslümanların hem yaratıcı Allah’a inanıp hem de tutsaklığa razı olabilmeleri, kimin güçlü ve mutlak hükümran olduğu ikilemline neden olmakta, böylece inanıldığı gibi iman edilemediği ortaya çıkmaktadır.

İslam’ı insafsızca nefislerine peşkeş çeken fetvacılar, sözde taptıkları Allah için emredilen yolda dimdik yürümektense, kenarından kıyısından aşındırdıkları inançlarıyla Allah’ı kandırabileceklerini sanmakla kalmayıp, insanlara da kötü örnek olup Allah’ın yolundan alıkoymaktadırlar. Tıpkı Budistler gibi kendilerince zikir yaparak kalplerini temizleyeceklerini düşünen tasavvuf ehli, kesinlikle İslam değil gizli putperesttirler. Zikir, Kur’an’ın ta kendisi olup, Ahzab Suresi 36. Ayette buyrulduğu gibi; kendi istek ve düşüncelerine göre değil, Allah ve Resulü’nün emrettiği hükümlere itaat etmekle emrolunmuşlardır. Aksi takdirde sapıklığa düşmüş oldukları beyan edilmekte olup, yaptıkları ibadetlerinde hiçbir kıymeti bulunmamaktadır. Eğer herkesin dilediği gibi Allah’a ibadet yapması meşru ise, neden Allah o kadar hükmü vahyetti ve uyulmasını şart koştu?

“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsi istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür.” Tevbe 9

Haramın helal, helalin haram sayılıp Allah’a isyan üzerine kurulmuş bir düzende; hangi kalp kötülüklerden temizlenebilir, Allah’ın muhabbetine bağlanabilir, Resulünün söz, hareket ve ahlakına uyabilir ve yolundan gidebilir? Öyleyse Peygamberimiz ve ardından gelen halifeler ve sahabiler, neden bir köşeye sinip de kalplerini kötülüklerden arındıran bir yol izlemeyerek ömürlerini Allah’ın dinini egemen kılabilmek için cihad yapıp onca meşakkati göğüsleyerek binlerce şehid verdiler? Devekuşu misali kafalarını kuma gömercesine mücadeleden kaçanların ibadetlerini Tibet’e çekilerek, kalp ve zihin temizleyen Budistlerle aynı çatı altında bütünleşmeleri, inandıkları tanrılar farklıda olsa güdülen aynı tasavvufi bir yol olduğunu tekrar gözden geçirmelidirler.

Acaba eşleri, çocukları, ticaretleri ve mallarına bir halel geldiğinde ne yapıyorlar? Örneğin evlerinde otururlarken, eş ve çocuklarına tahammül edilemez hakaretlerde ya da taciz ve tecavüzde bulunulsa, hiçbir tepki vermezler mi? Diyelim, vermediler. O zaman o eş ve çocukları, “sen ne korkak ve ahlaksız birisin, bize dil ve el uzatıyorlar ama kalkıp da tek bir kelime etmiyor ve savunmuyorsun, yazıklar olsun senin gibi bir veliye” demezler mi? İşte Allah, Tevbe Suresi 24. Ayette, “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size ALLAH’tan, RESUL’ünden ve Allah yolunda CİHAD etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”

Ayette de açıkça belirtildiği gibi, Allah yolunda cihad etmeyen, söz değil eylemle Allah’ı ve Resulünü her şeyden üstün tutmayan; ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da, dehasal bir ilime sahip olsa da, hizmet etse de, vaaz yapsa da, Kur’an okusa da, hacca gitse de, zekât verse de, O BİR FASIK’tır.

Ancak ilimleriyle böbürlenerek ahkâm kesen fetvacı fasıklar, her kesimce beğenilmek, takdir toplamak ve seküler rejime hoş görünebilmek adına dinleyenlerini tanrılarmışçasına cennete gönderir, her yapılan yardıma ve atılan adıma sayı vermek suretiyle sevap dağıtarak, cennet temsilcileri olarak insanları cehennemleştirmektedirler. Oysa Allah, Ali İmran Süresi 142. Ayet gibi birçok hükmünde buyurduğu üzere; “Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden ve felaketlere karşı sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız” hükmünü açık bir dille vurgulamaktadır.

Kimi sakallı-cübbeli-şalvarlı, kimi takkeli, kimi metro seksüel, kimi şallı, kimi kravat ve takım elbiseli medyatikler; İslam’ın düzen kurucu, ilahi bir rejim, bir anayasa, bir hukuk, yasa yapıcı, siyasi ve cihadi bir dini olduğunun altını çizmek yerine, deniz kenarındaki midye kabukları ya da daha düzgün çakıl taşları toplamak misali çocuk kandırırlarcasına hurafeleri ve laik rejimce tehlike ihtiva etmeyen İslam sonrası ibadetlerden bahsederler. Peki, İslam’ın hükmetmediği bir diyarda, nasıl İslami ibadetlerden bahsedip Kur’an’ı kişiselleştirebiliyorlar?

Öyle ki, Allah ve Resulüyle dalga geçercesine İslam’ın şartı beş diyerek, diğer bütün hükümleri şart olmaktan çıkarmışlardır. Ki, o beş şartın ikisi olan hac ve zekâttan fakirler istisna olup, böylece fakirler için üçtür. Çünkü laik rejim, vahye müdahale edip öyle mecbur etmektedir. Dolayısıyla diğer hükümleri çiğneyerek önemsiz bulan ve Allah’ın emirlerine muhalefet etmekten sakınmayan fasıklar, günaha dalanların ta kendileridirler.

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49

Temel bilgiden ve İslam’ın ne olduğundan bihaber insanlar, kendilerine cennet vadeden o çokbilmişlerin ki en iyi bilen şeytan olduğunu da göz ardı etmeden, yılda bir ay oruç, günde onar dakikan 50 dakika namaz, bir kere hac ve anlamını bilmedikleri kelime-i şahadet ve kalp temizliğiyle cenneti müjdeler ve nefislerde yetinirler. Madem cennet bu kadar kolay; Allah’ın dinini egemen kılabilmek için eş ve çocuklarını bir daha görmemek üzere cihad ederek bedenleri parçalanan, aç ve susuz kalan, zindanlarda işkenceler altında inleyen, bir daha gün yüzü görmeden zincirlere bağı canlarını feda eden, doğan çocuklarına sarılamadan şehid olanlar, dünyanın zevk ve nimetlerinden istifade edemeyen ve o lezzetli doyumsuz yiyeceklerden tatmayanlar aptal mıydı?

Örneğin, Newton’un bilimde kullandığı analiz türünün aynısı politika ve tarikatlar dünyasında paranın, kibrin ya da diğer saklı emellerin ve güçlerin rollerini açığa çıkarmakta kullanılsaydı, vahyin emrettiği İslam’da anlaşılmış olurdu.

Herkes kendince Allah rızası adına hizmet ettiğini sanarak günahlarından arınıp sevap kazandığını sanıyor. Aklıma Somali Halkına yardım maksadıyla giden heyet geldi. İstanbul Ticaret Odasının rüşvetçi başkanı ve kimliğini bilmediğim birkaç densiz, sanki dansöz oynatıyorlarmışçasına ya da düğünde para saçıyorlarmışçasına, 1 dolar banknotlu paraları açlıktan dermanları kesilmiş muhtaçlar aşağılarcasına gururla dağıtmalarından daha korkunç bir tablo ne olabilir? Ne var ki yardım ediyor ve hizmette bulunuyorlar…

“De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden (bağış) asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz.” Tevbe 53

Yıllar önce Karaköy’deki şirket merkezime Yeraltı Camiinin imamı gelerek, caminin tadilatıyla ilgili yardım isteyip, bölgede bu kadar zengin olmasına rağmen hiç kimsenin yardım etmediğinden yakındı. Bunun üzerine kendisine, eğer Cuma hutbesinden yardım edenlerin adlarını okursan, beklediğinden çok daha büyük para toplayacağını öğütledim. Birkaç Cuma hutbesinden ardında neredeyse bir cami yaptıracak kadar para toplanması, yardımın ne amaçla yapıldığını da kanıtlamaktadır. Acaba para verenler, Allah rızası için mi, yoksa nefisleri adına mı yardım yapmıştı? Oysa Allah rızası adına yapılan ve mükâfatını Allah’tan bekleyenlerin yaptıkları yardımlarda hiçbir çıkar gözetilmez, sağ elinin verdiğini sol el bilmez…

Ağzınız açık, uykudan mahrum bir dikkatle izlediğiniz ve cennete girişinizi garantileyen o fetvacı fasıkları hiç sorguladınız mı?

Memleketimiz olan Türkiye’yi baz alırsak; Allah’a olan inanç ve imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik kamuflajlı ateist bir rejimle yönetiliyor, Allah’ın herhangi bir hükmünün yer alacağı bir ayetin yasak kılınması bir yana, devlette Allah adının bile alınmasının sakıncalı olduğu, hatta Ramazan Ayının bitiminde kutlanan Ramazan Bayramının bile Şeker Bayramı olarak ilan edilebilmesindeki nefretsi din düşmanlığı, Allah’ın haram kıldığının helal sayıldığını, İslam’i bir söylem yahut sembol bulundurulmasının yasak olduğu ve ayetlerin rejim aleyhtarlığı adına suç kabul edildiği gibi binlerce dini hak ve özgürlükten mahrum bir topluma; hangi fetvacı, televizyonlar karşısında muhalefet edebilmektedir? Acaba Allah’ın hükümleri, laik rejimlerin dikta ettiği ülkelerde geçerli değil midir? Geçmişteki efsane ve hurafeleri anlatacaklarına, neden günümüzdeki seküler düzenlerden ve laik devletin mutlaka İslam’la özdeşleştirilmesinden bahsedememektedirler? İslam, Peygamberimizin yaptıklarını anlatmak ve bugüne uyarlamak değil midir? Kur’an; sadece Allah’ı ve Peygamberi sevmeyi, inanmayı, okumayı ve dilenilen bir ibadeti yapmayı mı emrediyor?

Bunlar öyle cambazdırlar ki, tarışılmaz Kur’an hükümlerinin kanıt gösterilmesinden fevkalade rahatsız olurlar, açık anlamları ceviremeyecek durumda iseler, Allah, Peygambere itaat edin buyurdu diyerek, uydurma söz ve davranışları Peygamberimiz söylemiş ve yapmış gibi İslam’ı yozlaştırırlar. Tabii ki Allah’ın elçisi olma sıfatıyla Peygamberimize itaat edeceğiz ama Peygamberimizin Kur’an dışında bir hayatı ya da muhalefet eden sözleri mi var ki akıl almaz hurafelerle inananları yoldan saptırabiliyorlar?

Ayetleri dünyadaki geçici menfaatleri için satan vaizlerin tamamı fasık olduğundan, onlara itibar eden, hele tenlerine yahut eşyalarına dokunduklarında arşa yükseleceklerini zannedenlerden daha zavallı kim olabilir?

Belki ben, herkesten daha günahkâr ve kötü bir durumdayım. Ama şükürler olsun ki asla doğruyu eğip bükmem, çıkarlarım adına ihanetlik yapmam ve rejimden zarar gelebilir endişesiyle Allah’ı, Resulünü ve ayetleri satmam. Yapamasam da doğruyu haykırırım, velev ki zarar görebileceğimi bilsem dahi!

Dolayısıyla ben dâhil, ne Türkiye’de ne de başka bir ülkede Allah’ın emrettiği doğrultuda Müslüman yoktur, lakin dünyayı ahret karşılı satarak Allah yolunda cihad edenler istisna…

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 74

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” İsra 18

“Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı, (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, ‘Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber yola çıkardık’ diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Hâlbuki Allah, onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor.” Tevbe 42

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Bakalım, artık hidayet dağıtabilecek misiniz?

Geçen gün iftardan sonra bir dostumla irade üzerine mülahaza yaparken; cüz’i iradeyi savunan arkadaşımın karşısına hem fiziki hem de vahyi delilleri sunmam akabinde kafasının çok karıştığını, her ne kadar yaratılmışların tamamının Etkin Akıl ve Mutlak irade’nin dilemesi haricinde herhangi bir özgürlüğünün söz konusu olamayacağı vaki ise de, bu gerçeği kabullenmekte zorlandığını, insanın özgürce düşünüp muhakeme ederek iradesi dâhilinde hareket etmekle mükellef bırakıldığını “imtihan”’ a bağlayarak, aklının bir türlü alamadığı ve aydınlanamadığı şu soruyu yöneltti.

Cennete yaşayan, peygamber ve melekler dâhil yaratılmışların içinde en muhteşem ilimle yüceltilen, Allah’ın güç ve kudretini herkesten daha iyi bilen, tanıyan ve başına gelebileceklerin bilincinde olan şeytan; nasıl olur da itaat etmeyip emre karşı gelmek suretiyle lanetlenerek ebedi cehennemi seçebildi? İradesiyle mi yoksa Allah’ın dilemesiyle mi isyan etmişti? Neredeyse Allah’ın sağ kolu olduğu teşbihinde bulunarak, şeytanın azabilmesini asla anlayamadığını ve hiçbir ilim adamının bu soruma tatmin edici bir cevap veremeyip lâfebeliği yaptıklarını ifade etti.

Öyle ya, yüce yaratıcısını en yakinen tanıyan ve başka hiçbir kula nasip olmamış eşsiz bir ilimle yüceltilmiş bir cennet ehlinin tanrısı Allah’a karşı azabilmesi, dileği yahut iradesiyle yaptığı bir davranış mıdır? Azmasındaki ana etken nedir ve yaratıcısının bir müdahalesi var mıdır? Tanrısı Allah’a âşık ve kendine Rab edinmiş şeytan, tanrısının hükmüne karşı gelebilmesi aklen muhtemel midir?

İslam ve kulluk, Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyettir. Günümüzdeki diğer tüm din ve düşünceler insan ya da şeytan ve meleklere irade gücü yüklerken, sadece İslam, tanrısı Allah’a kul olmayı emretmekte, hayır veya şerdeki tüm gelişme ve sonuçların Mutlak İrade’nin hükmüyle olgunlaştığı inancı, imanın olmazsa olmaz bir şartı olmakla perçinleştirilmiştir.

Aşk da mutlak bir teslimiyettir, herhangi bir olumsuzluk veya nefse çok ağır gelen bir olayda sorgusuz bağlılığın bir teveccühüdür. Şöyle ki, âşık olduğunu iddia ettiğin eşin veya sevgilini bir başkasının yatağında görüp de hesap sormaya kalkıştığında, âşık olmadığın ortaya çıkar. Dolayısıyla aşk, koşullar her ne olursa olsun nefsi bütünüyle hapsetme ve sadece onun için var olmadır. Böylesi bir tutku, doğrudan tapınmaya yol açtığından ancak tanrısal bir sevgi ve tazimi zorunlu kılar.

Yüce Allah’ın sıfatlarından biri olan EL CEBBAR, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan demektir. Zaten Allah’tan başka hiç kimsenin muktedir olmadığı Esmaü’l Hüsna Şerhi adıyla bilinen Allah’ın 99 mukaddes ismi öğrenebilindiğinde, Allah’ın güç ve kudreti bilinecek, böylece hiçbir şüphe ve sorguya gerek kalınmadan boyun eğilecektir.

Allah; EL CEBBAR, EL MÜZİL, EL MUKTEDİR, EL KADİR, EL KAHHAR, EL HAFİD sıfatlarından şeytanı saptırtarak alçaltmış, böylece istediğine istediğini yapabilecek güçte olduğunu, zillete düşürerek hor ve hakir bırakabileceğini, yukarıdan aşağı indirebileceğini, insanoğlu fizikken yaratılmadan önce cin âleminde uygulamıştır. Doğrusu Tanrı olmasının da bir gereği değil midir?

Şeytanın alçaltılarak hakir bırakılma sürecini vahiy nasıl açıklıyor?

“Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir çamurdan şekillenmiş cıvık bir balçıktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğim zaman ona secdeye kapanın. Meleklerin hepsi secdeye kapandılar. Fakat iblis, secde edenlerle beraber secde etmekten imtina etti.” Hicr. 28-31

“Allah, ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?’
İblis, ‘Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten onu ise çamurdan yarattın.’
Allah, ‘Çık oradan
(cennetten)! Sen artık kovulmuş birisin. Ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir.’ buyurdu. İblis, ‘Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.’
Allah, ‘Haydi! Sen bilinen güne kadar mühlet verilenlerdensin’
İblis, ‘Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım.”
Sad. 75-83

Dikkatle irdelendiğinde; şeytanın Allah’ı inkâr etmediği, gücü ve kudretinden şüphe duymadığı ve ihlâsa erdirilmiş yani hidayete ulaştırılmış kullara asla dokunamadığı açıkça belirtiliyor.

Peki, şeytan iradesiyle mi, yoksa Allah’ın dilemesiyle mi azmıştı?

(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna.” Hicr. 39-40

Ayette de buyrulduğu üzere; şeytan, Allah’ın azdırmasıyla kötülüğün elçisi olmuştur, yoksa kendi dileği yani iradesiyle baş kaldırmamıştır.

En’am Süresi 59 ayette, Allah’ın ilmi dışında bir yaprağın dahi yere düşemeyeceği buyruluyorsa, şeytan, dilediğine musallat olabilecek bir özgürlüğe sahip midir?

“Şeytan, Allah’ın izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez.”Mücadele. 10

Böylece milyarlarca insanı baştan çıkaran şeytanın bile özgür olmayıp dilediğini saptırabilmesinin imkânsız olduğu apaçık kanıtlanmışken, Peygamberler dâhil insanın özgür olabilmesi, hayır ve şerde bir başkasını etkileyebilmesi ya da doğruyu egemen kılabilmesi mümkün değildir. Allah’ın izni olmadan hiç kimse, ne lehte ne de aleyhte hiçbir yaptırım gücüne sahip değildir. Dolayısıyla İslam, sadece ve sadece Allah’a teslimiyettir, yoksa ezbercilerin ifade ettiği gibi takdir edilmiş olanı değiştirmek, kötüyü ortadan kaldırmak ya da mühürlenmişi doğru yola ulaştırmak amacı taşımamaktadır.

İnsanoğlu ile birlikte yaratılan cehennem ve şeytanla birlikte azan cinlerin kaderce belirlenen yazgılarının dışına çıkılabilmesi mümkün olmadığından, bedenler yaratılmadan önce programlanan ruhların imtihanları yapılmış, fiziki dünyada ise güncelleşmekten öte menfi ya da müspet hiçbir dönüşüm gerçekleşmemektedir.

“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde. 13

Şeytanı azdırarak kötülüklerin ve Peygamberleri sebatkâr kılarak iyiliklerin elçisi yapan Allah; dilediğine hikmet, hayır ve üstünlük vermiş, dilediğini de hayvanlardan daha aşağı sapkınlıkla lanetlemiştir. Çünkü tek bir Tanrı olmasından dilediğini yapmakta özgür, dolayısıyla hiçbir yaratığında sorgulama ve hesap sorma hakkı bulunmamaktadır. Yaratan ile yaratmayanın aynı seviyede olamayacağı düşünülebilse, teslim olmaktan başka bir çarenin de olmadığı anlaşılacaktır. Ama Allah dilemedikçe teslim olabilmek mümkün müdür? Şeytan bile Allah’ın takdirinin dışına çıkamayıp azabilmiş ise, insan ne yapabilir?

“Eğer Allah sizi azdırmak istemişse, ben size öğüt vermek istesem de nasihatim size fayda vermez. Çünkü O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet Ona döndürüleceksiniz.”Hud. 34

Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin kitapları olan Kur’an, İncil ve Tevrat ile modern hayatı temsil eden seküler düzenler incelendiğinde, hangisinin gerçek ve yaşanılan dünyayla örtüştüğü anlaşılabilecek, şeytansal hile ve yalanlar ortaya çıkabilecektir.

Vahiy, din, bilim, kader, özgürlük ve irade adına üretilen düşünce ve düzenlerin mutlak surette karşılığı aranmalı ve kanıtlanmaya gidilmelidir. Eğer eylemsel düşünce, davranış ve sistemleri üreten özgür irade ise; dilenilen yapılabilmeli, özgür davranabilmeli, olumsuzluklar ve belirsizlikler ortadan kaldırılabilmeli, mutlak ve kalıcı çözümler üretebilmeli ve gelecek her koşulda kontrol altına alınarak, her türlü kötülük, acı, korku, dehşet ve felâketin olmayacağı küresel bir kader programlayıcı iddiasında bulunan egemen güç, kendini ispat edebilmelidir. Vahiysel ve kutsal addedilen İncil ve Tevrat ile insanı egemen kılan ateist doğmalı anlayışlar, gerçekte Buda’nın Dört Soylu Gerçek veya Sekiz Aşamalı Yol adlı eserlerinde ki fikirlerden farksızdır. Her hangi bir düşüncenin ve iradenin egemenliği, ancak fertsel ve evrensel olayları gütme, yönetme ve yönlendirmeyle mümkündür. Tıpkı Kur’an’ı Kerim gibi!

Gerçek dünyada olup bitenler, fiziksel ve ruhsal oluşumlar, Yaratıcı, ruh ve yaratılan canlı-cansız her türlü madde ve canlının oluş ve bitiş süreçlerinde meydana gelen gelişmeler, farklılıklar, etkenler, sebepler, menfi veya müspet olaylar, değişimler, başarılar, kayıplar, musibetler, keşifler, peygamber, şeytan, ruh, madde ve düzenin varlığı ve amacıyla ilgili bilgilerin yer aldığı tek kitap, Kur’an’ı Kerim’dir. Çünkü sadece Kur’an’da vahyedilmiş bilgiler fiziki yaşam ve doğayla örtüşmektedir.

“Doğrusu güldüren de ağlatan da O’dur. Öldüren de diriltende O’dur. Zengin eden de varlıklı kılan da O’dur.” Necm.43-44-48

Kur’an incelendiğinde; Yaratıcı’nın tüm vaatlerinin gerçekleştiği ve hiçbir iradenin vahyin dışına çıkamadığı açıkça görülmektedir. Herhangi bir dinin veya görüşün geçerliliği, ancak sözle fiilin, düşünceyle davranışın çakışmasıyla değer kazanır. Vahiy ve bilim, din ve devlet, dünya ve kâinat, söz ve eylem, ruh ve madde, irade ve kader, yaşam ve ölüm; ruhsal ve fiziksel nitelikleriyle Yaratıcı’ya aittir ve kuralları da Allah koyar, koyduğu kuraları hiçbir güç tahrip edemez. Özellikle Kur’an ilmine vakıf insanların gerçeği anlamamalarına ne demeli?

“İşte biz o Kur’an’ı açık seçik ayetler halinde indirdik. Gerçek şu ki, Allah dilediği kimseyi doğru yola sevk eder.”Hacc.16

Ne var ki başta şeytan olmak üzere, insanları “bir bilgi”’ye göre saptırarak kendine karşı azdırarak isyan ettiren Allah, yine Mutlak İrade’si icabı dininin buyruklarına göre davranışları biçimlendirmekte ve kâinatı yönetmektedir. “O kitap’ta” yazmış olduğu doğrultuda programlanmış ruhlar, takdir ettiği kader mecrasında ya hidayete erdirmekte ya da azdırmaktadır. Her ne şekilde olursan olsun, hiçbir zaman denetimi sağlayamayarak yönetemeyen ve dilediğini yapamayan insanoğlu, ruhun kendisini değil de beyninin ruhu etkileyip yönlendirdiğini düşünerek; akılla duyguyu, iradeyle kaderi, vahiyle bilimi, dünyayla ahireti, Allah ile insanı egemensel bir yarışa sokmaktadırlar.

Elde ettiği geçici başarı, zafer, güç ve yetkiyle şımararak egemen olabileceğini zanneden insan, karşılaştığı felaket, mağlûbiyet ve musibetlerden ders alamayarak gerçeği kavrayamamakta ve dolayısıyla uğradığı laneti iktidarsı hataların bir yanlışı olduğunu zannederek gücüyle aşabileceğini düşünüp ibret almamaktadır.

“Hevasını (kötü duygularını) tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?”Casiye. 23

Sanal âlemden kurtulup gerçek dünyayla yüzlenildiğinde, her şey öylesine açıktır ki, tıpkı Kur’an’da anlatıldığı gibi olaylar vuku bulmakta, iyi veya kötü sayısız oluşumlar sürekliliğini muhafaza etmektedir. Yarınının, hatta bir saniye sonrasının belirsizliğine aldırmayan insanoğlu, Mutlak İrade’nin yönlendirmesiyle düşler âlemindeki aldatıcı tahtından uyanamamakta, ne kendini ne çevresini ne de olup bitenleri gören, işiten ve kavrayan bir gerçeklikte sorgulamayarak, hakkında alınmış olan karar gereği muhakeme yapamamaktadırlar. Eğer ihlâsa erdirilmiş zümreden iseler doğruya, saptırılmış iseler yanlışa gitme kıskacından hiçbir bilgi, öğüt, etki, telkin, tecrübe, kanıt ve irade; kendilerini alıkoyamamaktadır. Süreç içinde meydana gelen en detaysı tüm değişimler, yine kadersel kurgunun bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.

Bu sebeple, önce ruhtaki kader, sonra çamurdaki Adem’i, daha sonra menideki embriyoyu ve ruhu, bedendeki organları, ruhtaki akıl ve duyguları, zihindeki düşünceleri, uykudaki rüyayı, akıldaki bilgiyi, ağızdaki sözleri, kalpteki hisleri, benlikteki ihtiras, gurur ve azgınlığı, hayırdaki peygamberleri ve şerdeki şeytanı, kâinattaki düzeni, evrendeki maddeyi, tabiattaki bitkiyi, gökteki suyu, maddedeki fiziği ve yaşamdaki her türlü oluşumları yaratan Allah, “o kitap”’ta ki yazgıya göre yönlendirmektedir. Dolayısıyla Yaratıcı’nın mutlak egemenliğini hiç kimse ele geçiremez ve acze uğratamaz.

Temel yapının özünü teşkil eden bu süreç, insanoğlu ve dünya yaratılmadan önce düzenlenmiştir. Unutmayınız ki yeryüzünde ve gökyüzündeki her şey, o kitapta belirlenen düzeneğe göre gerçekleşmemiş olsaydı; Allah, Tanrı olamazdı!

“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” Neml. 75

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (levh-i mahfuz) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid. 22

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O’nun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu ve yönetimi O’nun elindedir).”Hud. 56

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının duracağı yerlerini de bırakılacağı yeri de bilir. Çünkü bunların hepsi açık bir kitaptadır. (levh-i mahfuz)Hud. 6

“De ki; Rabbim, dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler.”Sebe. 36

“Gayb’ın anahtarları Allah’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” En’am. 59

“Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.” Nisa. 155

Başkalarının peşine düşerek “bilge-tanrı” yapacağınıza, Allah’a teslimiyetle “bilge-kul” olmak isteyiniz…

“Allah kimi hidayete erdirirse doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” A’raf. 178

19 Ağustos 2011 Cuma

İstanbul başkent olmalıdır…

İstanbul’un liderlik önemi ve kutsiyeti İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından da vurgulanmış, Hıristiyanlığın kalbi ve şerrin merkezi olma niteliğinden kurtularak hak ve adalet payitahtı olabilmesi için dünyadaki tüm Müslümanlar göreve çağrılarak Peygamberce müjdelenmişlerdi.



O müjdeye nail olabilme uğruna defalarca kuşatılarak uğruna binlerce şehidin verildiği İstanbul; fatihler fatihi ve cihan lideri Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri ve cihad aşkıyla barbarlara ve ölüme meydan okuyan askerleri tarafından fethedilerek bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılmış, böylece tüm dünyayı kendilerine bağlamışlardı.



Üç kıtada hükümranlık süren o eşsiz Osmanlı İslam Devletini insana benzeten Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri; bir ayağı Rumeli, bir ayağı Anadolu ve başının da İstanbul olduğu tasviriyle yeryüzündeki hiçbir kudretin başı ele geçiremedikten sonra Müslümanlara ve insanlığa boyun eğdiremeyeceğine işaret etmiştir.



O günden itibaren İslam dünyasının, insanlığın, hak ve adaletin yönetim odağı olan İstanbul, CHP’nin ihanetiyle haçlı batılılara peşkeş çekilmiş ve milletimizin başı kesilerek ayağa mahkûm edildiğinden bugüne dek sürünmekten kurtulunamamıştır.



Milletimizi şerefli ve onurlu geçmişinden kopararak Batı’ya müstemleke kılan CHP’nin güç, itibar ve asaletimize yaptığı saldırı ve ihanetlerini hiçbir düşman başaramamış, içten yıkılmak suretiyle ecdadımızın bizler için döktüğü kan ve mübarek bedenlerini ayaklarımız altında çiğneyerek, hor ve hakir bir zilletlikte artıklara muhtaç ve güdülmeye müstahak kalmışızdır.



Atalarımızın ruhlarını sevindirecek bir aslan olmak yerine artıklara muhtaç itlere dönüşmüş, bizi mahveden seküler CHP zihniyetine karşı şahlanacağımıza mazeretler uydurarak ayakçı olmaktan öteye gidememişizdir.



Cesaret, kararlılık, hedef ve gayret; zafere götürecek yapı taşları olmasına rağmen kozmetik ürünler, cinsellik ve midesi arzularımız asli varlığımızı unutturmuş, dimdik ayakta dikilmektense sefillerin önünde diz çökmüşüzdür.



Bir tehlikeyi bertaraf edebilmek için düşmanı tanımak kaçınılmazdır. Dolayısıyla CHP’yi tanımadan tehlikeyi bertaraf edebilmek ve imansı dinamiklerle geçmişteki gibi dünyada lider olabilmek mümkün değildir. Genel Başkan ya da yönetim değişimi, CHP’nin ecdadımıza, Müslüman milletimize, hak ve adalete bakışına asla bir yenilik katmaz, fokurdayan kin ve nefretlerini söndürmez.



Unutulmamalıdır ki, eğer Müslüman milletimiz geçmişte olduğu gibi Allah’a dayanıp güvenmiş olsaydı; ulaşacağı kudrete, tıpkı Bizanslı haçlılar gibi CHP’nin hayalleri bile ulaşamaz.



Dünyanın neresinde zulme uğrayan ve açlıkla kırılan bir toplum var ise; ecdadımız Allah için oraya yetişmekten imtina etmemiş, ırkı ve dinine bakmaksızın yardımda bulunmaktan kaçınmamıştır. Acaba cihan devleti Osmanlı hüküm sürseydi, barbarlar meydan okuyabilir ve Somali Halkı gibi açlıktan ölen insanlar, BM’nin çürümüş gıdalarına muhtaç bırakılır mıydı? Evrensel iktidarlarını kendileri için değil, dünyadaki mazlumlarla paylaşmış; güçlülerin değil mağdurların yanında olmayı insanlığın olmazsa olmaz bir gereği saymışlardı. Ne kadar yenilmez bir güçle anılsalar da, dünyaya hükmeden bir devlet olmanın ebedi değil fani olduğuna iman etmişler; Fatih Sultan Mehmed de olsan, nefeslerinin sayılı olduklarını ve ölümsüzlük kapısının kapalı olduğu inancıyla nefisleri adına değil, ölümsüz yaratıcıları Allah adına mücadele etmişlerdi. “Hayatım boyunca Allah’ın emirlerinden dışarı çıkmadım. Allah’ın rızasını kazanmak için uğraştım. Tek gayem bu idi.” Fatih Sultan Mehmed Han



Neden CHP ve zihniyetinin ecdadımıza düşman kesildiğinin ve geçmişini inkâr etmelerinin sebebi gayet açık olup; işte Osmanlı’nın Allah emirlerinden dışarı çıkmaması, mücadelelerini benlikleri için değil, Allah rızasını kazanabilmek için olduğundandır. Bu sebepten dine ve dinin devletle ilişkilendirilmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Çünkü onlar, nefislerinin peşinde dörtnala koşan kısraklar gibi ne vicdan ne merhamet ne de iman taşırlar, başkaları bir yana kendilerinden olmayanı dahi insan bellemezler. Hiçbir zaferleri, keşifleri, caydırıcı güçleri, liderlikleri, itibar ve saygınlıkları olmadıkları halde övünür; Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri ise İstanbul’u fethetmesinin ardından;



Aciz, Fakir kulun Mehmed’e,
Bu günleri gösterdiğin için,
Sana sonsuz şükürler olsun
Rabbim!




Her şeyi Allah’tan bilen böbürlenmez, sahibine ne nankörlük ne de ihanet eder. Ne zaman benliği galebe çalarsa, İşte o zaman hüsrana uğrar ve yıkılmaz denilen gücü, tıpkı kuru otlar misali çerçöp olur…



Hz. Fatih Sultan Mehmed ile hocası Ak Şemsüddin Hazretlerinin arasında geçen şu diyalog, imandan yoksun umutsuz korkaklara ibret niteliğindedir.



Hz. Ak Şemsüddin der ki: “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.”



Hz. Fatih, sorar: “Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?”



Hz. Ak Şemsüddin yanıt verir: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder.”



500 yıllık devletin başı İstanbul iken, ayağı Ankara’yı başkent yapan CHP’ye neden boyun eğilmeye devam ediliyor da İstanbul yeniden baş ilan edilmiyor? CHP’nin milletimiz üzerindeki vesayeti ne zaman son bulacak?



Fatih’in, korkak ve hain sadrazamı Çandarlı Halil Paşa, Fatih Sultan Mehmet daha gencecik padişahken, İstanbul’u fethetme niyetini duyduğunda öyle telaşlanmıştı ki, “Bu çocuk bir çocukluk edip Bizans üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Osmanlı mülkü pâymâl olabilir, hatta elden gidebilir” diyerek, sözde Ümmet-i Muhammed’i bir aceminin acemiliğine kurban etmeyip ikaz görevini yapmak üzere kelle pahasına da olsa Padişah Fatih’i bu maceradan vazgeçirmeye karar vermişti.



Bir gün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu:



“Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersin?”





Genç Hünkâr, baba yadigârı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu:



“Hangi sebepten ümmet telef olabilir koca vezirim?”



“Bizans’ı fethetmeğe and içmişsin. Ümmetin telefine başkaca sebep ne lâzım?”



“Belli, and içtik. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedik! Bir mahzuru mu var?”



“Elbette!”diye cevap verdi Sadrazam, konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit amin denemez.”





Fatih Sultan Mehmed gülümsedi:



“Hangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilir. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi bekleriz.”



Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı:



“Her daim demez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftir. Biz dahi fetih müjdesinin tahakkuku cihetinde say edeceğiz. İnşaallah-ü Tealâ fetih mukarrerdir.”



“Nereden belli ki?”



“Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.”



Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı.



Hafiften alaycı bir üslupla; “Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?”



Genç Fatih hışımla pencereye döndü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını seyretti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sadrazamını henüz inandıramamıştı. Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. Onbeş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Kendisi ise onbeş yaşını geçeli ancak birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu. Fakat şartlara teslim olmayacaktı. Çandarlı’ya döndü:



“Bak a vezirim” diye söze başladı, öfkesini tereddüdüne sarıp yutkunarak; “ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.”İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı:
“O zaman bil ki, bunun mes’uliyeti tamamıyla sana aittir, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru unvanını alayım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!”


,,















































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































Padişah Fatih Sultan Mehmed ilk defa öfkelendi:






“Hırs değil iman!..” diye bağırdı, “dedik, ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.”



“Elinde olanla yetinsene.”
“Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin. Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.”
Çandarlı çıkmak için toparlanırken:
“Ben söylemiş olayım, Hak Tealâ ve kulu nezdinde mes’uliyetten kurtulayım da, sen yine ne ki istersen yap, padişah sensin.”
“Şükrolsun biz padişah-ı cihanız ve Kostantiniyye’yi feth edeceğiz.”
“İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa.
“Neden koca vezir?”
+“-Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak büyüklükte topumuz yoktur.”
Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu:
“Surları yıkacak toplar günün birinde yapılacak mı?”“Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde herhal yapılır.”
Ve Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Allah’a dayanıp güvenmenin karşılığını havan topunu keşfedip o yıkılamaz denen surları yerle bir ederek ve karadan gemileri yüzdürmek suretiyle çekilen zincirleri aşarak aldı.
Ey Fatih’in torunları!
Sizler yaratıcınız Allah’a inandığınız halde; neden dedeniz Fatih ve atalarınız gibi Allah’a güvenip de zalimlere hadlerini bildiremiyorsunuz? Üzerinizdeki ölü toprağını silkinip atmadıkça ve kalplerinizdeki kuşkulardan arınmadıkça iman ettiğinizi mi sanıyorsunuz? Birer Fatih olamıyorsak, Ulubatlı Hasan da mı olamıyoruz ya da adsız bir şehid?
Biliniz ki her kim Allah’a sığınırsa; yeryüzü ile yeryüzündekiler, gökyüzü ile gökyüzündekiler ona düşman bile olsa, Allah onun için bir çıkış yolu yaratır. Kim de Allah’a sığınmazsa onu yere batırır da nefsinin eline terk eder.
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında “İnandık” derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” Al-i İmran 119

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Nikâh bile Allah adına kıyılamıyor…

Evliliklerin dinler çatısı altında yapılma zorunluluğu, dini tüm toplumlar için olmazsa olmaz bir koşuldur. Evlilikle başlayan beraberliğin sabır, merhamet, paylaşım ve sevgi noktası, ancak ilahsal bir bağlılıkla mümkündür. Her türlü fiziki ve ruhi sorunları Allah’ın yardım ve desteği olmaksızın aşabilmek imkânsızdır ve Allah’ın anılmadığı en meşakkatli birliktelik evlilik hayatıdır.

İnanç temelinde gerçekleştirilmemiş laik evlilikler tamamen maddi olup, en küçük bir rüzgâr misali fitne ve benlikte sarsılmakta, çoğu kez yıkıcı ve öldürücü bir sonla bitebilmektedir. Yüzeysel veya geleneksel bir din anlayışında dahi maddiyat ve gösteriş öncelikli tutulduğundan aynı akıbete uğranmakta, taraflar birbirlerini tanrıymışçasına sahiplenerek hata ve kusurlarını bağışlamamakta, talepleri yerine getirilmediğinde fedakârlık mecburiyetlerini unutarak sevgiyle başlayan beraberlikleri düşmanlıkla erimektedir. Bedii zevkin amaç haline getirildiği evlilikler, başkalarına karşıda heyecan duyulmasına neden olduğundan çarçabuk noktalanabilmektedir.

Özellikle devleti laik olan toplumlarda şiddet ve nefretin en dorukta yaşandığı bir bencillik hüküm sürdüğünden aile hayatı kasıp kavrulmakta, anlık tatmin olabilmek ya da eşinden intikam alabilmek adına herkes yakınındaki yahut işaretleştiğiyle ilişki kurabilmesinin önüne geçilememektedir. Ancak kalbinde Allah korkusu olanlar, her ne kadar nefislerinin peşine düşüp ilişki kurma eğilimine girseler de taşıdıkları imanlarından pişman olup vazgeçebilmektedirler. İnsanların bir başkasının görüp duyacağı endişesi Allah’ınkinden çok daha önemli olduğundan gizli ilişkiler çığ gibi artmakta, neredeyse dinli dinsiz tüm eşler birbirlerini aldatmaktadırlar. Dolayısıyla gizli ilişkiler, aile birliğini tarumar etmektedir.

İşin en ilginç tarafı ise, ahlaksızın namus bekçisi kesilerek kendine değil de başkalarına ders vermesi ve dedikodularıyla yıkıp geçmesidir. Bu sebeple imansız bir Allah inancı, Allah’ın görüp gözettiğine duyarsız kalınmasına ve hesap verilecek tanrı insanlarmış gibi utanılıp sakınılmasına neden olmaktadır. Oysa yapılan ayıpta insanlardan değil Allah’tan korkulma bilinci zihin ve kalplere yerleşmeden ahlakın hiçbir türlüsüyle baş edebilmek söz konusu değildir.

Ne var ki Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik düşüncenin dayattığı kurallarla ne evlilikteki kutsallığı ne de ahlaksızlığı giderebilmek olanaksızdır. Laik nikâhın legal, Allah adına yapılan ve adına “imam nikâhı” denilen evlilikler ise illegal sayılmakla kalmayıp, iki aydan altı aya kadar hapisle cezalandırılabilinmektedir.

Türkiye’de yozlaşmış Müslüman toplumumuza dayatılan laik anlayışla Allah korkusunun sardığı bir vicdan tesis edilememekte, bundan dolayı ihanetlerin ve suçların önüne geçilemeyip boşanmalara da son verilememektedir.

Evlenmek üzere ilk adım olan Allah’ın emri ve Peygamberin kavliyle başlangıç yapılır, nikâh kıyılacağı sırada laik devletin kuralları içinde ne Allah’tan ne de Peygamberden bahsedilir. Tıpkı türbanda olduğu gibi devlette saçını aç, sokakta kapa misali!

Devletin laik ilkelerine göre nikâh kıyan memur, kesinlikle Allah’ın adını anmadan belediye başkanının kendine verdiği yetkiyle çiftleri evlendirmesi; o nikâhı geçerli kılar mı ve bir bereket sağlayabilir mi?

Nikâh memurunun; “Benim ve tanıkların huzurunda sizleri evlendiriyorum” açıklaması apaçık bir tanrılaşmadır. Bir gün, nikâh şahidi olduğum bir merasimde “Allah adına evet” dediğimde, nikâh memuru; “Biz dini nikâh kıymıyoruz ve burası cami değil, lütfen evet mi hayır mı deyiniz” diye müdahale ettiğinde; “Sen kimsin, tanrı mısın, senin gibi bir sefilin kıydığı nikâhta şahitlik etmiyorum” diyerek orayı terk etmiş ve ondan sonra da şahitlik tekliflerini geri çevirmiştim. Bununla yetinmeyip üç çocuğumun annesi eşimi de nikâhsı laik sözleşmeden ayırarak, Allah adı ve şahitliğinin huzurunda yaptığım gerçek nikâhla bütünleştirdim. Yaşamımın hiçbir döneminde Allah ve dinini ikinci plana atmamış, bedeli ne kadar ağır olsa da ödemekten imtina etmemişimdir.

Allah adının ve dinin kabul edilmediği laik devlet, toplumu öyle saptırdı ki, devlette Atatürk, sokakta Allah inancıyla çok tanrılığı meşru kılmıştır. Hiçbir ilahiyatçı ve çakma âlimlerde tepki göstermeyerek ve mücadelede bulunmayarak şirki kabullenmesi, neden daha da kötüleşip binbir surata dönüştüğümüze bir kanıttır.

Laik nikâh ve dini nikâh gibi ayırımsı bir pespaye ve riyakârca ikilem, o toplumun karakterini de etkilemektedir. Nikâh, iman ettiğin ilah adına kıyılan ve birlikteliği deşifre eden açık bir duyurudur. Herkes kendi dini vecibeleri gereği nikâhını kıydırabilme özgürlüğüne sahip değilse, o bir tutsaktır. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Hindu veya Budist inanç sahiplerini laik bir zorlamayla mahpus eden bir rejim, zorbanın ta kendisidir.

Laikliği özgürlükle özdeşleştiren Müslüman referanslı münafıklar, anayasada laikliğin tanımı olmadığını ileri sürerek yeni bir tanım getirebilme arayışlarının hiçbir inandırıcılığı yoktur. Oysa laiklik, ateizmin siyasi bir terminolojisi olup, amaçsal, hedefsel ve felsefisel tanımı apaçık ortadadır. Laikliğin Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstün olduğu tanımını sindirilemeyerek farklı anlam katmaya çalışılıp manipüleye kalkışılması, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar sonunda varacakları yer aynı olup, Allah’sız ve dinsiz seküler bir düzendir. Öyle laik kurallara bağlı bir diyanetle Allah’ı kandıramadıkları gibi yakın bir gelecekte de insanları daha fazla aldatamayacaklardır.

Eğer halkın dileği ve iradesi kaçınılmaz ise, neden laik rejimle ilgili bir referanduma gitmeye cesaret edemiyorlar?

Acaba Allah’ın adı anılmadan kıyılan nikâhlardan halk memnun mu? Devlet ve sokak tanrıları gibi çok tanrılığa boyun eğmekten razı mı? Vahyin devletten koparılması kabul ediliyor mu? Allahsız bir devlet, dinli bir toplumun devleti olmayacağı gibi yönetebilmesi de mümkün değildir.

Allah adının anılmadan kesilen hayvanların etini yemek bile çok büyük günah iken; Allah adı anılmadan yapılan bir nikâh, içilen bir yemin, milletvekilliği, hükümet üyeliği, yargı mensupluğu ve devlet başkanlığı günah değil midir? Allah’a ve dinine savaş açmış laik bir rejim, Müslüman bir toplumu hak ve adaletle yönetebilir, olumsuzlukları giderebilir, sabrı mukim kılabilir, ahlaksızlığı önleyebilir, fitne ve fesadı yok edebilir, barışı sağlayabilir, hukuku üstün eyleyebilir, haset ve iftiraları ortadan kaldırabilir, bencilliğe son verebilir ve suçları dizginleyebilir mi? Laik devlet, madem yaratıcı Allah’ı reddedip iradesinin mutlak olduğunu iddia ediyor; neden musibet ve belaları engelleyemiyor, herkesi zengin edemeyip muhtaçlığa mahkûm ediyor, hastalıkları önleyemiyor, yarını belirleyemiyor, terörü durduramıyor, mal ve can kayıplarını sonlayamıyor, barış ve adaleti sağlayamıyor?

Yeni bir anayasa yapma sürecine giriyoruz. Ancak bir avuç CHP’li laik jakobenin istekleri halkın taleplerinden daha öncelikli ve ayrıcalıklı tutulup laik temelde bir anayasa yapılacak ise, o anayasayı alıp başlarına çalsınlar. Şüphesiz laiklerin, Hıristiyanların, Yahudilerin de hakları korunmalıdır.

Adı Medine Vesikası olarak bilinen Peygamberimizin yaptığı ilk anayasada; Müslümanların hak ve sorumlulukları kadar başta Yahudiler olmak üzere Medine’de yaşayan her ırk ve dinden olanlarında hak ve sorumluluklarını gözetmiş ve anayasada teminat altına alarak özgürlük vermiştir. Dolayısıyla ne devlette ne de yargı da Müslümanlardan ayrıcalıklı hiçbir inanç sahibi hor ve hakir görülmemiştir.

Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın vahiyle bildirdiği siyasetinde, insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırlamıştır. Bu yüzden aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamı olma ayrıcalığı hala yakalanamamıştır. Hz. Muhammed (s.a.v), vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan anayasası, günümüz laik Türkiye’sinde çağdışı, ilkel ve karanlık bulunmaktadır.

Allah ve Peygamber adının anılmasından fevkalade tiksinen ve ürperen CHP, yeni yapılacak anayasada da fitne başlığını sürdürecek, laiklik ilkesi gereği din ve devlet işlerinin ayırımı gibi bir manipülasyonla varlık misyonu olan Allah ve din dışı muhalefetinden vazgeçmeyecektir.

Geçmişte aleyhimde dava açan ve TBMM’ne önerge vererek sitemin kapatılmasını isteyen CHP’nin eski İzmir milletvekili Erdal Karademir, TSE’nin Allah adıyla kesilen hayvanlarla ilgili helal gıda standardı için yapılacak düzenlemeye iğrenç bir tepki vermiş; “Hıristiyanlar Türkiye’de et ürünleri yiyemeyecek mi” başlığı altında; “İslami usullere göre gıda tüketimine ilişkin standardın TSE tarafından uygulamaya konulması, şeriat hükümlerinin devlet eliyle uygulanması anlamına gelmektedir. Ekonomide ortaya çıkacak helal gıda satan işletmeler ve diğer işletmeler ayrımı, Anayasa’nın eşitlik ilkesine uygun değildir” görüşleri, laikliğin bayraktarı CHP’nin Allah adına kesilen hayvanların etinden bile nasıl rahatsız olduğunu kanıtlamaktadır. İfadesinde de anlaşılacağı üzere şeriat düşmanlıkları, gerçekte Allah düşmanlıklarıdır ama tıpkı dinsizliği laiklik adı altında manipüle etmeleri gibi Allah düşmanlıklarını da şeriatla hileleştirmişlerdir.

İşte bu sebeple, laiklik gerekçesiyle devlette Allah ve Peygamber adının neden yasak olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü laik düşünce ve düzende tanrı insandır, Allah ya da başka tanrılar sokakta anılabilir ama devlet ve kurumlarında asla…

Ne de olsa elhamdülillah solcuyuz diyebilecek kadar şeytani maskelere bürünmüş CHP’nin şeriat adı altında muhalefet ettiği Allah ve Resulüdür.

“Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah’tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler.” Zümer 45

(Resulüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! Diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır.” Ahzab 37




10 Ağustos 2011 Çarşamba

Kur’an’ı tahrip eden tefsircilerdir…

Her toplumda, halktan üstün bilgi sahibi kimseler her ne kadar kendilerini “Alim” sıfatıyla yüceltseler ve tanrısal bir tazimle saygıda kusur edilmesine izin verdirmeseler de, Allah’ın yüce sıfatlarından biri olan alimliğe hiçbir beşer müstahak olamaz. Alim, “her şeyi çok iyi bilen” demektir.

Acaba yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizde mürekkep olsa, hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah gibi sözleri yazmakla tükenmiyor mu? Öyleyse nasıl oluyor da kendilerini alimlikle sınıflandırabiliyor ve arşa yüceltilmelerine fırsat verebiliyorlar?

Ramazan ayı münasebetiyle sert bir üslup kullanmaktan kaçınacak, Allah ve elçisi Hz. Muhammed’den başkasına saygı ve tazimde bulunulmaması mecburiyetini dikkatlere sunmaya ve her şeyin fevkalade açıklandığı ayetlerle bilgilendirmeye çalışacağım. Allah’ın sözünden başka bir kelam, sadece mugalâtadır.

Allah, içinde bulunduğumuz Ramazan Ayında indirdiği ayetleri, kendisine ümmi olarak seçtiği elçisi kanalıyla indirmesindeki maksat, ilmiyle övünerek yorumu sadece kendine mahsus anlaşılması meşakkatli bir vahyi değil, başta elçisi olmak üzere kullarının açık ve seçik anlayıp itaat etmesi ve ortaya çıkabilecek imtiyazın önünü kesebilmesi için özellikle Peygamberimiz Hz. Muhammed’i elçi tayin etmiştir.

Allah, Hac suresi 16. Ayette olduğu gibi birçok ayetinde; “İşte böylece biz o Kur’an’ı açık seçik ayetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah dilediği kimseyi doğru yola sevkeder” buyruğuyla, Kur’an’ın hiçbir tefsirci ya da yorumcuya ihtiyaç duyulmayacak netlikte olduğunu ısrarla vurgulamakta, dilediği kimseyi doğru yola iletmenin de doğrudan kendi iradesine mahsus bir yönlendirme olduğunun altını çizerek, peygamberimizin bile hidayet verme gücü bulunmadığını birçok ayetle hükmetmiştir.

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur’an olacaktı). Fakat bütün işler Allah’a aittir. İman edenler hala bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah’ın vadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir bela gelmeye devam edecek veya o bela evlerinin yakınına inecek. Allah, vadinden asla dönmez.” Rad 16

Allah ile eşdeğer konuma yükseltilenlerin doğru yola iletme ve hidayet verme güçleri, ümmetin, kendine rehber edindiği hoca, efendi, şeyh gibi sözde âlimlerce nasıl bir sapkınlıkla karşı karşıya olduğuna bir kanıttır. Mevki, ilmi ve konumu ne olursa olsun yaratılan her kul, sadece emirlere itaat etmek ve Allah iradesine kayıtsız bağlı kalmakla yükümlüdür. Yoksa sanıldığı gibi yalnızca Allah’a mahsus hidayet verme veya doğru yola iletme sorumluluğu hiçbir beşerin bulunmamaktadır.

“(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir.” Bakara 272

Peygamberimiz vefatının akabinde türeyen yorumcular, Müslümanları önce mezheplerle ayrılığa düşürmüş, sonra cemaatlerle parçalamışlardır. İncil ve Tevrat’ta olduğu gibi Kur’an’ı özde bozamamışlar, ama hadis adı altında Peygamberimize iftiralar düzerek, vahiy yerine rivayetlerle kendi dinlerini inşa edip İslam kisvesi altında müminleri vahiyden uzaklaştırmışlardır. Dolayısıyla hiçbir mümin, vahyi parça parça ederek gruplara ayrılanlarla birlikte olmamalıdır.

“Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” En’am 159

“O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” Bakara 176

Neden vahyin emrettiği doğrultuda itaat eden peygamberimizi örnek almayıp da kendisinin söylemediği vahye aykırı sözleri hadis diye aktararak birbirleriyle atışanların asıl amacı, nüfuz edinerek nefisleri adına iktidar olabilmek ve din dışı rejimlerce kabul görebilmek için İslam’ı seküler düzenle ılımlı hale getirilmiş ve hümanistleştirilmiştir. Dolayısıyla rivayetlere dayalı hurafe savaşı yaşanmakta, birbirlerine ayetlerle değil dedikodularla üstün gelmeye çabalayarak, sözlerini ve yazdıkları kitapları bir bedel karşılığı pazarlayıp hem İslam karşıtlarınca destek bulmakta hem de sözde peygamber vekili olma ayrıcalıklarından söyledikleri her şeyin Allah katından olduğu iknasıyla vahyi biçmektedirler. Tıpkı Hıristiyan ve Yahudiler gibi apaçık olan vahye değil de kendi söyleyip yazdıklarına inanılmasını istemeleri, amaçlarının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

“Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkâr eder.” Bakara 99

“Elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” Bakara 79

Kimileri doğrudan inkâr etmiyor, rivayetsel iftiralarıyla peygamberimiz üzerinden dolaylı bir inkâra yelteniyorlar. Oysa Kur’an’a muvafık olmayan bir hadisi peygamberimize atfetmek, en şiddetli bir fasıklıktır. Yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya kadar savaşmalarıyla ilgili yüzlerce ayeti gizlemeleri bir yana, Kur’an’dan sadece bir şeyi gizleyip onu çıkarları uğruna peşkeş çekenlerin nasıl yakıcı bir azapla cezalandırılacakları, Allah’ın açık bir vaadidir. Laik rejimlere muhalefet yapmamak için Ku’an’ın tüm insanlara indirilmiş bir anayasa ve hukuk düzeni olduğu gerçeğini savunmaktan kaçınan Müslüman olabilir mi? Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi dostlarının öfkelerini çekmemek için “Hak dinin sadece İslam olduğu ve insanlardan İslam’dan başka hiçbir dinin kabul edilmeyeceği, Hıristiyan ve Yahudilerin dost edinmemesi” ile ilgili apaçık ayetleri bile gizleyerek ya da çıkarsal yorumlara kalkışarak, İslam’ı Allah’a öğretmeye kalkabiliyorlar.

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarını doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur, ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Bakara 174

“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!” Al-İmran 187

“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Hucurat 16

Oysa kendilerini cennete kavuşturacak olanları nasıl bir akıbetin beklediğinden bihaber yığınlar, yalanların peşine takılacaklarına Kur’an’ı anlamaya çalışsalardı; hem dünyalarını hem de ahretlerini kurtarırlardı. Dolaylı yollardan ilim öğretmek ve hayır adı altında ceplerini ve kalplerini boşaltan sömürgecilere karşılık müminlerden hiçbir ücret talep etmeyen Hz. Muhammed (S.A.V); acaba onlar gibi neden İslam’ı öğretmek için ayet ve hadisleri bir ücret karşılığı satmadı, tebliğlerinde ücret talep etmedi, mescid veya öğrenci yetiştirilmesi için maddi bir istekte bulunmadı, münafık ve kâfirlerle işbirliği yaparak çıkar paylaşımı gütmedi, neden kendisine dinimize karşıma dilediğini verelim rüşvetini kabul etmeyerek savaşı tercih etti, cemaatinin çoğalması ve İslam’a artış olabilmesi maksadıyla ayetleri şirin göstermedi, neden Hıristiyan, Yahudi ve laklerin egemenliğinde değil de İslam egemenliğinde uzlaşma sağladı, keyfi bir saltanat sürmedi, böbürlenerek dolaşmadı, geçim telaşı taşımadı ve olduğundan başka görünmedi?

“(Resulüm!) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.” Sad 86

Ahiretin dünya nimetleriyle elde edilemeyeceğine iman etmiş her kimse, hesapsız bir teslimiyetle Allah ve Resulünün emirlerine boyun eğer, Allah’tan başkasına dayanıp güvenmeyerek hükümlerini evirip çevirici bir tashihe kalkışmaz. Sanki Allah, bugünü hatta ilerisini bilmekten acizmiş gibi modernizeye uyarlanmaya çalışılan İslam, maddileştirilmiş, ancak para ve iktidarla ulaşılabilecek bir hedef haline getirilerek ancak para ile cennete kavuşulacağı ve İslam’ın hüküm sürebileceği çeşitli metotlarla zihin ve kalplere işletilmiş. Ne yazıktır ki inandıkları Allah’ın gücü ve yardımıyla değil de kalkındırılmış ve geçici güçle donatılmış kâfirlere uyularak İslam’dan uzaklaşmak suretiyle hüsrana uğranılmıştır.

“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz.” Al-i İmran 149

Yüce Allah, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması için sadece ilim sahiplerine değil, tüm insanlığa gönderilmiş ve hiçbir yoruma gerek duyulmayan bir açıklama olduğunu buyurmuş olmasına rağmen; Kur’an’ı tekellerinde bulundurup herkesi kendilerine muhtaç kılmaya çalışan sömürücüler, tıpkı Allah misali bir alim ve caydırıcı güçlermiş gibi fayda ve zarar verebilme kudretinde bulunmakta, kendilerine uyanları cennetle müjdeleyebilmektedirler. Onlarsız Kur’an’ın anlaşılamayacağını, mutlaka tefsire ihtiyaç bulunduğunu, şifrelendirildiğini; ayetlerin ne zaman, nerede, ne için, hangi maksat, koşul ve ortamda indiğini, kimi kastettiğini, kendilerinden başkasının ayetleri yorumlayamayacağını, şifreleri aydınlatamayacağını, akademik kariyerin zorunluluğunu, mutlaka Arapça bilinilme gerekliliğini, günümüz şartlarının dikkate alınma mecburiyeti gibi şeytani bir fitneyle müminleri vahiyden uzaklaştırabilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Bu (Kur’an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.” Al-i İmran 138

“De ki: Doğrusu ben, size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” Rum 22

Artlarına taktıkları milyonlarca insan, söz konusu çakma alimlerini öyle savunuyor ve hatalarını hediye edenleri dışlıyorlar ki, sanki taptıkları Allah değil de onlarmışçasına hatadan münezzeh bir kudretle yaftalıyorlar. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı nasıl rab edinmişlerse, onlarda farklı bir üslupla benzer duygu taşımaktadırlar. Her ne kadar Allah ve Resulünü referans olarak kullansalar da hüküm veren konumda doğrudan kendilerini mukim kılmaktadırlar. Dolayısıyla dinlerine ve kendilerine ihanet edenleri savunanların gerçekte kime iman ettikleri davranışlarıyla ortadadır. Peygamberimiz dahi bir günahkârı savunduğunda uyarı almış ve ne pahasına olursa olsun müdafaası yasaklanmıştı.

“Kendilerine hıyanet edenleri savunma; çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” Nisa 107

Rahip ve hahamların etkisinde kalarak İslam’ı fütursuzca ruhbanlaştıran fasıklar, kendilerini gizliden gizliye öyle konumlandırma cüretinde bulunmuşlardır ki, Peygamberlerden sonra müjdelenerek hiçbir sorguya çekilmeyecek, ölü değil diri ve Allah katında rızıklara mazhar olmakla yüceltilmiş şehidlerden dahi daha üstün oldukları savıyla; “Alimin mürekkebi, şehidin kanından üstündür” diyebilecek kadar haddi aşmışlar ve hadis diye Peygamberimizi kanıt gösterebilecek kadar ileriye gitmişlerdir. Öyleyse Allah, birçok ayetinden yolunda ölenleri överken, neden din adamlarını da aynı mevkide değerlendirmemiştir? Allah’ın müjdelemediği bilginleri, hangi delil, yetki ve vahiyle peygamberimiz ödüllendirebilmiştir? Acaba dini detaylı bilmek mi, yoksa kayıtsız itaat mi üstünlüktür? Melekler dâhil yaratıkların içinde en muazzam ilimle donatılmış, indirilen tüm kitapları ve Kur’an’ı en mükemmel hıfzetmiş ve cennette yaşamış şeytanı ölçü alırsak; ilminden dolayı üstün mü görülmelidir? Vayhedileni mi uymaları emredilmiş, yoksa şeytan misali yorum yapmaları mı?

“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” Ahkaf 9

“Hadis uyduranlar cehennemdeki yerine hazırlansınlar” Hz.Muhammed (S.A.V)

Peygamberimizi örnek alarak Allah yolunda azgınlara karşı cihad etmeyen ve yolunda şehid olabilmek için mücadeleden kaçınan bir bilge, gerçekten iman etmiş sayılır mı? Onların yükümlülüğü Allah’ın emirlerine şartsız riayet mi, yoksa Allah düşmanlarıyla işbirliğine girişip boyun eğmek ve sözde Müslümanların çıkarları için müsamaha göstererek Allah’tan daha iyi bildikleri sanıyla İslam’ı küfür düzenlerine peşkeş çekmek mi?

“Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Tevbe 16

Sözde insanları doğru yola iletmek maksadıyla vahiyden yüz çevirenler; neden namazdan, oruçtan, hacdan ve bilumum emirden daha çok ve cennete tek gidiş yolu olan cihad’dan aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi sakınıyor ve kendilerine güvenen müminleri teşvik etmeyerek nefsi hoşnut eden hurafelerle kandırıyorlar? Vaazlarında cennetin ebedi bir kurtuluş ve hayat olduğunu söyledikleri halde; neden Allah yolunda ölmekten imtina ediyorlar?

“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” Enfal 65

Peygamber görevinin doğru yola iletmek olmadığı ve sadece kendisine bildirilen emirleri tebliğ etmekle sorumlu olduğu birçok ayette açıklanmış iken; onlar kim ki peygamberlere dahi verilmemiş bir görevi ve gücü üstlenebilmektedirler? Allah isteseydi herkesi imana getiremez miydi? Allah’ın takdir etmediğini onlar mı yapacaklar? Oysa başkalarını imana getireceklerine neden yoldan çıkmışlarını fark edemeyip vahyi ayaklar altına alıyorlar? İşte yoldan çıkanlara uyanlar da zan ve rivayetlere inanmalarından aynı akıbeti paylaşacaklardır.

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.” En’am 116

Allah’tan başkasından korkup emrolunduğu gibi mücadele etmeyenleri rehber edinenler bilmelidirler ki, İslam’a hizmet adına kurulan tuzaklara düşmekten kurtulmanın tek yolu, vahyi okuyup anlamalarıdır. Bu temel bilgiye sahip olmaları akabinde izledikleri kılavuzlarının nasıl yalancı ve saptırıcı olduklarını anlayacak, defalarca tövbe edip Allah’tan af dileyeceklerdir. Allah’a ait olan bir dine hiçbir beşer, menfi yahut müspet bir fayda veya zarar veremez. Eğer gerçekten öncülerine değil de Allah’a iman etmişler ise hesap değil teslimiyetin tek kurtuluş olacağı hidayetine ulaşacaklardır.

“Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur, din de yalnız O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” Nahl 52

Ey Müslümanlar!

İlimlerinden ya da iktidarlarından dolayı farkında olmadan rab haline getirdiğiniz insanların peşine düşmeyiniz. Kalplerinize şüphe ve tereddüt kazandıran, Allah’ın güç ve mutlak iradesinden yüz çevirten, emirlerine itaati savsaklattıran, haksızlıklar karşısında susturtan, sinsice ahireti değil dünyayı cazip kıldırtan, hayır ve yardım adı altında iktidarlarını güçleştiren, Allah’ın apaçık hükümlerini tefsirleriyle zorlaştıran ve amacından saptırtan, vaazlarıyla hurafeleri yol gösterten, rivayetlerle ayetleri deştiren, doğru yola iletme ve hidayete erdirme gücünü kendinde gören, Allah’ın lanetlediği düzenleri meşru saydırtan, Allah’ın adına cihad etmekten kaçınan, kâfirlerden medet uman, bir saniye sonrası meçhul debdebeli yaşamları için ayetleri az bir bedel karşılığı pazarlayan ve çıkar sağlayan, öldürülmek yahut hapsedilmek korkularından seküler rejimlere muhalefet etmekten kaçınan, İslam karşıtlarıyla dost olanları ne dinleyin ne de tefsirlerini okuyun…

Eğer gerçekleri kavrayabilme hidayetine ulaştığınızda, şüphe yok ki önünde saygıyla eğildiğiniz ve tenine dokunabilmek için yarıştığınız o zatların suratlarına tükürecek, yazdıkları kitapları ve Kur’an’ı bozabilmek gayesiyle yaptıkları tefsirleri yırtıp atacak, böylece apaçık bir aydınlanma olan Kur’an’a eğileceksiniz…

Ancak kiminiz, sözlerimden dolayı kıyasıya eleştirecek, önderleriniz gibi ilmimi sorgulayarak karalayacaksınız. Ne derseniz deyin, yeter ki Allah’tan başkasını Rab edinmeyin ve Peygamberiniz nasıl vahye uymuş ise sizde uyun. Unutmayın ki Allah, Peygamber ve Kur’an diyor, ruhbanlık misali nefisleri galebe çalanları aracı kabul etmiyorum.

“İşte onun için sen davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” Şura 15