26 Şubat 2010 Cuma

Atatürkçüsü gibi dinlisi de yoldan çıktı…

Önce kendilerine bakmayıp doğru ve adil yolda olmamalarından sapan kimselerin zararlarından dert yanarak, ya sinsice bilmukabele de bulunabilme hınçları ya da aynı yanlışlıkta çözüm aramaları, hem dinen hem ahlâken hem de siyaseten vahimdir. Gerek Allah, Maide Süresi 105. Ayette,”Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez” hükmüyle, gerekse Malcom X’in “En iyi nasihat iyi örnek olmaktır” sözüyle, insanların önce aynaya bakıp sonra başkalarını eleştirebilme hakkı olup olmadığına karar vermeleri insanlığın, yani erdemliğin ta kendisidir.

AK Parti Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan’ın “Şimdi biz onları fişliyoruz, sıra bizde. Yahu hükümet biziz. Yapılan her şeyi biz yaparız. Bizim istemediğimiz şeyi de kimse yapamaz” düşünceleri, Atatürkçülerden hiçbir farkı olmadığını, güç kimin elinde ise hukuk ve adalet tanımaksızın despotluğu kendilerine bir hak görebildikleri vicdansız anlayışın benliksi felaketi, muhakkak hukuk ve adaleti yağmalamaktadır. Üstelik İslam kimliğini ön plana çıkarıp eşitlik, barış, hoşgörü ve adaleti vurgulayanların dizginleyemedikleri nefisleri, diğerlerinden hiçbir ayrıcalığı olmadığını gözler önüne sermektedir. Benliklerinin galebe çalmalarına mani olamayanların hukuk ve adalet anlayışları, ancak çıkarları lehinde ucube bir hak arayışını mukim kılmaktadır.

Dilleri Allah’a inanç, sevgi ve korkuyu mırıldanırken, kalplerinde şeytanın cirit atması, şüphesiz iman etmiş olamamalarındandır. Hâlbuki iman, inançlarının samimiyet ve teslimiyet göstergesi olup, hiçbir şart ve koşulda bir topluluğa duydukları kin, kendilerini adil davranmamaya itmemelidir. Bu tür fıtratlar, haksızlık yapanların karşısına dikilip hesap sorma yerine, korkak ve kalleşçe fişlemeye yeltenerek; sevgi, barış, hukuk ve adalet adına halkın verdiği yetkiyi fırsatını bulduğu anda barbarca kullanmaya hazır olduklarını ortaya koymaktadır. Oysa yaratık insanın fişlemesini ya da dinlemesini değil Yaratıcı Allah’ın fişlemesini ve işitmesini dikkate alsalardı, böylesine adaletsiz bir kinle özdeşleşmez, insani ve İslam’i bir örnekle haksızlık ve adaletsizlik içinde olanlara rehberlik ederlerdi.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’i öldürmeye giden Hz. Ömer’in öfke, kin ve intikam saçan duygularının tam öldüreceği sırada sevgi ve merhamete dönüşerek, nasıl iman ettiği sürecini biliyorlar ama idrak edemiyorlar.

Şüphe yok ki her şeyi gözetip yönlendiren Allah’ı mutlak egemen kabul ederek iradesine boyun eğmiş muttakiler, hem halkına hem de düşmanlarına adalet ve merhametle davranır, adalet karşısında aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlık yapmazlar.

O devir toplumlarının korkulu kâbusları İran’ın zalim ve acımasız komutanı Zerdüşt, yani ateşe tapan Hürmizan, yenilmez ordusuyla mağlup olup korku içinde teslim olunca, Hz. Ömer’in huzuruna getirildi. Hürmizan, herkesi kendi gibi canavar zannetmesinden işkenceler altında öldürüleceğini düşünüyordu. Oysa Hz. Ömer, af dileyip iman etmesinin ardından bırakın idam etmeyi zindana dahi atmayıp, bir de can düşmanı Hürmizan’a maaş bağlamıştı. Çünkü nefsi için hiçbir düşünce ve eylemin içinde bulunmayıp şahsi hesaplaşma, fırsat ve çıkar kollamıyor, her şeyi iman ettiği Allah’ın kurallarıyla yapıyordu. Çünkü adalet, bunu gerektiriyordu.

Onun için, Müslüman kimlik taşıyanların Müslümanlıkla karıştırılmamasının önemine işaret ediyor, Avni Doğan gibi benliğine yenik düşen zavallıların yanlışları, İslam’i kurallara mal edilmemelidir. Dolayısıyla Avni Doğan, tıpkı Anıtkabir Tapınak Şövalyeleri gibi halkımızın vekilliğini ve yönetimini sürdürebilecek bir liyakate sahip değildir; ya pişmanlığını dile getirerek af dilemeli ya da vekillikten istifa ederek ortalarda dolaşmamalıdır.

Dinlisi de dinsizi de o kadar bozulmuş ki barışın, uzlaşının, hakkın ve adaletin egemen olabilmesi, pek söz konusu görülmemektedir. Ancak İstiklal harplerinin kahraman ataları, geriye kendilerine yakışır öyle cesur, inançlı ve kararlı evlatlar bıraktılar ki milletimizin üzerine çöküp tepelemek isteyerek acımadan katletmeyi planlayan rütbeli hainleri adalet önüne çıkartanlar, hakkın ve adaletin yeniden tesis edilebileceği umutlarını yeşertmektedirler.

Org. Başbuğ’un kükremelerine, esip gürlemelerine, tehditlerine ve gözdağına aldırış etmeksizin hukuka kilitlenerek adalete koşan o yiğit savcı ve hâkimler tarih yazmaktadırlar. Nazi ve İsrail kopyası darbecilerin yanı sıra sözde siyasi parti kimlikleriyle milletimizin arasına sızıp cuntanın hükümranlığını savunan CHP ve MHP’nin duydukları kaygılar, yaslandıkları gücün güven ve itibar kaybederek gün geçtikçe erimeleri, bir daha iktidar yüzü görmeyecek olmalarıdır.
Ne var ki ekilen zehir her kesimi kapsamı altına almış, sözde muhafazakârlığıyla şöhretleşen yöneticileri de adaletsizliğe itmiştir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun kişiye özel yasa çıkarma diyalogları; insanlığın nasıl bu kadar lanetsi bir pespayeliğe dönüşebildiğinin derin üzüntüsüne neden olmuştur.

Melih Gökçek’in “görevini kötüye kullandığı” gerekçesiyle hakkında 1 yıldan 3 yıla kadar hapis istenen davası ile ilgili Burhan Kuzu’dan özel bir yasa çıkartılarak cezasının hafifletme talebi ve Burhan Kuzu’nun da gereğinin yapılabileceği cevabı; sözde hukuk ve adalet yanlılarının içler acısı münafıklıklarını ortaya koymaktadır.

Toplumumuz gerek dini gerekse ırki baskı ve çatışmalarla bölünürken; terörist şövalyeler askeri ve yargıyı etkileri altına alıp milletimizi yok etmeyi planlarken; hukuk ve adalet tamamen yıkılıp diktatörlük hüküm sürerken; binlerce insanımız hapishanelerde cezalarını çekerken; insanlarımız her an birbirlerini kıyacak statik bir elektriğin dahi etkisiyle yoğunlaşmışken; huzur ve güven ulaşılamaz bir ütopyaya dönüşmüşken; Melih Gökçek adlı belediye başkanı, utanmadan ve sıkılmadan benliğini düşünebilmekte, daha az nasıl ceza alabilirim endişesiyle lehine yasa çıkarabilme arayışına girebilmektedir.

Melih Gökçek gibi egoist bir nefse değil 1 yıl, yasaları çıkarı amacına kullanmak istemesinden ne zaman müebbet hapse çarpılırsa, işte o zaman tarafsız ve bağımsız bir adaletin işlediği anlaşılacak, bundan böyle Allah’ın ve halkın tasarrufuyla geçici iktidara kavuşanlar, bu tür çirkinlik ve kayırmalara cesaret bulamayacaklardır.

Artık Burhan Kuzu’nun da hukuk ve adaletten bahsedebilecek hiçbir inandırıcılığı ve saygınlığı kalmamış, tamamen yandaşlarını gözeterek ve partizanlık yaparak, gücü ve makamını peşkeş çekmek istemesinden şikâyet ettiği kanunsuzlardan hiçbir ayrıcalığı olmadığı kanıtlanmıştır. Kendilerine ancak yazıklar olsun diyor ve hangi yüzle haktan, hukuktan ve adaletten söz edebileceklerini merak ediyorum. Diyeceksiniz ki onlar politikacı ve halkta bir sürü; ne değişecek?

Artık fırıldaklıklarıyla ünlenen Melih Gökçek; nasıl bir onur, vicdan ve insanlık taşıyor ki kirli düşüncelerini deşifre eden ve yayınlayan gazetecileri yasalarla tehdit ederek, engellemeye kalkışabilmektedir. Oysa adil olmamakla suçlayıp lehine karar çıkarmaya çalıştığı yasalarla kendini korumaya çalışması apaçık bir çelişki değil mi? Rakipleri dinlendiğinde keyiften dört köşe olan Gökçek, neden kendi konuşmaları kamuoyuna servis edildiğinde tehditlere başvurup, “özel görüşme” safsatasını savunabiliyor? İnsandan utanacağına sözde inandığı Allah’tan utanmış olsaydı, zaten adil davranır, çıkarlarının peşinde koşup saltanatını devam ettirebilme yerine halkının derdini ve acısını paylaşarak adaletin kölesi olurdu. Onun gibiler için haksızlıkların Allah tarafından bilinmesi veya duyulmasının ehemmiyeti bulunmamakta, varsa yoksa insanların gerçekleri bilmemesi ve şeytani övülmeleridir. Ancak benlikleri kaşarlanmışların adaletsi bir imana ve insanlık özverisine sahip olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü harami saltanatları Allah’a imandan ve her türlü insani davranıştan önceliklidir.

Ancak şu hakkı da sahibine teslim etmek gerekir ki AK Parti Genel Başkanı R.Tayyip Erdoğan, parti milletvekilleri ve mensuplarından her kim yanlışa sapmış ve halkı rencide etmiş ise ya ihraçla ya görevden alarak ya da uyarı cezalarıyla duruşunu ortaya koyabilmektedir. Oysa CHP (ATŞP) nin Genel Başkanı Deniz Baykal ise; ülkeyi mezbahaneye çevirmek isteyenleri fütursuzca kayırıp destekleyebilmekte, bağışlanmaz yanlışların içinde olan, örneğin; milletin peygamberiyle dalga geçen ve hakaret eden Öder Sav’ı, Kürt Halkının topyekûn katledilmesini savunan Onur Öymen’i, Türk milletine mazoşist deyip, eziyete layık gören Mustafa Özyürek’i, milletin canının verdiği ezandan rahatsız olan Bülent Baratalı’yı, İzmir’in “çocuk pornosu” gibi iğrenç bir sapıklıkta google da dünya birinciliğini eleştirmemden dolayı sapıklığı savunan Erdal Karademir gibi yüzlerce partilisini bırakın ihraç etmeyi ya da uyarmayı, halka meydan okurcasına sahip çıkabilmiştir. Şüphesiz Başbakan Erdoğan ile Deniz Baykal’ın aralarındaki derinsi farkı da göz ardı etmemek lazım. Bununla beraber, Başbakan Erdoğan her ne kadar birçok hata ve yanlış yapmış ise de, totalitarizmin insafsız statükocuları Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli ile kıyaslanamayacak kadar millet ve adalet yanlısıdır.

Milletimizin inanç ve vicdanlarını deşen Deniz Feneri Derneği ile ilgili ayyuka çıkan gayriahlâkî iddiaları savunma güdüsüyle karşı çıkıp, yargılanmasını tıkamak isteyenleri geçmişte her ne kadar eleştirdiysem de, hala insanların rahatsızlıklarının devam edebildiğine şahit olabilmekteyim. Oysa İslam’ın şemsiyesi altında olduğunu öne sürüp alttan alta Müslümanlıklarını işleyenler; değil Zekeriya Kahraman’ı, ana ve babalarının aleyhlerine dahi olsa adaletle şahitlik etmeliler ki adil olmamakla suçladıkları kesime benzememelidirler. Aksi takdirde sömürücü Mehmetçik Vakfı'ndan ne farkları kalır? Kişilerin din, devlet, hükümet, kurum ve kuruluşları tahrip etmelerine asla izin verilmemeli, haksız olanın inancı, nüfuzu, makamı ve konumuna bakılmaksızın adaletin önüne çıkarılıp, hak ettiği karşılığı alması sağlanmalı, tüm milletçe dışlanmalıdırlar ki adil bir düzene kavuşulabilsin.

Ancak Tempo Dergisinde verdiğim beyanatı aynen tekrarlıyor; Türkiye’de vahyin emrettiği doğrultuda şahsım da dâhil tek bir Müslüman bulunmamaktadır.

“Sadece benliğin mahsulü bulunan işler, olgunlaşmaktan ziyade çürüyen meyvelere benzerler.” Marie J.GUYAU

22 Şubat 2010 Pazartesi

O, bir insan mı?

İnsanı insan yapan erdemlerin ne olduğu konusunda herhangi bir hatırlatma yapmayı haddi aşmak gördüğümden, öncelikle insan olan vakurlu ancak aldatılmış halkımı tenzih ederim.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın paradoksal söz ve davranışlarındaki tutarsızlıklar, yalan, iftira ve komplolar, azılı ve sinsi suçluları cani siper hane müdafaası, totaliter düşünce ve inançlarından dolayı insanları sınıflandırıp düşman hedef bellemesi, onun gerçekte nasıl bir yaratık olabileceği konusunda derin şüpheler uyandırmakta, dolayısıyla kim olduğu sorgusundan kendimi alıkoyamamaktayım. Her ne kadar aleni olan misyonu irdelemeye değer değilse de, masum halkımızı etkileyip tutsak altında yaşamlarını sürdürmedeki illüzyonistliği, büründüğü maskenin deşifresini mecbur kılmaktadır.

Daha birkaç hafta önce İsmailağa Cemaatinin veliaht şeyhi Cübbeli Ahmet Hoca’ya övgüler yağdıran, harami partisine destek sağlayabilmek için fevkalade rezil bir işbirliğine girişen, manen emin olduğum halde madden belge sunamadığımdan cemaatin önde gelen şeriatçısına ödemiş olabileceği 475 milyarlık nakit ile ilgili hiçbir açıklama yapmayan Baykal; Erzincan başsavcısının ”Ergenekon terör örgütü üyesi olmak”, “Resmi evrakta sahtecilik”, “Tehdit” ve “İftira” suçlamalarıyla tutuklanmasını, nasıl oluyor da “Yargı ve güvenlik güçlerinin bir kısmı cemaatlerin eline geçti” açıklamasıyla; görevlerini baskı, şantaj ve tehditler altında, binbir güçlük ve onurla sürdürmeye çalışan savcı, hâkim ve güvenlik güçlerini hainler ya da haçlı ajanları gibi fişleyebiliyor, adaletin yerini bulmaması, toplumun refah ve güven içinde yaşaması maksadıyla ihanetsel organizasyonların ideolojik sözcülüğünü yapabiliyor? Ne sözcüsü, ta kendisi olduğunu düşünenlere de itiraz etmem.

Toplanan tartışılmaz somut delillerle değil tutuklanması, ağırlaştırılmış müebbet hapsi dahi hak edebilecek kadar suçlu olan başsavcı İlhan Cihaner’i kurtarabilmek amacıyla militarist vekillerini Erzincan’a göndererek, önceden Jandarmaca abluka altına aldırdığı gizli tanıkları, ifadelerini değiştirmeleri için ikna ve baskı yolunu seçtirmesi, onun bir insan olabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır.

Bir taraftan hâkim ve savcıları ayarladığı gibi fevkalade vahim bir iddiayla hükümeti karalamaya ve gensoruyla düşürmeye çalışırken; diğer taraftan Müslüman ve Kürt halkı topyekûn yok etmeye çalışan Ergenekon gibi terör örgütlerini savunabilmekte, tüm deliller ortadayken; tanıklara baskı veya rüşvet teklif ettirerek, ideolojisi başsavcıyı aklamaya kalkışabilmesi, hak, hukuk ve adaletle özdeşleşmiş insanın yapabileceği bir davranış mıdır?

İnsafsızca aşağılabildiği savcı, hâkim ve güvenlik güçleriyle; yobaz, gerici, dinci, çağdışı ve ucube diye sınıflandırdığı cemaat ve tarikat mensupları ya da bürokrasideki ve sokaktaki insanları; bu ülkenin gerektiğinde canlarını veren, bekası için her türlü fedakârlığı göğüsleyen vatan evlatları değil mi? Acaba tahammülsüz ve faşist ideolojisiyle dünyanın başka bir ülkesinde yaşamasına izin verilir mi? Deniz Baykal gibi insan karşıtı mihraklar, fitne çıkarıp toplumların huzur, güven, bütünlük ve düzeni bozacakları tedirginliğiyle “istenmeyen tehlikeli yaratıklar” damgasıyla hiçbir ülkede yerleşik kalamayacaklarına şüphe yoktur. Ama diyeceksiniz ki onların tek muhalefeti İslam değil mi?

Genelkurmay’ın, yüksek yargının, üniversitelerin, Atatürkçü dernek ve medyanın keskin hatlarla böldüğü milletimizi bir halk partisi olduğunu iddia eden Baykal’ın kışkırtıcı ve zalim fıtratı, onun gerçekte kim olduğu sorusuna yeterli cevap vermektedir.

Hiçbir yorum yapmayacak, muhakemeyi takdirlerinize bırakacağım.

CHP, adını dahi nasıl maskelendirdiği duruşuyla ortadadır. Ne cumhuriyetle ne de halkla yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi bulunmamakta, putperest rütbeli ve cübbelilerin politik şövalyeliğini yaptığı itiraf ve destekleriyle tartışılmazdır. Çakma adı her ne kadar Cumhuriyet Halk Partisi ise de, gerçek adı Anıtkabir Tapınak Şövalyeler Partisi’dir.

Ataist diktatör merkezli terör örgütlerin, Müslüman aleyhi odakların, ideolojik yargı kararlarının, haksızlık ve bağımsızlığın, hukuk ve adaletsizliğin, inanç ve ibadet esaretinin, bölücülüğün, ayırımcılığın amansız savunucusu, tertipçisi ve teşvikçisi olan CHP; Türkiye’nin en korkunç ve felaketsi tehlikesidir.

Nerede bir suçlu, lanet, yolsuzluk, rüşvetçi, katliamcı, terörist, kumpasçı, haksızlık ve adaletsizlik var ise; mutlaka orada CHP (ATŞP) vardır. Yeter ki CHP ideolojisinin bir üyesi olsun…

CHP’yi Mustafa Kemal’in partisi zannıyla destekleyen halkımız; gerçekte haçlılarca şehit edilen kahraman Mustafa Kemal’in yerine geçen Atatürk adlı bir İngiliz tarafından kurularak milli tanrıya dönüştürüldüğü hakikatini bilemediklerinden yıllarca düşmanlarının tuzağını fark edememişler, dolayısıyla şehit kanıyla sulanmış ve din aşkıyla bütünleşmiş vatan topraklarında bir gün dahi yaşaması imkânsız CHP gibi putperest, masonik ve faşist bir anlayışın hayatiyetine izin vererek; kutuplaşmanın, fitnenin, gerginliğin, çatışmaların, terörün, yoksulluğun, hortumculuğun, vicdansızlığın, hukuksuzluğun ve akla gelebilecek her türlü kötülüğün müsebbibi olabilmişlerdir.

Kimileri şahsımı Atatürk düşmanı olmakla itham etseler de, ölü bir insana ne dost ne de düşman olabilmemin hiçbir anlam ifade etmeyeceği idraki içinde değillerdir. Sorun kişiler değil, inanç ve düşüncelerdir. Daha açık bir ifadeyle önemli olan ölümlü beden değil ölümsüz ruh’tur.

İşte insanoğlu sürekliliği olmayan mutluluklara, gerçeğe indirgenemeyen vaatlere, maskelere ve tamamen abartılara aldandıklarından, sonuçta mutlaka üzülen olmaktan ve ihanete uğramaktan kurtulamamaktadırlar.

Yine kimileri çok sert ve agresif bir üslup kullandığımı öne sürseler de; zulme ve hoyrat baskılara boyun eğip haksızlıklara sessiz kalmanın bedelini ne kadar ağır ödediğimizi, sırf inanç, düşünce ve ırki kimliklerden nasıl aşağılanıp dışlandığımızı görmemezlikten gelmemeliler, kıyamet kopacağını bilseler dahi tutsak, zavallı ve sefil bir yaşamı sindirmemeli, adaletin yerini bulabilmesi için karanlık yeryüzünde özürlü ve korkak bir misafir gibi davranmamalıdırlar. Allah, Tevbe Süresi 73. Ayette ”Kâfirlere ve münafıklara karşı sert davranmayı” emretmemiş mi? Diğer taraftan ünlü özgürlük savaşçısı Abraham Lincoln, ”Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert” olunmayı ilke edinmemiş mi?

Zamanın cesur, kararlı, bilge ve radikal reformisti Abraham Lincoln; günümüz Türkiye’sindeki Müslüman türbanlıların ve dindarların horlanıp insanlık dışı hakaretlere maruz kalması, kamu alanı diye çizilen hudutlardan dışlanması, din ve ırk ayırımlarının sadistçe yapılması ve evrensel insani haklarının elinden alınması gibi Amerika da başkan olduğu dönemde aynı saldırıya uğrayan köle zencilere özgürlük ve eşit haklar sağlamasındaki insani adaletini suikasta uğrayarak ödemişti. Çünkü o, saltanat sürebilmek, azgın bölücü ve ırkçılara geçit vermek için başkan olmamış, insani ideallerinin egemen olabilmesi adına onuruyla mücadele etmiş ve şerefiyle ölmüştü. Başbakanımız Erdoğan’ın gerginliği önleme mazeretine sığınarak, ezilmişleri, insan kisvesine bürünmüş canavarlara yem yapmayarak dik durmuş, hiçbir şart ve koşulda azgın zorbalara pirim vermemişti. Ki o dönem, Kuzey-Güney savaşlarının tüm şiddetiyle sürdüğü bir istikrarsızlıktaydı.

Gerek Cumhurbaşkanımız gerekse Başbakanımızın sürekli şikâyet ettikleri hukuksuzluk, haksızlık ve adaletsizlikle ilgili cesur ve kararlı adım atamamaları, eski bir başsavcının tehdidiyle yapmayı düşündükleri anayasa değişikliğinden vazgeçmeleri; askeriye ve yargıdaki fütursuz despotizmin teşvikine neden olmaktadırlar. Bağnaz

Tesev’in araştırmasına göre; savcı ve hâkimlerimizin %60'ının rejim söz konusu olduğunda “hukuk-adalet dinlemem” düşünceleridir. Kıyametsi bu fanatiklik, halkımız aleyhine yoğun bakımdan farksız hayati bir aciliyet içerdiği halde, yargıdaki anayasa değişikliğini hemen değil de ne zaman yapacaklarına kararsız olan iktidarın konuşma hakkı bulunmamaktadır.

Bugünün gelişmeleri çerçevesinde iddia edildiği gibi yargıda yapılmış yeni bir darbe yoktur. Zaten tüm darbeler devrimlerle birlikte yapılmış, yargıda o devrimlerin baskısıyla ideolojileşerek, misyonu olan ataist rejimin koruyuculuğunu üstlenmiştir. Dolayısıyla sanki hukuk ve adalet varmış gibi hesap sorulabilmesi ve hak iddiasında bulunabilmesi de anlamsızdır. Ancak yargının fizik kanunlarını bilmemesinden olsa gerek; yıllarca baskı içinde tuttukları adalet yanlısı üyelerinin basınçlarından dolayı yoğunlaşıp patlayabileceklerini öngörememişler, bundan dolayı üyelerinin başkaldırı gibi görünen hukuk arayışlarını ihanet belleyip krizi doğurmuşlardır. Aslında gelişen süreç içinde hükümetin hiçbir müdahalesi bulunmamakta ve bulunabilmesi de söz konusu değildir. Çünkü olaylar, yargı üyeleri arasında cereyan etmektedir. Eğer hükümetin yargı üzerinde bir vesayeti veya yönlendirici bir ültimatomu etkili olsaydı; ne yaşanılan kriz ne de hükümetin çalışmalarını engelleyen kararlar alınabilirdi?

Bir millet için en büyük cehennem; yargı üyelerinin ideolojileşmeleridir.

İslam halifesi Hz. Ömer, bir Yahudi’nin arazisine izinsiz olarak mescid yaptırmış. Yahudi, Hz. Ömer’in değerinden çok daha fazlasını ödemeyi teklif etmesine rağmen rıza göstermemiş. Bunun üzerine şeriat mahkemesine başvurmuşlar. Mahkeme, bir şeriat mahkemesi ve yargılanan kişide İslam devletinin başkanıydı. Ancak adalet; din, inanç, rejim, makam ve ideolojilerin üstünde ilahsal ve küresel bir önem arz etmesinden; mahkeme, Yahudi’yi haklı görerek, mescidin derhal yıkılmasına hükmetmişti. Adaletin karşısında herkes eşit, kimin haklı veya haksız olduğuna hükmedilir. İster Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Mecusi, isterse Atatürkçü olsun. Acaba ideolojileri uğruna azılı suçluları kayırabilen, rejim için hukuk ve adalet dinlemeyeceklerini deklare edebilen yargı üyeleri, aşağıladıkları İslam’ın adil anlayışına ne diyecekler?

Üniversiteler bölücü ve faşist profesörleri, tıpkı beyaz neo-nazilerin zencileri insan kabullenmeyip pis ve aşağılık bir köle bellemeleri gibi “türbanlı bir öğrenciye ders vermeyiz, bizden not alamazlar ” kin ve nefretleri, laik ve Atatürk’çü Türkiye’nin ürkütücü bir gerçeğidir. Ancak biriken basıncın bir gün kabın dışına çıkarak özgürlüğe kavuşması misali baskı ve aşağılamalara “yeter yahu” denileceği an, acaba nasıl bir gün olacaktır?

Acaba Hindistan’da görev yapsalar; ineğe tapanlara, yüz ve vücutlarına tanrılarının dövmelerini kazıtanlara “ders vermeyiz” derler mi? Azılı vahiy ve türban düşmanı ve ÇYDD’nin ikinci başkanı olan İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Filiz Meriç; acaba türbanlı kızları baştan çıkarıcı bir fahişe gibi o karargâh evlerine servis yapıp malum teğmenlere peşkeş çekemeyeceği kaygısından mı böylesi akıl almaz bir hınç duymaktadır?

Nasıl bir akla ve mantığa sahipler ki, kesinlikle insani bir akıl ve mantık taşımadıkları ortada; “Türkiye laik’tir, ilelebet laik cumhuriyet olarak kalacaktır” düşünceleri; ya tanrı ya da zırdeli olduklarına bir işarettir. Eğer söz konusu düşünce; özgürlük, eşitlik, inanç ve ibadet bağımsızlığı, dine ve ırka saygınlığı, hukuk ve adalet egemenliğini tesis ediyorsa; adının ne önemi var? Kimin ne kadar yaşayacağına ve neyin ilelebet kalacağına onlar mı hükmediyor? Kim bilir, kıyamet kopup yeryüzü yerle bir olduğunda, belki tek bir laik cumhuriyet kalır ve o delilerde hayal ettikleri gibi ilelebet yaşarlar… Zaten bölücüler, teröristler, saldırganlar, hainler ve suçlular; onların kendileri gibi yetiştirdiği öğrenciler değil midir?

Vahyi ve peygamberi reddedenler, en azından Abraham Lincoln’ün “oğlunun öğretmenine” yazdığı mektubu okusunlar da, bir liderin nasıl olması ve nesillerin nasıl yetiştirilmesi gereğini öğrensinler…

“Oğlumun öğretmenine,

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum. Fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını. Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat onu sessiz zamanlarda tanı. Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceğini. Okulda hata yapmanın hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi. Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini. Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran, fakat onu kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona, her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşıda derin bir inanç taşıyacaktır. Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bak bakalım. O, ne kadar iyi, küçük bir insan, benim oğlum.”

Şüphesiz bütün çocuklar iyi ve mazlumdurlar. Peki, onların bozulmalarına ve canavarlaşmalarına etken kimlerdir?

18 Şubat 2010 Perşembe

Yargıçlar da ilahiyatçılara benzedi…

Toplumların şah damarı “inanç ve adalet”‘tir. Böylesi hayati kuvvetleri düzenleyen, nefislerin suça veya harama meylini engelleyerek insanlığı pekiştiren din ve hukuk’tur. Eğer bir toplum da din ve hukuk yozlaştırılır, sultalaşan gücün buyruğu altına sokulup özlerini biçen yorumlara kalkışılırsa, ortada düzeni sağlayacak ne din kalır ne de hukuk. Tıpkı ilahiyatçıların vahyi silip hurafeleri din edinmeleri gibi, yargıçlar da hukuku ayaklar atına alıp baskın benlikleri etkisinde kıyasıya kutuplaşarak adaleti lağvetmekte, dolayısıyla çıkan kargaşa ve çatışmadan halk da ölümcül derin yaralar almaktadır.

Oysa farklı düşünce, inanç, medeniyet ve kültürü zengin bir çeşit değil baskın aracı kullanarak kurumları ve halkı düşmansı kamplara ayıran resmi ideoloji, düzenin canı olan adaleti doğrayarak etkin güçlerin riyakâr mezesi yapmış, böylece insani değerlerden, hoşgörüden ve barıştan kopup sürekli birbirlerini eleştiren, yeren, dışlayan, hor ve hakir bırakan karmaşayı iktidar hırsı lehine meşrulaştırarak, birlik ve beraberlik yerle bir edilmiştir.

Velev ki doğru olmuş olsa dahi devlet ve halk dirliğinin temeli olan adalet bayraktarları savcı ve hâkimlerin ayarlanması ya da ideolojiler çerçevesinde yönlendirilmesi gibi cinayetsi bir düşünceyi yargı üyelerinin ve sözde siyasilerin dile getirebilmeleri, apaçık bir intihardır. Zaten binbir meşakkat, çeşitli zorluk ve sıkıntılarla baş etmeye çalışan insanlar, eğer adaletin de eğilip büktürüldüğü, güçlere peşkeş çekildiği, sınıf, rütbe ve düşünceye göre biçim değiştirdiği, kayırıldığı veya müsamaha gösterildiği inancıyla bütünleşirlerse; bilinmelidir ki savaştan, depremden ve namütenahi felaketlerden çok daha korkunç bir sonun beklediği hayal olmasa gerek.

Hukuk karşısında dağdaki çoban-sokaktaki evsiz ile tepedeki cumhurbaşkanı-genelkurmay başkanı olmak üzere yerlisi yabancısı, dindarı Atatürkçüsü, yargıcı-sanığı her birey eşit olması gerekirken; maalesef resmi ve sosyal statüye, düşünce ve inanca göre ayrıcalıklı bir muamele yapılmakta, dolayısıyla tabela devleti olmaktan öteye gidemeyerek adaletin yerini derebeylik alıp, böylece hukuk adına ürkütücü dalaşmalarla kıyamet koparılmaktadır.

Yüksek yargı, Danıştay, HSYK ve YARSAV gibi tamamen Atatürkçü ideolojik kurumların adalete ve vicdana meydan okuyucu duruşları hukuk’u paçavraya çevirmekte, suçlu yandaşlarını kollayabilmek amacıyla devleti ve milleti nasıl tahrip ettiklerini muhakeme dahi edemeyerek ortalığı kasıp kavurabilmektedirler. Hâlbuki eşit adalet dağıtmakla yükümlü savcı ya da hâkimler; gerek kendilerinin gerekse hakkında hüküm verecekleri kişilerin düşünce, inanç ve makamları ne olursa olsun adaletle şahitlik etmek zorundadırlar. Velev ki ana, baba ve yakınlarının aleyhine dahi olsa! Ancak böylesi bir hakkaniyet huzur ve güveni tesis eder; ne açlık, ne kıtlık, ne felaket ve ne de başka sıkıntılar, adaletin hüküm sürdüğü toplumlarda terörü, kaosu ve isyanı tetikleyecek sebepler olmaktan çıkarır.

Milletimizi hunharca bölerek birbirine kıydıracak olan “milletle mücadele eylem planı” ihanetiyle ilgili kamuoyuna deşifre olan belgeyi, eğer Genelkurmay Başkanı “bu bir kâğıt parçasıdır” diyebiliyorsa, o devletin bağımsız bir hukuk devleti olabilmesi mümkün müdür? Halkın seçtiği hükümeti sırf düşünce ve inancından dolayı devirebilmek için toplu katliamlar ve toplama kampları planlayan rütbeli teröristleri yargılayan onurlu ve vatanperver yargı üyelerinin adaletle hükmedebilmelerini önleyebilmek için yerlerini değiştirmek isteyen HSYK’nın hukuk ve adalet yanlısı olabileceği düşünülür mü? Kendi savcı ve hâkimlerini adaletsi kararlarından dolayı fişleyerek ve yaptırımlar uygulayarak totaliter ideolojilerinin egemenliğine çalışan yüksek yargının hukuk ve adalet kaygısı olabilir mi?

Bugüne kadar hükümetler ve halkın üzerindeki yaptırımını sürdüren ideolojik yargı, seçilmiş hükümetleri ve meclisi rutin işlerden sorumlu gelip geçici kukla görmelerinden kendilerine karşı olabilecek herhangi bir müdahaleyi hiç düşünmemişler, hukukun işlemesi ve adaletin yerini bulması yönünde atılan adımları bağımsızlıklarına saldırı feryadıyla halkı manipüleye koyulabilmişlerdir.

Ergenekon terör örgütü üyesi olmak, görevi kötüye kullanmak, tehdit ve iftiradan hakkında toplanan kanıtlar doğrultusunda önce gözaltına alınıp sonra tutuklanan Erzincan Başsavcısıyla ilgili hukuka başkaldırabilecek kadar haddi aşan yargı üyeleri, Türkiye’nin nasıl bir diktatörlükle yönetildiğini ispatlamışlardır. Türkiye’de ilk defa bir başsavcının aranması, gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla ilgili şoksal tepkiler, bugüne kadar işlenen adaletsizliğin, ideolojik kayırımın ve suçluda olsalar otokratların dokunulmazlığına açık bir ispattır. Hukuk önünde söz konusu şüpheli bir başsavcının sokaktaki vatandaştan ne ayrıcalığı var ki, onlar gözaltına alınıp tutuklanabiliyorlar da başsavcının gözaltına alınması ve tutuklanması sorun olabiliyor?

Madem öyle; rejimin bağımsız bir hukuk devleti değil de ataist diktatörlükle yönetilen bir derebeylik olduğu itiraf edilsin de, millet haddini bilsin ve adalet umudu taşıyarak hak arama saflığına kalkışıp başını belaya sokmasın…

Suçun üzerine giden ve oligarşiye son vermek isteyen savcı ve hâkimleri hükümetin ayarladığı ve yönlendirdiği iddiası, akla, diğerlerini kimin ayarladığı ve yönlendirdiği sorusunu getirmektedir. Anayasada ki kanunlar ve yasalar anlaşılabilir bir açıklıkta değiller mi ki savcı ve hâkimlerin hukuksuzluk yaptığını, ne gariptir ki yargı üyeleri iddia edebilmektedir. Ancak diyeceksiniz ki Kur’an apaçık ortada ama değişik yorumlarla tamamen zıt fetvalar verilebilmekte, dolayısıyla insanlar neyin doğru veya yanlış olduğuna karar veremeyerek, serseri mayın misali patlayacakları ortamı bekliyorlar. Eğer yargı, kendi aralarında yıkıcı sorunlar yaşıyor ve tıpkı dinde olduğu gibi kişiye ve ideolojiye özel yorumlarla ahkâm kesebiliyorlar ise, hukuk ve adaletten bahsedebilmek imkânsızdır.

Hangi hukuk yasasına göre savcılara ve mahkemelere özel yetki verildi ki, başsavcının sorgulanması ve tutuklanması akabinde bu yetkiler HSYK tarafından kaldırılabildi? Madem savcıların özel yetkileri kanunlar aykırı, bugüne kadarki soruşturma ve kararlarının meşruiyeti ne olacak? Ya da söz konusu yetkiler suçlu meslektaşlarını kapsamıyor mu? Sözde bağımsız ve eşit hukuk; suç karşısında hangi insan haklarına ve hukuk normlarına göre yargıca güvence sağlıyor da halkı tutsak bir köleden farksız değerlendirebiliyor?

YARSAV Başkanı Tarhan’ın "bugünden itibaren artık Türkiye'de hiçbir yargıç, Cumhuriyet savcısı, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yargıç üyelerinin güvencede olmadığını" açıklaması, akıl almaz bir hezeyandır. Acaba özgürce suç işleyemeyeceklerini, kanunlara karşı keyfi ve taraflı davranamayacaklarını, ideolojilerindeki suçluları kayıramayacaklarını ve yasaları diledikleri gibi yorumlayamayacaklarının telâş ve kaygısını mı gütmektedir? Doğru ve dürüst bir kimsenin güvence endişesi, hangi mantığın bir korkusu olabilir?

Ataist olmayanların vatan haini yobazlar ve gericiler diye sınıflandırılıp aşağılandığı bir rejim de başka kim böylesine esip gürleyebilir?

Bir tarafta şüpheli ve toplanan delillerle suçluluğuna kanaat getirilerek tutuklanan bir başsavcı, dğer taraftan gerçekleri ortaya çıkarıp halkın aşayişi sağlayabilme adına adaletle hükmetmeye çalışan Erzurum başsavcısı başta olmak üzere yaklaşık beş savıcının aleyhine soruşturma başlatılarak yasal gereğinin yapılabilmesi için dikte edilen suç duyurusu; nasıl izah edilebilir ve hangi vicdan ayağa kalmaz? Suçlu bir başsavcı, adalet peşinde koşan bir başsavcı ve beş savcıya bedel tutulabiliyorsa; vay milletimin haline! Yani suçlu bir putperestsen dokunulmaz, değilsen dürüst bile olsan suçlusun mu demek isteniyor?

Sen kölesin köle kal, ne haddine adalet aramak...

HSYK, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal'ın yetkilerini kaldırmakla yetinmeyip, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya misali görevden atmak ve ömür boyu kamu haklarından mahrum bırakmakla da kalmamalı, ya müebbet hapse ya da özel bir izinle idama mahkûm etmelidir ki, hukuk ve adalet arayan diğer yargı üyelerine de ders olsun…

Artık daha fazla bir şey söyleyecek takatim kalmadığından, güzel Türkiye’min, merhametli ve sabırlı halkımın nasıl bir diktacılığın baskısı altında ezildiğinin ızdırabı içinde Allah’a sığınıyorum…
İşte Atatürkçülük; İşte İslâm!

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa. 135

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkiyle bilmektedir.” Maide. 8

14 Şubat 2010 Pazar

Org. Başbuğ, savcı ve hâkimleri tehdit ediyor…

Bugüne kadar halkı ve seçtiği hükümetleri psikolojik baskı altında tutarak hegemonyalığı altında yöneten Genelkurmay, inançlı-cesur savcı ve hâkimlerin adalet lehine kararlılıklarından fevkalade rahatsız olup, tehdit ve şantajı caydırıcı bir silah olarak kullanmaktan kaçınmamaktadır. Doğrudan katliama yönelik yapılmak istenen kanlı planların üzerine giderek, suçlu üyelerine hak ettikleri cezalara çarptırmak ve ordudan dışlamak yerine; tüm Türkiye’ye meydan okuyarak ya acımasız ihanetleri halkıyla paylaşan TSK’nın şerefli üyelerini ya haklarında dava açıp yargılamaya başlayan yargı üyelerini ya onurlu medya mensuplarını ya da hükümeti hedef alarak, sabırlarının taştığını haykırmak suretiyle hukuk dışı isyanları örtbas edebilmek amacıyla bundan böyle hiçbir ihanetin deşifre edilmemesini, soruşturmaların durdurulmasını ve sürmekte olan davaların da kapatılmasını; salmaya çalıştığı korkuyla önleyebilme çabaları, Türkiye’de egemen olan rejim gerçeğini ortaya koymaktadır.

Hâlbuki iç güvenlikten sorumlu polis teşkilatı, “çürük elma” diye yaftaladıkları Genel Müdürlerinden polisine kadar yasa dışı olaylara karışmış her mensubunu gözaltına alarak yargıya teslim etme erdemliğinde bulunup, içindeki kirlileri adalet ve millet aşkı adına kesinlikle sahiplenmemektedir. Aynı hukuksal saygıyı, adil duruşu ve millet sevgisini göstermekle yükümlü olan Org. Başbuğ, kendi “kurtlu armutlarını” haklayarak yargıya teslim etmek yerine, feryadı basarak hedef şaşırtmaktadır.

Org.Başbuğ’un örtülü suçladığı savcı ve hâkimler, TSK’yi yıpratmaya yönelik kanunsuz ne bir iddia hazırlamış ne de dava açarak bir kastın içinde bulunmuşlardır. Sadece bozguncu hainlerin kurdukları terör örgütleri ve hazırladıkları belgelerin doğruluğunu incelemişler, kanıtsal raporlarla son derece hassas ve ciddi bir araştırmaya koyulup, bütün baskılara rağmen adı geçenleri sorgulamak faziletinde bulunarak, belgelerde yazılı olanlarla karşılaştırmak suretiyle doğruluğuna karar kıldıktan sonra devletin ve halkın bütünlüğü, huzur ve güvenliği adına terörist suçluların hesap vermesinde kararlılık göstermişlerdir.

Hatırlayacağınız üzere ulumalara kulaklarını tıkayan, tehditlere pabuç bırakmayan hukuk ve adalet yanlısı yargı üyelerinden Van savcısı Ferhat Sarıkaya, Şemdinli olaylarından sorumlu tuttuğu eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve askerler hakkında dava açmış, akabinde despot bir karşılığa uğrayarak, söz konusu suçluların yargılanamayacağı ültimatomuyla önce disiplin cezasına çarptırılmış, sonra görevini kötüye kullanma gerekçesiyle savcılıktan el çektirilip yaşamı boyunca hiçbir kamu kuruluşunda görev yapmama gibi bir zorbalığa mahkûm edilmişti. İşte rejim; nerede hukuk…

Gerek CHP, gerek HSYK, gerek yüksek yargı, gerekse ataist baro ve sendikalar, Genelkurmay’dan icazet almadan adım atmazlar. Aynı dilde konuşur, aynı düşmanda birleşir, aynı hedefe tepki gösterir ve aynı duruşu sergileyerek, ideolojileri doğrultusunda kenetlenirler.

Yetkili üst kurumlarca imzası onaylanan isyancı Albay Dursun Çiçek’in hala ısrarla korunabilmesi ve masum addedilerek görevini sürdürebilmesi, hangi gerekçeyle savunulabilir?

Org. Başbuğ, “Biz bütün bu olayların, bize karşı yapılanların arka planını biliyoruz. Ama birileri gereğini yapar diye susuyoruz, devlet adamı olmanın gereği olarak susuyoruz. Devlete ve hukuka saygımız var ama bunun da bir sınırı var. Eğer bu sınır aşılırsa bildiklerimizi halkla paylaşmaya başlayacağız. Bizim de elimizde pek çok bilgi var. Bunları açıklamak zorunda kalacağız. Biz öyle lafla yapmayız başkaları gibi, somut verileri koyarak yaparız...” açıklamaları, açık bir şantaj ve gözdağıdır. Bugüne kadar belgelerin düzmece ve mensuplarının iftiraya uğradığına dair tek bir şikâyette bulunmuşlar mı, yoksa kanıtları yok edebilmek için panikle evrakların orijinallerini mi imhaya koyulmuşlardır?

Eğer bütün bu darbe hazırlıklarının komplosal bir arka planı var ve Genelkurmay’da susuyor ise; nasıl oluyor da devletin yargısı böylesi bir senaryoda başrol oynuyor? Birilerinin gereğini yapması için sustukları ifadesiyle hükümeti kastediyorsa, neden haftada birkaç kez görüştüğü Başbakan’a hiçbir şey söylemiyor da, medya aracılığıyla şantaja ve tehdide başvuruyor? Şayet bildiği şeyleri doğru varsayarsak, birilerinden mi korkup da sustuğunu ve neden bugüne kadar bekleyip bildiklerini yargı ve halkla paylaşmadığını açıklayabilir mi? Söylediklerini kanıtlayamaz ise; darbecilere arka çıkmaktan, delilleri karartmaktan, yargıyı töhmet altında bırakmaktan, rütbe ve makamını çıkar amaçlı kullanmaktan, hukuk dışı plan ve eylemleri cesaretlendirmekten yargılanmalı ve zaten kalması gereken o kotlukta daha fazla oturmamalıdır!

Hükümeti, yargıyı, şerefli gazetecileri, diktatörlük ve darbe karşıtı halkı TSK’ya karşı bir düşmanmış gibi empoze eden Org. Başbuğ, ya elinde somut ne varsa açıklayacak ya da lafla milletin ordusuyla milleti sindirmekten vazgeçecek…

Org. Başbuğ’un ihanet eden kötü amaçlı kanunsuz general ve subayların üzerine gidilmesini TSK ile özdeşleştirmesi o kadar yıkıcı ve aşındırıcı bir hezeyandır ki, derhal bu söyleminden vazgeçmeli ve TSK’yı gaddar ve hain darbecilerle birlikte anmamalıdır.

Milletimizin resmi veya sivil hiçbir bireyi TSK’ya saldırmaz, güç ve bütünlüğünü acze uğratacak herhangi bir düşünce ve eylemin içinde yer almaz. Ancak aşırı ataist ideolojinin şövalyeleri, irtica ve bölücülük adına milletimizin dini ve etnik kitlelerine öyle düşmanca tavır almışlardır ki sanki “kendi halkını düşman gören bir ordu” görüntüsüyle birlik ve beraberliğimizi doğramışlardır. Bu sebeple Org Başbuğ, TSK ve milletin düşmanını dışarıda değil, tıpkı polis teşkilatındaki gibi içeride arayıp empati yapmalı, hassasiyetle gerçeği aydınlatmaya çalışan yargıya, özgürlük savaşçısı gazetecilere ya da huzur ve güven içinde korkusuzca yaşamak isteyen halkı hedef almayıp, bulunduğu makamın sorumluluğuyla tehditkâr beyanatlardan kaçınmalıdır. Ayrıca suçlular o kadar aleni ki aramasına bile gerek bulunmamakta, yeter ki gölge yapıp yargıyı ve adaleti engellememeye özen göstermelidir. Tabii ki o çetenin ideolojik bir üyesi değilse!

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, âdeta ülke cumhuriyetle yönetilmiyormuş gibi totaliter bir diktatör edasıyla TSK’nın değişmeyeceğini vurgulayarak, tıpkı “eski tas eski hamam” misali putperest ideolojiye sahip olmayanlara devlette ve sokakta göz açtırılmayacağını, gerekirse katliamsı darbelerin de mubah sayılabileceğini örtülü bir üslupla ifade edebilmektedir. Kuruluş felsefesi temelinin “Atatürk sevgisi ve ulus devlet” olduğunu, dolaysıyla Türk silahlı Kuvvetlerinin değişmeyeceğini ve değiştirilemeyeceğini üzerine basarak dikte eden Org. Başbuğ, dolaylı olarak milletin hiçbir düşünce, tercih ve iradesinin mevzubahis olmadığını, böylece seçimlerin, meclisin, hükümetin ve canını veren şehitlerin tutsak bir köleden farksız önlerine sunulandan öte hiçbir talep hakları bulunmadığını belirterek, açıkça meydan okumasını sürdürebilmektedir. Hiç kimse ama hiç kimsenin özgür bir anayasanın hayaline kapılmaması uyarısında bulunan Org. Başbuğ, atılacak en ufak bir adımda, her an hazır ve tetikte bekleyen Anıtkabir Tapınak Şövalyelerini karşılarında bulacaklarını itiraf edebilmektedir.

Org. Başbuğ, kükreyerek Türk Ordusunun Muz Cumhuriyetinin bir ordusu olmadığı haklı uyarısını yaparken; sindirmeye çalıştığı Türk milletinin de bir Muz milleti olmadığını hatırlamasını isterim. Bu sebeple orduyu milletten ayrı tutmaya çalışan bir anlayış, ülkemiz aleyhine en tehlikeli anlayıştır…

Neden hiç demokrasi sözcüğünü kullanmadığımı ve bayraktarlığını yaparak insanları kandırmadığımı; ya Allah’ın ve kaderin egemenliğine ya da monarşi veya diktoryaya karşı siyasi literatüre sokulan bir manipülasyon olduğunu düşündünüz mü? Sözde demokrasi anlayışıyla vekilleri, meclisi ve hükümeti seçersiniz ama hükümetin ve devletin başları, bırakın dilediğiniz özgürlükte lehinize kanun yapmalarını, eşlerini dahi çizilen sınırların içine sokamamakta, özel izinlerle kapıyı aralama acziyeti içinde kıvranabilmektedirler. Tıpkı hapishanedeki mahkûmlar gibi! Demokrasi, resmi ideolojilerin ve sistemin otoriter yapısını kamufle edebilmek amacıyla kullanılan bir aldatmacadır. Onun için darbecisi de yandaşı da gerçeklerden habersiz ahmaklarda demokrasiden dem vurur ama demokrasinin nasıl bir düzmece olduğunu araştırıp öğrenmeye kalkışmazlar…

Başbakanın eşi bile bir hastayı ziyaret maksadıyla türbanından dolayı emrindeki hastaneye gidemiyorsa, sokaktaki vatandaşın vay haline. İşte demokrasi, nerede hürriyet!

Dini inançlardan dolayı süre gelen yasakların ve bölücülüğün en radikal uygulayıcısı olan Genelkurmay, Başkanı Org. Başbuğ aracılığıyla Başbakan eşinin GATA’ya alınmamasıyla ilgili yaptığı açıklama; kimi politikacı ve köşe yazarı zavallılarca iyi okunamamış, özrü kabahatinden daha sarsıcı duygudaşlığı alkışa neden olmuştu. Bakın, Org. Başbuğ ne demişti. “Sayın Başbakan’ın eşinin GATA’yı ziyareti konusunda bir şeyler söylenmesi kanaatindeyim. Tabii bu olayda aslında ben baktığım zaman Sayın Başbakan’ın eşi var olayda. Çok sevdiğimiz saydığımız bir sanatkâr Nejat Uygur var. Ki o da bir asker çocuğuymuş. Bir de tabii ki Sayın Nejat Uygur’un eşi var. Şimdi üçü olayın odağında. Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lazım. Bu nedenle de bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabii bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insani boyut içeriyor.”

Genelkurmay Başkanın ziyaretin yasaklanmasıyla ilgili elemsi gerekçeleri öylesine ürkütücüydü ki, insanlık dışı skandala Nejat Uygur, eşi ve Başbakan’ın eşi muhatap olduğundan özel bir durum ihtiva ettiğini, bundan dolayı insani boyut içerdiğinden savunulmasının mümkün olmadığını söyleyebilmektedir. Org. Başbuğ’un tamamen materyalist burjuvazi anlayışıyla sosyal statüsü ve gücü olmayan halkı dışlaması ve aşağılaması, yasaktan da daha derin bir sorunu açığa çıkarmıştır. Türkiye’de vahye inanmak ve iman etmenin nasıl bir sınıfa mahkûm edildiğini ortaya koyan bu anlayışla sevgi, barış ve eşit hakları tesis edebilmek mümkün müdür? İşte Atatürkçülük; nerede eşitlik!

Keşke bu olayın yaşanmamasını ifade eden Org. Başbuğ, nasıl bir mantık güdüyor ki olayı özelleştirebilmekte ve genelleştirilmemesinin altını çizerek, milyonlarca şehit ve şehit adayı eşi, anası ve kızının türbanı türban gibi görsel inanç ve ibadet özgürlüklerinin olamayacağı düşüncesiyle insan saymayabilmekte, çağdışı yasakları himaye edebilmektedir. Acaba Başbakan’ın eşi, söz konusu sanatçı ve eşinin üzüntüleri insani boyut içeriyor da, binlerce vatan evladının zulümsel gözyaşı ve ağıtlarının insani hiçbir değeri yok mu? “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon

Silahlı Kuvvetlerde subayların yaptığı hataların kişilerle sınırlı kalmadığından ve kişilerin yaptığı hataların kuruma mal edilmesinden sözde dert yanarak, Ekim ayından beri sürekli gündemde olmaktan ve gündemin tepesinde yer almaktan rahatsızlığını dile getiren Org. Başbuğ; acaba bunun tek sorumlusunun suçlulara kol-kanat geren davranışının olduğunu hiç sorguladı mı?

Algıyı oluşturan yargı mı, yoksa yargıyı engellemeye çalışan kendileri mi? Diğer bir anlatımla, Genelkurmay sözcülerinin her platformda söz kondurmayı sindiremediği suçlu mensuplarının yargı tanımaz cesaretlerinin arkasındaki gücün TSK olduğu imajı, otomatikman yanlışların kişisel boyutta kalmayıp kurumsallaşmasına yol açmaktadır. Eğer iddia ettikleri gibi hiyerarşi düzenindeki askeri savcıları bağımsız olsalardı, zaten bu bağışlanamaz hain planlar ne sivil yargıya ne de kamuoyuna akseder, olayların detayı bu kadar büyümeden ve dillenmeden gerekli müdahalede bulunurlardı.

Onun içindir ki özdeki gerçekler, öyle samimiyetsiz ve kabadayısal sözlerle gizlenemez. Verilecek zerrecik taviz, şantaj ve tehditlere boyun eğmek, gelecekteki dehşetin bir motivasyonu olacağını hiç kimse aklından çıkarmamalıdır…

Vicdanının sesini dinleyip adaletle muhakeme edebilen bir Genelkurmay Başkanı ayırıma geçit vermiyor, o emekliye ayrılıp yerine geçen ise, tecridin simgesi haline gelen türbanı, namazı ve imanı tekrar yasaklayıp bölücülük suçu işliyor. İşte Hilmi Özkök ile Yaşar Büyükanıt farkı…

Akıl ve duyguların kilitlendiği ve bir türlü çözülemeyen nokta ise; anayasadaki görevi açık bir şeffaflıkta belli olan Genelkurmay, nasıl oluyor da başka bir devletmiş veya işgal gücüymüş gibi dilediği tasarrufu kendinde görebiliyor ve ideolojisi temelinde yaptırımlara gidebiliyor? Bu durumda Genelkurmay anayasanın üstünde bağımsız bir güç mü, yoksa yetkilerini anayasadan almayan bir işgalci mi?

İşte Genelkurmay; nerede millet, nerede meclis, nerede hükümet ve nerede yargı!

Diktatörlük çığırtkanları o kadar insafsız bir manipülasyonla halkın kanına giriyorlar ki, örneğin Cübbeli Ahmet Hoca’yı CHP’ye peşkeş çeken Fatih Altaylı adlı pornografik gazeteci özenle seçilerek, bir devlet memurunun şantaj ve tehdidinin borazanlığını yapabilmektedir. Haçlı General Çetin Doğan’ın ifadesiyle; o, darbecilerin sadık bir köpeği mi? Şükürler olsun ki onurlu, cesur ve dürüst gazetecilerimiz var da, ihanetleri bir bir öğrenebiliyoruz. Yine şükürler olsun ki HSYK’da bakan ve müsteşarın söz hakkı var da, hainleri yargılayan şerefli ve adil savcı ve hâkimlerimize dokunulamıyor.

Cuntanın sadık köpeği Fatih Altaylı, Org. Başbuğ’un sözlerini bir tanrı buyruğuymuş gibi milletimize duyurarak korkutmaya çalışıyor ve güya Silahlı Kuvvetlerine sistematik düşmanlık besleyen gruplar olduğu gerekçesiyle ciddi kaygıları bulunduğunu ileri sürebiliyor. Suçluların masum, adalet arayanların suçlu olduğu bir ülkede bizleri nelerin beklediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. O, gazeteci kartvizitiyle darbecilerin sözcülüğünü yapan kışkırtıcı bir ajan ve halkın sevip itibar ettiği hocaları derebeyi odaklarına pazarlayan bir riyakardır.

Sözde siyasi parti kimliği taşıyan CHP ve MHP’nin Org. Başbuğ’un tartışılmaz şantaj ve tehdidine kulak verilmesi gerekliliğini vurgulayarak, feryadın herkesçe duyulmasına ihtar çekmeleri, onların kimler adına ve ne amaçla politika güttüklerini ortaya koymaktadır. Zaten CHP’nin siyasette var olma amacı Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine meşruiyet kazandırmak, siyasi arenada sözcülüğünü yapmak ve zenginleşmek değil midir? Tek amaçları İslam’ı laikleştirerek tamamen etkisiz kılmak, Kürtleri yok etmek, adil bir düzenin kurulmasına set olmak ve modernlik adına Türkiye’yi putperestleştirip cinselleştirmektir.

Ya MHP? Allah-Bismillah çeken o ülkücüler, nasıl oluyor da darbeci cuntanın sağ fraksiyonu Devlet Bahçeli ve ekibini destekleyebiliyor? Artık CHP’leşen bir MHP’yi nasıl hazmedebiliyorlar? Canlarını feda etmelerine, yıllarca işkenceler altında hapis yatmalarına neden olan davalarını müdafaa etmelerinden dolayı darbecilerin ağır zulümlerine maruz kalmadılar mı? Peki, şimdi ne değişti? Yoksa Allah-Bismillah’ı bırakıp uluyan kurtlar mı dönüştüler?

“İnsanoğlu ne kadar akılsız ve ahmak” başlıklı yazımda Bahçeli yönetimindeki MHP gerçeklerinden bahsettiğimden uluyan kurtlardan o kadar küfürlü tepkiler aldım ki, nerede o eski imanlı ülkücüler sorgusu içinde kendilerini anmaktan duramadım. Ergenekon terör örgütünün kurucularından, Deniz Kuvvetlerindeki isyanın senaristi, yöneticisi, başkanı ve askerlerin rotasını çizen azılı haçlı ve terörist başı Doğu Perinçek’in işbirlikçisi Aziz Nesin’in Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’ı aşağılayıp ülkemizi kan gölüne çevirme girişimiyle ilgili duruşumdan dolayı şahsıma en çok destek veren ülkücülerin yanı sıra merhum Alpaslan Türkeş’in bizzat arayarak, “büyük bir faciayı engelledin, tebrik ederim” sözlerini unutmadım ve aradan 17 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen ilk defa açıklamakta hiçbir mahsur görmüyorum. Çünkü ülkücülerin manevi değerlerini biçen bir Bahçeli yönetiminin korkunç tehlikesine dikkat çekerek, samimi ülkücü kardeşlerimi uyarmayı ve daha fazla tahrip olmadan gerekli önlemleri almalarını yeğledim.

Artık öyle evrimleştiler ki, birkaç yıl önce haberleri izlerken, Devlet Bahçeli’nin sanırım Sakarya’da bir ilçeyi ziyaret ettiği sırada karşılama komitesinde bulunan bir MHP’li, kurt gibi ulumaya başlamış, bunun üzerine Bahçeli hiddetlenerek, derhal ocaktan atılma emrini vermişti. Bu ilkel ve hayvani ilhamın medyanın gözü önünde cereyan ettiğinden mi Bahçeli tepki göstermişti, bilemiyorum. Ancak manevi değerleri kuvvetli ülkücülerin ne hale dönüştükleri fevkalade düşündürücüydü.

Herkes kendi evini temizlerse sokaklar emin ve güler yüzlü erdemli insanlarla dolar…

Bu sebeple Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, önce emrindeki kurumun kurtlu armutlarını temizleyip TSK’yı daha fazla yıpratmasın, ondan sonra çekinceleri var ise serzenişleri haklı görülsün.

En tehlikeli insan, boş insandır. Çünkü şeytan, boş insana musallat olur. Özellikle Deniz Kuvvetlerindeki putperest subaylar görevlerini yerine getirecek bir ortam bulamadıklarından mı, halk ve hükümet aleyhine olabilecek tüm planların içinde yer alabilmektedirler? Nasıl oluyor da APO dostu ve millet düşmanı Doğu Perinçek adlı bir terörist; Deniz Kuvvetlerine sızarak Karargâh Evlerinin başkanı olabiliyor, millete hizmet için orduya katılan evlatlarımızı uyuşturucu ve sekse müptela edebiliyor, rütbe vaadiyle kandırıp ihanetsel emellerinin tetikçiliğine azmedebiliyor, kurduğu şantaj yapılanmasıyla boyun eğmeyenlerin zaaflarını ve eşlerini ortaya dökebiliyor? O teğmenlerin ebeveynleri; çocukları dine, vatana ve millete silah çeksin diye mi orduya gönderdiler?

Acaba Türkiye’nin tek söz sahibi Genelkurmay’a haksız bir suçlama, eleştiri ve yargıda bulunabilecek bir babayiğit mi var ki, iddia ettikleri haksız ve insafsız bir saldırı veya karalamanın gerçekçiliği olabilsin!

“Adaletin kuvvetli, kuvvetlinin de adil olması gerekir.” Pascal

8 Şubat 2010 Pazartesi

İnsanoğlu ne kadar akılsız ve ahmak…

İçinde her şeyin cereyan ettiği dünya gibi namütenahi geniş bir laboratuara sahip insanoğlunun yaşadığı süreli hayatı muhakeme edemeyip, körü körüne birilerinin yahut batıl fikirlerin ardına takılarak tutsak olmaları, ne kadar akılsız ve ahmak olduklarına açık bir delildir. Aklını kullanamadıktan sonra aklın olması ne ifade eder? Yoksa akıllarını kullanabilecekleri özgür bir iradeleri bulunmadığından mı zilletten sakınamıyorlar?

Bir saniye sonrasının belirsizliğini kabul ettikleri halde kozmetik üründen ibaret geçici makam, şöhret, para ve iktidar hırslarını dizginleyemeyip, kendilerinden daha üstün addederek fayda ve hidayet verici sandıkları çıkarcı fırsatçılardan menfaat veya himmet umabilmeleri, kadersel değilse nedir? Sahip olunanların lütuf ya da lanet olabileceğini kestiremeyenlerin iddiaları ancak çöpsel döküntülerdir. Aklın bilimsel tanımının tüm kurallarına haiz ve görsellikte başarı elde etmiş olanların gerçeğe odaklanamamalarının sebebi “benlik” olabilir mi? Oysa akıllıya “ben” yakışmayacağı her ne kadar tartışılmaz ise de, maalesef kariyerleri, unvanları, popülariteleri ve kazanımları sanki akıllı oldukları bir rehber yanılgısı doğurduğundan kendileri gibi sefihsel kitleleri peşlerinden sürükleyebilmektedirler.

İster din, ister bilim, ister siyaset, ister askeri, ister sanat, isterse medya alanlarında olsun sultalaştırılan kimselerden hakkaniyet ve erdemlik beklenemez. Benlikleri kabartan şan, iltifat ve övgüler böbürlenmeye, dolayısıyla hata ve yanlışı reddetmelerine neden olmaktadır ki böylece en dahi bilgeler, liderler, âlimler veya kahramanlar olarak tanrılaşma süreci başlamakta, mezara kadar bir daha geri dönüşü olmamaktadır.

Hâlbuki Hz. Ömer; “Benim için insanların en sevimlisi, bana hatalarımı hediye edendir” diyerek, makamı, gücü ve egemenliği ne olursa olsun her şeyden önce yaratık bir insan olduğunu özenle vurgulamış, hilkatteki diğer eşlerinden hiçbir farkı olmadığını, aksine yükümlülüğünden dolayı onların efendisi değil hizmetkârı olduğunun altını çizerek, bizzat yaşamına geçirmiştir.

Yaklaşık 100’e yakın ülke dolaşıp ticari temaslarda bulunmuş, Türkiye gibi kavramsal katliamların, fikir çatışmalarının, baskı ve dayatmaların, hoşgörüsüzlüğün, müsamahasızlığın, çıkarcılığın, yasakçılığın, aldatıcılığın, fırsatçılığın, egoistliğin ve düşmanlığın olduğu bir devlete ve tavana rastlamadım. Evet, totaliter ideolojisi adına halkına hasım bir devlet ve taşeron efendiler Türkiye’yi kuşatmış, tarihin hiçbir döneminde özgüvenini yitirmemiş ve aşağılık bir komplekse kapılmamış halkımız, birbirine zıt düşünce ve inançların yoğun baskısından melezleşmekten, dolayısıyla neyin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğunu sorgulayamama köleliğinden kurtulamamıştır.

Tecrübelerim ışığında gerçeğe hedeflenmemle birlikte insanların değil, Yaratıcı’mın nezdinde makbul olmaya gayret etmiş, asla bir fayda yahut zarar sağlamaya güçleri bulunmayan insanların hürmet ve tazimlerini iterek, doğruluk ve dürüstlükten asla taviz vermemeye çalıştım. Zannın, kusur araştırmanın, ayıpları deşifre etmenin ve arkadan çekiştirmenin günah oluşu ve insanlıkla bağdaşmamasından ötürü ısrarla kaçınmış, inandığım değerlere ve insanlığa zarar veren kimseleri engelleyebilmek maksadıyla yüzde yüz emin olduğum gerçekleri uyarısal bir açıklamayla duyurmayı vazgeçilmez bir görev addettim. Çünkü çeşitli menfaatler pazarlığında haksızlık ve tertipler karşısında göz yumarak; ne inancıma ne de güvenen insanlara ihanet edip, dilsiz bir şeytan olmaktan sakındım.

Allan nezdinde makbul olan bir kimseye bütün insanlar yüz çevirse ona bir zarar gelir mi? Allah indinde makbul olmayan bir kimseye bütün insanların saygı ve ikramı ona bir fayda sağlar mı?

Unutulmamalıdır ki önemli olan fani kişiler değil, baki değerler ve kitlelerin erdemleşmesini sağlamaktır.

Yalancıların, riyakârların ve bozguncuların itibar gördüğü Türkiye, artık özüne dönmeli; şeref, dürüstlük, cesaret ve adaletle yâd edilen atalarıyla özdeşleşmelidirler.

Kadavra milliyetçiliği yerine insan milliyetçiliğini temel almayan toplumlar, hayvanlar gibi birbiriyle dalaşmaktan, bozgunculuktan, katletmekten ve horlayarak yakıp yıkmaktan vazgeçmezler. Çünkü onlar için vicdanlı bir insan olmak değil gaddar bir ırk önemlidir. Kadavramsı hiçbir milliyetçi düşünce, İslam’la bağdaşmadığı gibi başka bir dinle de örtüşemez. Çünkü din, insani değerlerin var olma amacı ve çekirdeğidir.

İyonluların balıktan, Darwinistlerin maymundan ve MHP’lilerin de kurt’tan geldiğine inanmaları, evrimci anlayışların nasıl hayvanlara özendiklerini orta koymakta, bundan dolayı insanca sevgi, merhamet ve barış içinde yaşamak yerine hayvanca üstünlük güdüsü taşıyarak, sadece vahşice saldırmak ve kendilerinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımak istememektedirler. İşte CHP ve MHP’nin açılıma karşı direnmelerinin altında yatan gerçekte budur. Önemli olan insan olmak değil, ya Türk ya da Atatürkçü olmak zorundasın…

Milliyetçilikle İslam’ın birbirine düşman düşünceler olduğu gerçeği istikametinde MHP’nin ilkelerini savunan kimseler, asla Müslüman değillerdir. Atalarımızı örnek aldığımızda milliyetçi de değillerdir. Sadece kurtçu evrimcilerdir. Zaten İslam hasmı olmalarından ve Müslümanlıktan tiksinmelerinden ataist CHP’yi muhatap bile almıyorum. Irkçı akıllarına çok güvenip akıl seviyesini aşamadıklarından dolayı vahiy ve ilhamdan mahrum kalmışlar, insani değerleri de sindirememişlerdir.

Bir toplumu ırkıyla değerlendirip ötekileri dışlamaktan daha kötü davranış ne olabilir? Hangi ırkın daha üstün olduğunu kadavra zihniyetiyle hükmedenler yüzünden sevgi ve barış doğranmadı mı? Yaratıcı’nın dilediği gibi insanları farklı bölgeler ve milletlerde yaratmasına nasıl bir akıl sınıflandırma yapabilir? Şüphesiz hayvani akıllar…

“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir.” Hucurât 11

İnsanı insan yapan ve diğer yaratıklardan ayıran en önemli özellik, sorgulayabilmesi, yaşadığı hayatla fikir ve inançlarını örtüştürebilecek bir kıyaslayamaya gitmesi ve tutkusunda haddi aşmamasıdır. İdol bellediği kendi gibi yaratığa tanrısal imani bir bağlılık göstermemesi, hata ve kusurlarını sahiplenmemesi, gerçek amacını dikkatle takip etmeyip bedenen sağlıklı olduğu halde ruhen özürlü davranması, onun akli muvazenesi konusunda gerekli ipucu vermektedir.
Neredeyse herkesin bukalemun misali sürüngenlere dönüştüğü öyle bir dünyada cebelleşiyoruz ki, lehine sandığının aslında seni yok etme emelleri taşıyan samimiyetsiz bir canavar olduğunu idrak edemiyor, öldürmekten beter mahvettiğini kavrayamıyoruz.

Pazar günü göz attığım masonik bir mafya kanalında program yapan Ruhat Mengi adlı gazeteciyle ilgili “Bir bakan ve bir gazeteci” başlıklı yazımda, kendisinin sinsi bir Türkiye düşmanı olduğunu açıklamış, Türkiye’ye olan güvensizliğinden, Müslüman kimliğinden, gelenekleri ve görüntüsünden nefret ederek, borç-harç içinde doğumlarını dahi İngiltere’de yapıp, kızlarının gelecek garantilerini İngiliz vatandaşlığında tercih kılarak, hırs ve ihtirasından değil Türkiye’yi, dünyayı bile yakabilecek bir karakterde olduğunu izah etmiştim. Sözde Türkiye sevdalısı imajı ve ahkâmıyla halkımız karşısına çıkıp, sırf Müslüman referansından ötürü hükümete ve irtica adına Müslümanlara çatabilmesini takdirlerinize bırakıyor, amaçlarından emin olmadığınız riyakârlara kesinlikle güvenmemenizi, dolduruşlarına gelmemenizi ve sözlerine itibar etmemenizi dikkatinize sunuyorum. Çünkü zerrecik bir zehri dahi neslimizi yabancılaştırmaya ve merhametten yoksun bırakmaya yetmektedir.

Azılı mason, bölücü ve vahiy düşmanı Ruhat Mengi’yi dizginleyebilmek için babası Mehmet Ünaldı’nın muhafazakârlığını öne çıkarmaya çalışan bazı köşe yazarları öyle ahmak ve bilgisiz bir karmaşa içindedirler ki; birçok peygamberin babaları, eşleri, çocukları ve en yakın akrabalarını nasıl hidayete ulaştıramadıklarını ve kâfirlerle işbirliği yaparak peygamberleri öldürmek istedikleri, ayrıca hidayete ulaştıracak olanın sadece ve sadece Allah olduğu gerçeği ayetlerde de sabitken, neden Ruhat Mengi gibi bir ajan-provokatörü söz dinleyebileceği hezeyanıyla meşrulaştırmaya çalıştıklarını anlamakta zorluk çekiyorum. Acaba Mengi, Türkiye’yi seven özde bir Atatürkçü, milliyetçi ve tabii ki Müslüman olmadığına göre kimdir?

Herkes üstüne yüklenen görevi yapmakta, kötülüklerin elçisi şeytan yok olmadığı müddetçe de bu gidişe mani olunamayacaktır. Bırakın saldırsınlar, bırakın küfretsinler, bırakın savaşsınlar, bırakın kinlerini kussunlar… Peki, sen niye kendini onlara beğendirmek için dinini, vatanını ve değerlerini eğip büküyor ve münafıkça bedel biçebiliyorsun?

Uluyanların ulumalarına dik durmayıp sinerek yanlarında yer edinebilmek arayışında olanlardan daha onursuz ve kişiliksiz kim olabilir?

Ezana dahi tahammül edemeyen CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal’ın büyük bir keyif ve dikkatle izlediği Cübbeli, onun hidayete gelebileceğini iddia etmektedir. Acaba Cübbeli peygamberlerden üstün mü ki ömrü vahye sövmekle ve savaşmakla geçmiş, milletini bölmek, kırmak ve zulmetmekle harcamış yaşlı ve zorba Baykal’ı, Firavun misali ölümüne bir kulaç kala imana kavuşturacak? Üstelik Firavun’un ölüm anındaki imanı bile Allah tarafından kabul edilmemişken!

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan.44

İnsanların Allah’ça tayin edilmiş ırkları, dinleri ve inançları ne olursa olsun öncelikle erdemli ve faziletli olup olmadıkları önem taşımalıdır. Her yaratığın doğuştan ölümle nişanlanarak dünyaya geldikleri unutulmamalı, fıtratsal ırklar, dinler ve inançlara tahammül gösterilmeli; ateist olan, ineğe tapan ya da anıtkabire gidip Atatürk’ten yardım umanlar horlanmamalı, doğruya kavuşabilmeleri temennisinde bulunarak hüsnüniyet içinde hak ve hukuka riayet edilmelidir. Ama her kim inancından veya ırkından dolayı seni aşağılıyor ve saldırıyorsa, asla boyun eğmeyip İstiklal mücadelesi vermenin de en tabii hak olduğu unutulmamalıdır. Hiç kimse diğerine kendini beğendirmek ve hoşnut etmek zorunda değildir. Böyle kimseler özgüveni olmayan ve inancında kararsız asalaklardır ki, zaten barbarlığı cesaretlendiren ve egemen kılanda bunlardır.

Bırak kimin neye inandığı ve hangi ırka mensup olduğu arayışını, sen kimsin ve nesin önce ona bak…

“Başkalarına olduğu kadar kendimize de yabancıyız.” Montaigne

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” Hucurât. 13

4 Şubat 2010 Perşembe

Bayağı; tanrısal vekiller mi, kulsal seçmenler mi?

Geçen gün, radikal bir Saadet Partili olan kuzenimle yaptığım görüşme sırasında; önderi Numan Kurtulmuş’un ünlü İslam düşmanı ve mafya patronu bölücü Aydın Doğan’ı, çarptırıldığı vergi cezasına köstek olmak amacıyla gizli ziyaretini, dolayısıyla 28 Şubat sürecinin etkin provokatörü ve partilerinin baş hasmıyla olabilecek ittifaklarını hangi çıkar temelinde sindirebildiklerini sormuş; akıl almaz bir mantıkla önce Başbakanı ve AKP’yi karalayıp, akabinde de tanrısal seviyede iman ettiği Numan Kurtulmuş’un “o ne yapmışsa doğru yapmıştır” kayıtsız teslimiyetinin, ne acıdır ki A’raf Süresi 179. ayetinde belirtilen “onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar” hükmüyle özdeşleştiğine şahit olmuştum.

Bir o mu; diğer partiler ve cemaatlerin taraftar veya müritleri aynı değil mi? Özellikle aşırılıkta sınır tanımayan, ideolojilerinin egemenliği uğruna acımasız halkını katletmeyi planlayabilen, düşüncelerinde olmayanlara göz açtırmak istemeyen neo-nazi Atatürkçülere ne demeli? Kendilerini diğerlerinden üstün ve hâkim kılan milliyetçiler farklı mı? Hata ve yanlıştan yoksun sayılan sözde kurtarıcı liderlerin tartışılması ve eleştirilmesine tahammül edilmeyen ve sadece partilerinin harami iktidarlarına odaklanmış bir ülkede; uzlaşmanın sağlanabilmesi, birlik ve beraberliğin tesisi, doğrudan ülke menfaatleri adına bir araya gelinebilmesi, halka örnek olunabilmesi, hak ve adaletin gözetilmesi, ayrılıklara son verilebilmesi mümkün mü?

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.”

Sürekli vekil, lider yahut hocaları kıyasıya eleştirip yerden yere vurarak, hatadan münezzeh bir tanrısallaştırılışa yücelten alık yığınları masum ve mağdur benimsememiz, şüphesiz yapının hangi temel yanlış üzerine inşa edildiğine açık bir delildir.

Bırakın içerideki kini ve dalaşı, “kol kırılır yen içinde kalır” bütünlük duygusuna bile ihanet edebilecek kadar husumet içinde olan Atatürk ve sözde Türk milliyetçileri CHP ve MHP, Türkiye olarak ilk defa kavuştuğumuz Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığında bir Türk vekilinin AKP’li olması gerekçesiyle destek vermemeleri, hasımsı bölünmüşlüğümüze başka bir kanıt bırakmamaktadır. Güya çok sevdikleri vatanlarına böylesi bir ihaneti sırf iktidar hırsları, hükümetin başarısını gölgelemeleri ve öç alma adına yapmaları, her ne kadar şeytani ihtiras ve kimliklerini deşifre etse de, maalesef seçmenlerince tepki almamakta, dolayısıyla düşmanlığın sadece tavanda değil tabanda da aynı şiddetle baş gösterdiğini ortaya koymaktadır. Şüphesiz tabanların desteği olmasa cesaret edebilmeleri söz konusu değildir. Ancak usta bir düzenbaz olduklarından uyduracakları gerekçelerde ceplerindedir. Yalancılık ve kumpasçılıkta mahir olmayanların politikacı olabilmeleri mümkün mü?

Atatürk, Türk ve Kürt milliyetçilileri sadece kendi aralarında savaşmıyor, hepsine karşı hilkatte bir eş fıtratıyla yaklaşan vahiyle de kıyasıya çatışarak; Türkiye’yi tamamen bölmek ve elimizde kalan küçücük misakı milli sınırlarını da işgalcilere verebilmek için ellerinden geleni artlarına bırakmamaktadırlar. Geçmişte olduğu gibi bugünde haçlıların amaçlarına uygun bir ayrılıkçılığa girişerek, uluslar arası arenalarda dahi nefretlerini kusmakta, bölünmüş duruşlarıyla kolayca yutulabilecek bir lokma imajını fırsatçılara sunabilmektedirler. Önce böl, sonra yut…

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin sol ve sağ politik kanatları CHP ve MHP’nin gafil yandaşları bilmelidirler ki, belki aç kurt misali partilerinin iktidara gelmesiyle para, güç ve makama kavuşacakları zannıyla talan etmeyi düşündükleri ne devleti ne de ülkeyi bulabileceklerini beklemesinler. Ufukta öylesine bir kaos ve felaket bekliyor ki, belki pişman duyacaklar ama geri dönüşleri olmayacaktır. “(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!” Bakara.167
Yine AKP yandaşı olduğumu düşüneceklere sesleniyorum! Sitedeki yazılarımın yanı sıra, eğer “Neden Oy Kullanmıyorum” ve “Mutlak İrade” adlı kitaplarımı okuyabilirseniz, AKP’ye nasıl sert bir muhalefet yaptığımı müşahede edeceklerdir. Ancak Türkiye’nin gücü ve bağımsızlığı, milletimin huzur ve güveni tüm lider ve parti yandaşlığımın üzerinde olmasından, mühürlü şaşkınlar gibi riyakârca yanlışlığın savunuculuğunu yapmıyor, menfaatleri gözetlemiyor, bedeli ne olursa olsun doğrunun yanında batılın karşısında durmakla insanlık mertebesine ulaşılabileceğini düşünüyorum.

MHP ile CHP arasındaki seçmen ve hissiyat söylemi malumdur. MHP “Ya Allah, Bismillah”, CHP ise “Atatürk ve laiklik” propagandalarıyla kitleleri etraflarında toplarlar. Ancak MHP’nin putperest CHP çizgisine kayarak, ATŞ’nin sözcülüğünü üstlenmesi ve alttan alta manevi değerleri kemirerek ülkücüleri asimile etmesi, CHP’den çok daha sinsi ve ikiyüzlü olduğunu belgelemektedir.

Seçmenlerinin büyük bir çoğunluğu vahye iman etmiş Müslümanlar olup, irtica adına dine savaş açan ve Müslüman halkı kıymaya karar veren ataist komutanlara, Başbakan Erdoğan’a hücum ettikleri, hatta “vatan haini” olmakla suçladıkları gibi bir tepkide bulunmamakta, göstermelik bir hukuk ve demokrasi zevahiriyle yan yoldan geçiştirmektedirler. Ancak ülkenin başbakanına karşı öylesi derin bir kin taşımaktadırlar ki, DTP’ye gösterdikleri hoşgörü ve uzlaşıyı AKP’ye sunmayarak, dolaylıda olsa Ergenekon, Kafes ve Balyoz terör örgütlerinin yanında yer almaktan ve AKP’nin alaşağı edilerek Müslümanlara zulüm edilecek olmasından hiç mi hiç rahatsızlık duymuyorlar.

TBMM’de ki son gelişme, MHP’nin gerçekte CHP gibi nasıl bir “başörtüsü” düşmanı ve ataist darbecilerin yandaşı olduğunu kanıtlamış, partisinde binlerce kadının sırf türbanlı olduğu için eğitim alamadığı, kamu alanlarına giremediğini, çalışamadığı, horlandığı ve evlatlarının askeri törenlerine iştirak edemeyerek dışlandıklarını umursamayarak, “peygamber “ gibi yüce bir makamı ve değeri haddi aşarak şova dönüştürmek suretiyle akılları sıra Başbakan eşinin GATA’ya alınmamasıyla ilgili rezaleti alay konusu yapabilmektedirler. Acaba partili bayanları GATA gibi askeri garnizonlara rahatlıkla girebiliyor mu, yoksa geçmişte kadın milletvekilleriyle ilgili verdikleri fetva doğrultusunda aç-kapa riyalığını mı sürdürüyorlar?

Türkiye’nin nasıl merhametsiz faşist bir Atatürkçü diktayla yönetildiğini itiraf etmek zorunda kalan hükümetin başı Erdoğan, eşinin örtüsünden dolayı bir dostunu GATA’da ziyaret edememesinin elem ve kederini dile getirmesini MHP, en azından partili kadınların hatırına desteklemek yerine, alçakça alay konusu yaparak buyurganların yanında yer alması, hiçbir gerekçeyle örtbas edilemez ve bilmukabele tarzında bir haklılık savunması yapılamaz. Müslüman kadının imansal şerefi olan örtüsüyle ilgili baskılar, zulümler ve aşağılanmalar ortadayken; MHP’nin Başbakan Erdoğan’ı eleştirebilmek maksadıyla “türbanı” meze yapması, muhakeme edebilen MHP’lilerin dikkatini çekmeli ve yönetimlerinin hangi faşist düşüncede olduklarını kavramalarına bir ipucu olmalıdır. Böylece MHP’nin şehit törenlerinde evlatlarının ve kardeşlerinin tabutlarına sarılarak hıçkırıklar içinde ağlayan Müslüman ebeveynleri de milliyetçilik manipülasyonuyla nasıl sömürdükleri, artık tartışılmazdır.

Aslında iktidardaki Başbakan Erdoğan’ın da şikâyet hakkı yoktur. 7 yıldır iktidarda ve meclis çoğunluğu bulunmasına rağmen; neden anayasayı değiştirebilecek cesur adımları atmak suretiyle türban, açılım ve kangrenleşmiş sorunları çözemiyor? Barbar Anıtkabir Tapınak Şövalyeleriyle çıkabilecek bir gerginliği bahane etmesi, adalet ve hürriyet umuduyla yanıp tutuşan halka bir ihanet değil mi? Halk; şövalyeleri mi, yoksa onu mu iktidara getirdi? Gereğini yapsın ki ne hayıflansın ne de iktidarsız bir hükümet siluetine bürünsün…

Unutmamalıdırlar ki hükümet dik durup doğru ve dürüst olursa, halkta aynı duruşu gösterir, böylece ne sapan muhalefet ne de azgın şövalyeler kendilerine hiçbir zarar veremezler…

MHP, iki yıl önceki haddi aşan aşkının kurbanı bir il başkanının Başbakan Erdoğan’ı ikinci peygamber hezeyanı ve Başbakan Erdoğan’ın da söz konusu kişiyi il genel meclis üyeliğine seçtirmesini referans göstererek mecliste yıkıcı bir provokatörlüğe kalkışması; aklıma "neden aynı tepkiyi APO’yu idamdan kurtaran liderleri Devlet Bahçeli ve eski bakanları içinde göstermediler" sorusu takıldı. Devlet Bahçeli’nin affedilmez bu ihanetine karşılık, kendisini yeniden lider seçmediler mi? Öyleyse, kendi rezilliklerini değil de neden AKP’nin sıradan bir il başkanını tartışıyorlar? Yoksa niyetleri GATA despotizmine meşruiyet kazandırmak mı?
Acaba Başbakan Erdoğan’ın eski il başkanını partiden istifa ettirmesi misali, aynı duyarlılığı ve dürüstlüğü MHP de göstermeye cesaret edip, Devlet Bahçeli’yi liderlikten ve partiden ihraç edebilecek yahut istifasını talep edebilecekler mi?

Devlet Bahçeli ve kadrosunun iktidarda olduğu sırada APO’yu idamdan kurtarıp PKK’yı semizlettiklerinde; neden ülkücüler sessiz kaldılar? Yoksa iktidarın ganimetleri daha önceliklimiydi ki kalplerini boşaltıp keselerini doldurmayı tercih etmişlerdi? Ya da İslam, halk ve özgürlük düşmanı komutanlar gibi onlarda mı AKP’yi irtica ve PKK’dan daha tehlikeli bir paranoya içindedirler?

Bugün uyanmasanız da yarın mutlaka uyanacaksınız…

Ruhen çorak öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, iyi ve dürüstlüğün tüketildiği, merhametin ve adaletin süpürüldüğü ve birinin diğerinden daha beter olduğu bir karanlıkta kudurukların peşine takılmış sürünüyor ama farkında bile olamıyoruz. Önce kedimize bakalım, sonra başkalarına!

“Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince diğerleri de yanlış gider.” C.Bruno