27 Nisan 2010 Salı

Aya Yorgi ve Atatürk ikonası…

Yaratıcı Tanrı yerine ölü ya da hayali yaratıkları mitolojileştirerek tanrısallaştıran insan, farkında olmadan kaçındığı şeytanın adımlarını izleyerek nasıl muhakemesiz bir sefil olduğunu gerek dini, gerek bilimsel, gerek kültürel, gerekse siyasi fenomenlerince ortaya koymaktadır.
Her ne kadar akli bir yüceliği, özgür bir iradeyi ve pozitivist bilimi düstur edinse de, akıl dışı yalanlara ve mitsel kahramanlarına bağnazca inanarak kurtarıcı yahut rızık verici benimsemesi, akılsızlığının ve iradesizliğinin açık bir kanıtıdır.

23 Nisan Cuma gününü kutsal bir bayram ve kurtuluş kabul edenlerin anıtkabir, kilise ve camiye koşturarak, tanrılarından yardım ve destek umdukları ve bağlılıklarını arz ettikleri bir günü yaşadık. Özellikle Tanrı Allah’a iman ettiklerini iddia eden Müslümanların absürt gerekçelerle hem anıtkabir hem de kilise ziyaretlerini sindirebilmeleri, inandıkları halde iman edemediklerinin bir göstergesiydi.

Türkiye’nin monarşiyle değil de cumhuriyetle yönetilmesi, diğer bir anlamla egemenliğin padişahtan alınıp sözde halka verilmesi veya saltanatlığın kaldırılmasının kutlandığı ve masum çocuklarımızın manipüle edildiği 23 Nisan’ın mimarı Atatürk, hakkında uydurulan efsanevi yüceliğine karşın somut bir varlık olduğu halde; Aya Yorgi (kutsal Yorgi)’yi temsilen Hıristiyanlığın efsanevi kahramanı Saint George, Yunan mitolojisindeki tanrısal kahramanlar gibi tamamen bir hayal ürünüdür
.
Hıristiyanlığın ikinci hac noktası kabul edilen Aya Yorgi’ye Müslüman kimliklilerin rahmet, bereket ve dileklerinin karşılanması maksadıyla akın etmeleri; inancı, imanı, aklı, duyguları ve muhakemeyi doğrayan korkunç çelişkilerdir.

Yunan mitolojisine dini hüviyet kazandıran Hıristiyanlık, bütünüyle efsanelerle özdeşleşmiş, akıl ve gerçek dışı masallarla donatılmış bir ritüelliktir. Aya Yorgi efsanesi de bu ayinlerden biri olup, güya denizde yaşayan ve hiçbir krallığın yok edemediği canavarı mızrağı ile öldürerek insanoğlunu kurtaran Saint George adlı bir ikonadır. İkona, Hıristiyanlıkta ayin düzeninin bir parçası olarak kabul edilmekte, kilisenin görüşünü dile getiren tartışılması dahi mevzubahis olmayan imani bir araçtır. Hıristiyanlar, İsa’yı da aynı görüşle Tanrı’nın bir görüntüsü olarak kabul eder, dolayısıyla İsa ikonası görüntüsünü de insan eli değmeden cisimleşmiş biçimi olarak onarlar.

Aya Yorgi miti, Yunan mitolojisindeki Perseus ve Andromeda efsanesinin Hıristiyanlığa uyarlaması olup, Orta Çağ Avrupa’sında son derece popüler ve tapınışı "Christmas" kadar önemli bir yortu haline getirilmiş, aynı heyecan ve inanç, bugünde Müslümanların katkılarıyla devam edebilmektedir. Halbuki söz konusu ejderhanın mecazi sembolü, Hıristiyanlıkta kötü güç olan Müslümanları temsil etmektedir.

Laik devlet ve ataistler (Kemalistler) de Atatürk’ü bir ikona olarak kabul etmekte, tıpkı Hıristiyanlarda olduğu gibi resim ve heykellerini mecburi bir ritüel sayarak, saygı gösterilmesini devlette ve kamu alanında var olabilmenin olmazsa olmaz şartı koşarlar. Oysa Hıristiyanlık; Hindular, Budistler ve Kemalistler gibi putperest mitli bir din olmayıp semavi bir din şöhreti bulunmakta, böylece Yaratıcı Tanrı’ya inanıp iman eden tüm ilahi dinlerde resim ve heykellere ibadetsel saygı ve tazim kayıtsız yasak ve şirke neden olduğu hükme bağlanmıştır. Ancak Hıristiyanlığın bozularak putperestliğe ve dolaylı yollardan sekülerizme kayması, ilahi kutsallığını yitmesine neden olmuştur.

Vahiy, her türlü ikonu, resim, put ve heykeli kesinlikle şirk addetmiş, peygamberler dâhil tüm yaratıklara karşı tanrısal bir aşk, övgü, tazim ve saygıyı yasaklamıştır. Fakat Hıristiyanlıktan etkilenen ve kabaran benliklerini tatmin gayesiyle kendilerini varis sanan bazı din adamları ve mezhepler, uydurdukları efsanelerle yaratıkları yücelterek İslam’ı mitolojileştirmiş, geçmiş ve gelecekteki mehdi benzeri ikonları kurtarıcı belleyebilmişlerdir. Hıristiyanlar misali haddi o kadar aşmışlar ki, imanın bedeni ve ruhu ele geçirmek çabasındaki kötü güçlerden arınabilmek için neredeyse kendilerini aracı tek kudret olduklarını alttan alta vaazlarında dile getirebilmiş ve sürdürmede de hiçbir sakınca görmemektedirler.

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahiy olunur. Artık O’na yönelin. O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet. 6

“Şüphesiz ben ancak bir uyarıcıyım. Dilediğini dosdoğru yola ileten yegâne Allah’tır.” Hz. Muhammed (SAV)

Türkiye’de devlet gücü ve baskısıyla dayatılan Atatürk ikonası, her ne kadar bir din olmadığı iddiasıyla Müslüman halk ikna edilse de, resmi veya gayri resmi törenlerin apaçık bir ritüel olduğu, anıtkabir veya heykelleri önündeki saygı ve tazimden, Atatürksüz bir devlet ve millet olamayacağı vurgusundan anlaşılmaktadır.

Dini bayramlar nasıl Allah adına ise, resmi bayramlar da Atatürk adına yapılmaktadır…

Dini ve toplumu yöneten iki ilah…


İslam’ın doğuşuyla Hz. Muhammed (SAV) nasıl putları yıkmış ve insanlığı adileştiren ikonlara son vermiş ise, Bizans İmparatoru III. Leon’da putperest Hıristiyanların sapkınlıklarını ortadan kaldırabilmek için 17 Ocak 730’da ikona kırıcılığı ve ikonaları ortadan kaldırmayı emretti ve bunlara tapınmayı yasakladı. O devrin bilinçli kilisesi ve halkı, ikona taraftarlarının cezalandırılmalarını istemişlerdi. Ne zaman halkımız bilinçlenir ve nasıl bir şirkin esaretinde dinlerini ve insanlıklarını kaybettiklerini fark ederlerse, Türkiye’deki ikonalar da kırılacaktır.

Günümüzün çağdaş dünyasında ise ikonasız bir inanç rağbet görmemekte, gerek dini gerekse siyasi ikonalar, insanları sömürüp yoldan çıkarmakta ve gerçeklerden uzaklaştırmaktadırlar.

Aya Yorgi kilisesinden umut bekleyenlerle anıtkabir tanrısından medet umanların hiçbir ayrıcalığı bulunmamakta, hangi gerekçeyle olursa olsun Müslüman bir kimsenin anıtkabir veya kilise tercihi apaçık bir küfürdür.

Türkiye gibi reddi mirasta bulunup geçmişinden ve dininden utanan devletlerin öyle kirli çamaşırları vardır ki, ortaya çıkmaması, halk tarafından bilinmemesi için her türlü insanlık dışı manipülasyonlara başvurarak baskın gücü ve caydırıcı enerjisiyle ahkâm kesebilmektedirler.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı; geçmişe ihanetin ve Atatürk diktatoryasının bir sembolüdür. 23 Nisan, sözde saltanatın kaldırılışı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenlik söylemi diye takdim edilse de, tartışmasız bir Atatürk Diktatörlüğünün temeli atıldığı bir tarihtir. Yabancıların da yakinen bildiği bu gerçek hileyle yönlendirilip, yetim ve öksüz kalan yoksul çocuklara atfedilme aldatmacısıyla çocuk bayramına dönüştürülmesinin hiçbir samimiyeti ve inandırıcılığı bulunmamaktadır. İşte bu sebepten dolayı sadece Türkiye’de kutlanmakta; kadınlar, anneler, babalar, işçiler günü gibi uluslar arası bir ciddiyet kazanmamıştır.


Amaç ihaneti saklamak, hiçbir zaman iktidara gelmeyen halkı avutmak, her şey tanrısallaştırılmış ya da sultalaştırılmış Atatürk adına yapılarak, yetişmekte olan neslimize Atatürk aşkı ve bağlılığını kılcal damarlarına kadar zerk ederek, kullaştırmalarına zemin hazırlamaktır. Laiklik ilkesi gereğince Atatürk adına çocuklarımızın eğitim yaşı mazeret gösterilerek Yaratıcı Allah’larını ve dinlerini öğrenmesi yasaklanmış ama Atatürk’ün varlığı doğuşlarından ölümlerine kadar dayatılarak, putperest bir köle olmalarına zorlanmışlardır.
Hanedanlıklarda, krallıklarda ve padişahlık gibi monarşilerde hüküm sahibi ölünce tahta geçenin adı, şanı, emirleri ve kanunları yürürlüğe girer ama hiçbir devir ve günümüz dünyasında örneği olmayan Türkiye’de ise ölen lider, sanki tanrıymışçasına ölümsüzleştirilir ve ilkelerinden zerre kadar taviz verilmez. Onlara göre halk, seçtiği vekiller ve hükümetler Atatürk’ün kullarıdırlar. Böylesi yobaz, ilkel ve gerici bir düşünce başka bir âlemde var mı? Yoksa Atatürk, İslam’a karşı bir kalkan olarak mı kullanılıyor?

Atatürk totalitarizmiyle yönetilen Türkiye’de aptal ve yobaz olmakla aşağılanan millet, ulusal egemenliğin ne anlam ifade ettiğini ve yaptırımının ne olduğunu anlayamamanın belirsizliğiyle hep oyalanmış, sözler, nutuklar ve gösterilerle uyutulmuşlardır.

Sözde 23 Nisan, ulusal egemenlik adına halk iradesinin temsil yeri olan TBMM için hayati bir önem taşırken; halk cellâdı ve irade düşmanı Anıtkabir Tapınak Şövalyelerince muhatap alınmamış, sözde 23 Nisan ulusal egemenlik kutlamalarının yapıldığı TBMM’nin resepsiyonuna ne CHP ne Genelkurmay ne de yüksek yargı katılmış, dolayısıyla hasımsı bir tavır sergilemişlerdir. Oysa CHP, hem halkın oylarıyla seçilmekte hem de meclisin ana muhalefet görevini yürütmektedir. Ancak halk hâkimiyetine karşı sürdürdüğü ihanetsel misyonundan ötürü ne TBMM’ne ne de halka saygıya tenezzül etmemekte, politikalarından da anlaşılacağı üzere statükonun bayraktarlığını yapmaktadır. Genelkurmay’ın BDP’yi gerekçe göstererek kutlamalara katılmaması, neden Barack Obama’nın meclisteki konuşmasına katıldıkları sorusunu doğurmaktadır. O zaman da BDP, DTP olarak mecliste değil miydi? Acaba ABD Başkanı Baracak Obama’yı, Türk milletinden daha mı üstün tutuyorlar?

İşte Anayasa Değişikliğine şiddetle direnen, hukuku ve adaleti paçavraya çeviren mihrakların gerçek yüzleri…

Ne yaparlarsa yapsınlar, hiçbir gücün zincir vuramadığı bu milleti özlerinden döndüremeyeceklerdir.

“Köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez...” Mevlana

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur. 21

25 Nisan 2010 Pazar

Önyargılı mühürlülerle uzlaşabilinir mi?

Einstein der ki “Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki peşin hükmü söküp atmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

İnsani düşünce, duygu ve muhakeme yetisini bitirip tüketen önyargı, sanıldığından çok daha korkunç virüssü bir egoistlik olup; tarafsızlığın, barışın, doğrunun, iyiliğin ve fedakârlığın yegâne düşmanıdır. Farklı düşünce, inanç, ırk ve ideolojilerin insani haklar temelinde uzlaşabilmesi, ancak yıkıcı benliği tanrılaştıran önyargıdan kopmalarıyla mümkündür. Dürüst ve adil olmayı asla sindiremeyen, derin inanç taşımayıp sadece kendi çıkarlarını gözetenlerin baskıcı kıskançlıkları ve ulaşmaya çalıştıkları tanrısal hedefleri her ne kadar akla, mantığa ve vicdana aykırılık teşkil etse de, kadersel mührün tartışılmaz bir gerçeğini kanıtladıkları ortadadır.

Üstün ve hür sandıkları akıllarıyla özgür iradeye sahip olduğunu zanneden özellikle eğitimli insanların düşünce, duygu ve makamlarıyla ortaya koyduğu yargılar, nasıl bencil birer sefil oldukları ve kendilerinden başka hiç kimseye yaşam ve iktidar hakkı tanımak istemedikleri, amaç ve davranışlarından anlaşılmaktadır. Aslında onlarla işbirliğine girişip uzlaşmak bir yana, müzakere bile beyhudedir. Çünkü isteseler de söz dinlemez ve doğruda buluşmaya yanaşmazlar. Bütün bu delillere rağmen yine de ibret alınamamakta, dolayısıyla yanlışsal felaketin peşinde koşulabilmektedir.

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?” Casiye. 23

Sözleri ile zihin ve kalplerinde sakladıkları niyetler restler de açığa çıkmakta, kökü olmayan pis bir ağaç misali yalpalanarak devrildikleri halde kölesel taraftarlarınca ayağa kaldırılabilinmektedirler. Toplumsal bir barış, eşitlik, hak ve adalet karşıtı benliklilerin yaldızlı sözleri, muhakeme edebilen idrak sahibi insanları değil aptal ve yığın olmakla aşağıladıkları tutsak köleleri etkilemekte, böylece odunsu varlıkların umut tacirlikleri devam edebilmektedir.

Milletimizi şoka sokan acımasız ve hain sakandalar, ideolojik ve ırkçı bölünmeler her gün yeni boyutlarla gelişmelerini sürdürürken, hala Anayasa Mahkemesi, HSYK, Parti Kapatma ve Askeri Yargı’da yapılmayı düşünülen Anayasa Değişikliğine karşı çıkılması; gerek CHP gerek MHP gerekse BDP’nin halkın eşitliğine, birlik ve beraberliğine ne denli hasım olduklarını belgelemekte, dolayısıyla yalnızca milletimizi değil tüm kardeş, komşu ve dost ülke insanlarını da güçsüzleştirip emperyalizmin esareti altına sokabilmektedir. Türkiye Halkı geçmişindeki bütünlüğe ulaşmamasına müteakiben ne Filistin’de ne Irak’ta ne Kafkasya’da ne de Afganistan’da akan kanlar durdurulabilir, eşkıyaların hüküm sürdüğü dünyada ne huzur ve güvene ne bağımsızlığa ne de refah bir hayata kavuşulabilir.

Türkiye’de güçlü bir bütünlük tesis edilmez, hak ve adalet sağlanmaz ise; bölgede ve dünyada caydırıcı bir söz sahipliği mümkün olamaz, bir avuç İsrail’in hegemonyasından kurtulunamaz. Hem bölgedeki barış, hem ekonomik kalkınma, hem bağımsızlık, hem de refah ve güvenli bir hayat, ancak Türkiye’deki istikrara odaklıdır. Ancak ülkemizdeki kutuplaşma ve fitne öyle cehennemsi ki, her an bir iç savaşın doğabilmesi vahiy ve fizik kanunlarının kaçınılmaz bir gereğidir.

İdeolojik ve ırkçı bir devlet ile farklı inanç ve etnik köklü milletin birbirini yok etmeye yemin etmişçesine iktidar savaşı verdiği bir ülkede işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, ayırımcılık, adaletsizlik ve gaddarca işlenen suçlar önlenebilinir mi? Önce eşit bir hukuk ve adalet, birlik ve beraberlik, sevgi ve saygı, tahammül ve sabır, yardım ve dayanışma dirlik kazandırıp motivasyonu körükleyeceğinden, aşılması zor görülen tüm sorunlar kolayca giderilir. Önce adalet, tekrar adalet, bir daha adalet…

İnsani değerler yerde sürünürken, adalet ayaklar altına alınmışken, putperestlik ve din-dışı ideolojiler çağdaşlık makyajıyla tavan yapmışken, insanlar inanç ve ırklarından dolayı aşağılanırken, suçlar meşrulaştırılmışken; anayasa değişikliğine tepki gösteren statükocu Baykal ve Bahçeli, nasıl oluyor da işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk argümanlarını işleyebiliyorlar? Allah aşkına! Bu sefil oportünistçilerin kısmi de olsa halkın egemenliğini ve eşit adaleti sağlayacak değişikliği engelleyebilme çabalarına kanabilecek kadar aptal mıyız?

Parti üyeleri arasında insan gibi muhakeme edebilen ve hissedebilen insanlar yok mu ki, kendilerini ve halkını amansız diktatörlerin hışmından kurtarabilecek değişiklik aleyhine ahkâm kesebilen işbirlikçi liderlerine destek sağlayabiliyorlar?

Her şeyi en iyi bilen bilge tavırlarıyla Anayasa Değişiklik paketini ya meclisteki entrikalarla geciktirmekte ya da AYM tehdidiyle iptal edilebilmesi için gizli pazarlık ve faaliyetlere koyulabilmektedirler. Eğer halkın iradesine güvenip saygı duysalardı, halkın kararını engelleyici bir girişimde bulunmaz, şartsız ve oyunsuz teslim olurlardı. Ne var ki tüm bu gelişmelere rağmen güvenmedikleri halktan oy alabilmekte, harami ve ihanetsel temsilciliklerini sürdürebilmektedirler. Onların güvenmediği halkın onlara oy verebilmesini de takdirlerinize bırakıyorum. Referanduma hayır, seçime evet!

Söz konusu anayasa değişikliğiyle ilgili maddeleri Ak Parti Hükümetinin hazırlamasına karşı çıkan sefillere sorum odur ki; madem halkın seçtiği meşru bir hükümetin anayasa düzenlemesini sindiremeyerek bu kadar tepki gösteriyorlar; neden devletimiz Osmanlının anayasasını reddedip, 538 ve 544 yıllarındaki Justinyen Yasalarını, Roma Hukukunu, Fransız ve İsviçre Kanunlarını kutsal bir rehber edindiler? Ayrıca, Yaratıcı Allah’ın yasalarını çağdışı ve gerici addedip, neden daha önceki Justinyen Yasalarını ilerici, aydınlatıcı, düzen ve adalet sağlayıcı bir hukuk yaptılar? Ne var ki aydınlıktan korkanlar, karanlıktan korkan çocuklardan çok daha zavallıdırlar.

Dün gece meclisi izlediğimde; muhalefetin gerekçelerine ve manipülasyonsal argümanlarına öyle hayret ettim ki, onları seçenin bu millet olamayacağı sorgusu içinde düşünürken, hatırıma uyuşturucudan yakalanan sözde gönüllerin kralı ve ülkemizin sanat elçisi Tarkan hayranlarının “Türkiye seninle gurur duyuyor” gösterileri geldi.

Uyuşturucu kullandığı ve pazarladığı deşifre olan bir suçludan hayranları gurur duyabiliyorsa; neden Deniz Baykal, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’dan gurur duyulmasın ve kurtarıcı bellenmesin?

Müslüman kimlik ve düşüncesinden dolayı hükümete karşı düzenledikleri ihanetsel sözde cumhuriyet mitinglerinin tertipsel bayraktarları CHP, MHP ve PKK; sanırım yine bir araya gelerek Anayasa Değişikliğine karşı miting düzenler, hapisteki Ergenekon, Kafes, Balyoz gibi darbeci terörist taşeronlarının bıraktıkları yerden devam ederler. Totaliter devlete egemen CHP ve MHP, anıtkabire yürüyüş düzenleyip şikâyetlerini Atatürk’e dile getirirlerken, PKK’lı BDP’de Apo’nun huzuruna çıkıp tekmil getirirler.

O gün ADD’li, ÇYDD’li PKK’lı ve kurtçu ülkücü yığınların mitinglerdeki “Namaz kılan gençler istemiyoruz, Türkiye laiktir (dinsizdir ) laik (dinsiz) kalacak, İslâm’a geçit yok” sloganları, referandum kaygılarından dolayı anayasa değişikliğiyle ilgili düzenleyecekleri mitinglerde söylenmeyeceklerini düşünüyorum. Silahlı darbeyle başaramadıklarını yargı darbesiyle aşabilecekleri hesabını yapan Tapınak Şövalyeleri, bakalım Anayasa Mahkemesiyle referandumu engelleyebilecekler mi?

Herkes ikrar etmelidir ki ülkede tek bir diktatörlük vardır, o da Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin diktatörlüğüdür. Muhalefet, silahlı ve cübbeli oligarşi ve yandaş terör gruplarının mücadeleleri de söz konusu insafsız diktatörlüğün yıkılacak ve halkın yetkili kılınacak olmasıdır.
Artık alışılagelen “İrtica geliyor, din eğitimi yapılıyor, laiklik elden gidiyor, Cumhuriyet tehlikede, Cumhuriyetin anlayışıyla oynuyorlar, Atatürk ilke ve inkılâplarını tahrip ediyorlar” propagandasının yerini dini açılımlar almış, vahiy, vicdan ve adalet düşmanı ve halk cellâdı Deniz Baykal, Kutlu Doğum Haftasını kutlayarak inanmadığı ve hakaret ettiği Hz. Muhammed (SAV)’e saygılarını sunabilmiştir. Ne gariptir ki gerek yüksek yargı gerekse Genelkurmay da bu söylemleri kullanmaktan özenle kaçınmaktadır.

“Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” düşüncesinin ucube aydınları, üstün yaratılmış insanı alçak yaratıklara dönüştürerek, doğrudan ve bağımsızlıktan uzaklaştırmış, yalana, isyana, teröre ve kötüye ulaştırabilmişlerdir. Böylece sinsi Baykal, Bahçeli ve Öcalan’a duyulan ilgili ve kayıtsız teslimiyet, maalesef ayrılığı ve lâneti daha da derinleştirmiştir.

Müslüman milletimizi kuşatıp işgal edenlerle adil bir uzlaşmaya gidebilmenin imkânsızlığı, dün olmadığı gibi bugünde, gelecekte de söz konusu değildir. Çünkü hak ile batıl ya da doğru ile yanlış bir arada barınamaz, kuduruk statükonun herhangi bir yetkiyi halka devretmesi umulamaz. Nefsi çıkarlardan arınmamış bir önyargıdan iyilik değil ancak kötülük yahut barış değil savaş beklenir…

Sekülerizm veya Nihilizm felsefesi güdenlerden insani bir vicdan, barışçıl bir uzlaşma, adil bir paylaşım ve tarafsız bir adaletin mukim kılınabilmesi söz konusu değildir.

Ha onlarla uzlaştınız, ha şeytanla…

Yaratıcısına asi bir kimse, kendi kendinin ışığı olamadığından şeytanın karanlığını ışık zanneder. Ancak gerçeği ışık edinenler hem bu dünyada hem de ahrette kurtulanlardır.

Meclisteki tartışmaları dahi maskelerinin altındaki çirkinliklerini aydınlatmaya yeterlidir…

20 Nisan 2010 Salı

Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı “YAPMA”…

Gerek sözsel gerekse fiziksel tüm gelişmeler yoruma dahi ihtiyaç bırakmayacak bir alenilikte cereyan etmekte, zalimce güttükleri halka hesap vermemek adına baskı, tehdit ve şantajlarla korku yayarak, diktatörlüklerini muhafaza edebilmek için ne yapacaklarını bilemez bir telaşla her türlü manevralarla aldatmaya alıştıkları zanlarınca “aptal ve mazoşist halkı” etkilemeye çalışmaktadırlar.

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

Milletimizi kuşatan oligarşin CHP, ilkeleriyle devlete hükmetmesinden insanlarımız ne kalkınabilmiş ne bütünleşebilmiş ne eşit haklardan yararlanabilmiş ne aydınlanabilmiş ne de barış, huzur ve güven içinde hukuki adil bir yaşamı tadabilmiştir. Genelkurmay ve yüksek yargı gibi ideolojik yakıcı bürokrasinin çekip çevirmesiyle mal ve can güvenliği, birlik ve beraberlik, hukuk ve adalet tarumar edilmiş; kesinlikle halkı temsil etmeyen CHP’nin despot ve fitnesel varlığı Türkiye’yi cehenneme dönüştürmüştür.

İnsanlık, hukuk ve adaletin işlerlik kazanabilmesi maksadıyla tamamen halkın eşitlik ilkeleri yararına, ideolojik diktatörlüğü ve kayırmaları önleyebilmek adına düzenlenen anayasa değişiklik paketinin tamamına önce şiddetle karşı çıkıp, sonra 3 maddenin güya anayasal sisteme, ideolojik hukuk sistemine çok ciddi zararlar vereceği, gerginliklere, kutuplaşmalara ve tartışmalara yol açacağı gerekçeleriyle paketten çıkarılmasının istenmesi, asıl Baykal’ı, CHP’yi, silahlı ve cübbeli derebeylerini tarihe gömecek olması endişelerindendir. Hangi akıl ve mantık, o üç maddenin hukuka aykırılık teşkil edebildiğini ve halkın aleyhine olabildiğini iddia edebilir? Ancak diktatörler, sömürücüler ve kelle avcıları!

Başbakan’ın baskılara ve tehditlere karşı dik durarak geri adım atmaması Baykal’ı ve Tapınak Şövalyelerini kaygılandırmış, tutarsız vaatlerle uzlaşma arayışına mecbur bırakarak, ne kadar samimiyetsiz bir art niyet taşıdıkları söz ve davranışlarından açığa çıkmıştır. Zaten yaşanan sorunların müsebbibi olmalarından ne sözlerine ne de akitlerine güvenilir. CHP’nin uzlaşı oyunu ve Baykal’ın sözü Başbakan Erdoğan’ı önce ümitlendirdiyse de, gerçeği muhakeme edebilmesinden hazırlanan o şeytani tuzağa düşmemiş ve aldatılmaktan sakınabilmiştir.

“(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” Nisa.120

İdeolojik rejimleri lehine hukuk tanımayacaklarını deklare eden bir yargı, her türlü hukuk dışı eylemi ve müdahaleyi kanla yapmaya yemin etmiş ve meşru saymış bir Genelkurmay desteğiyle ayakta duran CHP; ne 8.maddedeki “Parti Kapatma”, ne 16.maddedeki “Askeri Yargı” , ne 17.maddedeki “Anayasa Mahkemesi”, ne 23.maddedeki “HSYK” ile ilgili değişikliklere asla razı olmaz. Buyurgan CHP’nin ruhu ve besin kaynağı olan bu bürokratik oligarşinin diktatörsel gücü zayıflatılır ve etkinliği ortadan kaldırılırsa, CHP’nin anıtkabir önündeki cenaze töreni kaçınılmazdır.

Kanlı inkılâplarla devlet kuran; din ve namus telakkisini ortadan kaldıran; halkı dini ve ırki düşmanlığa götüren; değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez despot ilkeleriyle silahlı güçlerine darbeler yaptıran; yargıyla rakip partileri kapattıran, hükümetin veya meclisin ekonomik ve sosyal kararlarını baltalayan; yahudi-mason felsefesini zorla milletimize dayatan; ideolojileri adına suç işleyen terörist canilere sahip çıkan; iftira ve komplolarla milletimizi birbirine kıydırtacak canavarları aklayabilmek için tanıkları tehdit ve rüşvetlerle caydıran; inanç ve ibadetlerini yerine getirmek isteyenleri fişleyerek eğitim ve çalışma alanlarından dışlayan; türbana yasak getirten, çağdaşlık adına ahlaksızlığı meşrulaştırarak zinaya serbesti kazandıran ve çocuk pornografisi gibi bir sapıklıkta Türkiye’yi lider yaptıran; ülkenin kalkınması, milletin birlik ve beraberlik içinde refah bir düzeye kavuşabilmesi için Bizanssı engeller oluşturan; ideolojik rejimin argümanlarıyla meclise, hükümete, Müslüman ve Kürt toplumlarına hayatı zehir eden ve devlete düşman kıldıran; hükümet ile bürokrasinin arasına fitne sokarak birbirleriyle çatıştıran; infial ve kaoslarla ülkeyi geren; kendilerini devletin sahibi halkı köle belleyerek ötekileştiren; milletin peygamberine ve vahye hakaret eden; dini öğretilere, ezana ve cami yapımına karşı çıkan; Kürt toplumunun katliamını savunan; laik olmayanları insan olmamakla aşağılayan; Müslümanların eşit haklardan yararlandırmayıp kamu alanları gibi belli sınırlara hapsettiren; halk iradesini anlamazlar ve bilmezler aşağılamasıyla devlet idaresine yansımasını sindiremeyen ve daha nicelerini savunan bir CHP ile uzlaşma ve işbirliği mümkün mü?

Müslüman milletimizin yüce peygamberi Hz. Muhammed’i (SAV) bir Arap tasarımı kabul ederek hakaret yapan, peygamberin muhatap olduğu vahyi reddeden ve irticayla özdeşleştirerek rejimin 1 numaralı tehlikesi ilan eden, Genelkurmay’ın “Kutlu Doğum Haftasını” kutlayan halkımızdan dolayı hükümet aleyhine yayınladığı 27 Nisan muhtırasına destek veren CHP ve Baykal’ın nasıl riyakar ve oportünist bir Lawrence olduğu; hayatında ilk defa katıldığı Kutlu Doğum Haftasıyla ortaya çıkmıştır. Yoksa Allah’a, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a iman mı etti? Ancak açıklamasında da anlaşılacağı üzere, öncesinde istişarelere ve uzlaşmalara kapılarını kapatıp burnundan kıl aldırmayan, laiklik ve Atatürkçülükten asla ödün vermeyen despot Baykal; “İslam dininde istişare şarttır. Bu istişare ister toplum hayatın da isterse de Meclis'lerde olsun şarttır.” diyerek, o savurduğu tehditlerin altında ezilmiş ve iman etmediği İslam’a mecbur kalacak kadar laik ilkelerini çiğneyebilmiş ve acınası bir duruma düşmüştür.

Seçimlerde çarşaflı Müslüman kadınlara rozet takıp, seçimler akabinde o parti rozeti taktıkları kadınların çarşaflarını hınçla parçalayan CHP’yi hatırlayın da, Kutlu Doğum Haftasına ne amaçla katıldığını idrak edebilin…

Azgınlıkta sınır tanımayan şeytan dostu CHP’yi muhatap kabul edenler, bilmelidirler ki bir daha asla yakalarını kurtaramaz ve onlar gibi azgınlığa sürüklenirler. Esasen bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm hükümetler ve toplumumuzun duçar olduğu esaret, halkı tutsak eden ve hegemonyası altında inleten CHP ile aynı mecliste yer almaları ve dayanışma içinde bulunmalarındandır.

Yapılmak istenen Anayasa Değişikliğinin mecliste değil, mutlaka referandum ile halka sunulmasının hayati yaptırımı dikkate alınmalı, hiçbir şart ve koşulda CHP’nin şeytani arzularına uyulmamalı ve hilelerine kanılmamalıdır. Zaten söz konusu hukuk ve adalet talebi, CHP’nin totaliter ilkeleri, otoriter ve statükocu buyurganlığından değil midir? Öyleyse nasıl oluyor da CHP’nin sinsi elinin dikkate alınabilmesi düşünülüyor? Cehennemden çıkan bir ele uzanılmaz…

Unutulmamalıdır ki Türkiye’de özgürce siyaset yapan yegâne ideoloji; CHP, Genelkurmay ve yüksek yargıdır. Varlığı ve amacı sekülerist Atatürkçü laik siyaseti gütmek olan Genelkurmay ve yargının siyaset dışı olduğu söylemleri tartışmasız gerçek dışıdır, dolayısıyla bağımsız ve tarafsız bir sistemin inşa edilebilmesi için yapılmak istenen değişiklik de, tamamen politikadan ve radikal ideolojiden arındırılarak tüm toplum fertlerinin düşünce, inanç ve ırkına bakılmaksızın ve hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın eşit bir hukuk ve adaletin mukim kılınmasıdır.

Eğer cesaret edebiliyorlar ise; bırakın CHP Anayasa Mahkemesine itiraz etsin, bırakın referandum kararını Anayasa Mahkemesi iptal etsin, bırakın silahlı Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri müdahale etsin…

CHP, görüntüde halkın önünü açacak bir siyasi kimlik taşıdığı halde insanların inançları ve ırklarıyla savaşmış; Genelkurmay, halkın güvenliğinden ve olabilecek tehditlere karşı savunmadan sorumlu olduğu halde sadece ideolojik siyasetle bütünleşip hükümetleri ve dindarları ya tehdit ya da alaşağı etmiş; yargı, hukukun gereği eşit ve tarafsız bir adalet dağıtmakla yükümlü olduğu halde ideolojik rejimi adına suç imparatorluklarına güç ve cesaret vermiş.

“Mal cimride, silah korkaklarda, karar da zayıflarda olursa düzen bozuktur.” Hz. Ebubekir

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur.21

İnsan değil; hayvan olamaz; öyleyse nedirler…

Vicdan, ancak erdemli insanlarda nükseden bir duygudur. Ne var ki benliksel üstünlük güden bio-mantıkçılar, insanı insan yapan duyguyu acziyet addederek acımasız bir düşünceyle özdeşleşip insafsızlığın her türlüsünü işlemekten haz duyarlar.

Ailesine, vatanına, milletine ve insanlığa faydalı bir ilim insan olabilmek maksadıyla suç çetelerinin değil de bilim saflarına katılmak isteyen Ümit Köse adlı bir vatan evladını inancından dolayı aşağılayarak, derin bir umut ve heyecanla girdiği YGS sınavından çıkartabilen Doç. Dr. Barbaros Okan’ı doğrudan sorumlu tutmak; faşist rejimi, anayasayı ve hükümeti aklamak olur.

Doç. Dr. Barbaros Okan ve Prof. Dr. Halit Çam gibi nice aydın şöhretli karalar, huzur ve güvende yaşayabilmeleri için canlarını veren şehit ana ve kardeşlerini türbanlarından dolayı zulmedebiliyor, horlayabiliyor ve eşit haklarını engelleyerek köleleştirebiliyorlarsa; hürriyet adına kurtuluş savaşı gerekmiyor mu? Geçmişte aynı tavrı gösteren Fransız askerine karşı başlatılan Maraş’taki bağımsızlık mücadelesinin amacı Müslüman kadınımızın örtüsüne bir saldırı değil miydi? Peki, bu cesareti ve teşviki nereden bulmaktadırlar?

Halkın yüzde altmıştan fazlası yargıya güvenmiyor; YARSAV’ın hükümet ve millet karşıtı gövde gösterisini protesto eden onurlu bir savcı, yüksek yargı üyelerinin teşvikleriyle polis memuru bir bayan tarafından zorla salondan çıkarılmak isteniyor; darbeleri ve darbe girişimlerini destekleyip hukuki manipülasyonlarla adaleti doğrayarak suçluları aklamaya çalışıp, yasamanın anayasa değişiklik kararına ve referanduma karşı toplu istifa tehdidinde bulunabiliyorsa; artık tuz kokmuş demektir.

Laik ve Atatürkçü putperest devletin Müslüman vatandaşlarına olan kin ve nefreti öyle doruğa tırmanmış ki, zirvedeki baskılar toplumda da ayrılıksı düşmanlığa yol açmakta, sokakta yürüyen veya alışveriş merkezlerinde dolaşan türbanlılar tacize ve hakaretlere uğramaktadırlar. Türbanlıların Atatürk Cumhuriyetinde barınamayacağı ile ilgili baskı ve saldırılar, kızgın ve yok edici lavların tüm ülkeyi saracak boyuta ulaşmasına zemin hazırlamaktadır. Müslüman milletimizin nasıl bir işgal altında esarete mahkûm olduğu tartışılmaz bir hal almıştır. İşte bu zinciri kısmi kıracak olan anayasa değişikliğine tepki gösteren lobiler, diktatörlüklerini kaybedecek olmalarının sancısını yaşamaktadırlar.

Yıllar önce türbanlı bir avukatı barodan atan Gümüşhane Baro Başkanını öldüren Osmaniyeli bir vatandaşı haklı gerekçesinden dolayı maddi ve manevi desteklemem, ne gariptir ki din ve vatan düşmanı aynı mihraklarca tepkiyle karşılanmıştı. Düşünce ve eylemlerinden de anlaşılacağı üzere; nasıl birer halk cellâdı katliamcı ve darbeci Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri oldukları ve Atatürk adına yapılan terör faaliyetlerini meşru sayabildikleri itiraflarıyla da ortadadır. Allah ya da millet adına yapılan suç, Atatürk yahut laiklik adına yapılan ise hukukî…

“Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur.” Platon

Bir yıl boyunca gece-gündüz uyumadan hazırlandığı sınava giremeyen o genç kızımızın psikolojik ve eğitim geleceği nasıl dengelenecek? Türkiye’de eşit haklardan yararlanabilmesi için laik veya putperest olmak zorunda mı? Acaba örtüsünü İslam’i amaçlı değil de hıristiyan ya da yahudi dinine bağlı bir inanışla gerçekleştirseydi, hak ihlali ve fiziki bir saldırıyla karşılaşır mıydı? Dinin hükümlerini belirleyen Allah mı, yoksa din karşıtı devlet mi?

İnsani hassasiyetler, yaşam hakkı, özgürlük, eşitlik, eğitim ve ibadet hürriyetinin Müslümanlara tanınmamak istenmemesine sessiz kalınabilinir mi?

Eğer haksızlık ve adaletsizlikleri devlet gidermiyor, suçluları ideolojik gerekçelerle ya aklıyor ya da cezalandırıyorsa; halkın müdahalesi gayrimeşru sayılabilir mi? Geçmişteki duruşumu bugünde sergilemekten imtina etmeyeceğimi, her kim haksızlığa sessiz kalmayıp hak edene gerekli karşılığı verirse; bilinmelidir ki maddi ve manevi her türlü destekte bulunacağımı beyan ediyorum… İnşallah, insanlıktan nasiplenmemiş o haçlı canavarlar, eş ve kızlarıma da aynı zorbalıkta bulunurlar!

Utanmadan İran, Afganistan, Suudi Arabistan gibi İslam ülkelerini dillerine dolaştırarak kadınlara baskı yapıldığını haykırır ama hümanist ve çağdaş maskelerinin altında sakladıkları gaddarsı ucubeliklerini sorgulamazlar. Yıllardır ülkeyi sömürüp mason felsefesini vahyi yok edebilmek maksadıyla sinsice yayan Süleyman Demirel’in “türbanlılar Suudi Arabistan’a gitsin” çağrısı, kendisini iktidarlara taşıyan Müslümanlara unutamayacakları bir ihanet olmuştu. Eğer Süleyman Demirel’in ölümü, ecelimden sonra gerçekleşirse, cenaze namazının kılınmaması ve hiçbir Müslüman’ın cenaze namazına katılmaması duyurusunda bulunacağım.

Diğer bir Anıtkabir Tapınak Şövalyesi bölücü ve terörist İlhan Selçuk ise; “türban, insan hakkı değildir” açıklamasıyla nasıl dâhili haçlılarca kuşatıldığımızı, anayasadan aldıkları bahadırlıkla ve iktidarsız hükümetin vurdumduymazlığıyla ahkâm kesebildiklerini ortaya koymaktadır.

Laik ve Atatürkçüler, Yahudi-Mason felsefesine tumturaklı bağlı bir örgüttür. Müslüman Türk düşmanı örgütün politik ve yayın sözcüleri CHP ve Cumhuriyet Gazetesinin masonik ve siyonist varlıkları, neden İslam’a ve Müslümanlara karşı acımasızlıklarına ve tahammülsüzlüklerine yeterli nedendir.

Özellikle milletimizi asimilasyona uğratan, Osmanlının parçalanmasında etkin olan, fikirleriyle terör örgütleri, amansız silahlı ve cübbeli darbecilere rehberlik eden Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, hem mason hem de Karaim tarikatına bağlı bir yahudiydi. Cumhuriyet Gazetesi, tartışmasız tarikatçı bir gazete ve gizliden gizliye yahudi çıkarlarını gözeten anlayışıyla İsmet İnönü döneminde palazlanmış ve Yahudi şirketlerine tüyü bitmemiş yetim haklarının peşkeş çekilmesinde o dönemin iktidarı CHP ile işbirliği yapmıştır. O gün nasıl demokrasi ve çağdaşlık propagandasıyla ülkeyi talan ettirmiş ise, bugünde aynı argümanlarla Müslümanları yönetimden uzaklaştırıp, Türkiye’yi İsrail’in hegemonyalığı altına sokabilme misyonuna devam etmektedir.

Şeytan gibi onlarda laneti temsil ettiklerinden insanlık aleyhine ne varsa bayraktarlığını yapmakla mükelleftirler. Asıl sorun ve hesap vermesi gerekenler şeytana karşı direnmeyen, hakkı ve adaleti müdafaa etmeyenlerdir.

Ümit Köse gibi nice vatan evladı kızımızın çığlıklarını umursamayanlar, bir çığlığın bir çığ meydana getirebileceğini bilselerdi, devekuşu misali o akılsız başlarını gömdükleri topraktan çıkarırlardı. Zaten geleceği fark edememelerinden günü kurtarma telaşına kapılmıyorlar mı?

“Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir.” Montesquieu

18 Nisan 2010 Pazar

Neyi tartışıyor, neden uluyorlar?

Herkes konuşuyor, çırpınıyor, yırtınıyor, dövünüyor ama bürokrasiye, meclise, hükümete girişin ‘kelime-i tevhidi’ olan laiklik ve Atatürk ilkeleri bağlılığı aynen muhafaza edilmektedir.

Devlette var olmak isteyen bir kimse; laiklik ve Atatürk ilkelerini bilmek ve tartışmasız inanmak zorundadır. Devlet; kural ve kanun koyucu olduğunu ilan ettiği Atatürk’ten başka hiçbir ilâhı ve hakikî ma'budu tanımamakta, laikliği de kişi hayatının en ücra köşelerine kadar nüfuz eden bir inanç olduğunun altını çizerek, içilen yemin ya da ant, bundan dolayı laikliğe, Atatürk ilke ve inkılâpları üzerine yapılmakta, hiçbir şart ve koşulda taviz verilmemektedir.

Oysa Fetullah Gülen, dinler arası diyalog temelinde vahye karşı gelerek; “Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümüne, yani 'Muhammed Allah'ın resulüdür' kısmını söylemeksizin ikrar eden kimselere de merhamet nazarıyla bakılmalıdır" inkârsı bir müsamaha gösterebildiği halde putperest devlet, hiçbir ödüne yanaşmamaktadır.
Kendileri anıtkabire gidip ibadetlerini yerine getirirken, ma’butları Atatürk’ün kılık ve kıyafet ilkesine tumturaklı bağlı kalırken, heykelinin önünde saygıyla tazimde bulunurlarken; neden Müslümanların ma’budu Allah’a yapılan secdeye, ilkesi olan örtüye ve hükümsü ibadetlerine karşı çıkıyorlar? Evrensel insan haklarına göre; herkesin dininde özgür olması, inanç ve ibadetinde hür olması zaruri değil mi? Öyleyse dertleri nedir?

“Ey Muhammed! De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” Kâfirûn.1-6

Yapılmayı düşünülen kısmi 'Anayasa Değişikliği', devletin laik ve Atatürkçü çizgisinden zerre kadar bir sapma göstermemekte, sadece halkı dışlayan bir avuç amansız diktatörün sınırsız otoritelerini ve ideolojik kayırmalarını kısmayı amaçlamaktadır. Yoksa temelde değişen veya değiştirilen hiçbir şey olmayıp, göstermelik dekorsu bir tadilât yapılmaktadır.

Sözde inandıklarını iddia eden Müslümanlar, tıpkı Atatürkçüler veya PKK’lılar gibi sözde değil özde iman edebilmiş olsalardı, Allah ve Resulünün verdiği hükümleri istek ve düşüncelerine göre seçmeye ve ezeli düşmanlarını hoş kılabilmek amacıyla saptırmaya kalkışmaz, dolayısıyla Allah’ın vaadi olan mutlak zafere ulaşarak, hor ve hakir bir alçalmışlığa mahkûm olmazlardı.
Güya şeriat savunucusu bir hoca laikliği talep edebiliyor, ilahiyatçısı batılılar yanlış anlıyor diye kelime oyunlarıyla ayeti değiştirebiliyor, malum efendi sırf hıristiyan ve yahudileri memnun edebilmek maksadıyla kelime-i tevhidi bozabiliyorsa; laik ve Atatürkçülere kızmak değil, bilakis samimi duruşlarından takdir etmek gerekir.

Bu sebeple vahyin emrettiği bir din ortadan kaldırılmış; laikleştirilmiş, liberalleştirilmiş, hıristiyanlaştırılmış, çağdaşlaştırılmış bir karma din muhkem kılınmıştır. Bu durumda Allah’ın yardım ve desteği mümkün olabilir mi? Haydi, ecelleri gelinceye kadar manipülasyonlara ve aldatmaya devam etsinler bakalım…

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab.36

Tıpkı Apo’cular ile Atatürkçülerin inançsal birlikteliklerin aynısını ilahiyatçılar ya da cemaat önderlerinde de görebilmekteyiz. Siyasilerin yapmaya çalıştığı anayasa değişikliğine teknik terminoloji gerekçesiyle karşı çıkan hukuk bilginleriyle Kur’an’ın anlaşılamayacığını iddia eden din âlimlerinin benzerliği, vazgeçilmez tanrısal bir yücelikte olduklarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla onları rehber edinmeden ne hukuku ne de dini anlamanın söz konusu olamayacağı paranoyası, maalesef toplumu etkileyerek yoldan çıkarmış, böylece anayasayı ve devleti onların egemenliğine terk ederek köleliğe razı olabilmişler, kulluğu da Allah’a değil önlerinde diz çöktükleri benliksi önderlerine yapmaktan sapıtmışlardır.

Apo’cuları Atatürkçüleri aynı kefeye koymama tepki göstereceklere açıklama yapma gereği duyuyorum. Her ne kadar farklı kulvarda mücadele ettikleri düşünülse de amaç ve hedefleri aynı olup, ırki ve İslam karşıtlığıdır.

Her iki düşüncede laik olmalarından sekülerist düzeni ve Evrim Teorisini savunmaktadırlar. Allah, peygamber ve Kur’an’ın Arap tasarımı bir dogmatik olduğunu ileri sürmeleri; dünyanın ilk insanları Âdem ve Havva ile cennet, cehennem, yeniden dirilme, ahret yaşamı gibi olayları ütopya olarak nitelendirmeleri; Allah’a bir şükran saygısı olan namazı bir spor ya da tiyatroyla özdeşleştirmeleri; Allah’a karşı farz olan kurbanı tam bir vahşet olmakla suçlayarak, kurban yerine, parasıyla yoksullara ve daha hayırlı işlere fon oluşturmak yararlı olacağı görüşleri; tüm ibadet uygulamaların çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenme talepleri; musevilik ve hıristiyanlığı İslam’dan üstün tutarak daha akılcı ve çağdaş değerlendirmeleri gibi birçok fikri bütünlükler…

Acımasızlık, cinayet, baskı, tehdit, komplo, kumpas, ayırımcılık ve katliamda da birbirlerinden ne üstünlükleri ne de alçaklıkları vardır. Zaten darbe girişimleri ve eylemlerle ilgili deşifre olan ilişkileri de birlikte hareket ettiklerini ispatlamış, düşünce ve davranışlarından da sınırsız vicdansızlıkları her boyutuyla anlaşılmıştır.

Milletin özü olan Allah’a yönelişi jakoben putperestleri öyle tedirgin etmiş ki, irtica senaryoları tutmayınca PKK gibi bir canavarı milletin başına belâ ederek devlete hükmeden silahlı ve cübbeli Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine muhtaç bırakmış, perde arkasından yönlendirdikleri yasadışı teröristleri silahlandırarak ve bilgilendirerek; hem masum askerlerimizi hem de sivillerimizin kanını içmişlerdir.

Onlarla da yetinmemişler, laik ilahiyatçı ve hocaları sübvanse ederek ve Müslüman kimlikli politikacılara kapı açarak ideolojilerinin vazgeçilmez çağdaşlığını ve çakma demokrasisini işletmiş, böylece ortada ne vahiy kalmış ne siyaset ne de vatan uğruna canlarını feda eden şehitler…

Bizans döneminde dahi duyulmamış entrikaların diz boyu sürdüğü Türkiye’de ne âlimine ne bilim adamına ne politikacısına ne Genelkurmayına ne yargısına ne de bürokratına güven kalmıştır.

Laikliği ve Atatürk ilkelerini İslam’dan ve Allah’ın ilkelerinden üstün tutan ve hayat felsefesi yapan bir kimse asla Müslüman değildir. Amansız bir İslam düşmanı ateist Apo’yu önder edinen PKK’yı ya da partisi BDP’yi destekleyen de asla Müslüman değildir. Irki bir milliyetçiliği savunan da asla Müslüman değildir. İnsanlardan ya da devletten korkup, Allah’ın düşman kıldığı kimselerin ve dinlerin çıkar maksatlı rızalarını gözetebilmek gayesiyle dinsel işbirliğine girenler de asla Müslüman değillerdir.

Daha da açık söylemek gerekirse; Allah’ın ayetlerini yok sayan laik rejimi ve Atatürkçü düzeni meşrulaştıran bir destekte bulunanlar da Müslüman değillerdir.

“İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığı satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridirler.” Maide.44

Sakın ha, o tanrısal önderleriniz sizlere cennet vaat etmişken bir anda kâfir olabileceğiniz bir ayetle karşılaşmanızdan kaygılanmayınız. Yine onlara bir danışın! Her şeyi onlar bildiğinden ve peygamber varisleri olduklarından mutlaka bir çıkış yolu bulurlar. Ben cahilim, bana aldırış etmeyin…

Siyasi önderleriniz de sizlere hürriyet, bağımsızlık, iradesel egemenlik, refah ve güvenli bir hayat taahhüt etmişken sabretmeye devam ediniz. Onlar hıristiyanların veliaht isa’sı gibi Yaratıcı ile müşterek karar verebilen, gaybı bilebilen ve yazgısını aşabilen mutlak bir kudrete sahiptirler. Ben cahilim, bana aldırış etmeyin…

“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.” Sokrat

15 Nisan 2010 Perşembe

ÇYDD’nin genelev izin belgesi var mı?

Sanırım dünya kamuoyu; bundan böyle T.C.’nin hukuk, adalet, demokrasi ve bağımsızlık gibi kavramları kullanmasına karşı çıkar ve işlenen hukuk cinayetlerine tepki gösterir. Darbe ve katliam planlayıcılarını tahliye edip koruma kalkanına alan HSYK ve Genelkurmay’ın meydan okuyuşlarına her ne kadar onurlu savcı ve hakimler vicdan ve adalet adına mani olsalar da, yürekleri kan ağlayan milletimizin devlet ve vatan sevgileri haykırışlarını engellemekte, dolayısıyla derebeyi lordları yetkilerini fütursuz ve vicdansız bir sınırsızlıkta kullanarak, hem milletle hem de hukukla dalga geçebilmektedirler. Bakalım sürdürülen İstiklal mücadelesinde millet mi, yoksa Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri mi galip gelecek?

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği namıyla faaliyet gösteren kuruluşun bürokratik oligarşi Genelkurmay ve yüksek yargı, Atatürk Düşünce Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı, laik medya ve CHP gibi ideolojik birliktelikleriyle milletimizin din, namus ve kültürlerini biçen misyonları, artık deşifre olan skandallarıyla had sayfaya çıkmıştır.

İslam’a ve Müslümanlara öyle tahammülsüzdürler ki, rejimin temel politikası olan vahiy düşmanlığı güncelliğini korumakta, rütbeli, cübbeli, kalemli ve hitaplı otokratçıların her türlü baskı, tehdit, vicdan ve hukuk tanımaz insafsızlığı, şiddet ve nefretle devam etmektedir.
Bilimle hiçbir ilişiği olmayıp, tamamen cinsellik, teşhircilik, zina, fuhuş, görsellik, kozmetik ve ahlaksızlık amaçlı çağdaş yaşam felsefesi; nefisleri tahrik eden manipülasyonlarla iffetli ve masum kızlarımızı eğitim ve aydınlık adına seks objelerine dönüştürmekte, dolayısıyla sözde çağdaş Türkiye’nin gelecekteki çağdaş kızları, ancak böylesi bednam bir devşirmeyle erdemliklerinden koparılmaktadırlar. İfade ettikleri gibi Anadolu’daki kızlarımızı geleceğin sigortası öğretmen ya da bilim insanları mı, yoksa fahişe yahut ajan mı yapmak istedikleri dikkatle irdelenmelidir.

Anadolu’nun sevgi ve saygıyla bütünleşmiş ahlak simgesi yoksul kızlarımızı bursla tuzaklarına düşürerek, yeni mezun olmuş ve kurs aşamasındaki teğmenlere, bürokratlara, gazetecilere ve öğretim görevlilerine servis yaptıkları belgelenen ÇYDD; üstlendiği genelev faaliyetiyle ilgili resmi bir izin alıp almadığı, yok ise kadın satıcılarına uygulanan yasalar doğrultusunda millet adına yaptırıma gidilip gidilmediğini bilmiyorum.

Sloganlarında “Her Kızımız Bir Yıldız” ilkesini vurgulayan ÇYDD, acımasız bölücü ve terörist Doğu Perincek’in önderliğiyle Deniz Eğitim Öğretim Komutanlığı ile ortaklaşa yürüttükleri 'Deniz Yıldızı' ve ‘Karargah Evleri’ projesi, ne acıdır ki kadın, para ve uyuşturucu gibi fevkalade insanlık dışı araçlarla evlatlarımızı baştan çıkarmakta, dinlerine ve halkına düşman kılmaktadırlar.

Ergenekon soruşturması kapsamında operasyon düzenlenen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Çağdaş Eğitim Vakfı ile ilgili MİT ve Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın istihbarat raporlarında ürpertici ve çarpıcı bilgiler yer almaktadır.Sadece burs verdikleri kızları servis yapmakla kalmayıp, servis yapamayacaklarından dolayı kapılarını kapattıkları türbanlı kızlarımıza karşın terör örgütü PKK üyesi öğrencilere de burs verebilmektedirler. Ancak onunla da yetinmeyerek çağdaş ve laiklik karşıtlığını yalnızca İslam aleyhine kullanıp, hıristiyan misyonerliği de yapmaktadırlar.

MİT’in 24 Nisan 2001 tarihinde hazırladığı raporda, ÇYDD ve ÇEV vakıfları misyonerlik faaliyetlerinin Türkiye ayağını oluşturduğuydu. Bu iki vakıf, Dünya Kiliseler Birliği'nin ülkemizdeki temsilcisi durumundaki Amerikan Board şirketi tarafından desteklenmekte ve finanse edilmektedirler. 1830'lu yıllardan beri ülkemizde faaliyet gösteren Amerikan Board adına Türkiye'de faaliyet gösterdiği belirtilen Sağlık ve Eğitim Vakfı'nın mütevelli heyetinin başında ise ÇEV Başkanı Gülseven Yaşer'in eşi Yaşar Yaşer bulunmaktadır. ÇEV’in ikinci başkanı ise ünlü darbeci ve terör örgütü elebaşçısı olmaktan yargılanan Org. Şener Eruygur’dur.
Ergenekon davasının 2. İddianamesinde; ÇYDD ve ÇEV'in Org. Şener Eruygur tarafından kurulan Cumhuriyet Çalışma Grubu'nun talimatıyla oluşturulan Ulusal Birlik Hareketi Sivil Toplum Kuruluşları Platformu ile birlikte hareket ettiği belgelenmiştir.

Genelkurmay'a bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın hazırladığı raporda da ÇYDD ve ÇEV'in Dünya Kiliseler Birliği'nden yüklü miktarda para yardımı aldıkları belirtildi. Raporda, vakıfların üst düzey yöneticilerinin vakfa yapılan yardımları burs adı altında kendi yakınlarına havale ettikleri, yurtdışında faaliyet gösteren yasadışı örgütlerden bağış adı altında para aldıkları deşifre oldu. Söz konusu rapor da, özellikle Amerikan Protestan mezhebini yaygınlaştırmaya çalışan yabancı kuruluşlar ile aralarındaki para akışının miktarları tarihleriyle birlikte verilmektedir.

MİT'in değerlendirmelerinde Atatürk bayraktarı ÇYDD'nin, Atatürk ilke ve inkılaplarını kalkan olarak kullanıp birçok kişi ve kuruluştan yardım adı altında para topladığı, ilgili bakanlıklardan izin almaksızın yurtdışından yardım aldığı, hiçbir yasal dayanağı olmadan kamuoyuna kendisini Sivil Toplum Kuruluşları Birliği olarak tanıtan çeşitli dernek ve vakıflarla işbirliği içerisinde oldukları kayıtlara geçti. Ayrıca örgütlenmenin depremzedelerin zor durumlarını suiistimal ederek misyonerlik faaliyetlerinde bulunduklarına da dikkat çekildi.

Ne acıdır ki Atatürkçü, laik ve çağdaş olmalarından hiçbir yasa kendilerine işlemiyor, bilakis hizmetlerinden dolayı arşa yüceltilerek övgüler dizilebiliyor. Zamanında ünlü genelev patroniçesi Manukyan’a yıllarca madalya veren bu devlet değil mi?

Belki kimileriniz, sıcağı sıcağına yaşadığımız hukuk cinayetleri de o ideolojik amaç ve düşmanlıkla yapılmıyor mu diye düşünebilir…

Artık büsbütün materyalistleşmiş halkımızın bir kısmı da, burslu eğitim sevdasıyla şeytana çocuklarını emanet ediyor ve geriye aldıklarında ise kendilerine hasım bir yabancıyla karşılaşıyorlar.

İşte gerçek ÇYDD, işte ÇYDD’nin metinlerdeki ülküsü! ÇYDD; Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak amacını güden Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, ülkenin “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkması” ülküsü için bilgi, beceri ve deneyim birikimiyle, gönüllü çalışan bir sivil toplum örgütüdür.

- Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak
- Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları (Kardelenler)
- Baba Beni Okula Gönder
- Meslek Liselerinde Elektronik Eğitimi Alan Gençlere Destek
- Bilgi Toplumu Kızları
- Her Kızımız Bir Yıldız
- Geleceği Taşıyan Kızlar
- Geleceğin Sigortası Kızlarımız
- Geleceğin Aydınlık Kızları

Sadece burs verdikleri kızlarla, orduyla, yargıyla, bürokratlarla, gazetecilerle ve öğretim görevlileriyle yetinmemişler, yardım adı altında Türkiye’nin tüm okullarına da zehirlerini akıtmışlar.

Daha yeni bir haber olarak kamuoyunun dikkatine sunulan olay, ÇYDD’nin tıpkı burs misali Ordu'nun Ünye ilçesindeki ilköğretim okullarına gönderdiği bedava kitap kolilerinin içinden misyonerlik notları, pornografik cinsellik içerikli dokümanlar çıkması, nasıl sinsi ve şeytani olduklarına apaçık delildir.

Müslüman milletimizi her yoldan deşmeye çalışan dahili haçlıların eğitimdeki cenapları ÇYDD ve ÇEV’in “ATATÜRK ÇOCUKLARINA ARMAĞANIDIR!” mührüyle sözde ilim adına dağıttıkları kitapların misyonerlik ve pornografi içermesi, daha ana kuzusu ilköğretim çağındaki çocuklarımızı din, vatan ve kardeşlik düşmanlığına aşılamaktadırlar. Diğer taraftan ise, sırf Kur’an Kursuna gidip dinlerini öğrenmelerinin önüne geçebilmek için eğitimi sekiz yıla çıkardıkları da unutulmamalıdır.

En ezeli haçlıların bile yapmadıkları Müslüman düşmanlığını hikaye kitaplarında öyle vurguluyorlar ki, Müslümanları, Hıristiyan kentini ele geçirip Hıristiyanları kireç kuyularına atan insanlar olarak göstermektedirler. Başka bir hikayede ise küçük bir çocuğun annesiyle enseste varan ilişkisi anlatılmaktadır. Eee, ne yaparsınız, çağdaşlık işte böyle bir şey… Onlara göre çağdaş olabilmenin temel prensibi bilim değil; İslam düşmanlığı, cinsellik ve her ilişkinin serbest olduğu bir sapıklık!

Oysa Genelkurmay’ın 27 Nisan Muhtırasında ortaya koyduğu gerekçe, neden ÇYDD, ÇEV ve SEV gibi misyonersi ve genelevsi kuruluşların dokonulmazlığını ve ahkam kesebildiğini açıkça kanıtlamaktadır.

“Şanlıurfa'da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş. Ayrıca, Ankara'nın Altındağ ilçesinde 'Kutlu Doğum Şöleni' için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli'de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli'nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.”

İşte laik Türkiye… Başka söze ne hacet var?

11 Nisan 2010 Pazar

Apo insafa gelebilir ama Baykal asla…

Aslında yaratıkların büyük gölgeleri güneşin battığına her ne kadar açık bir delil ise de insanların bu gerçeği kavrayamamaları ancak lanetlenmişliklerinin bir sonucudur.

İdol belledikleri ölü ya da diri kurtarıcılarının ardına takılarak sözde aydınlığa, hidayete, refaha veya özgürlüğe kavuşacaklarını sananların gerçeği görebilmeleri, işitebilmeleri ve algılayabilmelerinin söz konusu olamaması akli değil kaderseldir. Yoksa akılları oldukları halde muhakeme edemeyip yanlışlıkta ısrar edebilmeleri ve tartışılmaz kanıtları umursamamalarının başka türlü izahı mümkün değildir. Zaten Yaratıcı Allah da kadersel mührü özellikle vurgulayarak, onlar mucizeler de görseler yine söz dinlemez, kulluğu ve doğruyu yol edinmezler buyurmuyor mu?

Bu sapıklık gerçeğini bizzat derinden yaşadığımız Türkiye; zorba, gaddar, riyakâr ve yalancı önder gölgelerin ahkâm kestiği, coşturdukları toplumların düşünen insanlar değil de sanki ne düğü belirsiz tutsak yaratıklar olduğunu gözler önüne seren bir ülke olarak; kaçınılmaz insani haklardan dahi vazgeçilebildiği, kendileri yerine başkalarının yargılarıyla güdülen milletsi bir yığın oldukları aşikârdır.

Geçen akşam habertürk adlı bir televizyon kanalında cübbeli, sakallı ve aynı zamanda CHP ile çıkar işbirliğine girişmiş hoca’nın ”Batı’daki gibi bir laiklik istiyorum” açıklaması üzerine, sunucunun “laikliğin ne olduğunu biliyor musunuz” şaşkın sorusu üzerine, “özgürlüktür” cevabı; sözde şeriatı, Allah’ın hükümlerini savunduğu sanılan bir hocanın ya cehaletini ya da münafıklığını ortaya koymuştur. Yoksa İslam, o özgürlüğü, barışı, hak ve adaleti tesis etmiyor mu ki laikliği bir yaşam felsefesi olarak kabullenebilmektedir? Acaba laikliğin; Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden seküler, yani din-dışı bir düşünce olduğunu bilmiyor mu? Onu izleyen ve her söylediği söze kayıtsız itaat eden yığınlarda mı bilmiyorlar?

Sadece din adamları mı? 1980 ihtilalına karşı çıkan ve 1982 anayasasını darbecilerin yaptığı totaliter bir dayatma olduğunu savunanların adaleti yağmalamak, yargı üyelerini ideolojileri lehine caydırabilmek ve hukuk karşısında hesap vermemek adına Politbüro mantığıyla kurdukları HSYK’yı laik ve Atatürkçü rejimin bir teminatı olarak himaye etmeye kalkışan oportünist riyakârlara ne demeli?

Sırf vahyi ve Mutlak İrade’yi dışlayabilmek gerekçesiyle özgürlük ve demokrasi aldatmacalarıyla mıhlanan laik düşünce ve putperest devlet; Türkiye’de yaşanan bölünmelerin, düşmanlığın, terörün, kayırmacılığın, yoksulluğun, isyanın, vicdansızlığın, haksızlık ve adaletsizliklerin yegâne sebebidir.

İşte bu laik ideoloji gereği benliğinin esiri olup Kürtçülük adına binlerce vatandaşını katlederek halkını gözyaşına ve acılara boğmak suretiyle perişan eden Abdullah Öcalan, aslında rejimin kışkırttığı ve laik düşüncenin doktrinleriyle hareket eden bir suçludur. Ancak düşünce ve eylemlerini Atatürk ulusçuluğu lehine değil de Kürt milliyetçiliği hesabına amaçlamasından kendisi teröristlikle yaftalanmıştır. CHP’li Nazi Onur Öymen’in Atatürk’ü referans göstererek Kürt ve Alevileri topyekûn katletmek fikri, Apo’nunkinden çok daha korkunç olmasına rağmen; rejim bayraktarları kendisini suçlama bir yana, Deniz Baykal başta olmak üzere tamamı sahiplenmiştir.

Yıllardır laiklik ve Atatürk milliyetçiliği hedefine akıtılan kanlar, zorbalıklar, zulümler, yasaklar, darbeler ve katliamlar devletin oligarşik Anıtkabir Tapınak Şövalyelerince yapıldığından meşru sayılmış, asıl terörist ve katillikle suçlanması gereken idamsı failler, vatan-cumhuriyet edebiyatıyla aklanmışlardır.

Onca dehşetsi darbe planları, millete ihanet belgeleri ve özellikle vahye iman etmiş Müslümanları katletme, hapsetme ve işkencelerle yıldırma düşünceleri sözlü ve yazılı kanıtlarla deşifre olmuşken, üniformalı ve üniformasız mücrimlerin tahliyeleri ve korunup kollanmaları, Türkiye’nin bir hukuk devleti değil ataist (Kemalist) diktatörlüğüyle idare edilen totaliter bir derebeylik olduğunu ortaya koymuştur.

Apo ve bir avuç çetesiyle, meclisi ve hükümetleri dize getiren CHP ve Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri kıyaslandığında; kimin daha cani ve tehlikeli olduğu son derece alenidir.

Onlar için bu ülkede vahye iman etmiş bir Müslüman özgürce yaşayamaz, eşit haklara sahip olamaz, iktidara gelemez, kendilerini yönetecek ve diktatörlüklerinin aleyhine millet lehine yasa çıkartabilecek bir çoğunlukta ve makamda bulunamazlar. Anti laik ve Atatürkçüler köledir, laik ve Atatürkçü cumhuriyet var oldukça köle kalmaya mahkûmdur despot anlayışları; bitmez tükenmez çatışmaları, ayrılıkları, kutuplaşmaları, nefretleri, ihanetleri ve acımasız planları doğurmaktadır.

Bu sebeple gerek Genelkurmay’ın deşifre olan darbe planları, gerek yüksek yargının rejim lehtarı suçlu aklama ve gözetleme operasyonları, gerekse CHP’nin cumhuriyet ve demokrasi adına avukatlığı, işbirliği ve destekçiliği, aslında anormal sayılmamalıdır. Her ne kadar gizlenmek istense de soğuk bir savaşın sürdüğü, her geçen gün ısınarak, kaderce belirli o günde patlak vereceğine hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Hiçbir halkın haykırışını ve dirilişini silahlar susturamaz. Ancak para, marka, sanatçı, futbolcu ve uçkuru peşinde koşan yığınların susmalarına “HÖD” bile kâfidir.

Devletin temelini bombalayan öyle ideolojik bir yargı duvarıyla çerçevelenmişiz ki, meclisten çıkan kararları iptal edebilme müstebit yetkilerinin yanı sıra referandum dahi onların iznine bağlıdır. Açıkça da anlaşılacağı üzere anayasa da yazılı olan millet egemenliği, meclis iktidarı veya millet adına alınan yargı kararları pratikte hiçbir anlam ifade etmemekte, halkın, ideolojik askeri ve cübbeli despotizmin kuşatması altında süründüğü her alanda görebilmektedir. “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon

Halkın seçtiği meclisin özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik adına yekvücut karar alamayıp statükoyu devam ettirici bir bölünmüşlüğü sergilemesi diktatörlüğü indirememekte, dolayısıyla millet aleyhine düşünülen ve yapılan tertip ve eylemler demokrasi gerekçesiyle hukuklaşabilmektedir.

Tamamen milletin egemenliği, eşitliği ve hukuku adına yapılmak istenen Anayasa değişikliğine kıyametsi bir tepkiyle feryat eden jakobenler, anayasanın toplumsal bir uzlaşı olduğunu ve uzlaşmayla çıkabileceğini ifade etmeleri; halkımızı aptal sanmalarından alçaltıcı bir hakarettir. Bu millet zannettikleri gibi gerçekten o kadar salak mı ki, seçtikleri hükümete bile tahammül edemeyen, inançlarına hakaret eden, varlıklarına katlanamayan, gördükleri yerde aşağılayarak dışlayan, iktidarda oldukları halde darbe ve provokasyonlarla kıyım planlayan azgın ve acımasızların uzlaşma manipülasyonlarına kansın? Acaba ünlü Müslüman Türk düşmanı şeytan Vlad Tepeş’ten ne farkları var?

CHP ve Genel Başkanı Deniz Baykal’ın darbe planlarına, teröristlere, suçlulara, tanıklara müdahaleye, millet aleyhine düzenlenen komplolara sahip çıkarak failleri açıktan müdafaa etmesi, hatta avukatlığını ilan edebilecek kadar fütursuzca doğrudan desteklemesi, aslında ideolojik fanatizmden bakıldığında pek yadırganmamalıdır.

Demokrasi öyle sihirli ve tutsaklığı meşrulaştırıcı bir parola ki darbecisi de, katliamcısı da, mevcut durumu savunanı da bir can simidi misali sarılabilmekte, böylece demokrasinin boyundurukçu, jenositçi ve despotçu düşüncelere de deva gizemi sürebilmektedir. Oysa demokrasi, kavramsal amacının aksine Mutlak İrade’ye karşı insanı etkin ve üstün kılan sinsi bir terminoloji olup, Allah’a inanıp iman edenlerin demokrasi talepleri inandırıcı bulunmamakta ve hedef için bir araç olarak kullanıldığı varsayılmaktadır. Demokrat olabilmen için mutlaka özde laik veya sekülerist bir düşünceye sahip olma zorunluluğu vardır.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Anıtkabir Tapınak Şövalyelerini arkasına alarak dilediği gibi meydan okuyup, halkın iktidara gelmemesi adına çevirdiği entrika ve komplolar, Abdullah Öcalan’ı kuzu masumluğuna dönüştürmüştür. Deniz Baykal’ın halkına karşı böylesi acımasızlığı ve fırsatını yakaladığı an en zalim diktatörlere bile rahmet okutturacak kin ve nefreti, üslup ve lafebeliğindeki üstün yeteneğiyle dikkatlerden kaçsa da, acıtıldığı anda saklamayı başaramadığı refleksleriyle de açığa çıkmaktadır.

Bu sebeple ideolojisine bağlı silahlı güçlerin yanı sıra yargıdaki hâkimiyeti, ne kadar güçlü olduğuna açık bir delil olup, bundan ötürü milletin peygamberine küfredebilen, halkının bir bölümünün katlini savunan, Müslüman halkının kılık ve kıyafetlerine savaş açabilen, terör örgütlerine arka çıkabilen, tehdit ve şantajlarla hükümete, meclise ve Müslüman halka korku salan nasıl organizeli bir çete oldukları ortadadır.

Apo’dan çok daha insafsız ve insaniyetsiz Deniz Baykal’ın, tıpkı Apo’nun peşine düşenlerin mahvı misali çok daha şiddetli bir acıya ve hüsrana uğrayacakları kesindir.

Herkes şunu çok iyi bilmelidir ki ülkenin bağımsızlığı, bütünlüğü, refahı ve güvenliği için Deniz Baykal’ın da İmralı’ya gönderilip ömür boyu hapsedilmesi abartı sayılmamalıdır.

Anayasa değişikliğindeki totalitarizminin bel kemiği yüksek yargı ile ilgili yeterli olmasa da yapılmayı düşünülen açılım, necip milletimiz için büyük bir fırsattır. Ne Baykal ne Bahçeli ne köşe bucak dolaşan sözde hukukçu şaşkınlarına ne de medya borazancılarına itibar edilmemeli, Ak Parti ile doğrudan ilgisi olmayan referandumun Türkiye’de söz sahibinin askeri ve cübbeli darbecilerin değil millet olduğunu kanıtlamak açısından hayati bir yükümlülük taşıdığı akla ve kalplere nakşedilmelidir. Temelinde adalet olmayan bir devlet, ancak tabela devletidir.

“Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır.” İhering

7 Nisan 2010 Çarşamba

Diplomat mı, harem oğlanları mı?

Devletin laik, halkın Müslüman oluşu öyle korkunç bir ikilem doğurmuş ki, içeride ve dışarıda yaşanılan kimlik kargaşası hem devleti hem de milleti derinden deşip hasımsı bir ayrılığa sebep olmuştur. Türkiye, her ne kadar Müslüman bir şöhrete sahip olsa da diplomatların laik oluşu İslam karşıtı düşünce ve tavırları muhkem kılmakta, böylece Müslüman kimliğinden utanır hale gelmelerinden İslami tüm organizeler aleyhine bir duruş sergilemekte; hak, adalet veya çıkar adına olsa dahi bir birlikteliğe ve ortak değerlere sıcak bakmamaktadırlar. Şüphesiz laik devletin ve batılıların yüz akı olabilirler ama Müslüman milletimizin ve İslam âleminin yüzkarasıdırlar.

Dünya kamuoyunda kimliği ve inancı tartışılmaz olan halkımızı batı beğenili çağdaşlık kompleksleriyle devşirebileceklerini ya da öyle sanılmalarına çalışan diplomat bozuntularının içsel karmaşıklıkları, ülkemiz aleyhine fevkalade tehlikeli bir vahameti etkin kılmakta, bu sebeple siyasi, sosyal ve ekonomik hiçbir başarı kaydedememektedirler. Kimlik keşmekeşliği taşıyandan daha sefil kim olabilir?

Cansız vitrin mankenlerinin bile daha dinamik ve cevval olduğu bir görselliği dahi beceremeyen sofistike diplomatlarımızın verdiği zararları kadim düşmanlarımız başaramamaktadır.

Balon misali zanlarınca havada uçan ancak bir iğnenin değmesiyle havaları sona eren kişiliksizlerin hak etmedikleri temsilcilikleri, neden geçmişin süper gücü Müslüman Türk Milletinin layık olduğu seviyede değil de artıklara mahkûm bir müstemleke olabildiğine açık delildir. Kendi vatandaşına ve dindaşına tepeden bakarak buyurgan kesilen ama batılı bir seksi yıldıza bile kul köle olan diplomatlarımız, kimileri belki ağır karşılayacak lâkin köpekler kadar sadık olamadıklarını ortaya koymaktadır. Milletimizi aşağılayanlara dahi secde ederler.

“Türkiye’yi mahveden vitrin mankenleri” başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi; laik ve putperest, yani materyalist düşünceyle yetişmelerinden samimi bir vatan ve millet sevgisi taşımamakta; vicdan, merhamet, fedakârlık, adalet ve cesaret duyguları tatmamalarından benliklerini tatmin edebilmek maksadıyla mastürbasyonsal bir görev ifa etmektedirler. Zaten dış politika konularında duygusallığa hiç yer vermedikleri temel ilkeleridir. Misyonlarının tamamen teknik olduğunu vurgulayarak; uluslararası ilişkilerde esip gürlemenin, hak aramanın, karşı durmanın ve kınamaların bir anlamı olmadığının altını çizmeleri, Türkiye’nin nasıl bir odalığa dönüştüğüne yeterli kanıttır. Onurluca hak ve adalet peşinde koşmaktan, caydırıcı olabilmekten ve çıkarları korumaktan aciz temsilciler, maalesef duygunun, bağımsızlığın, güç ve şerefin ne olduğunu bilemediklerinden insani tavırda sergileyememektedirler.

Diplomasiyi muğlâklıkla meşrulaştıran duygusuz balonların görevlerini ahlaki temelde değil de mesleki zorunlulukta değerlendirmeleri, neden ülkemizin ağır yaptırımlarla karşı karşıya kaldığını, maddi ve manevi bedeller ödediğini ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle açık ve anlaşılabilir bir kararlıkla Türkiye’yi savunmayıp sadece ima ile yetinmelerindendir ki her platformda aşağılanıyor ve dışlanıyoruz.

Ülkemizi mahvedip çukura gömen harami diplomatlar, bürokrasinin en berbat en yeteneksiz ve en kifayetsiz düzencileridir. Böylesi çalımlı, şatafatlı, şanlı ve şöhretli müsveddelerle temsil edildiğimiz müddetçe; ne alnımız yerden kalkar, ne artıkçılıktan, kölelikten ve paylanmaktan kurtulabilir, ne de bir düşmana ihtiyacımız kalır. Çünkü onlar, ancak ya harem oğlanlığı ya da protokol çalışanlığı yapabilirler…

Müslüman milletimizin ve dinin düşmanlarını dışarıda aradığımızdan içerideki hainleri fark edemiyor, asıl handikap çıkaranların ve çelme takanların varımızı yollarlında harcadığımız diplomatlar olduğunu kestiremiyoruz. Kişiliksiz ve karakteri bozuk sunî mahlûkları temsilci atamamızdan muhteşem bir ağaç misali Türkiye’yi doğruyoruz. Abraham Lincoln der ki; “Karakter ağaç ise, şan ve şeref de o ağacın gölgesi gibidir. Biz hep gölgeyi düşünürüz. Oysa karakter ağacın kendisidir.”

Türkiye'nin üçüncü dünyaya yönelik başlattığı çok yönlü siyasi ve ekonomik ortaklık üzerine kurulu dış politikası başta Müslümanlar olmak üzere üçüncü dünya halkları arasında belki heyecanla takip ediliyor ama harem oğlanı diplomatlar, hem bölgede hem de dünyada gelişen itibara ve umuda bariyer oluyorlar.

Yaklaşık otuz yıl önce, yirmi iki yaşındayken brifing vermek amacıyla davet edildiğim Mısır Milli Savunma Bakanlığında üst düzey bir general; “Siz din mi değiştirdiniz” diye şok edici bir soru yöneltince; hayır, nereden çıkardınız, adım Mehmet Ali dedim. Bunun üzerine masasının çekmecesinden Kur’an’ı Kerimi çıkarıp gelişigüzel bir sayfa açarak, oku dedi. Ancak iş hayatı ve debdebeli dünyanın cazibesine kapıldığımdan çocukluğumda öğrendiğim Kur’an okumayı unutmuştum. Ne var ki Yüce Allah öyle bir yardım etmişti ki, açtığı sayfa “Yasin Süresi” olup, ezberimde kalanı okumaya başlayınca, ‘tamam’ diyerek kutlamıştı. Kendisine neden böyle bir şüphe içinde olduğunu sorduğumda; Kahire’de görevli büyükelçi ve diplomatlarınızdan dolayı demişti.

Aynı şikâyetle Güney Kore’de de karşılaşmış, işbirliği yaptığım şirketin üst düzey yöneticisi Mr. Muhammed C. Kim, Seul’de yapılan Cami’ye Türk Büyükelçiliğinin ne maddi ne de manevi hiçbir desteği olmadığını, caminin açılışına tek bir diplomatın gelmediğini, cuma namazlarına hiçbir elçilik görevlisinin iştirak etmediğini, Müslüman ülke büyükelçilerinin bir araya gelip Kore’deki Müslüman sorunlarıyla ilgili düzenledikleri toplantılara katılmadıklarını, oysa İslam’ı Türklerden öğrendiklerini ifade ederek, fevkalade derin bir elem ve keder duyduklarını açıklamıştı. Ve son olarak da “Türk diplomatları Müslüman değil mi?” diye kahredici bir soru sormuştu. Onların Müslüman değil laik olduklarını söyleyince de, o ne demek diye şaşırmıştı. Her ne kadar ateistliğin siyasi terminolojisi olsa da, laikliği savunan Müslüman kimlikli ahmaklarda gerçekte ne olduğunu bilmiyorlar.

Bunun gibi binlerce örneğe herkesin şahit olduğu tartışılmazdır. Geçen gün okuduğum bir haber, hükümetin değişip Başbakan R.Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu gibi muhafazakâr idarecilerin iktidarları mevzubahis olsa da; laik diplomatların İslam aleyhtarı düşünce ve davranışlarının hiç değişmediği aşikârdır.

İspanya'da Müslümanların geçtiğimiz yıl organize ettiği ve Türkiye Büyükelçiliği'ni de işbirliği yapmaya davet ettikleri fuara Türkiye'nin Madrid Büyükelçiliği'nin katılmadığı ve işbirliğini de reddetmesinin sorumlusu kimdir? Faşist laik sistem ve Atatürk diktatoryası var olduğu müddetçe hükümetlerin iktidarları hiçbir anlam ifade etmemekte, laiklik ve anıtkabir putperestliğine bağlı sadakatin aynen devam ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu bir de devlet ve diplomatlar kavrayabilse, zaten hiçbir sorunumuz kalmaz… Ancak hükümetin bir devlet olduğu gerçeği diktatörlerce reddedilmektedir.

Birkaç gün önce ziyaretime gelen Arap ülkesindeki yedi yıldızlı bir otelin üst düzey yöneticisi arkadaşım; “Kısa bir zaman önce atanan büyükelçiye hoş geldin hediye paketi hazırlayarak, ikametgâhına gönderdim. Ancak büyükelçi, nazik bir teşekküre dahi tenezzül etmeyerek aramamış ve vatandaşıyla tanışma ihtiyacı duymamıştı. Bir gün, otelimizde konser verecek olan dünyaca ünlü Rihanna adlı pop sanatçısının gösterisini izleyebilmek maksadıyla büyükelçi aradı. ‘Aman ne olursun bize imkân sunabilir misin, kızlarım Rihanna’nın hayranıdır, tüm uğraşılarıma rağmen bilet temin edemedim’ dedi. Büyükelçinin fırsatçı ve çıkarcı talebi karşısında kendisine pek yüz vermeyerek, bir bakayım diyerek başımdan savdım. Ancak cevabımı beklemeyerek, akşam eşini ve kızlarını yanına alarak otele gelip, ısrarlı arayışlarıyla beni buldu. Ne yapacağımı bilemez halde istemeden de olsa yanlarına bir görevli vererek konseri izlemelerine fırsat tanıdım.”

İki kişi arasındaki özelle ilgili arkadaşıma söz verdiğim için ne arkadaşımın ne de büyükelçinin adını açıklamıyorum. Ancak Rihanna’nın hangi zengin Körfez ülkesinde konser verdiği öğrenildiğinde, Ahmet Davutoğlu’nun atadığı o sefil büyükelçinin de kimliği ortaya çıkar.
İşte Türkiye gibi bir gücü temsil eden böylesi büyükelçilerin temsilciliklerinden dolayı sömürgeleşmiyor muyuz? 'Türkiyeliyim' demenin ayrıcalığı ve saygınlığını bunlar yok etmiyor mu?

İslami dayanışma ve Müslüman birlikteliğinden aslandan ürken yaban eşekleri gibi kaçanlar, seksi pop sanatçılarını izleyebilmek için yakarır ve diz çökerler…

İşte rejim, işte diplomatlar; nerede millet, nerede hükümet…

3 Nisan 2010 Cumartesi

Önce kim olduğunu öğren…

Fizikken insan görünümünde ama benlikken şeytan olmuş yığınların cirit attığı modern dünyada iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilmenin zorluğu insanlık kargaşasını doğurmuş, dolayısıyla yaratığı insanlaştıran özellikler silinerek, yaratıcı tanrılığa payeleştirmiştir.

Günümüz seküler, din-dışı tüm düşünce ve pozitivist bilimi üreten Antik Yunan uygarlığı, çözemedikleri olaylar karşısındaki zorluklarını somut doğa olaylarına bakarak aşmaya çalışılırlardı. Ancak felsefelerine tamamen ters araştırmalarını yaparlarken, hani neredeyse yaptıklarından utanır ve teorilerindeki korkunç çelişkiyi felsefi bombardımanlarla gizlerlerdi. Çünkü onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen benliksel bilgiydi.

İnsanoğlunun nefsini fevkalade etkileyen ve çağdaş hüviyet kazandıran yaratıcılık hırsı biyolojik ruhsuz bir beyni ve tanrısız bir fiziği odaklandırmakta, böylece insanın bir yaratık değil özgür ve egemen tanrısal bir akıl ve irade sahibi olabileceğini hezeyanlaştırmaktadır. Tanrı, ruh, melek, cin ve şeytan gibi göksel varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmeleri, sınırlarını daraltmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme ihtirasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olmalarına rağmen inkârsı fikirlerindeki ısrarcılıkları, yine de gerçekleri saklamaya yeterli olmamaktadır. Ne de olsa yaşadıkları dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, nazari aleminin ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve anlayışları ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte, böylece yaratıcı olabilme vasfına ulaşılarak “beyinci tanrısal” varlıkları sürebilmektedir. Onlar için önemli olan bilginin hakikat ya da hilâf değil, beyin hücreleri çalıştırılarak mı yoksa vahiysel mi elde edildiğidir.

Oysa insan olmalarına rağmen; neden bizzat içinde yaşadıkları gerçek hayatı muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılıp gören bir kör, duyan bir sağır ve hissetmeyen bir kalbe sahip yaratık olabiliyorlar? Bir an olsun otokritik yaparak kendini, gelişmeleri, düzenleri, her türlü olayı tattıkları ve gözlemledikleri dünyayı hiç sorgulamıyorlar mı?

“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kullanmaya çalışan benlik, Yaratıcıyla olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve değiştirme başarısı gösterememiş, pozitif bilime, evrim teorisine ve seküler psikolojiye sığınarak, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini darmadağın eden olumsuzlukları engelleyememiştir.

İnatla Yaratıcıya karşı üstün gelebilmek için birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin hiçbirini pratik yaşamda hayata geçiremeyerek mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile bilimi birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe aykırı davranmaları nefisleri azdırmış, inananlar dahi tuzağa düşerek, kendilerini güçlü ve iradesel görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir. Benlikleri şeytana dahi pabuç çıkaracak bir hadsizlikle öyle azmış ki boya ve badana yeteneklerini yaratıcılıkla özdeşleştirebilmişlerdir.

Bunca düşüncelere, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler üretilememekte, dolayısıyla Yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların çöpsel yığınlar olarak, kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan sözde yaratıcı bilim ve seküler düzen; bırakın bütün bunları, en sıradan olumsuzlukların bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedirler. İnsan için en keskin son ve en acı yaşam olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur. Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor ve eceller belirlenemiyor ise; öyleyse seküler düşüncelerin ve pozitivist bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Antik Yunan uygarlığının zirveye çıkıp en çok geliştiği dönemler Kral İskender yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender, babası Filip’in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan kültürünü batıda Makedonya’dan doğuda Hindistan’a, kuzeyde Fergana’dan güneyde Mısır çöllerine kadar yaymış ve günümüz seküler düşünce ve batı medeniyetinin temelini atmıştır.

Bir gün İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; “Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını ya da tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden farksızdır. Fıtratı gereği; palyatif ve sürekli olmayan güçlere, cazibelere, makamlara ve rütbelere, benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları gerçekleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları; mal, sağlık ve can gibi ağır bedeller ödemelerine dek uyanamamaktadırlar. Gerçi ani şokla uyansalar da acı dindikten sonra yine uykuya dalabilmektedirler. Neden fikirlerinde meydan okudukları Yaratıcı Allah’a ve kâinatsal kadere karşı güçlerini kanıtlayamıyorlar?

Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür irade” iddialı seküler temelli anlayışlar, “Mutlak İrade” ve kaderi reddetmelerine neden olsa da insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece geçici görsel kıymetlerin dayaksızlığı kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber her ne tedbir alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce musibetlere karşı çaresiz kalıp zararlarından kurtulamamaları iddialarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri yaratıcı bilimin, makamın ve zenginliğin fiziki yaşamda kalıcı hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime ve felsefeye dayalı yaldızlı ve makyajsı abartı ve gösterilerin yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir delili oluyor ki; bu durumda yaratıcı bilim safsatası, insanoğluna icat ettirilen en dehşetsi yalandır.

Neden teori ve felsefelerindeki iddialarını gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve güvenli tekdüze yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip, kendilerine kul yapmayı bilim ve aydınlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık, soyluluk ve özgürlük; sadece kendilerine mi? Her ne kadar tanrılığı oynasalar da yaşamın gerçekleri yalancı olduklarını belgelenmekte, bu sebeple laik ve putperest yönetimlerin bertaraf edilmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir.

Söze değil eyleme ve yaşadıklarınıza bir bakıp kendinizi onlarla kıyaslayın ki sizi yaratan ve yöneten Allah’a mı, yoksa onlara mı kulluğun daha akılcı ve gerçekçi olduğunu anlamaya çalışın.

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…

Kimisi adaletsizlikten, kimisi haksızlıktan, kimisi yoksulluktan, kimisi işsizlikten, kimisi borçlardan, kimisi güvensizlikten, kimisi umutsuzluktan, kimisi ahlâksızlıktan, kimisi hastalıktan, kimisi kalkınamamaktan, kimisi suçlardan sürekli şikâyet etmekte, idare edenleri suçlamaktansa; neyle idare edildiklerini yahut hangi düşünceyle yönetildiklerini hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana tavır alınmamaktadır. Sadece birkaç dakikalık muhasebe bile; savunulan ve uğruna yollara düşünülen örneğin çağdaşlık, laiklik ve Atatürkçülük gibi din-dışı düzenlerin, şikâyetlerin hangisine çare üretebildiğini ve kökten ne verebildiğini tahlil eder, dolayısıyla yaşamsal sırrın engellenemez sıkıntılarının gerçek sebebi öğrenebilinir. Barış, sevgi, eşitlik, adalet, hukuk ve uygarlık adına dayatılan düşüncelerin; bazen acı, bazen hüzün, bazen dehşet içinde yaşanılan olumsuzlukların hangisini önleyebilmiş ve dualitiye son vererek talepleri karşılayabilmiştir? Gerçekte toplumları hangi düşünce ve ilkelerin mağdur ettiğini sorgulamayıp sadece kişi merkezli anlık suçlamalarla çözüme kavuşabilmek mümkün değildir.

Güvenilip, iktidara taşınılan her partinin daha beter bir politika uyguladığı ve ihanete uğramanın arkasında yaratığı yücelten seküler rejime bağlı bir yönetimin sergilendiği gerçeği hiç düşünülüyor mu?

Unutmamalısın ki sen yaratık bir insansın ve kendin gibi herhangi bir kul tarafından güdülecek düşünce ve anlayışlara rağbet etmemelisin.

Ancak kim olduğunu öğrenebilirsen, o peşine takıldığın sefil yalancılardan ve hidayet dağıtıcılardan kurtulabilirsin.

Ne anlar kör ve sağırlar anayasadan…

Totaliter ideolojilerde halkın düşünce ve iradesini değere tabi tutmayan ve söz sahibi saymayan rejimler, iktidarları lehine en büyük tehlike gördükleri vatandaşlarını sürekli aşağılar, bilgelik manipülasyonuyla yönetimden dışlarlar. Ancak referandumlarla doğrudan etkili olan milletin önüne set çekebilmek için dizeledikleri gerekçeler, hisleri okunabilseydi hayvanları bile şoka sokan ürkütücü bir aldatıcılık ve riyakârlık içerdiği anlaşılabilirdi. Milletini kör ve sağır yığınlar addederek aptallıkla yaftalayan çokbilmiş efendiler, ülkeyi körler ve sağırlar çarşısına dönüştürme iblislikleriyle ayna satmaya ve gazel atmaya devam edebilmektedirler. En acısı ise gördükleri halde körlüğü, işittikleri halde sağırlığı kabul edenlerin nasıl bir sapkınlık içinde olabildikleri de lanet olsa gerek.

Ülke yönetimini üniformalı veya üniformasız laik ve Atatürkçü soyluların yürütme diktası, Aristokrat misali Atatürkçü elitistlerin pek çok ayrıcalıklarını beraberinde getirmiş, dolayısıyla kendilerini halkın güdücü en akıllı ve en iyi efendileri mertebesine ulaştırmalarından çağdaşlık, aydınlık, bilim, yoksulluk veya ezilen edebiyatı yaparak, psikolojik efektle iktidarlarını sürdürdükleri ve aşağılık komplekse büründürdükleri halkı köleye dönüştürerek, nasıl işe yaramaz ve karar veremez bir paryalıya kavuşturdukları da tartışılmazdır. Günümüzün Batı’yı örnek alan modern çağ yöneticilerinin, Batı’daki ilkçağ köle sahibi yönetici sınıftan hiçbir farkları yoktur. Ancak kavram iğfali, yanılmanın en korkunç nedeni olmaktadır.

Göbeğini kaşıyan adam, bidon kafalılar, aptallar, yığınlar, mazoşistler, gericiler, bölücüler gibi paylamalara alışıp artık iltifatla karşılayan millet; yok sayılmalarını, devlet yönetme ve anayasa yapmadan anlamayacaklarını, bilemeyeceklerini, düşünce ve iradelerini ortaya koyamayacaklarını öyle hazmetmişler ki, böylesi bir kabullenme karşısında iktidarlarını kaybetmek istemeyen ne Genelkurmay ne Yargıtay ne Danıştay ne HSKY’ ya verilecek bir cevaba ve savunmaya lüzum bırakılmaktadır. Zaten halk iradesine ve bütünlüğüne karşı sinsice kullanılan irtica ve bölücülük böğürtüsüne son verilse, CHP ve MHP’nin adı bile kalmaz. İrtica ve bölücülük argümanlarıyla kurdukları korku imparatorluğundan başka ellerinde ne var? Bu sebeple millet lehine düzenlenen anayasa değişikliğine onlar karşı çıkmayacaklarda intihar mı edecekler? Gönülden teslim olmuş millete mi, yoksa teslim olana mı tepki gösterilmelidir?

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin elit burjuvasıyla dağdaki çobanın oyu bir olur mu? Ya da yıllarca vergi rekortmeni olmuş çağdaş bir Manukyan ile sermaye olarak sattığı cephedeki şehitlerin ana ve kız kardeşlerinin oyu bir olur mu?

Onlara göre; halk düşünebilen insanlar değildir, halk doğrusunu bulamaz…

Onun için bilimsel çalışmalar, oligarşik ideoloji ve düzeni muhafaza edecek şövalyelerin konsensüsüyle değişikliğe gidilmeli, tıpkı hastanelerdeki acil servis misali bir aceleye kalkışılmadan nasıl yıllarca beklenilip milletin hakları bitkisel bir hayatla tutsak edilmişse, bir o kadar daha beklemenin hiçbir zararı olmayacağı mantığıyla sözde demokrasiye, olmayan barışa, ideolojik hukuka ve kurumsal bağımsızlığa halel getirilmemelidir. Nasıl olsa devlet yönetimi ve anayasa yapma iradesi halkı aşar, bırakın biz yine aramızda halledelim ve uyuyan devi kaldırarak iktidardan olmayalım…

Genelkurmay, yüksek yargı ve taşeronlarının söz sahibi olduğu bir ülkede halka ne hacet var? İddia edilen geniş çaplı mutabakatın kuşatıcı güçlerin hüküm sürdüğü zirvede değil halkta, yani tabanda aranmasına karşı gösterilen tepki, şüphesiz diktatörlüğün, dolayısıyla statükonun sona erecek olma telaşındandır. Alışıla gelen süreç aynen muhafaza edilerek anayasa kendilerince hazırlansın, noter usulü mecliste tasdik ederek, kozmetiksel bir makyajla aynı tas ve hamamın dekoru yenilensin! Aslında bu savı sürdürenlerin değil yığınlığını kabul eden halkın dikkati çekilmeli, egemensel yetki ve özgürlüklerine hasım mihrakların gerçek niyetlerinin okunması sağlanmalıdır.

Silahlı askeri darbeyi bir felâket gibi düşünenlere cevabım odur ki, adaleti kıyan yargı darbesi çok daha vahim ve tahrip edicidir. Askeri darbe namluyu doğrulttuğu hedefi yok eder ama yargı, tüm toplumu isyana teşvik edici ideolojik yandaşlığı ve fitnesiyle milletin kökünü kazır.

“Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır.” Bakara 217

Hükümetin hazırladığı anayasa taslağındaki tüm maddeler halkı doğrudan devlette ve yargıda etkin kılmakta, ideolojik birikime sahip ayrıcalıklı statüye kavuşmuş özde Atatürkçülerin dokunulmazlılıklarını bağımsızlıkla siperleştiren soylu Kemalistlerin (ataist) egemenlikleri, yetkinin halka devredilecek olmasının gerginliğine yol açmaktadır. Millet lehine gerçekleştirilmeye çalışılan anayasa değişikliklerini “sivil darbe” düşüncesiyle karşı koyanların siyasi parti ve sözde demokrasi yanlısı gazetecilerin akıl almaz reaksiyonları, ancak halkın yansıttığı aynanın hezeyansal bir cesaretidir. Halka inanmayan ve güvenmeyen yalancıların durumunu İrlandalı yazar B.Shaw şöyle tanımlamaktadır. “Yalancının cezası, kimsenin kendisine inanmayışı değil kendisinin kimseye inanmayışıdır.”

Bunlar sadece siyasi, askeri ve yargı iktidarını elinde tutan sınıf değiller, kültürü, sanatı, eğitimi ve en sıradan yarışma programlarında bile seçici irade sahibi diye angaje ettikleri halkı SMS’ler ve reytinglerle sömürdükleri ve kendi beğenilerindeki yarışmacıları entrikalarla birinci yaptıkları da gözden kaçmamalıdır. Çağdaş akseptanslı ideoloji, hiçbir platformda halk kararına saygı göstermez ve en iyiyi kendilerinin bildikleri kibirleriyle inek misali sağarlar… Ama her şey millet adına demekten de geri durmazlar!

İşte referanduma karşı çıkmalarının sebebi de budur. Çünkü halk, “sen kimsin” duruşunda bulunamadığından o sömürücüleri azdırmakta, dolayısıyla her türlü haksızlık ve adaletsizliklere de layık olmaktadırlar.

Eğer sen adam olabilirsen, seçkin bir yeri olduğu ve halktan farklı, ayrıcalıklı özellikleri bulunduklarını düşünen imtiyaz sahiplerinin ahkâm kesmelerine ve seni gütmelerine fırsat vermezsin. Ancak aptallığı, bidon kafalılığı, varlığının kuklasal değersizliğini ve onurunu doğrayan hakaretleri yutkunursan; bataklıkta boğulurken ne yuttuğuna hiç kimse aldırış etmez.

“Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?” Epiktetos