27 Mart 2010 Cumartesi

Akıl kurallarını bertaraf eden İNTİHAR…

İnsanoğlunun azan benliklerine gem vuramayıp pozitivist teorilerle süsledikleri yaratık ve kadersi bir mahkûm oldukları gerçeği, fevkalade somut bir acizlik olan intiharlarla deşifre olmakta, dolayısıyla rasyonel bir varlık oldukları ütopik felsefelerini yaşamda gizleyememektedirler. Sıradan insanların intiharlarını ekonomik, sosyal, eğitim ve seküler psikolojik bazında değerlendirerek; aklı, insanın hayatta var olabilmesi için temel araç görmeleri akabinde şöhret, servet, bilim ve mevki sahibi zenginlerin, akademisyenlerin, sanatçıların, üst düzey askerlerin ve akli ilkeleri uç düzeyde kullandığı sanılan düşünürlerin kendi canlarına kıyabilmeleri; kuramlarında iddia ettikleri gibi akıl kullanmaktan başka hiçbir araç ve Tanrı’ya ihtiyaç bulunmadığı varsayımlarını, bu nasıl bir akıldır ki yaşamını intiharla sonlandırabiliyor sorusunu doğurmaktadır. Voltaire’in dediği gibi; “Akıl, her şeyi olduğu gibi görebilmektir.”

Sözde başarılarıyla kendilerini çok akıllı sananların gurursal sarhoşluğu ancak hayatlarına son verene kadar sürmekte, böylece o başarılarındaki sırrın taptıkları akıllarından değil ısrarla reddedikleri Yaratıcı’nın bir lütfü olduğu gerçeğini muhakeme edemeden şeytani benlikleriyle toprağa karışabilmektedirler.

Aynı tecrübeyi bizzat yaşamış, neredeyse intihar edecekken Kur’an’ı okuyup gerçeği öğrendikten ve Kur’an’da zikredilenleri hayatımla kıyasladıktan sonra nasıl aciz bir yaratık, sahip olduğum her şeyin üstün sandığım benliksi aklım ve irademle değil aslında Allah’ın emanetsi bir ikramı olduğunu öğrenip iman etmemle boyun eğmiş, dolayısıyla huzura kavuşup derinden kemiren vesveselerden kurtulmak suretiyle intihar veya isyan gibi bir alçalmışlıktan sakınmıştım.

Bazen olayların etkisi o kadar sarsıcı olur ki bir hiç olduğunla yüzleştiğinde her şeyden vazgeçip; ya intihar etmek ya isyan etmek ya da durmaksızın koşmak, kaçmak ve yapayalnız kalmak istersin. İşte o an ya gururunun peşinde koşarsın ya da o şeytanı hapsedip Yaratıcı’na sığınırsın.

Daha çok genç yaşımda neredeyse tüm dünyada anlaşmalar yaparak, saygı ve itibar kazanıp özel uçaklar ve helikopterlerle uçan, en üst düzeyde ağırlanarak krallar, sultanlar, prensler ve başbakanlarca onurlandırılan, iş adamlarını dize getirerek hayran bıraktıran, NATO ve Çin Devleti başta olmak üzere başarı plaketleri alıp sayısız brifingler veren ben (sefil), üç yaşında bir çocuğun bile yapmayacağı hayati bir yanlışlığa düşerek, “Neden fark edemedim, aklımı kullanamadım, uyanık olamadım, fırsat verdim, kandırıldım, güvendim, ihanete uğradım ve aldatıldım” sorularıyla öyle bir bunalıma girmiş ve hayattan nefret etmiştim ki intiharın bile benliğimi tatmin edemeyeceğini düşündüğüm sırada sahip olduğum kuvvet ve kıymetlerin Allah’tan geldiği idrakine kavuşmuş, felakete sürükleyen gururumu, dünyevi hırs ve ihtiraslarımı tek kalemde silip, Mutlak İrade’ye teslim olmuştum. Çünkü bir yaprağın dahi O’nun izni olmadan yere düşmemesi, her şeyi yöneten ve yönlendiren O olduğu gerçeği başka arayışları geçersiz kılacak bir kanıtla ortadaydı.

Aciz kulunu hidayete ulaştıran Allah’a sonsuz şükürler olsun! Şu geçici ve yalancı dünyada bundan daha kazançlı ve makbul ne olabilirdi?

Ancak altyapımın İslam’la yoğrulmasından çözümü vahiyde arayabilmiş, diğerleri gibi seküler düşüncenin tek çıkış kapısı olduğu anlayışlarla bütünleşmiş olmamamdan gerçeğin açık perdelerinden yaşamın sırlarını muhakeme edebilmiştim.

Evrim düşüncesinin savunucularından Aristo, aklı tanrılaştıran rasyonalist felsefesiyle aklın Yaratıcı’nın iradesiyle ya da Etkin Aklın güdümüyle değil bireysel gayret ve bilgiyle fonksiyon kazandığı savı, sözde başarıları ve zaferleriyle abideleşip sonra sıkıntı, acı ve ızdıraplar içinde şöhretlerine hiç yakışmayan bir sonla hayatlarını bitirmeleri; perdelenmemiş gözler, milleştirilmemiş kulaklar ve mühürlenmemiş kalpler için açık bir ibrettir.

Günümüzdeki tüm laik, liberal, sosyalist, masonik ve seküler düşüncelerin ilham kaynağı olan Aristo felsefesi; bizzat içinde yaşanılan gerçek dünyayla değil de hayal âlemiyle özleştiği ve insan bilincinin tabiatınca dikte edilmiş şartları doğru olarak tespit edemediği ve yaşamla örtüştüremediği aşikârdır. Çünkü ruhsuz bir bedenin ölü olması misali Yaratıcı’sız bir dünyanın ve kuralların var olabilmesi imkânsızdır. Aristo’nun yaratık olan insanı tanrı kılan görüşleri; intiharların, felaketlerin, canavarlıkların, haksızlık ve adaletsizliklerin yegâne sebebidir.

Çeşitli sıkıntılarla cebelleşen insanoğlunun çaresizlik içinde kendini kasıp kavuran fiziki veya ruhi musibetleri yaratan varlığa değil de uzmanlığına güvendiği kendi gibi kullardan medet umabilmesinden çözümsüzlük aşılamamaktadır. Ya neden-sonuç ilişkilerini irdeleyememenin çaresizliği içinde kıvranır, ya kendileri kadar tecrübesi dahi olmayan realiteden uzak teori ve hurafelerle toplumu aldatan politikacı, din veya bilim adamlarına başvurur, ya da intiharlarla sıkıntılarından kurtulmaya çalışırlar.

“De ki: Ondan (benlikten) ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O'na ortak koşarsınız.” En’am.64

Aslında benliği azdıran dünya o kadar küçüktür ki uçaktan bakıldığında o koca tesisleri, imrenilen gökdelenleri ve meydan okuyan dev yapıları tıpkı bir kibrit kutusu kadar ufacık, uzaya çıkıldığında ise uçsuz bucaksız sanılan o koca dünyanın bir çakıl taşından farksız olduğu görülür. Ancak öyle insanlar vardır ki şafak vakti doğup akşam ölürler. İşte bu insanlar için dünya akla sığmayacak kadar büyüktür, dolayısıyla tıpkı uyku misali birkaç saat yaşayanla bir ömür boyu yaşayanların hiçbir farkları yoktur.

Sıkıntı, insanla özdeşleşmiş ve hayatın her safhasında süreğen duyguların en korkuncu ve eriticisidir. Bazen öylesine yoğunlaşır ve yaşamı mahveder ki çıldırtarak, ya tımarhaneye ya intiharlara ya da facialara sebebiyet verecek tehlikeler oluşturur. Sıkıntının bariz ve yaşanılan durumla uyumlu bir nedeni varsa bu doğal bir duygu yansıması olarak değerlendirilmekte, ancak anlaşılabilir bir sebep yokken aniden olgunlaşarak varlığını devam ettiriyorsa; geçmişe ve çeşitli olaylara yorumlanmaktadır.

“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O’nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.” Yunus. 107

Hastalıkların getirdiği menfi oluşumlar yanında kayıplar, başarısızlıklar, felâketler, ölümler, sosyal, ekonomik ve siyasi nedenler, benliksi ilişkiler, beklentiler ve sayısız sebepler; sıkıntının yok edici etkileşmesini sağlayan somut gerekçeler olarak sıralansa da belirgin hiçbir neden yok iken doruğa çıkmasına ise bilim hiçbir anlam verememektedir.

Bariz sorunların geçici ortadan kalkmasıyla mutluluğun refahsı esintisi, tıpkı karanlıktan aydınlığa geçiş gibidir! Ancak o geçişin aldatıcı mı yoksa kalıcı mı olduğu, şüphesiz sıkıntı ve musibetleri doğuran etkinin tanımıyla mümkündür. Eğer mazereti, seküler psikolojinin maddi anlayışında aramaya kalkarsanız, yaşam boyu devamlılığını engelleyebilmeniz söz konusu değildir.

“(Resulüm!) De ki: "Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler." İsra.56

Evrimciler her ne kadar dualite gerçeğini reddedip tek düzen kurabilme hayallerini umutla canlı tutmaya çalışsalar da ölümle yaşam, iyilikle kötülük, doğruyla yanlış, gündüzle gece nasıl iç içeyse, sıkıntıyla mutlulukta öyledir; birbirlerinden farklıymış gibi algılanamaz ve iradece yönlendirilemez. Çünkü bir şey, her şeyi etkileyip çökerttiğinden, hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir.

Eğer bireysel akıl ve özgür iradenin varlığına inanılıyorsa; beynin içerisinde sonuçları yasalarla kesin olarak belirlenemeyecek süreçler olmalı, bu süreçleri yöneten ve yine maddi kurallara tabi olmayan bir “özgür güç” bulunmalıdır. Maddenin tabi olduğu yasalara tabi olmayan gücün maddenin içerisinden çıkamayacağına göre, mutlaka iddia ettikleri kuantumdan fotonlar ile ışınlanmış olduklarını kanıtlamalıdırlar. İnsanların intihar veya ötenazi edercesine savaşı, tehlikeyi ve karmaşayı seçerek bir suç imparatorluğu kurmaları; nasıl mantıklı bir seçimin veya özgür bir iradenin reaksiyonu olabilir?

Fotoğrafçı Kevin Carter; depresyona girerek o çocuğa yardım etmeyip akbabaya teslim etmesinin bedelini öyle acı ödemişti ki karanlıklar içinde yaşayarak üç ay sonra intihar etmekten şöhreti ve ödülleri kendisini alıkoyamamıştı.

Bir gün, haberleri izlerken ibretsi bir olaya şahit oldum. Kadının biri, geçirdiği bunalım sonucu hayatına son verebilmek maksadıyla oturduğu evin en üst katından atlayarak intihara kalkışıyor. O sırada başka bir kadında kurallara uygun bir biçimde kaldırımda yürüyor. Kendini öldürebilmek için intihar eden kadın, kaldırımda yürüyen kadının tam üstüne düşerek ölümüne neden oluyor ama intihar eden kadın hiçbir zarar görmeyip hayatta kalıyor, üzerine düştüğü diğer kadın ise oracıkta ölüyor. Biri ölebilmek için intihar ettiği halde ölmüyor, diğeri yaşamak istediği halde ölüyor. Ölen kadının en çok otuz santim eni olduğu tahmin edilip yürüdüğü de dikkate alınırsa, o yükseklikten isabet edebilme oranı neredeyse sıfırdır. Tedbirini alarak kurallara uygun hareket eden insan ölüyor, ölebilmek için intihar eden ise yaşıyor.

Demek ki yaşamak veya ölmek, Aristo felsefesine göre kişinin isteğine göre gerçekleşmemektedir. Yani, her iş ve olayda olduğu gibi kişinin dilemesi ve iradesine bağlı hiçbir şey gelişmemekte ve sonuçlanmamaktadır. Duygularda oluşan bir eylemi düşüncede değerlendirdikten ve fiil gerçekleştirdikten sonra, yine de beklenilen sonuç alınamıyor ve mezara gitmek yerine ölüme sebebiyet verme suçundan cezaevine girerek yaşamına devam edilebiliyor.

Ünlü ressam Van Gong, uzun bir müddet akıl hastanesinde yattı. Her zamanki gibi başarı gösteremeyen psikiyatırlar, durumunun umutsuz olduğunu söyleyerek onca saçma teorilerini itiraf etmek zorunda kaldılar. Daha sonra Van Gong tabancayla intihar ederek öldü.

Her türlü imkâna, şöhret, bilgi ve güce sahip kimselerin bir sıkıntı veya musibet sonrası umutsuzluğa düşerek nasıl demoralize olup yıkıldıkları ve intihar ettikleri yaşanılan gerçeklerdir. Kimler yok ki…

Fizyolojik ve fiziksel oluşumlara işlev kazandıran ruhun; akıl, zekâ, içgüdü, düşünce, duygu ve hafıza gibi değişik tanımlamalarla karşı karşıya getirilmesi ve çatıştırılması kabul edilemez bir yanlıştır. Somut ve bilinçli bilgi ve davranışları beyne, akla ve düşünceye, bilinç dışındakileri de içgüdüyle bağdaştırmak, hiçbir düşünce ve anlayışın mantık çerçevesinde yeterlilik vermemesi gereken bir kuramdır. Evrim yoluyla içgüdüsel bir kazanım ya da içgüdülerinde gelişme olduğu düşünülen canlıların neden bu gelişmiş halleriyle yaratılmayıp bazı nitelikleri sonradan kazanabildiğini yaratma kavramıyla örtüştürmek imkânsızdır.

Meselâ, ölüm ötesi ile ilgili korku denen duygunun, inanca dayalı olsun veya olmasın, bilinçli ya da bilinçsiz bir içgüdü halinde ortaya çıktığı iddia edilmekte ve burada inanç faktörünün çok önemli bir rol oynamadığı söylenmektedir. Her şeyden önce bir şeyin herhangi bir inanca dayanması, bilinçli ya da bilinçsiz olmasını mantığa veya fizyolojik bir içgüdüye dayandırmak kadar akıl almaz bir paradoks olamaz. Öyle olsaydı, düşündüğünü ve inandığını zihninde ve duygularında çözümleyerek ve pekiştirerek ister bilinçli ister bilinçsiz kesinkes yapabilecek bir iradeye sahip olunur ve güya içgüdüsel gelişen her şey yaşama geçirilirdi. Peki, bunu engelleyen nedir? Korkunun ecele faydası olmadığı apaçık ortadayken neden korkuluyor? Veya cennetin sonsuz bir saadet olduğuna inanıldığı halde, neden ölümden kaçınarak dertsiz ve elemsiz mutlu bir hayat olan cennet tercih edilemiyor?

Pozitif bilim; insanla hayvanı ayıran farkın hayvanın ölüm ötesi hakkında bir bilgiye sahip olmamasını savunur ve bunu doğuran etmenin ise, onun öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip bulunmayışını gösterir. Bu yüzden de hayvandan bir mükellefiyetin beklenmediği düşünülür. Böyle olunca, içgüdülerinin gösterdiği yolda davranan hayvanın veri tabanında bir bilgi oluşmadığı öne sürülür. Yani, yerin iki metre altı ile ilgili en küçük bir korku duymamaktadır. Ancak bu teorinin aksine yine de insanlar gibi ölümden korkuyor, rızık arıyor, çiftleşiyor, düzen kuruyor, üretiyor, yuvalarını inşa ediyor, yön buluyor, tehlikelerden sakınıyor ve ölümle sonuçlanabilecek olaylardan şiddetle kaçabiliyorlar.

Anlayışlardaki böylesi açık çelişkileri savunabiliyor olmaları, ruhsuz fizyolojik bir fiziksel yaşam felsefesindendir. İnsan olan ateistlerin, laiklerin ve diğer seküler düşüncelerin ölüm ötesi hakkında inançları bulunmamasına rağmen; tıpkı hayvanlar gibi davranmaları, acaba öte yaşamın varlığını hissettirecek bir beyne sahip olmayışlarından mıdır? Öyleyse hayvanlardan ne farkları vardır? Beyinsiz olduklarından dolayı onların da hayvanlar gibi bir mükellefiyetleri yok mudur? O zaman hayvansal içgüdülerle insansal içgüdüleri birbirinden ayıran ve veri tabanlarına bilgi gönderip yöneten ve yönlendiren kimdir?

Eğer beyinsel, zekâsal ve iradesel özgür bir fizyolojik yapıya sahip isek, neden duygularımızı kontrol edemiyor, farklılaşabiliyor, düşündüğümüzü eyleme dönüştüremiyor, korkularımızı yenemiyor, dilediğimizi yapamıyor, kötülüklerden sakınıp iyiliğe yönelemiyor ve sürekli mutlu ve güvenli olamıyoruz? Neden sıradan bir işgünün mutlu ve başarılı başlangıcı, insanın acı ve dehşet sonu olabiliyor?

Acaba şartların ve değer yargıların düşünsel önemi fiiliyata geçirilebiliyor mu? Hayvanda olmadığı iddia edilen değer yargısı, nasıl bir yaşam enerjisiyle bağdaştırılarak ruhtan soyutlanabiliyor? Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de hiçbir gelişme gösteremediği ve sadece düşlerde şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor ve inanılmaz paradokslara sebep oluyor? Örneğin, Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Eğer insan, yaşamın gayesini belirlemek, nasıl davranacağına kendisi karar vermek ve ölüm ötesini kabullenmek durumunda ise; neden hayvansal bir şuura, hatta daha da sapkın inanç ve düşüncelere sahip olabilmekte, çözümü intihar ve isyanda bulabilmektedir?

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV), hadisi şeriflerinde “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin” buyurmuştur. Ya beyinleri olup da akılları olmayanlara ise Allah şöyle hitap etmiştir.

“And olsun, biz cin ve insanlardan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar, gözleri vardır, lâkin onlarla göremezler, kulakları vardır fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” A’raf. 179

25 Mart 2010 Perşembe

Çanakkale Savaşında öldürülen haçlılar için de özür dileyecekler mi?

İşgalden kurtuluş gerekçesiyle her yıl kutlanılan ulusal ve kentsel İstiklal zaferlerimiz ile ilgili tören ve nutuklar öyle bir riyakârlık ve içtensizlikle anılmaktadır ki, “din ve namus” adına vatan mücadelesinde şehit düşen atalarımıza ihanet eden işbirlikçilerin tavırları berzahı inletmektedir.

I.Dünya Savaşında dört bir yandan kuşatılan devletimiz ve hunharca katledilen milletimiz; kendinden sanıp güvendiği hainlerin haçlılarla giriştikleri ittifakla hüsrana uğramış, yüzyıllardır yenemedikleri Müslüman halkımızın dinine, ırzına, canına, malına ve vatanına kastetmek amacıyla asla cesaret edemeyecekleri saldırılarını, dâhili habislerin yardım ve desteğiyle kotarmışlardı. Ancak kalplerdeki iman aşkı “Ya öl ya da ol” savunmasıyla düşmanları püskürtmüş, evlatlarına azda olsa içinde bağımsız yaşayacakları bir vatan toprağını bırakabilmek için kendilerini feda etmişlerdi.

1915 yılları milletimiz aleyhine en korkunç dönem olmuş; Ermeni’si, Rum’u, Arap’ı, Kürt’ü ve diğerleri devletimizi arkadan vurarak; Ruslar, İngilizler ve haçlıların oluşturduğu İtilaf Devletleriyle yaptıkları işbirliği sonucu milletimizi zalimce ve insafsızca katletmişlerdir. Ne var ki planladıkları bölünme ve topyekûn imha edememe intikamını dini, felsefi ve siyasi düşünce ve devrimlerle almaya çalışmış, sonuçta da muvaffak olup, o güçlü milletimizi tüyü yolunmuş kaza dönüştürebilmişlerdi.

Erdemli, adaletli, vicdanlı ve ahlak timsali milletimizi masonik hümanist argümanlarla öyle tahrip ettiler ki önce “din ve namus” telâkkisini ortadan kaldırdılar sonra da materyalistleştirdiler. Yetmedi! Tüm kanlı devrimler, laik ve putperest düşüncelerle din ve namus ideasından koparamadıkları halkımızı hümanist manipülasyonlu bilim, çağdaşlık, demokrat, rasyonalist ve pozitivist anlayışlarla devşirmişler; ilkin dinlerini ve vatanlarını müdafaa edenleri “soykırım” yapmakla yaftalamışlar, akabinde sözde sevgi ve barış hilesiyle dinler arası diyalog gibi şeytani bir tuzakla vahye düşman kılmışlardır.

Yahudi-mason ittifakının hedeflediği her inanç ve düşünce sahibini hümanizmle etkilediler, tartışılmaz hayati ve insani değerleri İslam çatısı altında adaletle mukim kılmak yerine masonluğun hümanist felsefesini rehber edinerek, gaddar ve faşist anlayışları meşrulaştırmışlardır. Alttan alta biçerek sinsice yozlaştırdıkları milletimizi Allah’tan ve değerlerinden uzaklaştırmışlar, kahraman atalarımız adına düzenledikleri gösterileri ruhsuz ceset misali maddileştirmişlerdir. Oysa şehitlerin ölü değil diri oldukları Allah’ın açık bir hükmüdür. Aslında bugün kutladığımız “Çanakkale Zaferi” gibi şanlı geçmişimizi yâd etmemize içten içe karşıdırlar. Çünkü dinler ve medeniyetler arası işbirliğine zarar vermekte, masonların hümanist felsefesi aleyhine tahripkâr bir düşmanlık pekiştirdiğinden zafersi kutlamalara muhaliftirler.

I.Dünya Savaşındaki işgalcilerin tamamından özür dilenmesini samimiyetin göstergesi saymaktadırlar.

1915’deki hain Ermenilerin ülkemizi işgal eden Ruslarla işbirliği yaparak, binlerce kadınımıza tecavüz etmesi, çocukların kafalarını kesmesi, yaşlı-hasta demeden ahırlara doldurup diri diri yakarak feryatların yeryüzü ve gökyüzünü sarması, içimizde beslenen o aydın, sanatçı, politikacı ve âlim etiketli ucubeleri ilgilendirmemekte, vatan için kendilerini feda eden kahramanlarımızın kanlarıyla suladıkları topraklarda; “1915′te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” cesareti, hadsizliği ve ihanetinde bulunabilmektedirler. Çok kısa bir gelecekte Çanakkale ve diğer cephelerde şehit düşen atalarımızı da katliam yapmakla suçlayacak, haçlı düşmanlarını öldürmelerinden “Büyük Felaket” addedip, olmayan vicdanlarıyla acılarını paylaşarak özür dileyeceklerdir. İşte o hainler, farklı inanç ve düşüncelerle bu topraklarda saygı ve itibar görebilmektedirler.

Başbakan Erdoğan’ın kaçak Ermenileri yurt dışı yapma fikrini aynen destekliyor, diğer kaçaklara gösterilen müeyyidenin Ermenilere uygulanmamasını haksızlığın ve adaletsizliğin ta kendisi olduğunu vurguluyorum. Ermeni yanlısı politikaların ne korkunç sonuçlar doğurduğu tarihsel gerçeklerle ortadayken; diğer komşu ülkelerden gelenler sınır dışı ediliyorlar da, neden Ermeniler korunuyor? Milli Mücadele yıllarında maddi ve manevi desteğini esirgemeyip bizlerle birlikte aynı duyguları paylaşan Pakistan, Afganistan ve Bangladeş gibi Müslüman kardeşlerimiz Türkiye’ye kaçak geldikleri gerekçesiyle sınır dışı ediliyorlar da, Türkiye’den nefret eden Ermeniler niye barındırılıyor, dul ve yetimlerimizin, işsizlikten kıvranan vatandaşlarımızın hakları peşkeş çekiliyor? Neden o kaçak Ermeniler, soykırım yalanını kabul eden ABD, İsviçre, Fransa, İsveç ve diğer ülkelere gönderilmiyorlar da, tıpkı I.Dünya Savaşındaki ihanetlerini tekrarlayabilmek için yeni bir fırsat tanınmasına izin veriliyor?

Ya kaçak Ermeniler sınır dışı edilecek ya da sınır kapıları sonuna kadar açılıp herkese aynı tolerans gösterilecek…

Başbakan Erdoğan’ın fevkalade makul, adil ve hukuki sınır dışı etme kararını eleştiren ve özür dilemesini isteyen o hain yaratıklar, mutlaka hak ettikleri karşılığı bulmalıdırlar.

Neden Ermeni canilerden özür dileyen, duygu ve acılarını paylaşanlar; soykırım yapmakla aşağıladığı kahramanların ülkesi Türkiye’de yaşayıp Ermenistan’a göç etmiyorlar? Kanla sulanmış bu aziz topraklarda dolaşmaları atalarımıza ihanet değil midir?

Gizli ve aleni Diaspora üyesi hainlerin ulumalarına dik durabilmeli; din, vatan ve milletini müdafaa edenlere karşı acımasız bir hasım oldukları hiçbir gerekçeyle bağışlanmamalıdır. Yaşadıkları vatan topraklarını canlarıyla koruyan atalarını soykırım yapmakla suçlayan ve canilerden özür dileyen bedhahların içimizde barınması ve amaçladıkları hedeflerine ulaşabilmek için Müslüman milletimize saldırmaları ve fitneleriyle birbirlerine kıydırmaya çalışmaları, şüphesiz haçlı misyonlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Eğer şeytanın hümanist tuzağına düşmezsek, mutlaka Ermeni atalarının yanında soluklanacakları muhakkaktır.

Hainin düşmandan çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğu gerçeği dünya yaratıldığından itibaren kanıtlanmış; devletler, toplumlar ve düzenlerin sabun köpüğü misali yok olmalarına sebebin özellikle dış güçlerin gösterilmesi, maskeli münafıkların galebe çalmalarına zemin hazırlamıştır. Oysa devlet yıkılışının ve millet bölünmesinin ardındaki hainler yüceltilip önder yapılmasaydı; aleyhimizde hiçbir tertip hazırlanamayacak, işgale uğramayacak, zayıf düşmeyecek, yıkıcı bir ihanetle karşılaşmayacak, aleyhimize hiçbir karar alınmayacak, haklı olduğumuz duruşumuzda haksız ilan edilmeyecek, barbarların oyuncağı olmayacak ve hümanizm adına canavarlardan özür dilenerek şerefli geçmişimiz mahkûm edilmeyecekti.

“Münafık, kâfirden yetmiş kez daha tehlikelidir.” Hz. Muhammed (SAV)

Bu listedeki ve benzer düşüncedeki hainleri asla unutmamanızı, geçmişteki acıları yaşamamak için kimliklerinin yanılgısına düşmemenizi öğütlüyorum.

http://www.ozurdiliyoruz.com/

21 Mart 2010 Pazar

Artık kıyametsi bir felaket diliyorum…

Kötülüğün ve lanetin simgesi gurur, yani benlik öyle azmış ve haddi aşmış ki, tüm dünyanın hak ettiği kıyamet yahut kıyameti çağrıştıracak küresel bir felaket; yoğunlaşan basıncın rahatlamasına, dolayısıyla iktidar sahibinin gerçekte kim olduğunun anlaşılmasına zaruriyet doğurmuştur. Barış, hak ve adalet için başka hiçbir yol kalmamış, azgınlar gibi azgınları bertaraf edemeyen işbirlikçiler ile sözde iyi ama gerçekte dilsiz şeytanlarda o felaketi hak etmişlerdir. “De ki: Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin (azabın) bir kısmı herhalde yakında başınıza gelecektir.” Neml. 72

Yaratıcılarına karşı benliklerini yücelterek meydan okuyan insanoğlu, her türlü belâya müstahak olmuştur. Vicdanın, sadakatin, barışın ve kulluğun olmadığı bir dünyada taşların yerine oturabilmesi, kabaran isyanın sönebilmesi, canlıların biriktirdiği enerjinin açığa çıkabilmesi ve evrenin sakinleşebilmesi için felâketler oluşmakta, dolaysıyla gerçekte bir “hiç” olan yaratık insanoğlunun benliği, layık olduğu aşağılanmaya çarptırılmaktadır. Gerçi yaşamdaki irili ufaklı musibetler her ne kadar uyarı niteliği taşısa da kudurukçularca yorumlanmayabilmekte, dolayısıyla daha büyüklerini zorunlu kılmaktadır.

Görsellik, övgü ve şatafat; benlikleri yüceltip doruğa çıkartıyorsa da ani bir afet, felâket, kayıp, ölüm, savaş, hastalık, belâ, yoksulluk veya kıtlık durumunda değişen duygu ve düşünceler; yükselen feryatlar ve umutsuzluklarla taş devrini andıran karanlığı canlandırmakta, o ahkâm kesen insanoğlunun acınası çaresizliği bir ibret vesikası olabilmektedir.

Emanetsi kuvvet ve kıymetlerle şımaran insan, akıl almaz bir sapkınlık içinde Yaratıcısına karşı öylesi nankör ve ihanetsi bir başkaldırıya kalkışıyor ki, “ben” diyebilmenin bedelini acı ve dehşet içinde ödemekten kaçıp kurtulamıyor ama merhamet dilemekten de geri kalmıyor. Hiç kimsede; hani ne oldu egemenliğine, özgür iradene, hür düşünce ve aklına, yaratıcı bilimine, dilediğini yapabilme üstünlüğüne, mal ve can güvenliği garantine diye sormuyor…

Yaratıcısı Allah’a düşman ve hükümlerini alaya alan bir insana, velev ki ana, baba, kardeş ve yakını dahi olsa acıma duygusu beslenilmemeli, hak ettiği azaptan üzüntü duyulmamalıdır. Bu sebeple sekülerist dünyanın yerle bir olması, başta şahsım olmak üzere en dehşetsi felaketleri tatmasının müstahaklığı, öyle hümanist söylemler, samimiyetsiz temenni ve dualarla örtbas edilemez. Eğer Allah için var olmuş ve aşkını dile getirmişsen; ya inandığın gibi dürüst ol ya da yok ol…

Hilkatteki yaratık bir sevgilisinin, eşinin, çalışanının veya arkadaşının ihanetine sabır göstermeyerek önüne geleni yakıp yıkanların, acımasızca katledenlerin Allah’a ve dinine yapılan nankörlük ve ihanetleri hümanizm veya hoşgörüye bağlamaları riyakârlığın ta kendisidir. Devlet veya vatana karşı yapılan ihanet, tecavüz, saldırı ve işgaller en ağır ceza ve binlerce insanın ölümüne yol açan savaşlara haklı bir gerekçe oluyor da; Allah’a ve dinine karşı yapılan tearuzlara karşı direniş neden gayrimeşru sayılıyor?

Söyle geçmişte ki “Semud kavmi, Ad kavmi, Ba’le Bek kavmi, Nuh kavmi, Eyke halkı, Hicr halkı, Medyen halkı, Ress halkı, Tubba halkı, Lut kavmi, Troya (Truva) halkı, Minoan uygarlığı, Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah, Pompei, Atlantis, Knidos halkları” gibi bin bir çeşit silici felaketleri yaşamamızın tam zamanıdır. Öyle ders alınmayan sinek vızıltısı depremler, savaşlar, hastalıklar ve krizlerle dünyanın söz dinlemeyeceği ortadadır.

Immanuel Velikovsky, “Çarpışan Dünyalar” adlı eserinde hafıza kaybıyla ilgili kendi kozmolojik tezlerine göre; geçmişte yer aldığına inandığı ve kapsamlı bir şekilde belgelediği olayların örtbas edilebilmesini şu şekilde açıklamıştı. “İnsanların geçirdikleri en korkunç olayların unutularak ve silinerek şuurdan bilinçaltına itildiği, insan zihni ile ilgili tespit edilmiş bir kuramdır. Bunlar bilinçaltında garip korkular şeklinde yaşamaya ve ortaya çıkmaya devam ederler” bilimsel yaklaşımı, tamamen psikolojik bir fenomendir.

Acı ve dehşeti derinden hissedecek şekilde hak ettiğimiz öyle korkunç olayları tatmalıyız ki; yeryüzünün tutuşması, gökyüzünde peyda olan korkunç görüntüler, binlerce volkan tarafından fışkıran lâvlar, yerlerin erimesi, denizlerin kaynaması, kıtaların batması, uçan kızgın taşlarla topa tutulan ilkel bir kargaşa, yarılmış arzın gümbürdemesi ve kül kasırgaların kükreyerek tek canlı bırakmaksızın yeraltına gömülmesi ve daha niceleri…

Tıpkı Nuh Tufanındaki gibi dünya; birçok farklı düzenlere, medeniyetlere, ülkelere, görkemli şehirlere ve kültürlere ev sahipliği yaparken yanar dağlardan fışkıran alevli lâvlar gökyüzüne kadar yükselmeli ve külleri güneşi örterek dünyayı karanlıklara boğup yeryüzüne yavaşça yağmalıdır. Gökler kararsın; havalar buzul çağına dönüşsün; şimşekler çarpışsın; kasırgalar insanları, ağaçları ve evleri uçursun; hortumlar dehşet saçsın; denizden alevler fışkırsın; kükürtlü sular öyle şiddetli yağsın ki binalar ve taşlar bile tutuşsun; ihtişamlı şehirler yerin dibine gömülsün; büyük depremler yerleri yararak sarssın; canlı ve cansız her şeyi yutsun. Bütün okyanuslar karaya binerek, dağları yutacak büyüklükteki dalgalarla kıtalara vurup yumruk gibi insin. Şehirler sular altında kalsın ve insanlar toplu halde boğulsun. Tonlarca su gökyüzünden yağsın. Suların çekilmesi, gökyüzündeki kara lâv bulutlarının dağılması, ateşin ve buzulun sönmesiyle eceli gelmeyip felâketten kurtulanlar; iktidar kimmiş ve Allah neymiş bir görsünler…

Öyle yeryüzünü yaratmışçasına ve tek egemen irade sahibiymişçesine düşsel teorileriyle böbürlenen insanoğlunun saltanatı ancak sıradan bir belâyla son bulabilmektedir. Bedeni güzellikleri, şovsal mimarileri, kozmetik ürünleri, örümceksi iktidarları ve ihtişamlarıyla “ben” dediği anda yediği tokadı yine o irrasyonel kuramlarıyla yorumlaması, şüphesiz lanetlenmişliklerinin bir sonucudur. Kimi iktidarıyla övünürken, kimi zevkin doruğunda eğlenirken, kimi sonsuz yaşamın hayallerini kurarken, kimi servetiyle övünürken, kimi çekici, etkileyici ve baştan çıkarıcı varlığıyla gururlanırken, kimi mücevherlerini takıp takıştırırken her şey bir anda oluversin; o nadide ve bakımlı şehvetsi vücutlar, gıpta ettiren kentler yerle bir edilerek heykelleşsin…

Ateş, sel ve sarsıntıdan oluşan felaketlerin yanı sıra bizzat elleriyle yaptıkları nükleer silahlarla da şımararak kendilerini yok etmeleri, insanoğlunun ne kadar zalim ve acımasız olduğunu kanıtlamaktadır.

Geçmişteki kıyametsi felaketleri, tecrübe edindikleri dehşetleri, her an şahit oldukları olay ve ölümleri dahi ya hafızalarından silebilen ya da muhakeme edemeyen insanın mazoşist akıl ve duyguları, asla güvenilemeyeceğine tartışılmaz bir delildir. Unutulmaması gereken ürkütücü ve uyarıcı olayları hiç olmamış gibi düşünebilen bir insan; bilge de olsa hayvan kadar bile kıymeti harbiye taşımamaktadır.

Platon, Kanunlar III eserinde, “İnsanlar, her nedense felâketleri garip bir şekilde unutmuşlardır” diyerek, asla unutulmaması gereken şeylerin unutulma sebebini çözememiştir. Ki o kadar geriye gitmeden birkaç saat öncesi bir söz, bir pişmanlık, bir tövbe, bir acı veya bir felâket dahi hafıza ve hislerden soyutlanıp, gerekli olmadığı bir zamanda hatırlanabildiği halde yine de gerçekle bütünleşilememektedir. Allah’ın yardım, desteği ve vekilliği olmadan insan öylesine aciz, iradesiz, hayalperest ve sefildir ki, ne istediğini değil ama ne istememesi gerektiğinin peşinde koşabilmektedir.

“Her kim bu çarçabuk dünyayı dilerse, ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonrada onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız.” İsra.18

İnsanlar, aleyhlerine kurulan oyun, entrika, tuzak, ihanet, kayıp ve felâketlerden hep şikâyet eder, ancak bunlara kendilerinin sebep olduklarını kabul etmeyerek, temiz ve masum rollerde sorumlu ararlar. Dengesiz olmalarından ve sağlıklı yargılayamamalarından ötürü geçmişte yaptıklarını değil, o anın muhasebesini yaparak, “bir haksızlıktan” söz eder ve başlarına gelen şeylere lâyık olmadıkları hezeyanıyla dövünürler. Ne de olsa kendilerince ilâhsal bir temizliğe, hatasız ve yanlışsız bir maziye ve doğruyla özleşmiş bir fıtrata sahiptirler. Üstelik tapındıkları beyinleri, güvendikleri mantıkları ve özgür sandıkları iradelerini hiç hesaba katmayarak, acizliklerini ve bir hiç olduklarını itirafa yanaşmaktan ısrarla kaçarlar. Tıpkı çöp misali bidona atılmalarına hep birilerini sebep gösterir, ama o sebebi güdenin kendileri olduğu gerçeğini hiçbir şartta kabul etmek istemezler. Diogenes’in ifade ettiği gibi; “Felâketlerin başlıca kaynağı, ölçüsüz arzularımızdır.”

Nasıl ki cahil bir dost akıllı bir düşmandan daha tehlikeliyse, yanlış bir din veya bilgi de sonu korkunç bir felâkettir.

Benlik nasıl bir felâket ise, vahiysiz bir düşünce ve sevgi de o kadar kötü bir erdemliktir.

Çin’de ki bir kelebeğin kanat çırpışının Karayipler de kasırgayı tetikleyebilecek ruhsal gücüne inanmayan sekülerist düşüncenin düzen sağlayabilmesi mümkün mü? Her an her şey olabilmekte, güneşli bir havada fırtınaya yakalanılırken, fırtınanın akabinde parlayan güneş olağanüstü bir mutluluk doğurabilmektedir.

Bir felâketten kurtulmanın sevinciyle coşarken, başka bir tuzağın seni beklediğini bilemiyor, ya da bir musibetin acısından veya zilletinden inlerken, yücelmene neden olabilecek bir rahmetin ortasına düşebileceğini tahmin dahi edemiyorsan; neyinle böbürleniyorsun?

Başta politikacılar, akademisyenler ve söz de aydınlar olmak üzere; maskeli haydutlar her şeyi insanlar adına yaptıklarını iddia ederek, insanın keyifsi, nefsi ve şehvetsi arzularını besleyebilmek maksadıyla insan hakları ve özgürlük adına benlikleri tatmin etmesine çalışırlar. Ancak en büyük hümanistin ve insan hakları savunucusunun şeytan olduğunu biliyor muydunuz?

Sekülerist, yani din-dışı düşünce ve düzenleri meşrulaştıran "Hümanizm", çoğu insanın akıl ve duygularında olumlu mesajlar çağrıştırır. "İnsan sevgisi", "barış" ve "kardeşlik" gibi!

Ancak hümanizm; "insanlık" kavramını, insanları Allah inancından koparan yegâne amaç ve odak noktası haline getiren ateist bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcı'dan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır. Hümanizmin bu anlamı, özellikle de kelimenin Batı dillerindeki kullanımında belirgindir. Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı şu şekildedir: En iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan düşünce sistemi…

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde enerjidir. Hümanizme göre; doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur. Yaratıcı’yı, Mutlak İrade'yi ve vahyi redde den hümanizm doğrudan ateizme dayanmaktadır.

Bu gerçek, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli "manifesto" yani beyanname vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra, 1973'te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyit etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. II. Hümanist Manifesto'yu imzalayan binlerce düşünür, bilim adamı, yazar, medya üyesi vardır ve bu doküman hâlâ son derece aktif olan American Humanist Association (Amerikan Hümanist Birliği) tarafından savunulmaktadır.

Manifestoları incelediğimizde her ikisinde de en temel görüşün; evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı, Allah inancının insanları ve toplumları geri götürdüğü gibi, bilinen evrimci ateist dogma ve propagandalarla doludur.

Örneğin I. Hümanist Manifesto'nun ilk altı maddesi şu şekildedir:

1- Dinsel hümanistler, evrenin kendi başına var olduğunu ve yaratılmadığını kabul ederler.
2- Hümanizm, insanın doğanın bir parçası olduğuna ve sürekli bir işlemin (sürecin) sonucunda oluştuğuna inanır.
3- Hayat hakkında organik görüşü kabul eden hümanistler, zihin ve beden arasındaki geleneksel düalizmi reddederler.
4- Hümanizm, insanın kültür ve medeniyetinin, antropoloji ve tarih tarafından açıkça tanımlandığı gibi, insanın doğal ortamıyla ve sosyal birikimiyle olan ilişkisinden kaynaklanan kademeli bir gelişimin ürünü olduğunu kabul eder. Belirli bir kültür içinde doğan birey, büyük ölçüde o kültür tarafından şekillendirilir.
5- Hümanizm ileri sürer ki, evrenin modern bilim tarafından tanımlanan doğası, insan değerlerine ait herhangi bir doğaüstü ve kozmik garantiyi kabul edilemez hale getirir...
6- Bizim kanaatimiz gelmiştir ki teizm ve deizm gibi düşüncelerin zamanı geçmiştir.

Yukarıdaki maddeler, materyalizm, rasyonalizm, pozitivizm, Darwinizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan şeytan egemenli ortak bir felsefenin ifadeleridir. Kuantum teorisi de kadere karşı bu düşüncenin sonucu üretilmiştir. İlk maddede "evren sonsuzdan beri vardır" şeklindeki materyalist dogma öne sürülmektedir. İkinci madde, insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan var olduğu iddiasıdır. Üçüncü maddede, insan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. Dördüncü maddede "kültürel evrim" iddiası öne sürülmekte ve insanın "fıtratının" (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. Beşinci madde, Allah'ın evren ve insan üzerindeki hâkimiyetini reddetmektedir. Altıncı madde ise, "Teizm"in, yani Allah inancının terk edilmesi gerektiğini, bunun "zamanın gereği" olduğunu savunmaktadır.

Özgürlük ve demokrasi adına küresel yenidünya düzeninin teorisyeni masonlar; kendi üyelerine özgü yayınlarında, örgütün hümanist felsefesini ve bu felsefe içinde İlahi dinlere karşı duyulan düşmanlığı detaylı olarak tarif ederler. Masonlar, fiziki şeytanlar olarak Allahsız bir dünya var edebilmek adına insan egemenli rasyonalist ve laik devrimleri körüklemişler, son derece acımasız yöntemler kullanmışlardır. Hümanist masonlar, tıpkı Drakula misali öyle vahşetlere imza atmışlar ve atmaya devam etmektedirler ki, insanların kulağından başlayarak tüm boğazını saracak şekilde kesmişler, karınlarını yarmışlar, bağırsaklarını çıkarmışlar, cinsel organlarını parçalamışlar, gözlerini oyarak burunlarını koparmışlar, kollarını ve ayaklarını kesip çeşitli yerlere dağıtarak halka korku ve panik vermişler, devrimleri ateşleyerek ihanetlere ve ayaklanmalara, sayısız komplolar düzenleyerek yıkıcı skandallara neden olmuşlar, özellikle İslam ülkelerini işgal edip katletmişler ve yakıp yıkmışlar, gerçekleştirdikleri manipülasyonlarla insanları kıtlığa ve açlığa mahkûm etmişler, fitne çıkararak yağma ve yıkımlarla anarşiyi yaygınlaştırmışlar, akla ve hayale gelmeyecek her türlü kötülüğün ve yanlışın merkezi olmuşlardır.

Masonların siyasi faaliyetleri ve tüyler ürpertici cinayetlere kadar varan suçlarının yanı sıra, örgütlenme yapısı ve uyguladığı ayinler de oldukça dehşet vericidir. Kan ve ölüm!

Masonluk felsefesi, İslam gibi İlahi bir dinin yerine pagan, yani putperestlik bir inancı ve dünya görüşünü yerleştirmeyi amaçlayan, bu hedef uğruna her türlü dini inancı ve kurumu hedef alan, mistisizm ve okültizm boyasına batmış bir materyalizme dayanan satanist bir öğretidir. Tıpkı Kemalistlerin inancı gibi!

Tapınak şövalyelerinden miras kalan bu öğreti, masonluğun özünü oluşturmaktadır. Masonluk, bu pagan öğretiyi en yüksek derecelerde tam olarak açıklar, daha alt derecelere ise kademe kademe aktarır. Masonların küresel stratejisi ise söz konusu öğretiyi, olabilecek en cazip şekilde, geniş kitlelere empoze etmek ve bu öğretinin karşısında duran güçleri, örneğin Osmanlı Devleti ve İslam toplumları gibi “Mutlak İrade”’ye iman etmişleri ortadan kaldırmaktır. 18. yüzyıldan bu yana Batı dünyasında gelişen fikri akımların ve siyasi hareketlerin perde arkasında, işte masonluğun bu dünya çapında stratejisi yatmaktadır.

Yeryüzünün küresel en büyük suç ve terör imparatorluğu olan masonluk, gizliliğe hayati önem verir ve maskeledikleri sırlarını deşifre edenler acımasızca katledilir. Nerdeyse tüm devletleri ele geçirdiklerinden, onlara karşı hiçbir hükümet yaptırım uygulamaya cesaret edemez. Çünkü para ve saltanat, riske değer görülmez. Masonluk doğası gereği gizli bir örgüt olduğu için, tıpkı "Karındeşen Jack, Fransız Devrimi ve Türkiye’deki laik devrimler" misali örgütün tarihteki tüm faaliyetlerini tek tek ortaya dökmek mümkün olamamaktadır.

Gizli derneklerin ve okült gruplarının ki bunlar antik esoterik öğretilerin koruyucusudurlar, milletlerin tarihi üzerinde binlerce yıldır oldukça güçlü ve çoğu zaman da hayati rol oynadıkları çok az bilinen gerçeklerdir. Örneğin Ermeni Soykırımı misali…

Masonlar, Tapınak şövalyeleri veya Gül-Haçlar olarak, Fransız ve Amerikan devrimlerinin akışını, Osmanlı İmparatorluğunun ve bir o kadar da şeriat düzeninin yıkılışını etkilemişlerdir. Naziler, Faşistler, İngiliz güvenlik güçleri, Amerika'nın kurucuları ve Vatikan, şu veya bu şekilde okült komplosunda rol oynamışlardır. Okült, bilimsel dışındaki yollar ile "gizli" bilgilerdir. Yani gizlemek, saklamak, üstünü örtmek demektir.

İşte dünyaya hükmeden masonik düzen; peki, nerede insanlık!

Bu sebeple bırakın felâketler fışkırsın, bırakın tek canlı kalmamacasına dünya yerle bir olsun, bırakın isyankâr yaratıklar cehennem neymiş tatsınlar…

Ey Müslüman! Sakın ha sen korkma, çünkü senin ebedi yaşayacağına dair bir ahret ve cennet inancın var. Eğer kıyametten ve ölümden onlar gibi korkar isen, iman etmediğin ve aşikâr bir münafık olduğun ortaya çıkar.

Hep birlikte Yaratıcınız Allah’a yakarın! Yaşamı sadece bu aldatıcı dünyadan ibaret sananların taptığınız Allah’a ve iman ettiğiniz Hz. Muhammed’e hakaret ve saldırılarına karşı öyle bir duvar oluşturunuz ki nefsi hiçbir arzunuz ve çıkarlarınız bu bütünlüğü sarsmasın.

Eğer siz gerçekten fedakârsı bir imanı derinliklerinizde yaşar ve dünyayı ahret için satanlardan olursanız; biliniz ki İslam inancınızdan dolayı aşağılandığınız dünyadaki zincirlerden kurtulacak ve önünüzde saygıyla eğilinen bir zümre olacaksınız. Yeter ki inandığınız gibi iman ediniz ki Allah yanınızda olsun…

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?” En’am. 32

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisâ 74

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalamadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” Ankebut. 63

17 Mart 2010 Çarşamba

F.Gülen diyalogcularına anıt olsun…

İslamcı oldukları gerekçesiyle seküleristlerin saldırısı ve hain tuzaklarına karşı yanlışlarının üzerine gitmemeyi ve düşmanlarını sevindirmemeye özen gösteriyorsam da, anamın ve babamın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik etmem Allah’ın bir emri olduğundan sessiz kalmayı ayete karşı gelmekle telakki ediyorum. Nefsi belki ama vahyi asla…

Cemaatinin yine tepki gösterip şahsıma karşı alacakları tavrı muhakeme edememelerinin bir sonucu görüyor, neden F.Gülen ve şakirtlerine hesap soramadıklarını ya mühürlenmiş olmalarının bir sebebi ya da oluşturulan ekonomik havuzdan yararlanabilinmesi olarak addediyorum. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Hz. Muhammed (S.A.V)

Laik Türkiye’nin ve bid’at İslam’ın uluslar arası medarı iftiharı Fetullah Gülen; dinler arası diyalog ve birleştirme çabalarının meyvelerini almaya başlamış, dünya arenasında aldığı takdirlerini heykelle abideleştirmiştir.

İspanyol sanatçı Eugenio Merino; dinler arası diyalog çalışmalarının etkisinde kaldığını, fikri çalışmalara katkıda bulunabilmek amacıyla üç büyük dini bir arada toplayıp Allah’a ulaşma ortak amacı içinde zihninde tasarladığı kurguyu sanatıyla bütünleştirip, görselleştirebilmek maksadıyla söz konusu heykeli yaptığını ifade etmiştir.

Dinler arası diyalog çalışmalarına kalıcı bir anıtla fayda temin edebilmek maksadıyla üç büyük dinin bir arada olduğunu göstererek dünyaya mesaj vermek istediğini, heykelin yapına başlamadan önce dinler arası diyalogun İslam, Yahudi ve Hıristiyan öncüleriyle istişare yapıp, dinler ve semboller hakkında bilgi edindiğini açıklamıştır.

Heykeltıraş Merino, “Cennete giden merdiven” adını verdiği heykel, üst üste ibadet eden Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi din adamlarından oluşmakta, papazın elinde Tevrat, hahamın elinde İncil ve altta canı çıkan imamın (sanırım Fetullah Gülen olacak) secde ettiği yerin yanında da İncil bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle imam, İncil’e secde etmektedir. Ayrıca heykelin yanında ise makineli bir silah namlusunun ucuna geçirilmiş Museviliğin ve masonluğun sembolü yedi kollu şamdan bulunuyor. İbranicede Menora adı ile anılan Yedi Kollu Şamdan’ın altından yapılanı masonların kutsal ateşini temsil eder, İsrail Devleti ve Yahudilikte ise yedi yıldız olarak kabul edilir. Yahudilerin yaklaşık yarıya yakın soyu Kohen’ler, günde iki kere Tanrı’nın dünyaya ışık saçmasını dilemek için Yedi Kollu Şamdanları yakarlardı.

Söz konusu bu heykel, her ne kadar İslamiyeti aşağılayan bir obje olsa da, dinler arası diyalogcuları fevkalade mutlu ettiği ve hedeflerine ulaşabilecekleri izlenimi doğurduğu tartışılmazdır.

Ne var ki Gülen Cemaati, vahyin hükmüne değil Gülen’in emrine itaat ettiklerinden böylesi bir bütünleşmeyi başarısal bir vakurla içlerine sindirebilmektedirler. Önemli olan hizmet değil mi? Boş ver kitabın kimin elinde olduğunu; kimin, kimin üstüne çıktığını; İncil’e secde edilmesini; Allah ve Resulünün 1400 yıl öncesi buyruklarını, Yahudi-mason ittifakını simgeleyen Yedi Kollu Şamdan’ın diyalogu sembolize etmesini…

Bir bakalım; Fetullah Gülen’in barış ve İslam’ın meşruiyeti adına onca çabaları ve heykelle de abideleştirdiği dinler arası diyalog hakkında Allah ne buyuruyor?

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.” Al-i İmran.19

“Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” Al-i İmran. 85

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” Maide. 51

“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara. 120

Ya İslam’ı peşkeş çektikleri dinler arası diyalog ile ilgili vahiysel bir hüküm ortaya koyacaklar, ya da Müslüman olmadıklarını itiraf edecekler.

Gerek Hıristiyan gerekse Yahudilerle peygamberimizin barış içinde yaşaması misali bir arada adalet içinde ticaret, komşuluk ve arkadaşlık yapabilirler. Neden ısrarla vahyin kesinlikle yasakladığı bir ihaneti savunuyorlar? Neden hainliklerine peygamberimize atfettikleri hurafeleri kullanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar? Vahyi reformize edebilmek için güttükleri bu taktik, kâfirliğin veya münafıklığın ta kendisi değil midir? Eğer vahyin emrettiği İslam’dan başka bir dinleri var ise, onu ikrar etsinler ki bende susayım… Nasıl olsa herkesin dini kendisine!

“Kişi, dostunun dini üzeredir.” Hz. Muhammed (S.A.V)

“Bana nispet olan hadisi Kur’an’la karşılaştırınız. Kitabullah’a muvafık ise o benimdir, ben söylemişimdir.“ Hz. Muhammed (S.A.V)

16 Mart 2010 Salı

Önce tahrik, sonra mahkûmiyet…

Putperest rejimin iğfal ettiği kurumların vicdandan arındırılmasıyla ortaya çıkan haksızlık ve adaletsizliklerin kaçınılmaz bir sonuç olduğu tartışılmazdır. Dünyada bir eşine daha rastlanmayan hukuk ve kavram kargaşasıyla bilim, aydınlık, demokrasi ve çağdaşlığı öyle baskı aracı kullanarak sinsi bir oligarşiyle hükmetmektedirler ki; neyin doğru veya yanlış, iyi ya da kötü, çağdaş yahut çağdışı olduğunu muhakeme edemeyen halk; duygu ve özgürlük sömürüsünün, milli ve manevi değer istismarının ustalıkla işlenmesinden zincirlere vurulduğunun idraksizliğiyle bir türlü temel hak ve hürriyetlerine kavuşamamaktadır.

İnsan psikolojisini temel almayan rejimler; vicdan, merhamet ve hoşgörü gibi hayati değerlerin olmazsa olmaz mutlak yaptırımını umursamaz, insanın düşünebilen ve hissedebilen ruhsal bir varlık olduğunu, baskının bir gün yoğunlaşarak infilak edebileceğini kabul etmemelerinden kanunsal zorbalık ve dayatmalarla kontrol edilebileceğini ve denetlenebileceğini zannederek, kayıtsız itaatin sağlanabileceği yanılgılarından kesintisiz halkıyla çatışırlar. Oysa yoğunlaşan ruhsal bir basıncı özgürlüğüne kavuşturmadan absorbe edebilmek mümkün değildir. Totaliter rejimin tek düşmanı halk, halkın da tek düşmanı buyurgan ve insafsız rejim olmalıdır…

İnsanı değiştirilemez fıtratıyla değil de kendi koyduğu seküler kurallarıyla yönetmeye çalışan bir rejim ve çerçevelediği bir devletin huzur, güven, bütünlük, eşitlik ve barış sağlayabilmesi mümkün mü? İnsanı kendi düşüncesi, inancı ve duygusuyla değil de tanrısal bir otoriteyle hükmeden rejim, devlet ve kökten bağlı kişi ve kurumlar, sorunların yegâne provokatörleri ve müsebbibidirler.

Halkını rejim lehtarları ve aleyhtarları olmak üzere derinden bölen ve birbirine hasım kılarak inancından ve ırkından dolayı dışlayıp, horlayan, sınırlar çizen ve aşağılayan Atatürkçü düşüncenin; aydınlık verebilmesi, barış getirebilmesi, uzlaşmayı sağlayabilmesi, kardeşliği tesis edebilmesi, isyanı ve suçları önleyebilmesi, huzursuzluğu ve güvensizliği ortadan kaldırabilmesi, hakkı ve adaleti yerleştirebilmesi imkânsızdır. Onun ne kadar Atatürkçü, Türkçü, laik veya ateist oma hakkı var ise, diğerinin de o kadar Müslüman, Kürt, Hıristiyan, Yahudi veya başka bir inanç, ırk ve düşüncede olma hakkı vardır.

Örneğin Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını şartsız destekliyor, dolayısıyla herhangi bir dinin ve inancın kısıtlanması veya yasaklanmasına kesinlikle karşıyım. Ne Peygamberimiz böyle bir despotizm uygulamıştır ne de şerefli ve adil Osmanlı Devleti! Kendinden emin bir düşünce ve düzen; örümcek evi misali hiçbir olasılığı tehdit görmez, yıkılabilecek tedirginliği hissetmez… Ne zaman kendi olmak yerine başkalarına benzemeye kalkar, işte o zaman sonu gelir!

“Çevrelerine uymak için kendilerini yontanlar, tükenip giderler. “ R. Hull

Atatürkçü ve laik düşünce adına uygulanan bitmez tükenmez boyunduruk, sadece devlet birimlerinde kalmamış, tüm katmanlara yayılarak tabanı dahi körüklemiştir. Ömrü savaş meydanlarında geçmiş mücadeleci milletimiz, şüphesiz haksızlıklar karşısında susabilecek alçalmış bir karaktere sahip olmadıklarından vazgeçilmez asli görevi dengeyi ve adaleti sağlamakla yükümlü devletine güvenmiş ancak devlet, vicdani bir esinti bile taşımayan rejim taraftarlığıyla hukuku ve insanlığı doğrayarak, vatandaşı hak aramaya mecbur bırakmıştır.
İdeolojik amansızlığı teşvik eden totaliter devlet; hukuk ve vicdanın dışına çıkmaması, eşit bir adaleti egemen kılması gereken “baro” gibi yandaş kurumları da amacı doğrultusunda militarize ederek, akıl almaz dehşetsi bir ayırımcılık ve bölücülükle terör, darbe ve din düşmanlığını hukuk adına meşrulaşabilmiştir.

Özellikle inançları gereği türban takan hanımların varlığı rejim aleyhtarlığı ve düşmanlığıyla özdeşleştirilmiş, sadece eğitim, çalışma ve kamu haklarından yararlanmamayla yetinilmeyip, iktidardaki AK Partinin kapatılmasına, cumhurbaşkanlığı ve hükümetin darbeyle devrilmesine bile haklı bir mazeret sayılabilmiştir.

Türkiye’de işlenen cinayetlerin, gerginliklerin, başkaldırıların, muhtıraların ve Atatürk diktatörlüğünün temel argümanı türban, en acımasız faşist yönetimlerde dahi böylesine münferit bir hedef olmamıştır.

Tıpkı sapıkların tecavüz edecek kadınların elbiselerini parçalamaları misali CHP’lilerin Müslüman kadın örtüsü çarşafı, salyalarını akıtarak, kin ve nefretle hırlayarak yırtmaları; yine Kadınlar Günü dolayısıyla özellikle İstanbul Barosunun başörtüye hakaretler yağdırıp tecridi ve fırsat eşitsizliğini savunabilmeleri, bu vatan için canlarını veren, güç ve şeref katan, kalkınması adına var güçleriyle mücadele eden insanları haklı bir direnişe zorunlu bırakmakta, dolayısıyla hak ve adalet adına bileylenmiş ve vatanlarında aşağılanmış kişilerde öngördükleri bir hesabın arayışına kalkışabilmektedirler. Peki, suçlu kim?

Dünya kadınlar gününe bile saygı göstermeyerek kadının örtüsünü dillerine dolaştırarak tahammül edilemez psikolojik ve fiziki hakaretlere kalkışmaları, inançları gereği örtünen kadınları insan görmemelerindendir. Hatırlanacağı üzere halk düşmanı Ergenekon Terör Örgütü kurucularından yaşlı terörist İlhan Selçuk adlı faşist, “Başörtüsü, bir insan hakkı değildir” diyebilmiştir. Dolayısıyla türbanlı kadınları bırakın insan bellemeyi, hayvanlar kadar bile değere tabi tutmamaktadırlar.

Tekrar gündeme gelmesi hasebiyle; türban taktığı gerekçesiyle bir bayan avukatı barodan atan Gümüşhane eski Baro Başkanını Osmaniye’den gelerek öldüren kişiyi tek başına sorumlu tutmak ve katil addetmek; hangi aklın, hukukun ve vicdanın bir doğrusu olabilir? Ne öldürdüğü Baro Başkanını ne de aşağılanarak hakları elinden alınan mağdur bayan avukatı tanımayan o şahıs, işgalsi bir birikimin sonucu artık absorbe edemediği imani basıncını Gümüşhane’de patlatmasından suçlu bulunmuş ve uzun bir müddet hapishanede yatırılarak ailesi dağıtılmıştı. O kişiye yardım etmemden dolayı şahsımı suçlayanlar; neden maskelerini çıkarıp aynaya dönüp de hainsi zorbalıklarını göremiyorlar? Acaba Milli Mücadele dirliğiyle yapılan İstiklal savaşlarının amacı neydi? Bir Fransız askerinin Müslüman kadının örtüsünü zorla indirmeye kalkışmasıyla gösterilen yiğit direnişin akabinde Kahramanmaraş ilimizi Fransız işgalinden kurtardığımızı hatırlamıyorlar mı? Aynı haklı ve hassas duruşu bir daha göstereceğimden hiç kimsenin şüphesi olmasın. İnancı, düşüncesi, kılık ve kıyafeti ne olursa olsun hiçbir ideoloji, bir başkasını kafesleyemez ve devşiremez. Adaleti ya devlet sağlar, ya da halk…

Temeli kan ve kemik olan CHP’nin Müslüman Türkiye Halkı düşmanlığı aynı şiddetle devam etmekte, azılı teröristleri aklayabilmek maksadıyla her türlü tertibin içindeki aktörlüğü rüşvet, tanıklara baskı, yargıyı etkileme, adaleti engelleme, avukatlık v.b uygulamalarına kadar sürmektedir. Ancak devleti kurmasından ötürü dokunulamaz zırhı, şu anlık delinememektedir.

“O, bir insan mı” başlıklı yazımda kimliğini sorguladığım Deniz Baykal, tecavüzcü CHP’lilerin ırzına geçtikleri çarşaf ile ilgili “CHP’nin hiç kimsenin giyimi ve kuşamıyla ilgili bir sıkıntısı yok” açıklaması, İstiklal mahkemelerinde astıkları onca insanı, Anayasa Mahkemesinde iptal ettirdikleri başörtüsü kararını, kamu alanı gerekçesiyle kafesledikleri kadınları, üniversite kapılarında kurdukları sorgu odalarıyla Nazileşmelerini, kılık ve kıyafetlerinden dolayı Başbakanlıkta iftar verilen âlimlere gösterdikleri tepkiler ve orduyu ihtilala davet etmeleri ve daha nicelerini aptal halkın unuttuğunu sanmaktadır.

Namı; terör ve darbe desteği ve din karşıtlığıyla şöhretleşen İstanbul Barosunun stajyer avukatların Staj Eğitim Merkezi’ne türbanla girmesini yasaklaması, apaçık bir ayırımcılık ve halk düşmanlığıdır. İstanbul Barosu kim ve o cüretkârlığı nereden alıyor ki; örtülerinden dolayı kız çocukların okula gönderilmelerine karşı çıkabiliyor, % 5’lik İmam Hatip Okulları mezunlarının diledikleri üniversitede okumalarına izin vermemek adına on binlerce öğrencinin ‘meslek liselerine katsayı eşitliği sağlayan' kararı yargıda bozdurmaya cesaret edebiliyor, kadınların istihdama katılmalarını engelleyebiliyor, sosyal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlayabiliyor ve kadınlar arasında savaş sebebi sayılacak yıkıcı ayırımcılığı yaparak, bölücü, karıştırıcı ve tahrik edici direktifleri verebiliyor?

O Baro’da hiç mi hukukun, vicdanın ve adaletin sesini dinleyen bir üye bulunmamaktadır? Ya o işgalci halk düşmanı yönetimi alaşağı edecek ya da topluca istifa ederek, onlara meşruiyet kazandırmayacaklardır.

Unutulmamalıdır ki zafer, ancak samimi bir duruş ve hesapsız fedakârlıkla elde edilir. Düşmana karşı hem cephede savaşıp hem de yaralanmamak ve ölmemek adına korku ve endişe yaşarsanız, galebe çalmanız mümkün değildir. Özgürlük için mücadele verenlerin fedakârlıklarını bir düşünsünler de, öyle şovsal birkaç gösteriyle, göstermelik seçimlerle ve yaptırımsız nutuklarla özgün haklara kavuşulamayacağını kavrasınlar. Yaratıcıya iman eden Allah’ı, demokrasiye inanan halkı egemen tek güç bilip, bir avuç çapulcunun tutsaklığına razı olmamalıdırlar…

Konu türbandan ve Gümüşhane eski baro başkanının öldürülmesinden açılmışken; Tempo Dergisinde yaptığım röportajımın sadece başlığını ve önsözünü okuyup yargıya gidenlere cevabım o dur ki, malum yönetimce saptırılarak, sanki başörtüsüne karşıymışım gibi bir başlık atmaları, ancak 5 sayfalık röportajımda içeriği açıklanan türban ile ilgili görüşlerimin ana temasını internet sayfalarından yayınlamamaları yanlış anlamalara neden olmaktadır. Türbanın rahibelerin örtüsü misali vahyin emrettiği bir başörtüsü, yani bir saç örtüsü olduğu, başörtüsünün ayette de buyrulduğu üzere omuzların üzerine kadar tüm başın örtünmesi gerekliliğini, kadının tanınmaması ve incitilmemesi için yüzünün de kapalı olması hükmü üzerinde durarak, eşim ve kızlarım da başta olmak üzere Müslüman kadınların keyfi örtünüşünü rahibe örtüsüyle eş değer tutmuştum. Bu röportajdan dolayı benim tuzağıma düştükleri gerekçesiyle Tempo Dergisi yönetimi, Genel Yayın Yönetmeni ve röportajı yapan muhabire görevden el çektirmişlerdi. Ancak doğruyu söylemekle mükellefim, yoksa kimin nasıl davranacağıyla ilgili bir yetkiye yahut bekçiliğe sahip olmadığım gibi gerçeği de saptırabilmem mümkün değildir. Ki eşim ve kızlarımı dahi zorlamıyorum! Bu sebeple başörtüsü değil, özellikle türban terimini kullanıyorum. Bakışlar arzu uyandırır, mimikler tahrik eder, gülüş teşvik eder…

Devlet, ya adil davranacak ya da hak ve hukukunu arayan vatandaşını suçlayıp mahkûm etmeyecek. Ancak milletinin düşünce, duygu ve inancıyla inşa edilmemiş devlet, mecburen milleti ile ayrılığa düşeceğinden sürekli çatışmakta, halkını tehdit görmekte, dolayısıyla huzursuzluk ve güvensizlik had seviyeye ulaşınca da bir tarafın eliminesi kaçınılmaz olacaktır. Zaten tüm gerginliklerin, katliamsı darbe planlarının ve en azılı suçluların bir bütünlük içinde kenetlenmelerinin arkasında bu gerçek yatmaktadır.

Sözde aydın ve yazar kimliğiyle provokatörlük yaparak halkı birbirine kıydıran katillere demokrasi gerekçesiyle sahip çıkacak; sonra da kutsallarını müdafaa etmeye çalışanları hem suça teşvik edecek hem de terörist ya da katil olmakla suçlayıp zindanlara atacaksın. İnancından dolayı örtünen kadınları gericilik ve çağ dışılıkla aşağılayıp haklarını gasp edeceksin; sonra da hak aramaya kalkanları, azmettirmeni görmemezlikten gelip yargılayarak hapislerde çürüteceksin. Olamaz böyle bir faşistlik…

Dini kutsal sayma manipülasyonuyla siyasetten koparacaksın; sonra da Diyaneti anayasallaştırıp siyasetin emrine sokacak, yetmedi devlet yönetme tekniği olan siyasetin yüceliğinden bahsedeceksin. Bir taraftan egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir diyecek; diğer taraftan milletin kararına karşı askeri veya yargı darbesini meşru sayacaksın. Atatürkçü siyasetin en radikal uygulandığı yargıyı siyasetten uzak tutmayı savunacaksın; sonra da Atatürk ilke ve inkılâplarını yargının ilkesi yapacaksın. Sözde egemen millet parlamentosunun siyaset bulaştırma gerekçesiyle HSYK’ya üye seçemeyeceğini iddia edeceksin; sonra da devletin idaresini ve yasamayı siyasilere bırakacaksın. Eğer cumhuriyet rejimini kabul etmiş bir devlet, millet adına yargılama yapan HSYK gibi yüksek yargı kurumlarında yetki sahibi olamıyorsa, o rejimin cumhuriyet olabilmesi mümkün mü? Atatürk ideolojisi, ilke ve inkılâpları siyasi değil midir? Gerçekten ifade ettikleri gibi bu millet o kadar aptal mı ki dolambaçlı yaldızlı abartılar ve laf cambazlığıyla kandırabileceklerini düşünüyorlar?

Sen; çağdaşsın, aydınsın, ilericisin, Atatürkçüsün, laiksin; ben de gericiyim, yobazım, ilkelim, ortaçağ karanlığının Müslüman bir yolcusuyum. SANA NE?

Şimdi söyle bakalım; bu ülkede senin yaşadığın özgürlükte benim yaşamaya hakkım yok mu? Senin sahip olduğun haklara ben sahip değil miyim? Sen vücudunu teşhir ederken ben örtemez miyim? Sen aşağılarken, dışlarken, horlarken ve yasaklar koyarken ben bilmukabele de bulunamaz ve direnemez miyim? Sen hürsün de ben köle miyim?

Madem o kadar uygarlıktan yanasınız ve bu yüzden onca çaba içinde dertleniyorsunuz; neden çağdaşlığın dahi ne olduğunu bilmeyen köy ve kasabalara gidip vatandaşlarınızı medeniyetin beşiği kentlere taşıyarak eğitim vermiyor ya da oralara giderek o sözünü ettiğiniz aydınlık dersi vermiyorsunuz? Yoksa onları boş ver, sorunumuz Müslüman kadının türbanı, rahibenin ki bile değil mi demek istiyorsunuz? Kahpece entrikalara başvuracağınıza; yüreğiniz ve cesaretiniz var ise, açıkça vahiy düşmanı olduğunuzu itiraf edebilir misiniz?

“Ey beyaz adam! Bize ışığı vaat ettin ama kendi karanlığını getirdin.” TUIAVI

13 Mart 2010 Cumartesi

Sen neymişsin be TARAF…

Yaşamımdaki hayati kırmızıçizgilerim; yalan, riyakârlık, nankörlük ve ihanettir…

Çocuklarıma ve çevreme ısrarla vurguladığım o dur ki, bir saniye sonrası meçhul olan hayatta ne kadar büyük hata ve yanlış yaparlarsa yapsınlar, sorumlu oldukları Yaratıcıları Allah olduğundan insanlardan çekinip yalan söylememeleri, en ahlâksız bir davranış olan riyakârlık yapmamaları, çıkarcı ve fırsatçı nefislerinin peşinde koşup nankörlükten kaçınmaları, kendilerini insanlığa yücelten, adalet ve merhamet katan değerlerine ihanet etmemeleridir.

Ancak erdemliğin en önemli mihenk taşları olan ve yaratığı insanlığa ulaştıran bu faziletler; demokrasi ve çağdaşlık manipülasyonlarının güttüğü seküler düşünce ve anlayışları meşrulaştırarak yozlaşmayı etkileştirmiş, ünlü filozof Diogenes misali öğlen vakti ele alınan bir fenerle “bir adam” bulabilmenin imkânsızlığı artık abartı olmaktan çıkmıştır.

Oysa toplumlar, erdem ve fazilet sahibi olmayan ahlâk fukarası kimseleri küçümsemek yerine baş tacı yapabilmişler, dolayısıyla en üstün “iyi” erdem ve fazilet olmaktansa; bilge, şan, mevki, rütbe ve servetler, hor görülmesi gereken “uydurma iyi”ler olabilmiştir.

Kişilerin ahlâkları değil ya akademik unvanları ya makamları ya zenginlileri ya da aydın izamlı bilgileri ölçü alınmış, kendini hırs ve ihtirastan uzak tutmayıp ihtiyaçlarını aza indirmeyen ve sahip olduklarına şükretmeyen yığınların çoğalmasıyla özgüvenini yitiren insanlık maddeleşebilmiştir.

İnsanlar, insan olabilmenin ayrıcalığıyla dorukta yaşamaları gerekirken; mana ve madde denklemini çözemediklerinden geçici güçlere, gösterişlere ve fiiliyatsız sözlere itibar ederek, insan görüntüsündeki yaratıklara dönüşmüşlerdir.

Kendileri olmak yerine başkaları olmaya imrenerek, farkında olmadan hilkatteki eşlerini taparcasına öven ve artıklarıyla beslenip sığıntı tutsakları olmayı şeref sayabilmişlerdir.
Kişi, doğru veya yanlış hangi davranış içinde olursa olsun mutlaka dürüst davranmalı, işlediği hata ve yanlışları riyakârca kamufle ederek savunmak yerine insanca kabul edip, topluma olumsuz bir örnek olmaktan kaçınmalı ya da haya edip susmalıdır. En üstün meziyetin erdemlik ve fazilet olduğu unutulmamalı, nefsin kışkırttığı benliksel arzu, yalan, nankörlük, ikiyüzlülük, şehvet ve ihtirastan arınarak; şeytanın en gurulandığı kötülük olan ihanete kalkışmamalıdır.

İnsan, yaratık bir acziyette bulunmasından sahip olduğu emanetsel akıl, bilgi, güç, makam ve servetiyle her şeyi gözlemleyebilen ve üstün bir iktidarda olduğu yanılgısından öyle hatalar yapmakta, dolandırılmakta ve aldatılmaktadır ki; samimi, dürüst ve adil sandığı kişinin nasıl pazarlıklı bir yalancı, riyakâr, nankör ve hain olduğunu kestiremeyebilmekte, dolaysıyla sanıldığı gibi iktidar değil bir hiç olduğu ortaya çıkmaktadır.

Taraf Gazetesinin Genelkurmay oligarşisine karşı millet lehine duruşu herkes gibi şahsımı da etkilemiş, haklarında hiçbir bilgim olmadığı kuruluşa hem maddi hem de manevi desteği zorunlu hissetmiştim. Bu sebeple kendilerine büyük bir bütçe ayırmış, hiç ihtiyacım olmadığı halde sadece destek amacıyla bir yıl boyunca her gün yayınlanmak üzere gazetelerine reklam vermeyi uygun görmüştüm. Bu arada tekliflerini hazırlarlarken, internet sitelerindeki sayfalarına da ilan verme önerisinde bulunmuşlar ve olumlu karşılayarak bir yıllık bedeli derhal nakit ödemiştim.

Bu arada bir arkadaşım, “Taraf Gazetesi ve yazarlarının zannettiğim gibi dürüst, ilkeli ve adil olmadığını, her birinin gizli mason ve liberal olup sivil inisiyatif makyajıyla Müslüman halkımızı devşirebilmek amacıyla sömürdüklerini, vahiy karşıtı felsefelerinden dolayı adımın kirleneceğini ve savunduğum İslam’a düşman olan bir kuruluştan uzak durmam” uyarısında bulunmuştu.

Bunun üzerine yanlış bir karar verdiğimi düşünüp, ilişkiyi yürüten yardımcıma reklamdan vazgeçilmesini istedim. O sırada reklam grup başkanı bayanın bir hatasını bahane ederek, reklam akdimizi feshettiğimizi ve yaptığımız ödemenin iade talebinde bulunduk. Söz konusu yetkili, ilandan ve şahsımdan yönetim kadrosunun haberdar olduğunu, vazgeçmemiz durumunda çok zor durumda kalacaklarını ifade ederek, yardımcımı ikna etmeye çalıştı. Gerçi meblağ da 5.000 TL gibi komik bir rakamdı. Acaba Taraf Gazetesi; 5.000 TL gibi bir rakamı kaçırmamak için mi, adıma ihtiyaç duyduklarından mı, yoksa gazetede vereceğim büyük bütçeli reklamdan dolayı mı böylesine ısrarcı olabildiklerini bilmiyor, doğrusu üzerinde de durmuyordum. Çünkü sözlü ve yazılı tüm ilişkileri yardımcım yürütüyor ve gelişmeleri detaylıca incelemiyordum.

Ancak Taraf yöneticileri, paniğe kapılarak defalarca sözlü ve yazılı özürler dilemek suretiyle vazgeçmememiz ısrarında bulunmuşlar, razı edebilmek maksadıyla gazetelerinde üç kere bedava ilan yayınlamayı teklif etmişler ve Genel Müdür olduğunu söyleyen Hilmi Seçilmiş adındaki şahıs ve yeni atadıkları reklam grup başkanı Beste Yalın hanım da yardımcıma yalvarırcasına ilişkiyi sürdürmede duygusal baskı uygulamışlardı.

Bütün bu anormal ısrarlar karşısında gevşeyerek, sadece bir reklam, adıma ne zarar gelebilir ki düşüncesi içinde sadece internetteki sayfalarında reklamın çıkmasına sessiz kaldım. Bunun üzerine reklam yayınlanmaya başlamış ve iki defa gazetelerinde de yer vermişlerdi.

Aradan yirmi gün geçmesi akabinde Türkiye’nin en korkunç ajan-provokatörü hain Aziz Nesin belâsını milletimin başından savabilmek için başına koyduğum ödül, amaçlarına ulaşamayan halk cellâdı İslam düşmanlarını öfkelendirmiş, Taraf Gazetesine savaş açarak, reklamımı yayınlamasından kin kusmuşlardı. Ancak öncesinde seküler düzen yanlısı lobilerin Taraf’a baskı yaptıkları ve fikirlerimi çok tehlikeli bulduklarından Taraf’ın aracı olmaması konusunda yoğun kulis faaliyetlerinde oldukları bilgisine de ulaşmıştım.

Bu baskılar karşısında cesur, kararlı, ilkeli, adil ve samimi bir özgürlük mücadelesi yürüttüğünü sandığım Taraf Gazetesi, yalvarıp yakararak zorla aldıkları reklamı hiçbir bilgi vermeksizin derhal yayından kaldırmışlar, böylece arkadaşımın uyardığı gibi nasıl sinsi ve çakal bir riyakâr olduklarını ispatlamışlardı. Ancak yine de hak ettikleri tepkiyi göstermemiş ve yasal yollara başvurarak bir hak arama yoluna gitmemiştim. Çünkü etiketle dolaşan sefilleri muhatap alacak bir seviyede değilim. Ta ki geçen gün öğrendiğim 1915’teki Ermeni canilerden özür dileme ihanetleri, reklamın kaldırılmasının bir şer değil hayır olduğunu ortaya çıkarmıştı. Kimilerinin beni Taraf’çı yapmaları, inancıma ve kişiliğime vurulmuş en korkunç kara bir lekeydi.

Bu ahlâksızlık ve döneklik karşısında bir an nefsimin sesine uyarak Taraf Gazetesini satın almayı, o Ermeni eşkıya yanlısı masonları kapı dışarı ederek, sersefil bırakmayı düşünüp yardımcılarıma talimat vermiş, ancak nefsim doğrultusunda hareket etmemin şeytandan bir farkım olmayacağı muhakemesiyle imanımın ağır basması üzerine, zaten boyunlarında fiyat etiketleriyle dolaşan hainleri satın almaktan vazgeçtim. Doğrusu, bir şeyler karalamasalar ve birilerinin maşası olmasalar aç kalırlar…

Birkaç gün önce Ermeni diasporasının sadık köpeklerinden liberal mason Yıldıray Oğur adlı yazı işleri müdürü, tıpkı Ermeni eşkıyalardan özür dilemesi gibi halk cellâtlarından özür dileyerek, ”Bu ilan bir dikkatsizlik sonucu tarafta yayınlandı. Bu konudaki uyarıların ardından da yayından kaldırıldı. Uyarılar için teşekkürler” açıklaması, aslında toplumu aydınlatan ve mutlaka dürüst olması gerekenlerin nasıl bu kadar alçalabildiklerini, yalan söyleyebildiklerini, iğrenç riyakârlıkta bulunabildiklerini ve ihanet edebildiklerini sorgulamaya gerek yoktu. Çünkü o Yıldıray Oğur adındaki yaratıkta, Taraf’ın diğer yazarları gibi analarımızın ırzına geçen, çocukları ve yaşlıları diri diri yakan Ermeni eşkıyalardan özür dileyebilen hainlerden birisiydi. Mehmet Ali Şadoğlu’na ihanet etmeleri ne yazar…

Zihinleri ve kalpleri iğfal edilmiş aydın görünümündeki bu ucubeler, bağımsız Müslüman Türkiye ve şerefli geçmişimiz aleyhine öyle bir kenetle birbirlerine bağlanmış bir düşmanlık içindedirler ki, kendileri gibi ihanet eden canavar Ermeni canilerini savundukları gibi milletimizin hayati değerlerine savaş açıp birbirine kıydırmaya kalkışmış Aziz Nesin’i de desteklemeyi; demokrasi ve aydınlıkla özdeşleştirebilmektedirler. 1915 de vatanını ve halkını müdafaa edip din, namus ve vatanlarını koruyan kahraman askerlerimizi nasıl soykırımla suçlayıp aşağılayarak canilerden özür dileyebilmişlerse; halkımı büyük bir fitneden koruduğum için beni de aydın katliamcısı biri olmakla yaftalayabilmişlerdi.

18.yüzyıl kapitalist filozofu Adam Smith’in kapitalist felsefesi olan “Bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar” sloganı, o maskeli hainlerin temel düsturlarıdır. Onların demokratik anlayışları; din ve halk düşmanları, Ermeni katliamcılar, ABD ve İsrail işgalciler ne isterlerse yapsınlar ama sen asla direnme ve karşı koyma… Aksi takdirde demokrasi düşmanı, aydın katliamcısı, çağdaşlık ve özgürlük karşıtı, jenosit, katil veya terörist olursun!

Her ne maskeye bürünseler de zamanla o maskelerin altında sakladıkları ucube yüzleri berraklaşmakta, fakat milletçe uğradığımız zararın telafisi çok zor aşılabilmektedir.

Bu sebeple düştüğüm hataya düşmemenizi, sivilleşmek adına nasıl bir tuzağın içine çekilmek istendiğimizi dikkatle takip etmelisiniz. Vahiy karşıtı hümanist, çağdaş, sivil ve demokrat aldatmacalara kanmamanızı, kendilerini etiketleştirmiş batıl aydın bozuntularının oyunlarına gelmemenizi, içtenliksiz fikirlerine itibar etmemenizi; aksi takdirde sizler için canlarını feda eden atalarınızın çektiklerinden daha beterini tatmaktan kurutulamayacağınızı bilmenizi isterim.
Yahudi-mason ittifakının kurguladığı senaryo, birbirine zıt fikirli ama aynı amaca hizmet eden şövalyelerin yemi olmamaya gayret ediniz ki Müslüman halk düşmanı dâhili haçlıların galebe çalmaları mümkün olmasın. Ancak içimizdeki cerahatleri temizlersek dışarıdakilerin iştahını kapatabiliriz…

Millet lehine mücadele ettiğini sandığım Taraf Gazetesi aleyhine yapılan yorumlara sitemde sansür uygulayarak ve duyuru yayınlayarak fitnesel bir provokasyonun içinde yer almamaya özen gösterdiysem de, Ermeni eşkıya yanlısı, gizli millet ve vahiy düşmanı olduklarını öğrendikten sonra nasıl yalancı, riyakâr ve hain oldukları gerçeğini kamuoyuna duyurmayı görev bildim. Bundan dolayı hiç kimse üslubumun sert ve ağır olduğunu düşünmesin, tecavüze uğrayıp ahırlarda yakılan ana ve çocuklarının dayanılmaz acılarını hissetmeye çalışsın.

Evet, Taraf Gazetesi; 1913-1915 yılları arasında vatanımızı ve şerefli milletimizi canlarını ortaya koyarak savunan, hunharca ırzlara geçerek yakaladıkları atalarımızı ahırlarda yakan Ermeni canileri püskürten yiğit kahramanlarımızın milli mücadelelerini “Büyük Felaket” olarak değerlendirmiş ve alçakça o acımasız şeytanlardan özür dileyebilmişlerdir.

Olayları ısrarla saptırmaya çırpınanlara cevabım odur ki geçmişi vahşetlerle dolu olan toplumların sonraki nesillerinden hesap sorulmasına ve atalarının yaptıkları zulümlerden yargılanmasına karşıyım. Bir ailedeki suçlunun dahi diğer fertlerine iliştirilmesini şiddetle eleştirmişimdir. Ancak özellikle 1915 deki vahşilerden özür dilenmesini kaldırabilecek pespaye bir yürek, o sözünü ettikleri çağdaş ve demokrat bir seküler düşünce taşımadığımdan hainlere gösterdiğim tepkinin çok hafif kaçtığı da dikkatlerden kaçmamalıdır.

Dolayısıyla benim gibi aptal yığınların sandığı gibi Taraf Gazetesinin amaçları cunta oligarşine karşı değil Müslüman ordumuza karşı bir harekât olduğu; liberal ve sosyalist düşünceleriyle demokrasiyi kullanarak, masonik taktiklerle Müslüman Türkiye Milletini dünyada mahkûm edebilmek maksadıyla sinsice haçlı bayraktarlığı yaptıkları tartışılmazdır.

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinden farklı bir görüşe sahip olsalar da, amaçları din-dışı düşünceleri egemen kılmak ve Türkiye’yi Müslüman imajından koparabilmek hedefi taşımalarından hiçbir ayrıcalıkları yoktur.

Şu gerçeği de okuyucularımın bilgilenmesi açısından açıklamakta yarar görüyor; “neden Taraf gibi bir haine alacağımı hibe ettiğimi” soranlara, o paranın Taraf’ın kasasında kirlenmesinden dolayı olduğunu bilmelerini isterim.

Sakın ha, hiç kimse Taraf’ın parayı reddeden demokratik bir kahramanlıkta bulunduğunu düşünmesin. Asıl o büyük rakamı kendilerine verseydim değil reklamı kaldırmayı, bilakis yazılarımı savunmakla kalmayıp, kapımda dahi köle olurlardı. Ayrıca tıpkı şahsım gibi halkın gönüllerinde taht kurdukları statüko mücadeleleri de cuntacıların keselerini açmalarına kadardır. Ancak ihanetsi bir misyonu yürüttüklerinden hedefsi konularda olmasa bile, bir kısım bilgileri çıkarlarına tahvil ettikleri de muhakkaktır.

Ermeni Diasporası Taraf Gazetesi’nin yazarlarından Sevan Nişanyan; “Türkiye'nin soykırımı kabul edip, özür dilediği takdirde ortada bir problem kalmayacağını, Türkiye'nin soykırımı utanmazca reddettiğini” söyleyebilecek kadar cüretkâr olabilmesinin takdirini sizlere bırakıyorum.

İşte Taraf, işte Nişanyan! Nerede Türk Milleti…

Taraf Gazetesi; Ermeni Diasporası’nın Türkiye lobisi mi ki tam 23 yazarı 1915 olaylarında alçakça kıyıma ve tecavüze uğramış atalarımızı soykırım yapmakla suçlayabilmiş ve o günün Ermeni canilerinden özür dileyebilmiştir?

“Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; YAPMA…”


9 Mart 2010 Salı

“Hepimiz Ermeniyiz” dönüşümü, onca özürler ve protokoller dahi kâfi gelmedi…

Aslında tabela devletimizin nasıl bir lanet içinde olduğuna hiçbir şüphe kalmamıştır. Kin, nefret ve intikamla yanan bir avuç Ermeni’nin ihanet ettiği milletimizle çelik-çomak misali diledikleri gibi oynamaları ve neredeyse tüm batı ülkelerinde lehlerine karar çıkarabilmeleri, “biz kimiz” sorgusunu hala zaruri kılmıyorsa; Ermeni taleplerine karşı direnmenin ne anlamı var? Zaten sonunda; özürler dileyerek ikrar ettikleri soykırımı resmileştirecekleri muhakkaktır. "Bir insan hangi limana ulaşmak istediğini biliyorsa, onun için her rüzgâr uygundur." Seneca

Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan ve millet olma gibi ayrıcalıklı haklarıyla özerklikleri elde etmiş Ermeniler, I.Dünya Savaşında ülkemizi işgal eden azılı düşmanımız Ruslarla işbirliği yaparak ihanet etmişlerdi. Fıtratsal canavarlıkları öyle gaddardı ki kuşandıkları Rus askeri üniformalarıyla Müslümanları ve Kürtleri amansızca doğruyor, sırf Müslüman oldukları için kadınlara tecavüz edip, ahırlara doldurup yakıyorlardı. Asla Yezidi ve Hıristiyan olanlara dokunmuyor, ellerine geçirdikleri Müslüman Türk ve Kürtleri, bebek, çocuk, hamile, yaşlı ve hasta ayırımı yapmaksızın işkence yapıyor, katlediyorlardı.

Ancak bu kadar tarihsel gerçekler karşısında Müslüman Türkleri arzuladıkları gibi topyekûn elimine edememenin hıncını taşıyan Batı Dünyası, Vatikan’ın da fetvasıyla milletimizi kötülüklerin anası ve doğrudan şeytanla özdeşleştirerek, soykırım bayraktarı yapmışlardı. Hatırlanacağı üzere zamanında Papa 2. Jean Paul, Vatikan'ı ziyaret eden Ermenistan Katoliklerinin lideri 2. Karekin'le yayınladığı ortak açıklamada "Ermeni soykırımını” tanıdığını ilân ederek, 1915 olaylarının "20. yüzyıldaki sayısız kötülüğün başlangıcı" olduğunu ileri sürmüştü.

Osmanlı Devletine isyan eden Ermeniler, yarım milyondan fazla insanımızı hunharca katletmelerine rağmen; Türklerin Ermenilere soykırım yaptığı iftirası, tamamen dini bir fetvanın illegal meşruiyetine dayanmakta, dolayısıyla tüm Hıristiyan Dünyası bu fetvayı referans alarak, Ermeniler lehine kararlar vermektedir. Ne var ki Batı’nın dümen suyunda olan devletimiz, tartışmasız haklı olduğumuz milletimizin hukukunu ve onurunu dahi savunamamakta, sahiplenmemekte, el açıp dilenircesine aleyhte karar alınmamasını başarı sayabilmektedir.

Oysa bağımsız, güçlü ve caydırıcı bir devlet’e karşı aleyhte karar alabilecek hiçbir devlet olamaz. Ne gidip yalvarır ne de alınan kararları önemseyerek paniğe kapılır. Önce haklılığına kendin inanacaksın ki başkalarının inanmasında etkili olabilesin…

Ne var ki Ermenilerin tecavüzleriyle hamile kalan kadınlarımızdan olma aydın ucubeleri, barbar Ermeni babalarına destek çıkabilmek amacıyla bir araya gelerek; “1915'te Osmanlı Ermenileri'nin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” hainliğini sürdürebiliyorlarsa, ABD’ye veya diğer ülkelere tepki gösterme hakkı olabilir mi?

Bu arada bir itirafta bulunmayı kaçınılmaz görüp; Ermeni Soykırımını tanımak gibi affedilmez bir ihanetin ta merkezinde olduğunu öğrendiğim Taraf Gazetesi yönetici ve yazarlarını lanetliyor, duyarlı okuyucularımın Taraf Gazetesine verdiğim ilandan dolayı adımın kirleneceği endişelerinden şahsımı eleştirmelerinin haklılığını tartışmasız kabul ediyorum.

ABD’deki temsilciler meclisindeki oylama öncesi TBMM’nin ve Dışişlerinin dilenci korosunun ikna çalışmaları yeterli olmamıştı. Oysa İstanbul’da olduğu gibi Ermeni yandaşı yığınlar, Washington’a bir çıkartma yapıp “Hepimiz Ermeniyiz” pankartları, cadde ve göğü kaplayacak bir Ermeni bayrağıyla Temsilciler Meclisinin önünde yürüseler ve soykırımı kabul edip özür dileyen o aydın müsveddeleri de ayaklara kapansaydılar, lehte bir karar çıkabilir miydi?

Demokrasi maskesiyle milletimizin onur ve tarihini biçen, müstemlekeye dönüştürerek bir avuç barbar Ermeni diasporasına peşkeş çeken dâhili hainlerin ahkâm kesebildikleri bir ülkede, yabancıyı bir tehdit ve düşman bellemek, biliniz ki onları gizlemek ve çok daha beter tahribat yapmalarına fırsat tanımaktır.

Her ne kadar babaları Ermeni eşkıyaları da olsa, tecavüze uğrayan analarının bu kahraman milletin çilekeşleri olduğu gerçeğini kendilerine hatırlatmak isterim.

Aşağılık sömürgeliklerinden değil de Osmanlı gibi bir şereften utanarak red-i mirasta bulunan damızlık fışkırtması ürünler için aslında tek kurtuluş; eğer amaçları ülkeyi laikleştirdikleri gibi Ermenileştirmek değilse, Müslüman Türk değil de putperest Atatürkçü olduklarını deklare etmeli, devletin resmi adı olan Türkiye Cumhuriyetini zihin ve kalplerinde taşıdıkları Atatürk Cumhuriyeti olarak değiştirerek, atalarıyla olan bağlılıklarını tamamen inkâr etmeleri, sanırım hedef ve muhatap olmaktan kurtulmalarına tek çaredir. Düşünmüyorlar da değillerdir…

Bu nasıl bir vicdan, muhakeme ve yargıdır ki, yiğit atalarımız vatanlarını Rus mezaliminden kurtarabilmek adına biz hain nesillerin geleceği için cephede savaşırlarken; şehirleri ve köyleri basan Ermeni çeteleri, yalnız kalan anaları, çocukları ve yaşlıları ahırlara doldurup yakarken; ırzlarına geçerken ve cesetlerin kokularından yanlarına yaklaşılmazken; nasıl oluyor da Ermenilerden özür dilenebiliyor ve asla önemsenmeyecek bir soykırım safsatası için kapılarda yalvarabiliyoruz? Ermeni eşkıyaların acılarını ve duygularını paylaşabiliyorlar da, neden 500.000’den fazla katledilen Müslüman Türk ve Kürt vatandaşlarından elem duymuyorlar?

İşte atalarımızın ve masum analarımızın laneti Türkiye’yi öyle kuşatmış ki, her platformda rezil ve rüsva olmaktan sakınamıyor ve birbirimizi tahammül edemeyerek haçlılara iş bırakmıyoruz.

Önünde saygıyla eğilinen, fikirleri ve varlıkları bir övünç kaynağı olan aydın karaların haçlılarca itibar görmeleri ve ödüllerle kuşatılmalarının arkasında Müslüman milletimize saldırıları, bölücülükleri ve ihanetleri referans alınmaktadır. Ancak tüm bu hain ve alçakların sakızı olan demokrasi, maalesef gerçek amaçların saklamasına yeterli olmaktadır. Nasıl olsa aydın kartviziti, kompleksli yığınların kulluksal etkilenmelerine kâfi gelmektedir. Yoksa Yaratıcıdan dahi üstün tutulabilmelerini başka nasıl izah edilebiliriz?

Öyle bir şamar oğlanına döndürüldük ki Temsilciler Meclisindeki oylama bile Türkiye Cumhuriyet Devletinin sanki bir kabile derebeyliğiymiş gibi hiç ciddiye alınmadığını kanıtlamıştır. Aşağılayıcı bir lakaytlıkta yapılan oylamanın önceden karar verilmiş sonucunu temin edebilmek maksadıyla parlamenterlerin bir kısmı özellikle geciktirilmiş ve planlanan sonucu tutturabilmek için saatlerce beklenerek, bir tane parlamentere oy dahi kullandırılmayarak geri çevrilmesi sağlanmıştı. Katlanamadığımdan daha fazla detaya girmek istemiyor, sanırım sizlerde aynı duyguyu paylaştığınızdan dayanamıyorsunuzdur.

Her yıl kaynatılarak önümüze konulan soykırım yalanı tamamen şantaj amaçlı bir gözdağı olup; hükümetin direncini kırabilmek gayesiyle İslam karşıtı emperyalist taleplerinin kabule zorlanması içindir. Acaba Başbakan Erdoğan, Irak İşgalindeki gibi boyun mu eğecek, yoksa “one minute” diyerek karşı mı koyacak çok merak ediyorum. Çünkü zafer, ancak fedakârlıkla gelir…

Barack Obama’nın seçilmesiyle umuda kapılan ahmaklara, 06.Kasım 2008 tarihinde “Değişim umudu taşımayın” başlığıyla çağrı yaparak, “Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesiyle gerek ABD’de, gerek İslam Ülkelerinde ve gerekse dünyada yeşeren değişim umudu; ne yazıktır ki kapitalist, emperyalist ve faşist bir sistemle yönetilen ABD’de ki egemen güçlerin ve barbar rejimin analiz edilememesindendir. Devletlerin tamamı totalitarizm temelinde inşa edilmiş olup, statükodan taviz vermez yönetim biçimleriyle idarelerini sürdürmektedirler” bazında bir yazı yazmış, devletlere kişilerin değil rejimlerin hükmettiği uyarısında bulunmuş, dolayısıyla Obama’nın da Bush’tan hiçbir farkı olmadığı kısa zamanda anlaşılmıştı.

Yine Obama’nın İslam Topluluklarını etkileyebilmek ve haçlı ABD düşmanlığını kırabilmek maksadıyla Türkiye’ye yaptığı ziyareti, 08.Mayıs.2009 tarihli “Sempatik şeytan” başlıklı yazımla; “Gıdası kan olan ABD’nin Müslüman ve sivil vahşeti devam etmekte; asla vazgeçmeyeceği kıyımlarla İslam ülkelerinde, özellikle Afganistan’da çok sayıda çocuk-kadın-yaşlı demeden önüne geleni yok etmesi, ne lanettir ki iktidarlarca hukukî sayılabilmektedir. ABD gibi barbar bir devletin başına geçen Obama, estirdiği barış, dostluk, adalet ve hümaniste rüzgârının şeytani bir aldatmaca olduğu iktidarlarca bilinse de, parçalanmış masum cesetlerden kalkınacağını zanneden fırsatçı ve çıkarcı yandaşlarınca cezp edici bir ambalajla “umut kapısı” olarak ezilen toplumlara sunulabilmektedir” dikkatini çekmiş ve tartışılmaz gerçeklerin üzerinde durmuştum.

Öncelikle ABD’nin odalığı ve sömürgesi olduğumuzu itiraf edelim ki, tüm iç hesaplaşmaları ve bölücü iktidar çıkarlarını terk edip, yekvücut seferberlik başlatarak İstiklale kavuşalım. Ondan sonra birbirimizle dalaşmaya, hırlamaya ve çatışmaya devam edelim. Ama maalesef toplumuzu yönlendiren o kadar aydın bozuntusu hain ve politikacıyla bu hayati duruşu nasıl göstereceğiz bilemiyorum…

Böyle bir devletin vatandaşı olmak bir utanç mı, yoksa onur mu sorusuna öyle yoğunlaşmalıyız ki; belki atalarımızın ve o mübarek analarımızın savaş, korku, sefalet ve acı içinde neler çektiklerini hisseder, hainsi varlığımıza kahrederek, gerçekte kim olduğumuzu hatırlamanın patlamasıyla “durun” diyebiliriz.

Binlerce insanımızı katledip diri diri yakan Ermenileri devletimiz tecrit edip sürmeyecekti de onların yaptığı gibi tecavüz edip topyekûn kılıçtan mı geçirecekti? Ya da katliamlarına direnmeyerek seyirci mi kalmalıydılar? Merhametli ve adaletli Müslüman Türk tarihinde hiçbir barbarlığa ve kıyıcı bir işgale şahit olunmamıştır. Unutulmamalıdır ki Ermeni kadın ve çocuklar askerlerimiz tarafından korunmaya çalışırlarken, Ermeni milisler de kahraman askerlerimize ve analarımıza saldırıyorlardı. Hiçbir çıkar, fırsatçı işbirliği ve anlayış; dine ve atalara ihaneti haklı çıkaramaz.

İlahi adalet, ilahi ceza! Ermeni mezalimine destek verip geçmişine ve milletine kalleşlik yapan ucubeler, o günleri tekrar geri getirterek Ermenileri üzerimize saldırtmakta ve ‘ermeni soykırımı’ iftirasını haklı çıkaracak her türlü tertibin taşeronluğunu demokrasi adına yapabilmektedirler.

Dâhili hainler layık oldukları çöplüğe gömülmeden, kurtuluşun mevzubahis olabilmesi mümkün değildir.

Atalarımızı, analarımızı ve kardeşlerimizi acımasızca katlederek devletimize ihanet edip Rusların yanında saf tutan barbar Ermenilerden özür dileyebilecek kadar alçalan gizli mason ve Gül-Haç üyesi Türk, Kürt, demokrat, sosyalist ve ataist kimlikli devşirme hainlerin listesi:

www.ozurdiliyoruz.com

7 Mart 2010 Pazar

Devlet, onlar olduktan sonra…

Genelkurmay ve CHP gibi devlete hükmeden tanrıların diktasındaki bir ülkede halkın söz sahibi olabilmesi mümkün mü?

Biri halkın kurtarıcı gözbebeği, diğeri de devleti kuran bir mabut…

Neymiş efendim; generaller, amiraller ve subaylar darbe yapacaklarmış, halkın seçtiği meclisi ve hükümeti devireceklermiş, çocuklarımızı ve insanları katledeceklermiş, mallarına el koyacaklarmış, toplama kamplarında zulümden geçireceklermiş, Müslümanlara ve Kürtlere vatanlarını mezar yapacaklarmış ve belgelendirdikleri binbir çeşit zorbalıkla Atatürk’e karşı kulluklarını yerine getirip, laik diktatörlüğü koruyacaklarmış…

Kimileriniz zaten öyle değil mi diye düşünebilirsiniz ama taşıdıkları korkunç kin ve nefretle devleti gütmeleri kendilerini tatmine yetmemekte, fiziki doyuma ulaşabilmeleri için tahammül edemedikleri halkın kanını içebilecek mutlak bir tutsaklığı sağlayabilmek adına kulsal zincirin gerekliliğine inanmakta, böylece tartışmasız ideolojilerinden uzaklaşarak hürriyet arayışına giren halkın dizginlenebilmesi için cehennemsi planları hazırlayabilmektedirler.
İfade etmekten utanmadıkları gibi halkı deniz kendilerini balık gören jaws’lar, “halka karşı acımasız” olacaklarını bile deklare edebilmişlerdir. Zaten CHP’de halkı mazoşistlikle özdeşleştirip, “Bu halk mazoşisttir, ne kadar eziyet ederseniz, o kadar …..” dememiş miydi?

Söz konusu ideolojik amaçlı tüm yasa-dışı cunta plan ve eylemlerin arkasında Genelkurmay ve CHP’nin olduğu tartışılmazdır. Neden?

Bugüne kadar hiçbir hükümetin cesaretle üzerine gidemediği ezici diktatörlüğü sindiremeyerek hesap soran AK Parti Hükümeti, haksızlık ve adaletsizlik karşısında susmayı onursuzluk addeden şerefli savcı ve hâkimler ile TSK ve medyanın izzetli mensuplarının arkasında durarak, alışılagelen sinsi ve ihanetsi planları ortaya çıkarmış, Türkiye Halkı’nın yaşayacağı elem felaketlerin önüne geçmişlerdir.

Halkımızın sağduyusu, merhamet ve sabrını acımasızca sömüren Genelkurmay ve CHP; ihanetlerin bir bir deşifre edilmesiyle beraber hışımla ayağa kalkarak; hem hükümeti, hem savcı ve hâkimleri, hem gazetecileri, hem de artık yeter diyen halkımızı vicdansızlık gibi ağır ithamlarla suçlayarak lanet etmişler, rejime karşı bir başkaldırı ve yakalanan teröristlerin suçsuz ve vatanın yiğit evlatları oldukları propagandalarıyla tüm belgelerin ve iddiaların düzmece ve Silahlı Kuvvetlerine karşı bir sindirme harekâtı olarak sunabilmişlerdir.

Oysa toplanan delillerin daha ne olduklarını araştırmadan, devletin savcı ve hâkimlerinin görüşleri alınmadan halkı ve hukuku hiçe sayan bilinçli sahiplenme, şüphesiz onların da bu planın hazırlayıcıları ve uygulayıcıları arasında olduklarını kanıtlamaktaydı. Çünkü sıcağı sıcağına gösterilen anormal tepkiler, Genelkurmay ve CHP’nin de işin içinde olduğuna tartışmasız delildi.

Ancak halkın gözbebeği ve en güvendiği kurum olan TSK’yı komuta eden Genelkurmay ile siyasi bir parti ve devleti kuran köklü CHP’nin böylesi acımasız bir terör organizasyonunda yer alamayacağı önyargısı, maalesef son derece açık olan ilişkiyi zoraki perdelemiş, böylece asıl hesap vermesi gereken azmettirici merkezler hedef olmaktan çıkarılmıştır.

Kuruma veya ideolojiye bağlı gerekçelerle suçluların söz konusu güçlerce korunup kollanmasını hukuk çerçevesinde izah edebilmek söz konusu değildir. Bölücü ve komplocu terör örgütü üyesi sanık bir başsavcının tutukluluğu Deniz Baykal’ın vicdanını sızlatıyor ama o savcının halka estirdiği terör ve yıkıcı terör örgüt üyeliği, o nasıl bir vicdansa Baykal’ı hiç etkilemiyor!

Neymiş efendim, Atatürkçü bir başsavcı, kuvvet komutanı, ordu komutanı v.s gibi rütbe ve makam sahipleri dilediklerini yapmakla özgür ve hiçbir güç onlara ne hesap sorabilir ne de yargılayabilirmiş. Oha…

Yani laik devletin bekası ve Atatürk rejiminin devamı için atom bombası dahi atmaktan geri durmayacaklarını mı söylüyorlar? Şükürler olsun ki sahip değiller…

Hukuk karşısında halktan ne üstünlükleri ve ayrıcalıkları var ki dokunulmaya cesaret edilemiyor, suçlu oldukları halde gerektiğinde ifade vermeye gelemeyebiliyor, tutuklanamayabiliyor, cezaevinde yatmak yerine hastanelerde keyif sürebiliyor, yargıdan kurtulabilmek için hafıza kaybı gibi özürlü raporlar alabiliyorlar? Açıkça söyleyeceğim odur ki ne Genelkurmay Başkanı ne kuvvet komutanları ne ordu komutanları ne de diğerleri “şehit” olmuş ve “şehit” olabilmek için kahramanca savaşan o sokaktaki bireylerden üstün değillerdir, hatta kıyaslanamayacak bir seviyededirler!

Unutmalılardır ki irtica adına Müslüman ya da bölücü yaftasıyla Kürt diye fişleyip, tıpkı İsrail’in Filistinlileri baskı, işkence ve katletmesi misali yok etmeye çalışacakları halkın her biri; seve seve TSK’da görev yapmakta ve canlarını feda etmekten kaçınmamaktadırlar. Bu durum karşısında darbeci ve yanlılarının akıl ve vicdan sahibi insan olabilmeleri mümkün müdür?

Yoksa şehit olan ve sakat kalan o askerlerin ve ağıtların hiçbir önemi yok, bizim için tek tehlike antiAtatürkçü, Atatürk milliyetçisi olmayan Müslüman topluluk ve Kürtlerdir, amacımız için PKK ile dahi ittifaka girerek varlığını sürdürüyoruz, vatan ve millet biziz, gerisi düşmandır mı demek istiyorlar?

Milletimiz onlara açık çek vererek öyle şımarttı ve sultalaştırdı ki normale dönüşün kanlı mı yoksa kansız mı sonuçlanacağı kestirilememektedir. Ancak Atatürk’ün “Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” sözü, Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin kanlı eylem planlarına meşruiyet kazandırmakta, dolayısıyla hiç kimsenin eleştirme hakkı da bulunmamaktadır. Nasıl olsa her düşünce ve davranış, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı bir hükümlülük gerektirmiyor mu?

Herkes birbirine cephe almış bir öfkeyle teyakkuzda beklerken, hukuk çalıştırılarak adaletin yerini bulmasına çabalayan savcı ve hâkimler ya bağlı bulundukları yargı kurumlarınca baskı ve tehdit altında ya da ifadeye çağırdıkları suçluların arkasına aldıkları Genelkurmay kalkanıyla yargıyı takmamaktadırlar. Org. Başbuğ, yargının kozmik odadaki araştırması için, “izin vermeseydim nah girerlerdi” diktasal açıklamada bulunması, aksi bir düşünceye mahal bırakmamaktadır.

Türkiye için utanç vesikası olmaya devam eden Alb. Dursun Çiçek imzalı “millete ihanet belgesi” sanki bir takdir belgesiymişçesine bayrak misali zirvede korunabilmekte, Alb. Dursun Çiçek hala tutuklanmayıp bir kahraman şanıyla görevini ifa edebilmektedir. Ancak belgenin kamuoyuna duyurulmasının hemen akabinde Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un hiçbir soruşturma ve araştırma yapmaksızın belgeyi “düzmece bir kâğıt parçası” olarak değerlendirmesi, onun da o planın hazırlanmasındaki rolünü ortaya koymaktadır. Panikle yaptığı o açıklamanın başka hiçbir yorumu olamaz. Ayrıca Alb. Dursun Çiçek’in günlerce yargıya teslim edilmemesi, iki kez tutuklanması akabinde ‘çayı soğumadan’ serbest bırakılması, kendilerinin de belgenin orijinal olduğunu tasdik etmesi sonrasında hala “ne yapabiliriz” arayışlarıyla sessizliklerini sürdürmeleri; o belge içeriğinin Alb Dursun Çiçek’le bir ilgisi bulunmadığını, başta Org. Başbuğ olmak üzere kuvvet komutanları ve ordu komutanlarının bilgisi dâhilinde hazırlandığını ortaya koymaktadır. Zaten bilgileri olmadan bir sineğin dahi karargâhta uçamayacağını bizzat açıklayan Genelkurmay Başkanlarıdır.

Sanırım Alb. Dursun Çiçek tek başına suçu kabullenmemekte, “ya beni kurtarın ya da hepinizi ele veririm” tehdidiyle orta bir yol bulmaya çalışılmaktadır. Olmadı diğerleri gibi onu da öldürüp intihar süsü vermeleri sürpriz olmayacaktır.

Bir terör örgütü üyesi olduğu mahkemenin kabul ettiği iddiayla da resmileşen 3. Ordu Komutanı Org. Saldıray Berk’in, mezhep çatışması yoluyla kaos ortamı yaratıp darbeye zemin hazırlamak istediğiyle ilgili 1 numaralı suçlu kategorisinde değerlendirilmesi, yine Genelkurmay’ca dikkate alınmadı, bir de hukuka, yargıya, TSK’ya ve millete meydan okurcasına Sarıkamış Kış Tatbikatını yöneten bir terfi ile ödüllendirilmesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Allahuekber Dağlarında 90 binden fazla şehit olan kahraman atalarımızın da ruhlarını sızlatmıştır.

Ergenekon silahlı terör örgütünün Erzincan yapılanmasının en üst düzeydeki yöneticisi olduğu yargıca da belgelenen Org. Saldıray Berk değil de diktatörlüğe karşı bağımsızlık mücadelesi veren milletimiz mi TSK’yı yıpratıyor?

Özgürlük düşmanı, tarihin en acımasız, en baskıcı, en kanlı komünist ve mason diktatörü Mao’nun “halk bir denizdir, biz balığız” felsefesini örnek alan Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri, ne var ki bir gün denizin “tsunami” yaparak tüm jawsları karaya çarpıp yok edeceğini hesap edememektedirler. Bu dünya Mao’nun Kızıl Muhafızlarına kalmadığı gibi Atatürk’ün de Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine kalmayacaktır.

Ayrıca silahlı cani şövalyelerine yok ettirmedikleri şehitlerin dindar analarını, öfke birikimlerinden çıldırarak çarşaflarını hırsla parçalayan sadist CHP’liler, eğer bir lanet sonucu iktidara gelmeleri sonucu neler yapmaya kalkışacaklarını hayal bile etmek istemezsiniz. Gerçi deşifre olan belgeler, neleri yapabileceklerini ortaya koyuyor ya…

Yüce Yaratıcı Allah, adına levh-i mahfuz veya “o kitap” ya da kader buyurduğu planını uygulamakta, her şey O’nun kurgusuyla gelişmektedir. Allah dilemedikçe hiçbir yaratığın dileme iradesi bulunmamaktadır. Yıllar önce özenle hazırlanıp organizesi yapılan darbeler nasıl eyleme dönüştürülemeyip failleri inim inim inlerken, kimin ne dediğinin ve ne yapmak istediğinin çizilmiş kaderde hiçbir yaptırımı bulunmamaktadır.

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” İnsan.30