30 Kasım 2010 Salı

Nasıl da inandırabiliyorlar?

Söz ile eylemlerin akıl almaz aykırılığını yaşadığımız politika dünyasının elemsi riyakârlığı apaçık ortada olmasına rağmen toplumların itibar edip yığınlaşmasını rasyonalist bir mantık çerçevesinde kavrayamıyorsam da kadersel kulluk yazgısından anlayabiliyorum. “Hür olmadığı halde kendisini hür sananlar kadar köle yoktur.” Goethe

Liderlere olan tazim ve güven kendilerini hatasız bir tanrı seviyesine yüceltmekte, böylece yanlışlarını tenkitten uzak bırakıp koruma altına alınmasından özeleştiri yapmaları da engellenmektedir. İyi işlerindeki övgüler kadar kötülüklerinde de yerinseler; şüphe yok ki haksızlık ve adaletsizlikler ortadan kalkacak, vicdanlarının sesiyle kendilerine gelerek siyasetin yükümlülüğü ve sorumluluğunu üstlenebilecek, böylece yalan, ihanet ve ahlaksızlıkla özdeşleşmiş bir toplum meydana gelmeyecektir.

Bir insanın gerçekte ne olduğu, ancak ulaştığı imkânlarla yargılanmalıdır. Örneğin Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın öncesiyle iktidara kavuşması akabinde ki derin dönüşümü, her türlü peşin hükümden ve çıkardan uzak bir serinkanlılıkla değerlendirildiğinde “yaratık insan fıtratı” daha net anlaşılmakta, sözle esip gürleyenlerin icraatlarındaki zıtlıkları ve kölesel onurlulukları insani şeref ve haysiyetini gömmektedir.

ABD hegemonyasındaki BM ve NATO taşeronlarının dünyayı topyekûn boyunduruğu altına alma hedeflerinin İslam’i emir erliğini üstlenen bir Erdoğan ne kadar yüceltilse de, imajının gerçeği saklayamadığı aşikârdır. ABD’nin Irak’ı katletmesinden tutun da Afganistan işgali, Filistin, Sudan, Suriye ve İran düşmanlığına kadar tüm Müslüman toplumları hegemonyasına sokmaya çalışmasından öte ne yaptığı pratikte kanıtlanmamış, militarist İslam düşmanlığını ortadan kaldırabilmek için tek bir başarı elde edememiştir. Başbakan Erdoğan’ın İslam kimliği, ABD ve İsrail’in savaşsız sinsi emellerine sorunsuz ulaşmasına ciddi katkı sunmaktadır.

Kimileri ifademi ağır bulabilir ama Irak’ın yerle bir edilmesi; “one minute” duruşuyla gönülleri fethetmesi akabinde İsrail’le siyasi ve askeri işbirliklerini devam etmesi; Yahudi ve mason localarınca cesaret madalyalarıyla ödüllenmesi; AB Hıristiyan topluluğuna katılabilmek için Rum kesiminin oyuncağı olması; Müslüman grupları yok etmek maksadıyla Lübnan’ı darmadağın eden İsrail’e misillemeyi önleyebilmek için taşeron BM’ne askeri katkı sağlaması; Filistinli kardeşlerimize insani yardım götüren gemimize saldırıp 9 vatandaşımızı hunharca deşen İsrail’in akıttığı kanı yerde bırakarak hesap soramaması; kardeş İran’a komşum ve dostum diyerek füze kalkan projesiyle ABD ve İsrail canavarlarının safında yer alarak İran’ı arkadan vurması; vahye iman etmiş Müslümanları terörist ilan ederek bulundukları yerde öldürmeye ant içmiş BM ve NATO’ya güç verip takviye yapması; pkk adlı terör örgütünü besleyip her türlü yardım ve destekte bulunan İsrail’e dur diyememesi; sıfır sorun ve İslam’i kardeşlik manipülasyonuyla Müslüman ülkeleri ABD ve İsrail çıkarları doğrultusunda güttürmesi; İslam peygamberine bağışlanamaz hakaretlerde bulunan ve milletimizin canına kasteden pkk’nın provokasyonlarına izin veren Danimarka Başbakanını NATO’nun Genel Sekreterliğine getirmesi gibi uluslar arası arenada tamamen Müslüman düşmanı ittifakın taraftarı, destekçisi ve dolaylı azmettiricisi olan Başbakan Erdoğan’ın söz ve vaatlerine nasıl inanabilinir? “Kuru kaşık ağza, kuru söz kulağa yakışmaz ” Kaşgarlı Mahmut

İçeride Kemalistler dışarıda haçlıların boyunduruğundan sıyrılarak kahraman ataları misali Allah’a sığınıp şaha kalkabilseydi, altın prangalarla tutsak olduğu müstemlekesel iktidarı değil, demir prangaların zaferi doğuracağını idrak edebilirdi. Oysa insanın vücudu esir edilebilir ama ruhu asla!

“Allah’tan korkandan her şey korkar. Allah’tan kork­mayanı her şeyle korkuturlar.” Hz. Muhammed (sav)

Sesin sözle değil tatbikatla yükselmesinde etki doğar. Unutulmamalıdır ki ABD ve İsrail gibi barbarlar lâfla değil eylemlerle hükmetmektedirler.

Başbakan Erdoğan, Ortadoğu’yu haçlılara teslim ettiği füze kalkan ihanetini hafızalardan silebilmek için Lübnan’a yaptığı gezide; ”Şundan emin olun, kim ne derse desin kim hangi yorumu yaparsa yapsın biz haksızlık karşısında sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz. Akdeniz’de korsanlık yaparak masum çocukları, sivilleri öldürenlere karşı hakkı savunmaya devam edeceğiz. Masum yavrular adına, Gazze, Kudüs ve Beyrut demeye devam edeceğiz. Biz “Barış” diyeceğiz, “Adalet” diyeceğiz. Gerektiğinde katile “Katil” diyecek, katilden bütün yaptıklarının hesabını soracağız.”

Ne var ki kendi vatandaşlarını katleden ve Lübnan’da taş üstünde taş bırakmayarak binlerce insanı parçalayıp barınaksız kılan İsrail’e hesap sormak bir yana, bir de canı yanmış bağrı yanık topluluklarca cezalandırılmasını önleyebilmek için kalkan olabiliyorsa; bu nasıl bir hak savunması ve ses yükseltilmesidir? Eğer katiller, ses yükseltilmesiyle cezalandırılıp ıslah edilebiliyorsa; cezaevlerine, idamlara, hatta pkk gibi teröristlerle çarpışarak binlerce şehit vermeye ne hacet var?

Korkaklar hiçbir zaman zafer anıtları dikmemişler ise de, günümüz seküler düzeninde sözle kahraman olabilmişlerdir.

Başbakan Erdoğan’ın tıpkı anaokul çocuklarını eğiten bir rehber edasıyla varlıkları boyunca Allah’a başkaldırıp şeytanla bütünleşen İsrail’e, “İsrail hükümeti artık şunu görmek ve anlamak zorunda; bu bölgede barış olursa bundan bölge kazandığı kadar kendisi de kazanır. Bu bölgede savaş olursa, çatışma olursa bundan bölge insanı zarar gördüğü kadar kendi insanı, kendi vatandaşları da zarar görür. Onun için İsrail Hükümetini bir kez daha hatalarından dönmeye, özür dilemeye, hem bölge, hem bölge halkı, hem de kendisi için barışa gelmeye davet ediyoruz. İsrail’in bölgeyi de dünyayı da ateşe atacak provokatif faaliyetleri artık biran önce durdurmasını istiyoruz” açıklamasının trajikomikliğine verilebilecek bir yorum bulamıyorum. Kötülüğün elçisi şeytandan insani bir davranış umut edebilen biri; ya sağlık sorunu yaşıyordur ya da mücadelesel korkaklığını nutuklarla geçiştirmeye çalışıyordur. Sadece politikacılar mı, takip eden yığınlarda batıla uyabilmek için kendilerini yontmakta, dolayısıyla yavaşça tükenip gitmektedirler.

“Tek bir kelime; bize, karşımızdakinin akıllı mı, aptal mı olduğunu gösterir ” Konfiçyus

Türban sorununu çözeceği iddiasıyla güven duyulan eski Ak Parti Genel Başkanı, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eşi türbanlı olmasına rağmen türbana savaş açması ve Müslüman ebeveynleri cehaletle suçlayıp aşağılaması, çevresine uyabilmek için dinini yontanların nasıl hiçliğe kaydığına açık bir delildir.

İşte İslam referanslı politikacılar; nerede din, nerede adalet, nerede vicdan, nerede hürriyet!

Müslümanların Müslüman kimlikli münafıklardan daha tehlikeli ve acımasız düşmanları yoktur…

26 Kasım 2010 Cuma

Türkiye'de mi cehennem kapısı?

Yaratıcı Allah, bu dünya hayatının aldatma metaından başka bir şey olmadığını birçok hükmünde emrettiği ve somut hayat tecrübelerinde tattırdığı halde insanoğlunun, hele de sözde inanmış kesimin şehvet, makam, çıkar, iktidar ve para tutkusu topyekûn rüsvaylıklarına neden olmuş; haktan, adaletten, dürüstlükten ve merhametten uzaklaşarak, inanışlarını meşrulaştıran hurafeleri yol edinmek suretiyle imanın özünü katletmişlerdir.

Kendisi için apaçık doğru yol belli iken değersiz ve geçici dünya menfaatlerine karşı duyulan tazim, doğrudan veya dolaylı gerekçelerle vahye ve peygambere karşı çıkmalarına, ayetleri eğip bükmelerine, yorumlarla bozmalarına ve müminlerin yolundan başka yol edinerek o yönde kalmalarına sebep olmuş, böylece cehennem cennet sanılarak yarışa girilmiştir.

Yaratıcı’ya kayıtsız boyun eğme benliklere ağır geldiğinden hem Allah hem de ‘ben’ diyerek düzenin mutlak hâkimiyeti karşısında ortak olmaya yeltenilmiş, ancak bir saniye sonrası meçhul hayat dilekler doğrultusunda garanti altına alınamayarak para, bilim, teknoloji ve iktidarla hezimete uğranılması önlenememiştir. İktidarı gökyüzünden yeryüzüne indiren seküler düşüncenin Türkiye bayraktarı Atatürk’ün ölümüne bir kulaç kala son meclis konuşmasında; ”Bizim devlet idaresindeki ana programımız CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” vurgusuyla Allah, Resulü ve Kur’an’a nasıl savaş açtığı ve dinsiz bir devlet kurarak günümüze dek uzanan vahiy düşmanlığı temelinin kendisi tarafından atıldığı ve böylece kurtarıcılık payesine ulaştığı itiraflarıyla anlaşılmaktadır.

Atatürk’ün kurtarıcı önderliği sanıldığı gibi vatan ya da halk değil, ki öyle olsaydı ölümünü engellerdi; esas kasıt, kanlı devrimlerle Allah egemenliğinden insan egemenliğine geçişle ilgilidir.
Kozmetik gelişim, makyajsı bir gurura neden olsa da hiçbir zaman Allah’ı aciz bırakamamışlar, ne kadar çabalasalar da düzenin kadersel hükmü benliklerce aşılamamıştır. İrade savaşında yaratığın Yaratıcı ile baş edebilmesi her ne kadar imkânsız ise de benlik bu gerçeği gölgelemekte, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması misali öfkelerinden çerçöp olmaktan öte gidememektedirler.

Gerek özgür gerekse cüz’i iradeyi savunarak “Mutlak İrade”ye teslim olmayanlar asla mümin değillerdir. İslam, “Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet” anlamı ifade etmesine rağmen; Hıristiyan ve Yahudilerin ateistçe düşünerek ‘özgür irade’ savını sözde İslam’ı kabul etmişler, ‘cüz’i irade’ iddiasıyla azıcıkta olsa iktidara ortak kılmaya yöneltmekte, böylece İslam’dan çıkmalarına sebebiyet vermektedir.

İslam’i toplumların neden rezil oldukları, bağımsızlığa ulaşamadıkları, galip gelemedikleri, düşmanlarının köleliğine lâyık oldukları, zincirlere vuruldukları, işgal edilerek yurtlarından çıkarıldıkları, kalplerinin ferahlamadıkları, neden Allah’ın yardım ve desteğini hak edemediklerinin cevabı; gerçekten iman etmiş olmamalarıdır. Yaratıcı’dan daha çok yaratıklardan korkan, buyruklarına aldırış etmeyen, vaadini önemsemeyen, iradesine güvenmeyen, yasalarını hiçe sayan, ortak olmaya çalışan ve yaratık akılları ‘Etkin Akıl’dan daha üstün, güçlü, çağdaş ve bilgili tutan bir güruhun mümin olabilmesi mümkün müdür?

Kime itaat edilmesi, kime güvenilip saygı duyulması ve kime dayanılıp korkulması konusunda çelişkili davrananlardan daha ahmak kim olabilir? Gücü ne olursa olsun yaratık mı, yoksa Yaratıcı mı boyun eğmeye daha lâyıktır sorusu netleşmediği müddetçe gerçeğe kavuşabilmek imkânsızdır. Sözde Allah, eylemde ‘ben’ diyenler apaçık bir ortaklık içindedirler.

Türkiye’deki İslam anlayışı Sih dininden farksızdır. Sihler, İslam ile Hindu unsurlarını uzlaştırarak Sihizm dinini doğurmaları gibi Türkiye’de de İslam ile laiklik uzlaştırılmaya çalışılarak “laik-İslam” gibi ucube bir din türetilmiştir. Siyaset ya da devlette Atatürk, camide Allah! Sihizm de Allah’ın varlığı, insanlığın kardeşliği, kast (sınıf) sisteminin reddi ve puta tapıcılığın faydasızlığını prensibe bağlanmış ama Türkiye’deki Atatürk putuna ve mozolesine tapınmak olmazsa olmaz bir inanç hali aldığından Sihler’den de daha büyük bir isyan içinde bocalanılmaktadır.

Sihizm’in; İslam’ın Hindistan’a girmesiyle Hinduizm’le İslam arasında uzlaştırmacı bir “Orta Yol” olabilmek amacıyla hareketlenmesi misali Türkiye’de de laik devletle Müslüman Halk arasında uzlaştırmacı rol üstlenerek İslam’ı ve laikliği sentezleyen bir Diyanet kurulmuş, İslam’ı yorumlayan bir otorite olarak namaz, oruç, hac, zekât dışında Allah’ın tüm buyruklarını yani hukukunu “din ile siyaset yahut devlet ayırımı” gibi sapkın bir gerekçeyle tarumar etmiştir. Laikliğin oturmasıyla onurlanan bir diyanetin İslam’i olabilmesi akli midir? Eğer İslam; namaz, oruç, hac ve zekâttan ibaret olsaydı, binlerce haram ve helalleri belirten ve anayasa olarak tüm insanlığa indirilen sosyal, siyasi, askeri ve ekonomik kurallara ne gerek olurdu? Allah ve Resulünün hükümlerini kişisel, siyasal ve devletsel mazeretlerle seçme hakkını mümkün bulanlar ancak münafıktırlar. Allah, Ahzab Süresi 36. Ayette “her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık sapıklığa düşmüş olur” uyarısına göre; laik devlet güdümündeki diyanet, ilahiyatçılar ve politikacılar; dinen sapık değiller de nedirler?

Dinleri felsefi bir monoteizm’de uzlaştırmaya gayret eden ve İslam’i kesimin bayraktarlığını yapan reformist Fetullah Gülen gibi diyalogcular da Allah’ın hükmüne göre sapıkların ta kendileridirler.

Madem, Sihleri örnek alarak Türkiye’deki İslam anlayışının nasıl berbat bir hal aldığından bahsettim, öyleyse türbana da değinmeden geçemeyeceğim.

Sih dininde doğuştan itibaren saçı uzatıp hiçbir zaman kesmemek, gerek erkek gerekse kadının saç örten türbanın dini bir emir olduğu, sanırım birçoğunuzun malumudur. Öyle ki hayatlarına mal olsa bile ne saçlarını kestirirler ne de saçlarını sarıp örttükleri türbanlarını çıkarırlar. Türkiye’de ise kamuda ya da üniversitelerde aç, sokakta ört. Lakin sokakta örten bir kamu çalışanın bile derhal hakkında soruşturma açılıp işinden uzaklaştırılması göz önüne alınırsa, sokakta dahi dini bir özgürlüğün olmadığı anlaşılmaktadır.

Türbanlı Sihlerin dünyanın hemen her yerinde, bürokraside dahi çalışmaları yasaklanamaz. Örneğin 1990 da İngiltere de yaşayan bir Sihli, motor sürerken kask takma mecburiyetinin kendisine uygulanmaması için dava açmış, inancı gereği bu davayı kazanmıştı. Ama konu; Müslümanların Anayasa Mahkemesi ve AİHM’deki türban davaları olunca, ne inanç ne hak ne de hukuk önemsenir. Onlara göre İslam adına kullanılan türban bir insan hakkı değildir ve Müslümanlar teröristtir.

Türkiye’deki laik rejimin diktatörlüğü İslam’i emirlerin uygulanmasına müsaade etmemekte, belli başlı ibadetlerin dışındakine zorbalıkla karşılık vermektedir. Vahyin buyruğu gereği Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenin “kâfir” ilan edildiği bir dinde Müslüman kalabilmek mümkün mü? Dinsiz bir devletin ya da vatanın ruhsuz bir bedenden farkı var mı?

Madem Allah’ın dinini egemen kılamıyoruz, peki, ne yapmalıyız sorusunun cevabı:

“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işde idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.” Nisa 97

Türkiye cehennem kapısı mı?

22 Kasım 2010 Pazartesi

O bir münafık mı?

Riyakârlığın toplum ahlak ve dürüstlüğünü mahveden nasıl korkunç bir salgın olduğunu birçok yazımda vurgulamış, değerlerine fiyat etiketi koyan yöneticilerden daha tehlikeli düşmanların olamayacağı üzerinde durup asıl tehdidin milleti güçsüz bırakarak esarete mahkûm kılan bayağı politikacılar olduğuna işaret etmiştim.

Türban konusuyla ilgili türbanlı Hayrünisa Gül’ün ihanetsel açıklamaları kendi fikri olsaydı, cevap vermeye bile tenezzül etmezdim. Okul yıllarında türbanından dolayı üniversiteye sokulmayarak dışlanıp, akabinde AİHM’ne başvurarak şahsı ve milyonların hakkını arama adına mücadeleden eşinin makamı lehine vazgeçebilen birinin sözünü ciddiye almaktan daha ahmaklık ne olabilir? Söz konusu bayanın geçmişi ve karakterini incelediğimde vahyin amansız düşmanlarının takdirini kazanmak ve aldığı ödüle layık olmak isteyen cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün düşünce tetikçiliğini yaptığı öyle aşikârdı ki, İngiltere’de eşine verdiği desteği Türkiye de “bu konuları konuşmaktan ciddi bir bıkkınlık geldi” geri adımı, gerçeği kavramaya yeterliydi.

Cumhurbaşkanı Gül, ilköğretimde türbana karşı çıkan düşüncesini eşi aracılığıyla kamuoyuna duyurmasının ardından dâhili ve harici İslam düşmanlarınca takdir edilip basınca duruşu sorgulandığında öyle bir paniğe kapıldı ki, “Türkiye’nin bu kadar temel ve önemli sorunları varken ve sanki Türkiye’nin başka meselesi yokmuş gibi her oturumda türbanı konuşmaktan başka işi yok mu” beyanatı, tartışmayı İngiltere’de başlatanın kendisi ve eşi olduğu hakikatini unutturma hilesinden başka bir şey değildir. Acaba İngiltere’de Müslümanların örtüsü türban ile ilgili ahkâm keserken Türkiye’nin diğer sorunları aklına gelmiyordu da, Türkiye’ye gelince mi uyandı? Yoksa ödülün sarhoşluğundan veya çağdışı yaftasından kurtulmak için mi türbana saldırdılar?

Cumhurbaşkanı Gül’ün Türkiye’ye döndüğündeki akıl almaz dönüşümü ve tutarsız açıklamaları sadece ‘pes’ dedirtmiştir. “Nedir konuş konuş. Bu kadar Türkiye’nin işleri varken. Türkiye temel hak ve özgürlüklerde Avrupa Birliği gibi bir ülke olacaktır. En gelişmiş demokratik standartlar Türkiye’de gerçekleşecektir. Bu anlamda özgürlüklere tabii ki önem veriliyor. Sanki Türkiye’nin başka meselesi yokmuş gibi her oturumda bu. Televizyona bakıyorum konuşulan mevzular bunlar. Bunlar, bunlar, bunlar. Bırakın, herkesi serbest bırakın. Herkes ne düşünüyorsa konuşsun, ne düşünüyorsa yazsın, ne istiyorsa giysin. Zaten konu üniversitelerle ilgili bir konu. Üniversiteler dışında herhangi bir tartışma yok. Bunu tekrar tekrar konuşmanın bir anlamı yok.”

Füze Kalkan Projesi gibi İsrail’i kollayıp İslam ülkelerini yok edecek bir ihanet arifesinde türbanda ne ki onunla uğraşalım? İngiltere’de gerekli mesajı verdim, daha ne uzatıyorsunuz? Neden uyuyan yığınları başıma bela ediyorsunuz? ABD ve İsrail’in çıkarlarını koruma dışında ahmak Müslümanları mı dert edineceğim? Ben ve türbanlı eşim cumhurbaşkanlığı makamında hükmediyor, dilediğimiz davetlere katılıyor, kamu alanı diye bir yaptırımla karşılaşmıyoruz, bize ne diğer türbanlıların acı ve sıkıntılarından, sabredemiyorlarsa açsınlar saçlarını çağdaşlığa kavuşsunlar…

Türban düşmanı Kılıçdaroğlu’nun özgürlük vaadi nasıl CHP’lilerce protesto edilmişse, türban yanlısı Gül’ün de türban karşıtlığı aynı tepkiye neden olmuş, böylece kâfirle münafığın hiçbir farkı olmadığı anlaşılmıştır
.
Dört mevsim misali sürekli değişkenlik gösteren cumhurbaşkanı Gül, politik hayatı boyunca hiçbir zaman net bir duruş sergilememiş, cesur ve kararlı bir devlet adamlığı yapamayarak tarih yazan milletimizi temsil edememiştir. Hem ülkemizi hem de İslam ülkelerini Batı’nın müstemlekesine mahpus edebilme gayretini sürdüren Gül, vahyin değil Batı’nın razı olduğu bir din anlayışıyla İslam’ı mutlak irade teslimiyetinden arındırıp laik iradeye bağlamıştır. Batı’nın islamofobi paranoyası, inancında samimi olmayan Gül’ü de etkilediğinden asla bedel biçilmemesi gereken değerleri fiyatlandırmasına neden olmuştur. Belki fizikken yükselmiş ama manen damgalanmıştır. Yanlışı sindirenden makbul bir doğru, kararlı bir duruş ve cesur bir adım beklenemez…

“İTO organize bir çetemidir” başlıklı yazımda İTO Başkanı Murat Yalçıntaş’ın toplum aleyhine fevkalade önemli bir zehir olan rüşvette başrol oynamasını telin eden açıklamalarıma yorum yazan bir okuyucu şahsımı eleştirerek, “Bir kere konu şu ki Devlet arazisindeki Fuar merkezini Ceyda denen kadın süresi bitmesine rağmen boşaltmamış gasp etmiştir. Yalçıntaş’ta KAMU’nun hakkını savunmuştur” düşüncesi, kabul edilen yanlışların nasıl tüm toplumu kuşattığına ve gerekçelerin suçu nasıl masumlaştırabildiğine açık bir delildi. İşte başta Gül olmak üzere politikacılar, ilahiyatçılar ve diğerleri; hep böylesi mazeretlerle dinsel, ahlaksal, siyasal, yargısal ve ekonomiksel yapıyı tarumar etmişler, devlette olduğu gibi ailevi yapıda da dürüstlük tükenerek suçlar meşrulaştırılmıştır. Yeter ki ikna edici bir gerekçe bulunabilsin. Oysa en iyi nasihatin dürüstlük ve adaletsi bir örnek olduğu bilinci oturabilse ve azgın benlikler zincirlenebilseydi, hiçbir gerekçe yanlışı doğrulatmaz, dolayısıyla mazur karşılatmazdı.

Cumhurbaşkanı Gül, bir taraftan bireyin öne çıktığı ve herkesin tercihine saygı duyulduğu bir modelden taraf olduğunu açıklarken, diğer taraftan türban takan çocukları ve ebeveynlerini cehaletle suçlayabilmekte ve gerekli müdahalenin yapılacağı tehdidinde bulunabilmektedir. Acaba gerek kendisi gerekse sözcü eşi, sokak defilelerinde bikinilerle modellik yapan kız çocuklarını ve ebeveynlerini cehaletle aşağılayıp gereğinin yapılacağı tehdidinde bulunmuşlar mıydı? Ama her vahiy düşmanı barbar gibi onlarda iman etmiş Müslümanları hedef almışlardı.

İlköğretim öğrencilerinin kendi istekleriyle türban takmalarının söz konusu olamayacağını açıklayan ikili, dekolte elbiseler içindeki mini etekli kız öğrenciler için ne düşünüyorlar?

Hâlbuki çocuk nazarıyla düşüncesiz ve karar vermekten yoksun sandıklarının gerçekten ne kadar akıllı, mantıklı, duygulu, doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırabilen muhakeme sahibi dahiler olduklarını kavrayabilselerdi, kendilerinden çok daha üstün o çocukları ve yetişebilmeleri için her türlü fedakârlığı esirgemeyen çilekeş anne ve babalarını aşağılamazlardı.

Bu dünya, 3 ila 15 yaş arasındaki dâhilere, mucitlere, sanatçılara ve imparatorlukları yöneten sultan ve krallara ev sahipliği yaptığını inceleyebilselerdi, çocuk diye hor gördükleri dehalarla kıyaslanamayacak bir seviyede olduklarını anlayabilirlerdi. Acaba kim cehalet içinde?

First Lady Gül, karar verme yaşına kadar ki sorumluluk ve vesayet hakkının evrensel sosyal hukuk çerçevesinde ana ve babada olduğunu bilmiyor mu? Ne cumhurbaşkanı Gül ne eşi Hayrünisa Gül ne de devlet, çizilen sınırlar içinde müdahale edebilme hoyratlığında bulunabilir. Türban da dini İslam olanların vazgeçemeyeceği bir yükümlülük olduğundan, Gül’ler faşist diktatörler mi ki hakaret ve tehditte bulunabiliyorlar? Ayrıca buluğ çağı ile ilgili yaş kararını ve ibadet hükmünü yaratık insan yahut devlet değil, yaratıcı Allah belirler. Gül çifti nasıl Müslümanlardır ki vahye karşı çıkarak seküler buyrukları ‘nas’ kabul edebiliyorlar? Yoksa Bayan Gül’ün taktığı türban İslam adına değil mi?

Eşinin türbanından dolayı laiklerce ‘istenmeyen gerici cumhurbaşkanı” ilan edilen ve davetlerine rest çekilen Abdullah Gül, türban aleyhtarı açıklamalarından sonra aynı cenaplarca takdir edilebilmiş ve çağdaşlıkla onurlandırılmıştır.

Her ne kadar bilimsel bir etiketi olsa da bilimle yakından uzaktan ilişiği olmayan azılı İslam ve türban düşmanı militarist CHP milletvekili ve ikna odalarının mimarı Neonazi Nur Serter bile Gül’leri takdir etmiş, “Çok doğru bir açıklama. Hakkını vermek gerek. Umarım bu sözler AK Partili diğer siyasetçilere de yol gösterici olur. Memnuniyetle karşıladım” sözleriyle verdiği mücadelenin meyvesini toplamış olmanın gururunu yaşamıştır. Onca mitingler, darbe girişimleri ve kurulan terör örgütler boşa mı çıkmalıydı?

Ayrıca Müslüman kadınların örtüsüne saldıran ve Dünya Kadın Günün de örtü hırsıyla vahşice kumaşları parçalayan CHP Kadın kolları; “CHP ilköğretimde türbanın kesinlikle olmaması gerektiğini açıklıkla hep ifade etti. Sayın Gül’ün bu konuda sözleri memnuniyet verici.”

Tebrikler Gül çifti…

Müslümanlara karşı sürdürülen akınlara göğüsler siper edilmediğinden ve türban taktığı halde aynı safta yer alan hainler ayıklanmadığı için bağımsızlığa kavuşulamamakta, bitmek tükenmez dâhili darbelerden özgürlüğe ulaşılamamaktadır.

“Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz. Muhammed (sav)

15 Kasım 2010 Pazartesi

NEYİN PEŞİNDELER?

Tecrübe, yediğin kazıkların bileşkesidir. Eğer bir insan, hele de ülke siyasetinde bulunan biri, geçmişten ders çıkaramıyor, emperyalist acımasız barbarların aşikâr amaçlarını umursamayarak sadece anlık çıkarına öncelik verip istikbali önemsemiyorsa; o insanlığını yitirmiş muhakemesiz, vicdansız ve duygusuz bir metadır.

ABD ve İngiltere’nin başını çektiği haçlı işgal güçlerini Irak’a sokturup milyonlarca kardeşimizin ölümüne, çocuk-kadın demeden katledilmelerine, ırzlarına geçilerek namuslarının kirletilmelerine, işkenceler altında inlemelerine, kıyametsi zulümlere, vatanlarını terk etmelerine ve komşusunun parçalanmasına kadar akla gelebilecek her türlü vahşiliğin taşeronluğunu Batı ile bütünleşebilmek adına yapan Ak Parti Hükümeti’nin artık yanlıştan geri durarak İsrail lehine tüm Müslüman Halkların ebedi esaretine neden olabilecek “Füze Kalkan Projesi”’ne karşı çıkmalı, insanlık ve adalet adına bedeli ne olursa olsun baskı ve tehditleri püskürtmelidir.

Haydi, Allah’ın Nisa 139, Al’i İmran 28 ve Hucurat 10 da ki buyruklarını vahyi reddeden inanışlarından dolayı dikkate almasalar da, insanlıklarını da mı tükettiler?

NATO savunma konsepti bağlamı gibi müstemlekesel bir gerekçe; hiçbir bağlayıcılığı ve yaptırımı olmayan göstermelik şartlarla bölgeyi barbarlara teslim etmek apaçık bir canavarlıktır. Bugüne kadar NATO bizim için kılını kıpırdattı mı? İsrail, açık sularda gemimize saldırıp dokuz vatandaşımızı katlederek açıkça meydan okuduğu halde, daimi üyesi olduğumuz NATO karşı koydu mu?

Bölgeyi tamamen egemenliği altına almak isteyen ABD-İsrail işgalcileri, İran ve Suriye’nin boyun eğmemelerinden yıllarca sürdürdükleri savaş hazırlıklarını zayiatsız atlatabilmek ve müttefikleri Avrupa’nın da zarar görmemesi için Türkiye’yi kardeş ve komşu katili yapacak öyle bir taktik geliştirdiler ki, güya savunma amaçlı füze savunma sistemiyle saldıracakları İran ve Suriye’nin müdafaalarını etkisizleştirmek adına şeytani hilelerinde her zamanki gibi Türkiye’yi kullanmak istemektedirler. Aslında bölgenin tam ortasında bulunan fitne başı İsrail’i korumak ve kollayabilmek nedeniyle söz konusu füze rampası konumlandırılmaktadır. Bölgede kardeş ve dost olduğumuz ne İran ne de Suriye’nin ülkemiz aleyhine asla bir tehdit oluşturmadıkları gibi daha Asya’daki hiçbir ülkeyle de sorunumuzun bulunmadığı aşikârken; Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül neyin peşindedirler? Sokaktaki insanlar bu gerçeği biliyor da, her türlü istihbarat gücünü elinde bulunduran hükümet mi bilmiyor? Neden Yunanistan’a değil de Türkiye’ye? Stratejileri terörist İsrail’in saha güvenliğini sağlamak değil de nedir?

Türkiye kamuoyunun baskısından dolayı bazı ülkelerin de füze savunma sistemine katılması apaçık bir manipülasyon değil mi?

Eğer amaçları ABD ve İsrail’e Müslüman halkları katlettirmek ve toprakları işgal ettirerek egemen kılmak ise, kötülüğün elçisi şeytandan ne farkları kalır? En büyük tehdidin ABD ve İsrail’in olduğu bir dünyada başka birinin tehdidi mümkün olabilir mi? Ancak namus, vicdan ve adaletin olmadığı bir ekonomi ve Batı müttefikliği, aynen fahişe bir kadının gayrimeşru gebeliğinden farksızdır.

Önce sırt sıvazlayıp iltifat ve ödüllerle kabartırlar, sonra ödenmesi imkânsız faturalarla çerçöp bırakırlar…

Aşağılık komplekse sahip olmalarından Batılıları öyle arşa yerleştirdiler ki, İngiliz Kraliçesinin ülkemizi ziyareti esnasında tanrıça gelmişçesine ne yapacaklarını bilemez bir panikle Abdullah Gül, hayatında ilk defa karşı olduğu smokini giymiş, eşi de Kraliçe karşısında eğilerek “Kraliçe geldiğinde, aile yakınımız ziyaret etmiş gibi oldu. Akraba gelmiş gibiydi” sözleriyle kayıtsız tazimini dile getirmişti.

Cumhurbaşkanı Gül; Türkiye, Afganistan, Türkistan, K.Kıbrıs, Kafkasya, Filistin, Ortadoğu, İslam âlemi veya dünyanın her bir yerindeki etnik ve dini çatışmalar veya açlığı ortadan kaldırabilmek adına ve barış için ne yaptı ki İngilizlerin düşünce kuruluşu Chatham House tarafından yılın devlet adamı seçilip, ödülü Kraliçe tarafından takdim edildi ve daha öncesinde 9.Mart.2009 da Kraliçe tarafından “Büyük Şövalye Nişanı” ile kutsandı. Diyeceksiniz ki söz konusu ülkelerin bağımsızlığı, dünyadaki ekonomik sorunlara, küresel barışa ve İslam âleminin yaftalandığı terörist suçlamalarına karşı kararlı bir duruş sergileseydi değil ödül, mutlaka taşlanırdı. Gül, kendisine ödül verilmesinin asıl nedenini; “Bu ödül Türkiye’nin İslam dünyasına ilham vermesinin ödülüdür” diyerek, mazlum ve kuşatma altındaki Müslümanları nasıl haçlılara peşkeş çekmek istediğini dolaylı bir vurguyla itiraf etmiştir.

Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü adını taşıyan ve kökleri 1900 başlarına dayanan Chatham House; İsrail devletinin kuruluşuna öncülük eden, Osmanlı ile Orta Doğu’yu ilk parçalayan Sykes–Picot haritalarını çizen ve Sevr antlaşmasını yapan geçmişin “Yuvarlak Masacılar” olarak bilinen Müslüman ve Osmanlı düşmanı bir kuruluştur.

İngilizlerin Müslüman ülkelere verdikleri ödüller itibar değil bir zillettir. Tarih boyunca Türkler ve Müslüman toplumlara düşmanlıklarıyla kadimleşen İngiliz siyaseti, ülkemizi işgalleri sırasında hezimete uğramalarının hemen akabinde Atatürk’e en büyük nişanları olan “dizbağı nişanı” vermelerinin perde arkasını Atatürk, “İngilizler beni sever” açıklamasıyla geçiştirmişti. Nasıl olur da ebedi bir düşmanın sevgi ve nişanına layık görüldü? Her ne kadar Osmanlı Devletini yıkmasından dolayı bu nişanla ödüllendirildiği bilinse de üzerine gitmeye cesaret edilememiştir.
Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan olduğu dönemde taahhütleriyle ABD’yi kışkırtıp “Kuzey Kapısı”’nın açılmasıyla ilgili nasıl hükümet onayı çıkartarak Irak’ı cehenneme çevirttiyse, bugün de füze kalkan projesini onaylamasıyla bir kez daha insanlığa cehennemsi bir darbe indirmek üzeredir.

Türkiye’nin füze savunma sistemine ait donanıma ev sahipliği yapmasındaki amaç İsrail’e kalkan, İran ve Suriye’yi savunmasız bırakarak yerlebir ettirmektir. Acaba İran ve Suriye ile yakınlaşma ve sözde dostane işbirliğinin arkasında ABD mi var? Asıl hedefin İran ve Suriye olduğu aleniyken, çapulcu Ermenistan’dan başka bölgede kaygı duyulabilecek başka açık bir düşmanımız bulunmazken; bu kabul niye?

Hükümetin İran ve Suriye yakınlaşmasını Genelkurmay, 2. Başkanı Aslan Güney vasıtasıyla rahatsızlığını dile getirerek İsrail’e sahip çıkması ve füze kalkanının yerleştirilmesinden yana tavır almasıyla hükümet ve cumhurbaşkanının demagojik açıklamaları arasında ne fark var? Böylesi hayati bir konuda; neden Başbakan Erdoğan geri planda durarak Lizbon’daki müzakerelere katılıp Türkiye’yi temsil etmiyor da Gül üstleniyor? Yoksa yaklaşan seçimlerde hesap verememekten mi, iyi-kötü polis taktiğiyle İran ve Suriye’nin cephe almasını önlemek için mi? Ancak Ermenistan’la sınır işbirliğiyle ilgili yaptıkları anlaşmada Azerbaycan’ın nasıl tepki verdiğini, soydaşlık ve kardeşlik birlikteliğine nasıl sonlandırdığını hatırlatmak isterim. Öyle işkembeden çıkma sözler ve cambazlıklarla idrak sahibi toplumları aldatabilmeleri söz konusu değildir. Unutmasınlar ki karşılarında bir-iki şovla etkiledikleri Türkiye Halkı bulunmamaktadır.

Sadece kendileri akıllı ve uyanık da halk mı aptal? Türkiye’nin sözde “şartlı evet” onayıyla ilgili kabul gören taleplerine hayvanlar bile güler. ABD güdümündeki NATO üyeliği tıpkı cansız bir mankenden farksız olup hiçbir yaptırım ve yönlendirme yetkisi bulunmamaktadır. İncirlik üssünü dahi Müslüman işgali, katliamı ve işkencesi için kullandırmaya tutsak bir Türkiye’nin NATO’da söz sahibi olabilmesi mümkün mü?

Peygamberimize hakaretle dini ve pkk'ya desteğiyle milli düşmanımız olan Danimarka Başbakanı Rasmussen'in Nato Genel Sekreterliğine dahi karşı duruş sergilemeyerek onay verebilen bir hükümetinin Füze Kalkan Projesinde insiyatif kullanabilmesi mümkün mü?

Terör tanımı başlığıyla NATO ülkeleri için tehdit olduğu belirtilen nasıl bir metin üzerinde uzlaşıldı ki, yıllardır terörden binlerce insanını yitirmiş ve ekonomik kayba uğramış Türkiye’ye hiçbir katkı sağlamıyor. Batı için İslam’dan başka bir tehdit ve Müslüman’dan başka da bir terörist olmadığına göre; neden tehdidin kimliği gizleniyor?

Güya Türkiye’nin itirazları sonucu herhangi bir ülke adının özellikle vurgulanmaması, kimsesizler mezarlığı ya da zindana hapsedilip idamını bekleyen kimliği saklı bir mahkûmdan farksızdır. Hedefin açıkça belirtilmesi yerine öyle sinsi bir manipülasyonu şifrelendirdiler ki, metinlerinde deklare ettikleri “kendini yönetme kabiliyeti olmayan ülkeler” tanımlaması, birçok ülke gibi çok yakın bir zamanda Türkiye’nin de nişangâh olabileceğine açık bir delildir.
Kime göre yönetme kabiliyeti? Terörist canavarlığı tartışılmaz olan İsrail, kendini yönetme kabiliyeti olmadığı halde neden gereği yapılmıyor? Kendini yönetmekten kasıt ABD emperyalizmini kabul etmek midir? Hedef doğrudan İslam Ülkeleri değil de kim ya da kimlerdir? Ne kadar da zekiler…

Takdir edilmiş ecel geldikten sonra uzatabilmek mümkün mü? Kim engelleyebilmiş ki biz aşabilelim? Sanırım Türkiye’nin de eceli gelmiş olmalı ki böylesi bir azgınlığa kalkışabilmektedir…

“De ki: “Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.” Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” Yunus. 49

“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” Hicr. 5

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” Nahl. 61

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ak Parti'nin tanrısı...

Laik rejim temelinde her ne kadar dinle ilişkili ve alâkadar bir parti olmadıklarını vurgulasalar da, İslam kelimesinden fevkalade rahatsızlık duymaları dehşet vericidir.

Başbakan Erdoğan’ın Elazığ’daki depremin ardından depremzedelere yaptırdığı konutları teslim töreninde inançlı bir vatandaşın abartarak; “Ülkemin yeni mimarı, İslam âleminin lideri Sayın Başbakanım ilçemize hoş geldiniz” pankartı tedirginlik uyandırmış, Ak Partili görevliler pankart sahibini uyararak, pankarttaki ‘İslam’ kelimesini derhal çıkarttırıp, “Ülkemin yeni mimarı, âlemin lideri Sayın Başbakanım ilçemize hoş geldiniz” diye düzelttirmişlerdir.

İslam’ın manası; “Allah’ın iradesine teslimiyettir.” Âlemin karşılığı ise; “kâinattır.”

Dinleri sözde İslam olmasına rağmen Allah’ın iradesine teslimiyeti; ya rejim korkularından, ya benlikleri yüceldiğinden, ya insanı egemen kılan demokrasi anlayışlarından, ya da İslam’a savaş açmış Haçlı paktının müttefik bağlılıklarından olsa gerek, İslam yerine Allah’ın kayıtsız-şartsız egemen olduğu kâinatın liderliğine layık görebilme hadsizliğinde bulunabilmişlerdir. Oysa Başbakan Erdoğan’ı tanrı seviyesine yücelteceklerine pankartı topyekûn kaldırtıp “şirk” koşmasalardı, en azından İslam’dan duydukları çekincelerinden sadece günah işlemiş olacaklardı.

Hıristiyan ve Yahudilerin din felsefelerinden etkilenip; “gökte tanrı, yerde insan” görüşleriyle kendilerince orta bir yol bularak hem yaratıcı hem de yaratığın güçleri çerçevesinde egemenliği pay etmelerinin yanılgısı içinde bir taraftan Allah’ın maddi dünyayı yönettiğine, diğer taraftan dünyadaki fiziksel gelişmelerin özgür iradeye sahip insanlarca yönlendirildiği paradoksuyla kâinatın lideri olabilme bataklığında çırpınmaktadırlar. Hâlbuki egemen hiçbir varlık, din veya düşünce; yönetim hakkını bir başkasıyla paylaşmaz ve devretmez. Bu, egemenlik hakkının vazgeçilmez ve tartışılmaz temel bir kuralıdır.

Seküler yani laik düşünceyle harmanlanmalarından vahyi, Allah iradesine teslim olmayı azgın benliklerine sindirememiş, dolaylıda olsa her şeyi yapabilecek mutlak bir gücü kendilerinde görerek, İslam vurgusunun iktidar kaybına yol açabileceği ve Batı’dan kopabileceği kaygısıyla anılmak istememişlerdir. Ancak din aleyhtarı tepki de gösterseler referanslarına güvenmelerinden kimse aldırmaz düşünceleri, her geçen gün vahiyden uzaklaşmalarına ve paganizme doğru kaymalarına neden olmaktadır.

Sürekli laikliği savunan, üstelik CHP’yi bile laiklikten uzaklaşmakla itham eden Başbakan Erdoğan ve gururla “artık laiklik oturdu” açıklamasında bulunan Diyanet Başkanı Ali Bardoğlu gibi dini ve siyasi önderlerin hükmettiği bir ülkede İslam ya da başka bir semavi dinin tumturaklı varolabilmesi mümkün mü? Hıristiyan dünyasının ruhani lideri Papa dahi ziyaret ettiği her ülkede laikliği şiddetle eleştirirken; Türkiye’nin ruhani lideri Ali Bardakoğlu ve İslam referanslı başbakanı Recep Tayyip Erdoğan laikliği yani sekülerizmi savunabiliyorlarsa, İslam’ın yönetimde yahut arenalarda neden rahatsızlık uyandırdığı da açıklığa kavuşmaktadır.
Söz konusu pankartta İslam âlemi yerine Batı âleminin lideri yazılsaydı mutlaka kıvanç duyarlardı. Keşke kâinatı kapsayan tekil âleminin lideri değil de Batı âleminin liderliğiyle övünselerdi, şüphesiz tanrılık seviyesine cüret edemeyeceklerdi.

İslam’la anılmaktan ürküp kaçanların Müslümanların hak ve özgürlüklerine bir katkısı olabilir mi? Müslümanların hürriyete kavuşamamasının, vahyin emrettiği doğrultuda yaşayamamasının, türban serbestliğine erişilememesinin sorumlusunun kimler olduğu ortadadır.

İslam gibi ayrıcalıklı, itibarlı ve izzetli dinlerinden kaygılananların ABD, Avrupa, İsrail, mason, laik veya Kemalist mihrakları hedef gösterip korkaklık ve riyakârlıklarını gizleme girişimleri, kimilerini belki ikna edebilir ama ne Allah’ı ne de muhakeme edebilen inanç sahiplerini kandırabilirler.

Kemalistlerin tanrısı Atatürk olabiliyor da; Ak Partililerin tanrısı neden Recep Tayyip Erdoğan olmasın? Unutulmamalıdır ki Atatürk’ün namı arşa çıkarıldığı halde o nasıl bir ölü ise, Recep Tayyip Erdoğan’da bir saniyesi meçhul dünyada takdir edilmiş eceli geldiğinde mutlaka ölecektir. Bu sebeple fanilere değil vahye ve Yaratıcı Allah’a teslim olunuz…

Âlemin tek lideri vardır, O’da ALLAH’tır. Ak Partililer gibi tüm inananları ebedi kılacak olan Allah ve dinimiz İslam’dır.

“Kim, dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahrette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler batıldır. “ Hud.15-16

Şunu da ilavede yarar görüyorum; belki ateistler ya da münafıklar, ahreti değil dünya nimetini istediğimiz halde, neden Allah’ınız bize vermiyor gibi bir sorguya kapılırlarsa;

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.” İsra.18

10 Kasım 2010 Çarşamba

CHP'deki köktencilerle takiyecilerin savaşı…

Erdemliği kemirip ahlaki çöküntünün sinsi anahtarı takiye, insanın sözü ve özüyle kendisi olmak yerine binbir surata dönüşmesine yol açan zehirsi bir riyakârlıktır. Tamamen nefsi çıkar ve fırsat odaklı böylesi kötü farklılaşma, insanı insan yapan dürüstlük ve güveni hançerleyerek yalanı ve hileyi meşrulaştırmakta, dolayısıyla toplum, doğru ve vicdandan yoksun bir namussuzluğa yönelmektedir. İktidar veya çıkar uğruna yanlışı kabullenmenin topluma nasıl bir zehir kazandırdığı kestirilebilinseydi, vicdanlar değil sızlamak, infilak ederdi.

“İnsanlığı çökerten zehir; ‘çıkar’” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi söz ve davranışlarıyla örnek olması gereken önderlerin takiyelikleri doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün kurallarını çelmekte, böylece kimin kime veya neye inanacağı ikilemiyle aldatıcılık ve ihanet çıkara göre renklenmektedir.

Bugün altı okuyla anayasanın, dolayısıyla devletin sahibi CHP’de meydana gelen muharebe, takiyecilerin köktencileri yönetimden uzaklaştırma akını olup, radikal laik ve Atatürkçü duruşlarıyla iktidara gelemeyen CHP’nin Müslüman halktan oy alabilme adına giriştikleri bir stratejidir. Sadece anayasaya hükmetmenin yeterli olmadığı gerçeğini fark eden Kılıçdaroğlu ekibi, iktidara gelebilmek için Lawrence misali takiyeden başka bir çareleri olmadığında karar kılarak atağa geçmişlerdir.

Müslüman kimlikli takiyeci politikacıların devlet tarafından kabul görebilmesi için nasıl laiklik, Atatürk ilke ve inkılâplarını sindirerek CHP’nin kurucu lideri Atatürk’ün üzerine yemin edip mozolesinde kıyama ve rükûa varıyorlarsa; CHP’liler de aynı taktiğe sarılarak Müslüman halkı kucaklayacak bir takiyeye mecbur kalmışlardır. Ancak inandırıcı olabilmeleri için İslam’a ve peygambere küfretmeleriyle deşifre olmuş Sav ve ekibini yönetimden uzaklaştırarak yepyeni bir CHP anlayışıyla Müslüman avcılığına soyundukları gerçeğini farklı hesaplaşmalara ve hedeflere çekmek, gizli amacı örtbas etme gayretidir. Yoksa ideolojilerinde herhangi bir eksen kayması söz konusu değildir. Unutulmamalıdır ki CHP ilkelerini benimseyerek vahiy karşıtlığını hazmedebilen bir Müslüman’ın CHP saflarında yer alabilmesi imkânsızdır. Şüphesiz münafıklar istisnadır…

Başbakan Erdoğan’ın olası bir şeriat kaygısı nasıl Atatürkçülere güven telkin etmiyorsa, Müslümanların da Kılıçdaroğlu’nun samimiyetine itimat edebilmesi mümkün değildir. Zaten Kılıçdaroğlu’nun kararsız, güvensiz ve riyakârsı karakteri toplumca bilinmekte, asla sözüne güvenilmeyeceği münafıklığı da ortadadır. En basiti cumhurbaşkanının cumhuriyeti kutlama resepsiyonuna katılmama kararı aldığı halde, grup başkan yardımcısının açıklamalarını inkâr edebilmesi ve bugüne kadar söylediği hiçbir sözünün arkasında duramaması, başkaları tarafında güdülen kararsız ve ürkek bir kukla olduğunu ispatlamaktadır. Kılıçdaroğlu bir lider değil, olsa olsa bir mankendir! Bu sebeple liderlik konusunda Erdoğan’la kıyası kabil değildir.

Ülkemizdeki takiyenin karşıtı Aleviliktir. Aleviliğin günümüze kadar etkinliğinde rol oynayan ve şekillenmesindeki en önemli etken takiyedir. Türklerin İslam’a geçişinden itibaren İslam devletine karşı bir silah olmuşlar, alevi-suni gerekçelerle Müslümanlara olan kin ve nefretleri gerek gizli gerekse aşikâr hiç azalmamıştır. Oysa mezhebi ne olursa olsun Allah’a, Resulüne ve kitabı Kur’an’a iman etmiş herkes Müslüman olduğuna göre; İslam içeriğinde Alevilik de neyin nesidir? Gerek inanışları gerekse ibadetlerinin vahiyle hiçbir ilişiği bulunmamaktadır. Milletin şerefi Osmanlı Devletini de hançerleyen Aleviler, Müslüman maskesi altında İslam’a fitne sokmalarından, ümmetsi birlik ve beraberliği bozmalarından Osmanlı İslam Devleti’nin bekası için padişahlarca dışlanmışlar, özellikle Pir Sultan Abdal adlı Alevi önderi Yavuz Sultan Selim Han tarafından idam ettirilmişti.

Özleri takiye olan Alevilerin dede unvanına sahip Kemal Kılıçdaroğlu, tıpkı Osmanlıda olduğu gibi iktidara gelebilmek adına Türkiye’yi yok etmeye hazır bir psikolojidedir. Kimliği ve ilkeleri açık olan CHP yönetimi, artık maskelilerin eline geçmiş, böylece Türkiye Halkı çok daha korkunç bir ihanetle yüzleşme arifesine girmiştir.

Kılıçdaroğlu, öyle vaatlerde bulunuyor ki neredeyse ölüyü de diriltebileceğini söylemekten imtina etmeyecek bir iktidar hırsıyla özdeşleşmiştir. Lakin başına gelen birçok felaketi unutarak bir saniye sonrası meçhul yalan dünyanın kozmetiğini kazanç sayan insanlar; acizliği, referansı ve niyeti apaçık ortada olan Kılıçdaroğlu ve ekibini desteklemekten geri durmayacaklardır.

Yeni CHP politikasının mimarı; ilahiyatçı avcılığıyla tanınan Gürsel Tekin’dir. Önder Sav’ın taviz vermez laiklik ve Atatürkçülük anlayışından elli yıldan fazla süredir iktidara gelemeyen CHP, takiye cambazı Gürsel Tekin rehberliğiyle üslubunu değiştirecek, Ak Partinin laiklik vurgusuna karşın İslam’i vurgular yaparak, kemikleşmiş oyunu saf yığınlarla arttırabilecektir. Dün Sav’ın hegemonyasında altında olan Kılıçdaroğlu, bundan böyle Tekin’in direktifi doğrultusu ve popülerliğiyle genel başkanlığını sürdürecektir. Artık umutla aç bir kurt ya da çölde susuz kalmış bir saldırganlıkla bekleyen partililerin talan rüyaları gerçekleşebilecek bir süreçtedir.

Her düşünce ve inanç sahibi çıkarcıların ahkâm kestiği takiyesel düzende çekiştirilen halkın nasıl korunup doğruyu muhakeme edebileceği de fevkalade önemli bir sorundur. Onun için söze değil öze odaklanılmalı, o anı değil öncesini irdeleyerek yargıya gidilmelidir. CHP’nin sözde değişmesi yanıltmamalı, özündeki zehirden sakınılmalıdır. Ne Kılıçdaroğlu ne de ekibinin peygamber düşmanı Önder Sav ve ekibinden hiçbir farkları bulunmadığı, son kanlarına kadar vahiy karşıtlığını sürdüreceklerden şüphe duyulmamalıdır. Eğer ifade edildiği gibi siyasi bir hesaplaşma olsaydı, tıpkı Refah Partisinden Ak Partinin, Saadet Partisinden de Has Partinin doğması gibi Sav ve ekibi CHP bağlılığını dile getirmez, derhal bir siyasi yapılanmaya giderlerdi.

Makyajın cazibesiyle baştan çıkanların sonu hep helâk olmuştur…

7 Kasım 2010 Pazar

Demek mazoşistiz...

Laik ve Atatürkçü diktatörlüğü cumhuriyetle özdeşleştirerek Müslüman toplumu cumhurdan arındırmış öyle dâhili bir düşmanla karşı karşıyayız ki, artık tahammül ve sabrı tüketen baskı ve ayırımcılık patlama seviyesine ulaşmıştır.

Cumhuriyetin kutlanışıyla ilgili yılda bir kez düzenlenen bayramda dahi göstermelik olsa da birlik ve beraberliği yansıtacak bir bütünlüğü doğrayan Genelkurmay ve CHP’nin gerek iç gerekse dış tek tehdit olduğu, başkanları değişse de Müslüman Halk düşmanlıkları aynı kin ve nefretle devam ettiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla “Kırmızı Kitap” olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesine iç ve dış tehdit olarak Genelkurmay ve CHP’yi nitelemek, Türkiye’nin güç ve bağımsızlığı adına hayati bir uyarıdır.

Özellikle Askeri okullarda verilen din aleyhtarı eğitimler reform edilmediği, terfilerin askeri başarıya göre değil Kemalizm bağlılığına göre değerlendirildiği, Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığına bağlanmadığı ve CHP’nin altı oku anayasadan çıkarılmadığı müddetçe bölücü diktatörlüğe son verebilmek mümkün değildir.

1924 anayasasında devletin idari biçimi cumhuriyet, dini “İslam” yazıyordu. 1927’de “din’i İslam” maddesi kaldırılarak tüm etnik kökenlileri tek çatı altında birleştiren inanç mucizesinin lağvedilmesiyle isyan, çatışma ve bölünmeler başladı, haçlıları dize getirip kahramanlık destanları yazan milletimiz, İslam karşıtı CHP’lilerin vicdanları deşen saldırılarıyla katledildi. 1937’de CHP’nin altı oku anayasaya konmasıyla cumhuriyet yerine CHP diktatörlüğü ilan edildi ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez şartlarından dolayı bugünde egemenliği sürmektedir. Kaymakamların memurlara Cuma namazına gitmeyi yasaklayan kararları, devlette görev yapanlara ibadeti yasaklayıp, sokakta da ancak izin verdiği ölçüde serbest bırakması tamamen laik düşüncenin bir yaptırımı olarak huzursuzluk ve güvensizlik had safhaya ulaştı. Müslümanlara karşı sürdürülen baskı ve tehditler o dönemdeki gibi radikal olmasa da günümüzde de şiddetini devam ettirmektedir.

CHP, yıllarca savaştığımız haçlılardan bile daha korkunç amansız ve riyakâr bir düşmandır. Çünkü içimizdedir. Fitne, nifak, bölücülük ve insaniyetsizliğin merkezi olan CHP ile gerekçe ne olursa olsun asla müzakereye ve uzlaşıya kalkışılmamalı, onlara meşruiyet kazandıracak her türlü ilişkiden, hatta tartışmadan dahi kaçınmalıdır. Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı, yapmamaktır. Cüzamlıdan kaçar gibi onların bulunduğu yerden kaçmalı, milletin ve vatanın bekası için mutlaka yalnızlığa terk edilmelidirler. Türkiye ve Müslümanlar aleyhine en ezeli düşman bilinen bdp, İsrail ve ABD gibilerle asgaride anlaşılabilir ama CHP ile asla…

Müslüman TSK’ni komuta eden Genelkurmay’ın yayınladığı genelgeyle canlarını veren ve vermek için sırada bekleyen yiğit askerlerin tesettürlü ana, kız ve eşlerini vatan haini düşmanlarmışçasına tecrit etmeleri, mutlak bil mukabeleyi zorunlu kılmakta; şehit ve adayların ebeveynleri ayağa kalkarak, evlatlarını kendilerine hasım Genelkurmay komutasında askere göndermemelerine meşru bir haktır. Müslümanları teröristlikle yaftalayıp cumhurdan saymayarak birarada bulunmayı genelgeyle yasaklayan Genelkurmay, ülkeyi parçalayacak bir bölücülüğün korkunç fitilini ateşlemiştir. Genelkurmay, başkomutan Cumhurbaşkanı ve hükümetten bağımsız bir kurum mudur ki fütursuzca meydan okuyabilmektedir?

29 Ekim Cumhuriyet etkinlikleri dolayısıyla valilerin şehit ve gazileri davetlerinde türbanlı eş, ana ve kızlarına düşmanca tepki göstererek salonu terk eden subay görüntüleri dehşet vericidir. İçeride komutanlar olduğu gerekçesiyle tesettürlü şehit ve gazi yakınlarının resepsiyonlara alınmaması, geçmişteki işgal güçlerinin tavırlarını hatırlatmaktadır. Eğer tesettürlüler bu kadar tehlikeliler ise, neden evlatları askere alınmaktadır? Dünyanın neresinde böylesi faşizan bir ayırım mevcuttur?

Nüfusunun % 70’i tesettürlü olan Türkiye’de, Genelkurmay’ın ya da CHP’nin türbandan kaçabilmeleri mümkün müdür?

İnsan yaratılışı, aklı ve duygusundan bihaber öyle nasyonalist ya da ulusalcı bir CHP yahut Genelkurmay diktatoryasının baskısı altındayız ki; aynı şekilde konuşacak, aynı şekilde düşünecek, aynı şekilde inanacak, aynı şekilde hareket edecek, aynı değerleri paylaşacak, aynı kılık ve kıyafete bürünecek bir biyomekanik toplum oluşturma boyunduruklarını zorbalıkla dayatmaktadırlar. Oysa milyarlarca insan fiziki olarak aynı olmadığı halde nasıl olur da ruhen tek tip insan oluşturabilme hayalindedirler? Kemalizm gibi her faşist devletin rüyası olan tek tip insan modeli, apaçık yaratıcı Allah ve insanlık karşıtlığıdır. Laik ve Atatürkçü olmak bir mecburiyet ise; neden olmayanları vatandaşlıktan çıkartmıyorlar?

85 yıldır kanla dayatarak asimilasyonu başaramadıkları laiklik ve Atatürkçülük söylemlerinden çark ederek dini argümanlara, özellikle türbana sığınıp oy alabilme hileleri cumhuriyet kutlamalarıyla açığa çıkmış, seçim meydanlarında sözde türban sorununu çözecekleri vaadinde bulunan CHP, cumhurbaşkanı eşinin türbanına birkaç saat bile tahammül edemeyerek davete katılmamışlardır.

Müslümanlara kan kusturan CHP Diktatörlüğü’nün baskısından kurtulamayan Ak Parti Hükümeti; CHP’siz bir çözümün olamayacağı mahkûmiyetiyle şehit ana ve kızlarına özgürlük verememenin acziyeti içinde kıvranmaktadır. Halka ve seçtiği hükümete kök söktüren Genelkurmay ve CHP, anayasayla hükme bağlanmış devletin ebedi sahibi olma cüretkârlıklarından dışa karşı caydırıcılığımızı da yerle bir etmişlerdir. İsrail’in cesaret ederek gemimize saldırıp yardımsever dokuz vatandaşımızı katletmesinin bedelini de bu yüzden ödetemediğimiz tartışılmazdır. Halka ve hükümetine amansız düşman kurumların ahkâm kestiği bir ülke, asla caydırıcı olamaz ve emir erliğinden öteye geçemez…

Eğer Müslüman milletin örtüsü türbana karşı sürdürülen acımasızlık ve düşmanlığı CHP yaparsa rejim, bir Fransız ve Ermeni yaparsa mı savaş nedenidir?

1919 Fransız işgalinde olan Maraş’ta, Uzunoluk hamamından çıkan Müslüman iki Türk kadınına Fransız ve Ermeni askerler, “Burası Türklerin değildir. Burada artık bu şekilde gezemezsiniz” diye sarkıntılık yapıp tıpkı günümüz CHP’lileri gibi örtülerini zorla açmaya çalışmaları üzerine, Çakmakçı Sait isimli genç, mütecaviz askerlere karşı koysa da gözü dönmüş düşman kurşununa hedef olup ağır şekilde yaralanır. İşte tam o esnada hamamın karşısındaki Sütçü dükkânında olayı seyreden Sütçü İmam, tabancasını çekerek olaya müdahale eder. “Durun bire densizler. Yaptıklarınız yetti artık. Bugün namus günüdür.” deyip silahını ateşler. Bir işgalci askeri öldürür, ikisini de ağır biçimde yaralar. Türk Milletinin dini, namusu ve şerefine uzanmak istenen menfur eli daha orada kırıverir. Bu kurşun, aynı zamanda Türk İstiklal Mücadelesinin de ilk kıvılcımı ve ilk müjdecisi ise, bugün değişen nedir?

Tıpkı Sütçü İmam misali Müslüman Türk kadınının örtüsüne uzanan eli kıran Osmaniyeli İzzet Kıraç, Fransız ve Ermeni askerlerinin dölü olan Gümüşhane eski Baro Başkanı Ali Günday’ı aynı inanç ve duyguyla cezalandırmış, lakin o günün Müslümanlarınca İstiklal Savaşını tetikleyen duruş sergilenemediğinden türbana uzanan eller engellenememiştir. Olayın sıcaklığında korkudan kaçışarak buldukları köşelere saklanan sözde Müslüman türban savunucuları, kendilerine bir zarar bulaşmasın gerekçesiyle din düşmanlarından daha celalli olayı kınamışlardı. Haklı gördüğüm İzzet Kıraç’a bir avukat tutabilmek için ne Trabzon, ne Erzincan, ne Erzurum bırakmış, ücretlerini peşin ödeyeceğimi belirttiğim halde İstanbul ve Ankara da dâhil olmak üzere cesur bir avukat bulamamanın hayretiyle lanet etmiştim. Apo gibi azılı bir terörist için binlerce avukat yarışırken, tıpkı Sütçü İmam duruşuyla Müslüman kadın adına yapılmış bir olayda avukat bulamamıştım. Eskiden tanıdığım Trabzon’daki bir avukatın hayati endişe gerekçesiyle talep ettiği yüksek miktarı da peşin ödeyerek, vekâletini üstlendirmiştim. Basının kamuoyuna duyurmasıyla hakkımda alınan ölüm kararı ve suçu övmek fiilinden aleyhime açılan davalara hiç aldırış etmemiş, aşağılanan Müslüman kızlarımızın akan gözyaşlarının durulabileceği umuduyla desteğimi eksiltmemiştim. Ancak sözde türbanı savunan yığınlar öyle münafıklardı ki, gerek İzzet Kıraç gerekse şahsımı insafsızca eleştirmişlerdi. Tıpkı Mahmut Hoca’ya verilecek İslam Üstün Hizmet Ödülündeki provokasyon misali CHP’lilerden daha şiddetli bir karşıt duruş sergilemeleri, neden Müslümanların aşağılanarak dışlandığına açık bir cevaptır.

Hafızamdan bir türlü silemediğim dehşetsi olay; 1995 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde meydana gelmiş, Sağlık Hizmetler Yüksek Okulunu birincilikle bitiren türbanlı bir kızımızın kürsüden yapacağı konuşma sırasında geçmişin Haçlı, Fransız ve Ermeni askerlerinden daha zalim ve Müslüman Türk düşmanı olan Yüksek Okul Müdürü Prof. Dr. Servet Özgür adlı barbarın sahneye çıkarak, tıpkı bir hayvan misali kızımızın ağzından tutarak sahneden fırlatması hala nefesimi kesmekte ve kanımı dondurmaktadır. Servet Özgür adlı o merhametsiz canavara gösterdiğim sert tepki sonrası aleyhime “hakaret ve tehdit”ten dava açarak hak aramaya kalkışması ve kendisine hiçbir müeyyide uygulanmayarak aşağılanan o türbanlı öğrencinin hakkının da iade edilmemesi, laik ve Atatürkçü rejimin tüm içyüzünü ortaya koymaktaydı. Söz konusu o barbar, bugün Gaziantep Üniversitesinde Halk Sağlığından sorumlu Sağlık Yüksekokulu Müdürü olarak görev yapabilmektedir.

İşte bilim; işte çağdaşlık. Nerede insanlık!

CHP Diktatörlüğü’nün islamofobi korkusu, türbana tanınacak bir özgürlükle laiklik ve Kemalizm’in yıkılabileceği sendromu yaşamasına neden olmakta, böylece anıtkabir tapınak şövalyelerini tahrik ederek kaosu tetiklemektedir. Peki, suçlu CHP ya da Genelkurmay mı, çözümü gerçekleştirecek kararlılığa ve cesarete sahip olamayan hükümet mi? Yoksa dini ve insani direnişi ortaya koyamayan sömürücü sivil toplum örgütleri mi? Ya da gazete ve televizyon ekranlarında sükse yapan kanaat önderleri mi? Veya eş ve kızlarının örtülerini ekonomik, can ve makam kaygılarından peşkeş çekebilen münafıklar mı? Kadın dayanışmasını desteklemeyen riyakâr Kadın Hakları Savunucuları mı? Din ve namus saydığı örtüsünü eğitim veya iş gerekçeleriyle tavize kalkışan dönekler mi? Dinlerine ve atalarının mücadelelerine sırtlarını dönen yığınlar mı?

Laikliği kabul etme mecburiyetinde bulunanların laiklik tanımı öyle trajikomik ki, öylesi bir anlamı ne CHP, ne Genelkurmay, ne de Kemalistler dile getirmektedir.

Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden ve sekülerizmin siyasi bir terminolojisi olan laiklik, onlara göre; din düşmanlığı değilmiş, din ve vicdan özgürlüğüymüş, inanç ve ibadet hürriyetiymiş. Ayrıca ne anayasamızda, ne yasalarda, ne YÖK Kanunu’nda, ne YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde, ne Atatürk ilkelerinde başörtüsünü ima yoluyla bile yasaklayan bir ifade yokmuş. Anayasa’nın amir hükmüne göre, özgürlükler ancak yasalarla sınırlandırılabilirmiş, böyle bir sınırlandırma da yokmuş.

Madem öyle; neden milyonlarca türbanlı itilip kakılıyor, cumhuriyet düşmanı ilan ediliyor, duvarlar örülüyor, hakaret ediliyor, eğitim ve çalışma hakları ellerinden alınıyor, muhacirliğe zorlanılıyor, askerdeki evlatlar ziyaret edilemiyor, yaka-paça kürsülerden indiriliyor, asimilasyona tabi tutuluyor, resepsiyonlara katılamıyor, otobüslerden atılıyor ve baskılar uygulanıyor? Bütün bu olanlar keyfi ise; nerede hukuk, nerede hükümet?

Gün olmuyor ki resmi ve sivil hayattaki türban zulmü yürekleri dağlamasın. Türbanlıları “vatan haini” gören müstebitlik, ya mutlak bir federasyonu ya da atalarımız misali bir mücadeleyi zaruri kılmaktadır. Vatan adına canların verildiği bir ülkede şehitlerin eş ve analarını hiçbir güç aşağılamamalı ve dışlamamalıdır. Genelkurmay’ın kinsi ayırımcılığından özellikle TSK ürkütücü bir tehlike altındadır.

Düşmanlığın her türlüsüne şahit olduğumuz memleketimizde türbanlı öğrencileri sınıftan çıkartan öğretim görevlilerine YÖK’ün getirdiği yaptırım psikolojik baskılarla aşılmakta, öğrencileri sınıftan atmak yerine ders işlemeyerek sınıftaki diğer öğrencileri türbanlılara karşı kışkırtarak, ihanetsi korkunç bir kamplaşma ve çatışmaya yol açmaktadırlar.

Meclis ve hükümetin duyarsızlığı, hele çözümün seçimlerden sonraya bırakılacağı duruşları düşmanlığı ve çözümsüzlüğü daha da körükleştirerek önlenemez bir fecaate taşıyacak boyuttadır. Artık vaatler ve ötelemelere tahammülün kalmadığı, alçakça aşağılanan halkın nereye kadar sabredeceği kestirilememektedir. Hükümetin, MHP’nin çağrısına kulak vererek türbanı çözüme kavuşturabilmek adına derhal referanduma gitmesinin hayati zorunluluğunu dikkate alma mecburiyeti vardır. Aksi tavrı apaçık bir aldatmacadır.

“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon

4 Kasım 2010 Perşembe

İTO organize bir çete midir?

Şüphesiz insan, tanrı olmamasından hata ve yanlış yapması fıtratı gereğidir. Rüşvet vermek, örgüt kurmak, yargı mercilerini etkilemek ve nüfuz kullanmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık yapmak suçlarından tutuklanan İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş’a kayıtsız destek çıkabilen İTO yönetimi; yargıyı satın alma ve rüşvet gibi toplumu temelinden sarsan fevkalade yüz kızartıcı cürümün ve ahlak dışılığın arkasında durmasından mahkûm olmuş, topluma ve üyelerine karşı güvenirliliğini yitirerek apaçık bir çete olduğunu itiraf etmiştir.

Öncelikle çok yakın dostu ve Ak Partinin kurucular kurulu üyesi Murat Yalçıntaş’a sahip çıkmayarak soruşturmaya ve yargıya müdahale etmeyen Başbakan Erdoğan’ı tebrik ederim. Soruşturmanın gerek Adalet Bakanlığı gerekse İçişleri Bakanlığına bağlı birimlerce yürütülerek sonuçlanması; muhalefetin yargıyı ele geçirmek ve dilediği gibi hükmetmekle suçladıkları Başbakan’a nasıl iftira attıklarını ortaya çıkarmıştır. Hele chp’in teröristle suçlanarak tutuklanan Erzincan başsavcısı İlhan Cihaner’i kurtarabilmek için tanıklara rüşvet vermesi ve azılı terör örgütü Ergenekon’un avukatlığını yapması ortadayken…

Ayrıca Başbakan’a ve hükümete özde yakın bir insanın hiçbir delil olmaksızın suçlanması ve tutuklanması mümkün müdür? Yalçıntaş’a isnat edilen suçlarla bir ilişkisi olmadığına inanıp arkasında durduğunu açıklayan MÜSİAD da bozulan düzenin münafık bir kurumu olduğunu ortaya koymuştur. Belki Murat Yalçıntaş’ta geçmişte masum bir insandı. Ama cennette yaşayan şeytanın sapıtıp kötülüğün elçisi olma süreci hafızalardan çıkarılmadığında, Yalçıntaş veya onun gibi referansa sahip kimselerin de nasıl şımarıp nefislerinin esaretine düşebildikleri gözlemlenebilecektir.
Adaletle şahit ederek topluma iyi bir örnek olması gereken İTO’nun; “Murat Yalçıntaş herhangi biri değildir ve bugüne kadar hiçbir yanlışın içinde olmamıştır” açıklaması, ya Yalçıntaş’ın yanlıştan münezzeh bir tanrı olduğunu ya da söz konusu suçların faili olmalarından kendilerini aklama gayreti taşıdıkları anlaşılmaktadır. Oysa kişi değil kurum esas alınsaydı, suçu meşrulaştıran böylesi bir pespayelikle yaftalanmayacaklardı.

Ergenekon Terör Örgütünden ve onca darbe girişiminden tutuklanan generaller, amiraller, rektörler, gazeteciler, sendika başkanları, iş adamları, siyasiler ve ATO Başkanı Sinan Aygün için de işbirlikçileri aynı tepkilerde bulunmuş, onların da herhangi biri olmadıkları, cumhuriyeti korumaktan ve vatana hizmetten başka hiçbir amaç taşımadıklarını ifade ederek, derhal yargılanmalarına ve tutuklanmalarına son verilme taleplerinde bulunmuşlardı. Nasıl bir muhakeme ise etiketli güçlüler masum, zayıflar suçlu!

Kimileri hükümeti, kimileri ise polis ve yargıyı suçlamaktadırlar…

Emniyetin büyük bir gizlilik içinde iki yılı aşkın sürdürdüğü teknik takip sonrası ulaştığı deliller sadece Murat Yalçıntaş’ı değil, tüm yönetim kurulu üyelerinin de rüşvet çarkının birer dişlisi olduğunu kanıtlamakta, yargı da önüne konan belgeler doğrultusunda ahlakı ve adaleti doğrayan şebekeyi hiçbir kayırıma yeltenmeksizin “millet adına” tutuklamakta ve hesabını sormaktadır. Ayrıca Yalçıntaş, İTO gücüne ve hükümetin kendisine imtiyaz hakkı sağlayacağı güvenci ve rüşvetin polisçe takip edildiği istihbaratını alması üzerine sözde ihbarda bulunarak kendini arındırma girişimine dayanarak yurt dışından gelip teslim olması yanıltmamalıdır.

Murat Yalçıntaş elebaşılığında Dünya Ticaret Merkezi (İDTM) Yönetim Kurulunun aldığı rüşvet kararıyla görevlendirilen avukat Süleyman Balcı’ya “Yönetim Kurulu karar aldı. Her şeyimiz tamam, gidin halledin” talimatı, tüm yönetimin aynı suçlardan tutuklanarak yargılanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Öte yandan avukat Süleyman Balcı’nın para dolu rüşvet çantasıyla Ankara’ya gelip polis tarafından görüntülenmesiyle ilgili fotoğraflara ve ses kayıtlarına ne diyorlar?

İTO Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı Şekib Avdagiç, “İTO camiası tek vücut olarak Sayın Başkanımız Murat Yalçıntaş’ın arkasındayız. Verilen bu karar tüm İTO üyelerinin içini yaktı” açıklaması, tüccar doğruluğunu ve dürüstlüğünü ilke edinmesi gereken kuruma hakaret değilse, İTO’nun topyekûn organize bir çete olduğu istifamı doğurmaktadır.

Olay sadece Murat Yalçıntaş ile sınırlı kalıp bireysel adi bir suç olarak değerlendirilseydi; söylenebilecek tek söz “Allah kimseyi azdırmasın ve sapıttırmasın” temennisinden başka bir şey olmayacaktı. Ne var ki İTO yönetim kurulunun milletin güvendiği yaklaşık 350 bin üyesini zan altında bırakan açıklaması, nefsi galebe çalan insanoğlunun ne kadar bozulduğunu, haktan ve adaletten yana olmadığı felaketini gözler önüne serdi ki, buna sessiz kalabilmek mümkün değildir.

Acaba Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşu İTO’nun seçilmiş başkanının tanrısal bir dokunulmazlığı ya da suç işlemekten arınmış peygambersi bir yüceliği mi var?

Diğer şöhretli mücrimler gibi nüfuzla, hukuki oyunlarla yahut delilleri karartacak entrikalarla tahliyesi ya da olası bir beraatı, vicdanlarda mahpus olduğu kara lekeyi silemeyecek, ahrette dahi hesap vermekten kurtulamayacaktır.

Hak ve adaletin bekası, erdemli bir toplumun inşası, dürüstlüğün vazgeçilemez bir insanlık olduğu örneğini sergileyen bir davranış içinde pişmanlık dile getirilseydi, şüphesiz büyüklüğüyle övündükleri İTO üyelerine ve milletine ahlak abidesi olur, maddi bir aklama yerine manevi bir yüceliği ortaya koyarak bozulan düzenin tamirine katkı yaparlardı.

Başkanları olduğu gerekçesiyle toplumu ve hukuku deşen yüz kızartıcı bir suçlunun arkasında duran İTO yönetimi derhal istifa etmelidir. Yargıya rüşvet verme kararı alan Dünya Ticaret Merkezi Yönetim Kurulu üyeleri de adalet önünde hesap vermeli, güç ve makamlarına aldırış edilmeksizin sokaktaki vatandaştan farksız üzerlerine gidilmelidir. Dünya Ticaret Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı olan Kadir Topbaş’ın söz konusu rüşvet kararında imzası ve bilgisi var mıdır?

Rüşvet öyle bir afettir ki, doğadaki afetlerin yanında bir kıyamettir…

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa. 135