27 Aralık 2009 Pazar

Yahudi-Mason ittifakı; “Allah’a ve vahye inananlar insan değillerdir…”

Yaratık bir insan olan peygamber İsa’yı tanrılaştırarak, kendilerini de yaratıcılığa ve tanrı’nın veliahtlığına yükselten Hıristiyan Dünyası, barbar düzenlerinin adaleti yağmalaması ve Tanrı inancında çelişkiler doğuran olayları açıklayamamasından ötürü “akılcı ve modern” hilesiyle laik ya da seküler düzenleri dayatarak; özgürlük, çağdaşlık ve yaratıcılık akımıyla toplumların kabulünü çarçabuk sağlamışlardır. Yaratıcı bir Tanrı’ya kulluk etmektense neden özgür bir yaratıcı olmayalım benliği insanoğlunu kuşatmış, böylece gerçekler çarptırılmak suretiyle Allah ve vahiy karalanarak ve zalimce kötülenerek, yerine kurulan din-dışı düzenlere azgın nefislerin kolayca mutabakatında hiçbir zorluk çekilmemiştir. Din ve oluşturduğu düzen ne kadar şiddetle kötülenirse, seküler düşünceler de o kadar daha rahat ve hızlı bir meşruiyet kazanır.

İnsanoğlun benliğini okşayan yeni değer yargıları erdemliği doğramış, dolayısıyla görüşler, insani değerler, hedefler ve beklentiler kökten değişerek, insanlar insan olmaktan çıkarılmış; böylelikle adalet, merhamet ve paylaşım yerle bir edilip, teorilerin esaretine hapsolunmuştur. Sekülerist inançla kökleşen resmi ideolojiler, bireyi ve halkı değil devleti önemseyerek her türlü acımasızlığı ve vahşeti hak görmüş, insanlar da mazoşistmişçesine itaati özgürlük ve vatanperver dürtüsüyle hazmedebilmişlerdir. Yaratıcılarına kulluk etmeyi benliklerine layık görmeyenler, barbar yaratıklara kulluğu ise çağdaşlıkla özdeşleştirebilme lanetiyle acılara ve ezilmeye müstahak olmuşlardır.

Yahudiler ile Tapınakçı masonlar arasındaki korkunç ittifak, önce Avrupa sonra da Müslüman toplumlarını büyük değişimlere uğratarak, dini otoritenin egemenliği altındaki düzenleri yıkmış, yerine “Seküler Düzen” yani din-dışı düzenleri getirmişlerdir. Ancak Yahudiler, kendi din ve inançlarında hiçbir değişikliğe ve dönüşüme gitmeyerek, özenle din egemenli düzenlerini korumuşlardır. Tüm dünyayı din-dışı seküler anlayış temelinde değiştirirlerken, neden İsrail’in Yahudi şeriat düzenine devam ettiği hiç sorgulanmamıştır.

Hıristiyan ve İslam’a ezelden beri düşman olan ve insan dahi görmeyen Yahudiler, Ortaçağ’ın bütün kötülüklerin kaynağı olan karanlık, baskıcı, zalim bir dönem, yani “karanlıkların kökeni” propagandasını yayarak, asıl hedefleri olan Hıristiyanlık ve İslam’ı, dinin karanlık düzenler yarattığı gerekçesiyle hayattan çıkarılmasını, böylece kötülüklerin kaynağı olan Hıristiyanlık ve İslam’ın etkisinden toplumlar kurtarılarak, din-dışı düzenlere geçilmesini kanlı darbeler ya da hilesel geçişlerle gerçekleştirmişlerdir. Neden Yahudiliği değil de seküler düşünceyi empoze etmelerinin sebebi ise, Yahudilerin devşirmelere karşı olduğu ve kökten Yahudi olmayanlara kapılarını kapatmalarındandır. Örneğin Atatürk’ün Yahudi ve Tapınakçı mason ittifakıyla gerçekleştirdiği kanlı devrimlerle seküler düzene geçişimizin dehşetsi acı ve korkusu hala yaşanmakta, adalet ve bütünlük yıkılarak, herkesin birbirine amansızca düşman olduğu ve saf dışı bırakmak istediği vicdansız bir ayırımcılık, sözlü veya fiziki saldırı ve nefretler sıcaklığını muhafaza etmektedir.

İyiliğe, huzura, güvene, birliğe ve aydınlığa kavuşabilmek için kötülüklerin kaynağı gösterilen dinin, ancak toplumdan ve devletten uzaklaştırılmasıyla mümkün olunacağı düşüncesi, dini, ibadethanelerin duvarlarına ve cenazelere hapsettirmiş, kesinlikle laik düzeni rahatsız etmeden yaşamasına izin verilerek, sınırları çizilmişti. Dinin laik düzen aleyhine tek bir muhalefeti veya müdahalesi, zincirlendiği o duvarların içinde bile yaşamasına izin verilmeyecek bir zorbalıkla yasalaşmıştı.

Tapınakçı masonların yıkıcı, kahredici ve öldürücü propagandaları, dini Ortaçağ ile, Ortaçağ’ı da cehennemle özdeşleştirerek, vicdani ve ahlaki dokunulmaz tüm değerler biçilmiş; ırkçılık, ulusçuluk, devletçilik, liberalizm, komünizm ve kapitalizm gibi düşüncelerin seküler düzenin birer öğeleri olarak, insanlar birbirlerini boğazlamış, sömürmüş, dışlamış ve hunharca öldürmeye devam etmişlerdir. Şüphesiz fıtratları yaratan ve evrensel kâinata hükmeden Yaratıcı Allah’ı değil de yaratıkları ilahlaştırarak düzen kurucu edinmenin sonucunu, suçlu-suçsuz tüm insanlık çekmektedir.

Modern Çağ’ın bir aydınlık değil karanlık getirdiği, benlikleri kuduran ırkçı, faşist ve emperyalist iktidarlardan anlaşılmaktadır. Vahyin hâkim olduğu iktidarlar ile günümüz laik iktidarları kıyaslandığın da, hangi toplumun suç oranının daha yüksek olduğu aşikârdır… Kâinattaki işleyiş nasıl hiçbir sapma olmaksızın hatasız bir düzen ve istikrar içinde akıp gidiyorsa, toplumların düzen ve istikrarı da, ancak vahyin otoritesiyle mümkün olabileceği gerçeği, nefislerce kabul görmemektedir.

Bozulan insan, öyle korkunç bir yaratığa dönüşmüş ki; dinlisi-dinsizi her değerin saflığını becermiş, aydınlanma felsefesiyle oluşturulan “Modern Çağ”, dinin getirdiği ahlakı, fazileti ve birliği doğrayarak, ırk ve ulus gibi yapay kavramlarla insaniyet erimeye, dolayısıyla caniler çoğalmaya başlamıştır. Ne var ki dinin getirdiği doğrularda kararlılık gösteren inananların varlığı, küresel laneti geçici de olsa önlemeye kâfi gelmekte, tüm olumsuzluklara rağmen vicdani adalet kendini hissettirmektedir.

Din-dışı kurulan yeni düzenlerin resmi ideolojileri, kendini meydana getiren halkının dini, ırkı, düşünce, inanç ve değerlerini yok farz ederek, baskı, şiddet, hatta katliamı meşru sayıp, yalan ve ihanet üzerine inşa ettikleri tarihle insanları aldatmışlardır. Türkiye’de işlenen onca soykırımsı katliamlar, cinayetler, sürgünler ve idamlar, “dersim” örneğinde olduğu gibi arada bir kamuoyunun dikkatine sunulsa da, seküler rejim, tehlike endişesiyle alelacele geçmiş barbarlıklarının üstünü kapatmaktadır.

Laik düşünce, geçici yaşamın ilahsal amacını ortadan kaldırarak, “mutlak bir dünya”ya inanma felsefesiyle dinin amaçsal değerlerini kökünden değiştirmiş; artık Allah tarafından yaratılan ve Allah'ın egemenliği altında olan geçici bir dünyada yaşadıklarına inanmayı bırakıp, nasıl oluştuğu belli olmayan bir evrim saçmalığına kanılarak, soru ve tenakuzların hiçbirine cevap bulunamamıştır. Neden teorilerindeki zevksel, zenginsel ve güvensel bir hayat kuramadıklarını; ölümsüzlük bir yana, mümkün olduğunca uzun ve sağlıklı yaşayamadıklarını; topluca çok kazanıp tüketemediklerini; bela ve felaketlerden sıyrılamadıklarını, güçlü ve bilge iken çaresizliğe ve bilgisizliğe dönüşebildiklerine somut bir yanıt verememektedirler.

Yahudilerin, masonlarla gerçekleştirdiği ittifakla kurdurdukları din-dışı devlet düzenlerinin yalnızca daha çok para, daha çok cinsellik ve daha çok tüketimle insanları erdemsiz hayvani bir varlığa dönüştürmeleri, “Eski Ahit” kehanetlerini hayata geçirerek, kendilerinden olmayanları “evcil hayvanlar” misali gütmektedirler. Atatürk Türkiye’sinde çok daha aşağılayıcı ve açık bir radikallikle uygulanan bu süreç; “Laik olmayan insan, insan bile değildir, onların kanından şüphe ederim”, “Atatürk milliyetçisi değilseniz, vatan hainisiniz” saldırıları, sanırım herkesin hafızalarındadır. Onlara göre dini ve Allah’ı olan müminler, birer hayvandır… Oysa evrim teorisine inanan kendileri olduğuna göre; kimin hayvan ya da insan olduğu ortadadır!

Alman mason locasına kayıtlı Atatürk başta olmak üzere, laik Türkiye Cumhuriyetini kuran CHP’lilerin birçoğu mason olup, Modern Türkiye her ne kadar bir mason locası değilse de, Yahudi-mason ittifakının idealleri benimsenmiş, dolayısıyla anayasalaştırılmıştır…

Osmanlı Devletinin yıkılıp, laik Türkiye Cumhuriyetinin kurulma aşamasında izlenen yol da, 1776 yılında Almanya, Bavyera'da kurulan "İllüminati" (İllümineler) adlı locanın prensipleri de etkili olmuştur. Locanın Yahudi asıllı kurucusu Adam Weishaupt, Atatürk’e ilham vermiş ve Laik Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında amaçlarıyla ilke olmuştur. Ayrıca İllümineler, Sosyalist-masonik geleneğin oluşmasında da en önemli rol sahibiydiler. Almanya içinde gittikçe güçlenen İllüminati hareketi, bütün masonik ritüelleri uygulamakla beraber, önceleri geleneksel mason localarından ayrı bir yapıda olmalarına rağmen, 1780'de Alman mason localarının üstatlarından olan Baron Von Knigge'nin katılımıyla, örgütün gücü iyice artmış ve daha sonra deşifre olmalarıyla birlikte örgütü dağıtıp, mason localarına katılmışlardı. İllüminati Hareketi, Türkiye’deki devrimlerde olduğu gibi, Fransız devrimlerinde de çok etkili olmuşlardı.

Birkaç örnek daha verirsek; İtalya ulus-devletini kuran Mazzini-Garibaldi-Cavour üçlüsünden, Bolivya ulus-devletinin kurucusu ve hatta "Latin Amerika Kurtarıcısı" Simon Bolivar'a, Haiti Cumhuriyeti'nin kurucusu Alexandre Petion'dan, Çin'in kurucusu Sun Yat Sen'e kadar pek çok ulus-devlet kurucusu masondur. Ayrıca Marksizm’in, yani Komünizm’im kurucusu Yahudi Karl Marx ve Komünist Sovyetler Birliğinin ilk başkanı ve bilimsel sosyalizmin de fikir babası olan Vladimir Lenin birer masondular. Kapitalist dünyanın İngiliz Başbakanı Winston Churchill, ABD’nin kurucusu George Washington, başkanları F.D.Roosevelt, Nixon, Ford ve birçoğu masondu.

Kimilerinin aklına, farklı ideolojileri savunan kişilerin mason olması nasıl açıklanabilir diye bir soru gelebilir. Öncelikle masonik felsefe temelinde şu çok iyi bilinmelidir ki, birbirinde çok farklı ideolojileri, gizli bir biraderlik bağıyla bağlanmış kişilerin savunduğu unutulmamalıdır. Bu, iki farklı açıdan değerlendirilebilir; ya masonluk bu kişiler için çok önemli bir şey değildir ve mason olmaları birbirlerine taban tabana zıt ideolojiler geliştirmelerine engel olmamıştır. Ya da bu kişiler için masonluk her şeyden önemlidir ve savundukları ideolojiler ne denli zıt olursa olsun, gerçekte ortak bir amaç olan sekülerizm’e hizmet edebilmek için yekvücut olmuşlardır.

İnsanı akli, yani rasyonel bir varlık gören, çağdaş politikanın, tüm din-dışı düşüncelerin ve seküler psikolojinin atası ünlü filozof Aristo, aklı, gerçekte sayfalarında hiçbir şeyin yazılı olmadığı boş bir kitap, duymayan insanın hiçbir şeyi bilemeyeceği ve anlayamayacağını, herkesin canı isteyince düşünülebileceğini, duyabilmek için duyulan nesnenin var olmasının gerektiğini, ölümün de kişinin isteğiyle gerçekleşebileceğini savunmuştu. Ne var ki Aristo, tüm bu hezeyansal felsefe ve teorilerine rağmen, Kral İskender’in korumasında saltanat sürdüğü saraydan, İskender’in ölümüyle din düşmanı gerekçesiyle öldürüleceği korkusuyla kaçarak bir adaya sığınıp, herkes gibi düşleri ve felsefesinin dışında bir hayata tutsak olmuş ve yine de öldürülmekten kurtulamamıştı. Madem ölüm, kişinin isteğiyle gerçekleşiyorsa, neden öldürülmekten kaçarak tutsak bir hayat yaşadı ve ölümüne mani olamamıştı?

Pozitivizmin bayraktarı olan ünlü bilim adamı Archimedes de, basit bir ayna ve güneşle Roma donanmalarını yakarak, Romalıları hezimete uğratabilirken, sıradan bir askerin kafasını uçurmasını neden engelleyememişti? Rasyonel bir varlık olduğu iddia edilen “tanrı akıl” ve “Özgür İrade”, neden ileriyi göremeyerek, sahiplerinin ölümlerine mani olamıyor ve tedbir almaları için uyarmıyor ya da tedbirlere rağmen püskürtemiyorlar?

Unutulmamalıdır ki kentlerin ve insanların çok süslenmelerindeki amacı, tıpkı teoriler gibi gerçekleri gizlemek istemelerindendir.

19. yüzyılda daha da politize olan masonluk, Fransız Devrimiyle fışkıran dini-dışı ideolojileri genişleterek; liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk ve çıkarcı ırkçılığı geliştirdi, böylece monarşilerin yıkılmasıyla doğan boşlukları ideolojik temelde doldurdu. Birbirinde farklı olan bu ideolojilerin kuramcılarının neredeyse hepsi masondu.

Örneğin; ulusçuluğun en önemli kuramcılarından İtalyan filozof ve siyasetçi Giuseppe Mazzini, anarşist sosyalizmin kurucusu Fransız düşünür Pierre-Joseph Proudhon ve ünlü komünist Rus düşünür Mihail Bakunin’e kadar birçok mason teorisyen, çok yönlü masonik felsefenin ortak noktasında buluşmuşlardır. Amaç; Müslüman milletin yaşadığı Türkiye’deki ya da Avrupa’da yaşayan Hıristiyan dinlerin siyasal ve toplumsal hayattan çıkarılması, seküler din-dışı düzenlerin egemen olmasıdır.

Dinin, sürekli yaratılış amacını hatırlatarak, geçici dünyaya önem vermemesinin üzerinde durması seküler düşünceyi zor durumda bırakmakta, böylece insanların yaratılış amaçlarını tamamen unutarak, hatta reddederek, Yaratıcı Allah'ı tanımamalarına en köklü çözümü, bilime dayandırılan “Evrim Teorisi” ile bulmaya çalıştılar. Sonuç; Allah’ın otoritesi değil, Yahudi-masonik ittifakının ortaya koyduğu otoritenin kabul edilmesiydi…

Evrim teorisinin başlıca savunucuları mason locaları olup, dünyanın dört bir tarafına resmi ideolojinin “olmazsa olmaz” bir parçası haline getirerek, sanki gerçekmişçesine, devlet, medya ve üniversiteler kanalıyla toplumlara kabul ettirebilmişlerdir.

Özellikle Atatürk ve laik çevrelerin sıkça dile getirip, inananları etkilemeye çalıştıkları sözde aydınlanma propagandasını masonlar şöyle telkin etmektedirler: "Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev; olumlu (pozitif) bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun Evrim'de en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek, bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir."

Evrim teorisini şeytani bir kurnazlıkla müminlere inandırarak, dönüşümlerini sağlayan Yahudi-mason ittifakı, 19. yüzyıl içinde ürettiği ideolojilerden biri olan liberalizm ile ilahi kıstasları tanımadan, dolayısıyla Evrim'e dayalı olarak kurulan bir sistemi allayıp pullayarak, hem Allah’a inanan hem de liberal olan ya ahmak ya da münafık gazeteci ve politikacılarca gerçek amaç saptırılmaya çalışılmakta, dolayısıyla asıl hedef örtülmektedir. Onun için liberallikle liberalizmi ısrarla birbirinden ayrı tutmaya çırpınarak, masum bir kalkınma gibi empoze etmeye uğraşırlar.

Kadersel yazgıyı değiştirememe ve yönetememe iradesizlikleri, gizemsel birlik ve gizli dernekler aracılığıyla hükümetleri, yargıyı ve üniversiteleri hegemonyaları altına alarak, görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan bir itici güçle toplumları etkilemekte, zıt düşünce ve ideolojileri aynı merkezde birleştirip, “bilim, özgürlük ve aydınlık” manipülasyonuyla Allah’ın adına dahi tahammül edememektedirler.

Sözde düşünen ve muhakeme yetisi olduğu iddia edilen insanoğlu aslında öyle aptaldır ki, önüne konanı sorgulamadan ve amacını irdelemeden derhal sahiplenmekte, sekülerizm, yani din-dışılık temelinde oluşturulan liberalizm, sosyalizm, kapitalizm ve ulusçuluk gibi birçok yapay ideolojileri düzenlerinin tartışılmaz anahtarı yapabilmektedirler. Yahudi-mason ittifakının iktidarda kalabilmesinin sırrı, düzenlerin seküler kalmasında yatar. Onun için “biraderlik bağı” öylesi bir halkadır ki, üyelerin sol ya da sağ kanatta olmaları hiçbir önem arz etmemektedir.

Dinin devletten, siyasetten ve kamuoyundan dışlanabilmesi için dayatılan seküler sistem, görünürde birbirinden değişik gruplara ayrılmış iseler de, gerçekte yeryüzündeki tüm iktidarları şeytani bir sinsilikte yönetmeye çalışan bir güçtür. Bu sebeple masonların farklı ideolojilerin önderliğini yapmaları, birbirine aykırı politik hareketlere lider olmalarının sebebi de, işte bu hedeftir…

Dini otoriteyi ortadan kaldırarak, din-dışı ideolojilerin doğuşuna zemin hazırlayan Yahudi-mason ittifakı; toplum düşünce ve kültürüne göre kabul edilebilir ideolojiler doğurarak, bu ideolojileri kendi hedefleri doğrultusunda “bilim ve çağdaşlık” adıyla ustalıkla kullanmışlardır.

Liberalizm’in kurucusu İngiliz filozof ve politikacı John Locke da mason ve Gül-Haç’tır. John Locke, Aristo gibi insan zihninde doğuştan gelen hiçbir bilginin olmadığını ve doğuştan boş bir levha olarak doğduğunu öne sürer. Liberal kapitalizmi, siyasi liberalizm’den farklı göstermeye çalışan özellikle Müslüman kimlikli illegal masonlar, her iki kavramında aynı masonik hedef doğrultusunda bir dinamo olduğunu reddetseler de çabaları boşunadır.

Liberalizmin taşıdığı masonik etki, Yahudi kanadı için çok özel bir anlamı bulunmaktadır. Çünkü liberalizm, Yahudilere politik eşitlik sağlanmasının en önemli nedenidir. Dikkat edilirse liberalliği savunanların tamamı Yahudi hakları konusunda mücadele ederler. 19. yüzyıla kadar Avrupa devletlerinin çoğunda, Yahudilerin politik yönde yükselebilmelerine engel yasalar bulunuyordu. Bu yasalar nedeniyle, Yahudi önde gelenlerinin politik mekanizmaları doğrudan yönetebilmeleri de mümkün değildi. Liberalizmin getirdiği eşitlik prensibi, Yahudilerin bu engeli aşmasına yaradı. Fransız Devrimi'nin ardından Avrupa'da başlayan liberalleşme, güya insan haklarını da ön plana çıkaran bir dönemi başlattı. Böylece Avrupa ülkeleri, Yahudiler üzerindeki tüm kanuni sınırlamaları kaldırdılar. "Yahudi Reformu" denen ve Yahudilerin kendi yaşam tarzlarını koruyarak, yerli halkın arasına karışmalarını öngören akım, liberalizmle başladı ve yayılarak siyasi diktatörlüğe uzandı.

Vahyin buyruğu doğrultusunda Yahudilere politik özgürlük tanınmasının büyük bir tehlike olduğu, liberalizmle beraber özgürlüğe kavuşmalarıyla ortaya çıktı ve "dünyaya egemen olma" hayallerinin sembolü olan “Mesih'in ilk ışıkları” olarak yorumlayarak, kendilerine tanrısal bir misyon yükleyip, yeryüzüne egemen oldukları düşüncelerinin neticesi, fitneleriyle dünyayı karıştırmaya ve birbirine düşürmeye başladılar.

Kimi Avrupalı entellektüeller, lanetli Yahudilerin yüzyıllardır kapalı bir toplum halinde yaşamalarının nedeninin, onlara getirilen kısıtlamalar olduğunu düşünüyorlardı. Buna göre, eğer Yahudilere politik özgürlükleri verilip, tam bir "yurttaş" olarak kabul edilirlerse, onlar da kendilerini diğer milletlerden ayrı tutma hastalığını bırakıp, sözde "Yahudi sorunu" da kendiliğinden çözülecekti. Oysa Yahudi liderlerin, kendilerine bu tür bir hak tanınmasını "Mesihi dönemin ilk ışıkları" olarak yorumlamaları, hiç de diğer toplumlarla kaynaşma hevesinde ve samimiyetinde olmadıklarını ortaya koyuyordu. Onların bakışıyla Mesih, İsrail ulusunun egemenliğini diğer uluslara kabul ettirecek kişi olduğuna göre, onun gelişinin beklenmesi de bu egemenliğin beklenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Yahudilerin politik özgürlük kazanmalarına çalışan Yahudi önde gelenleri, bu fırsatı, Yahudilerin içinde bulundukları devlet yönetimlerini daha doğrudan etkilemeleri ve bu sayede Mesih Planı'nın ya da o dönemlerde yavaş yavaş duyulmaya başlayan modern ismiyle Siyonizm’in gerçekleşmesine katkıda bulunabilmek için masonlarla ittifak kurdular. Kendi dini önyargılarından asla taviz vermeyen ve vazgeçmeyen Yahudiler, neden Hıristiyan ve İslam devletlerinin dini kimliklerinden ve haklarından vazgeçmelerini talep ediyordu?

Yahudiler ve Yahudi önde gelenleri/Kabalacılar, amaçları diğer uluslarla kaynaşıp bir arada yaşamak değil, "dünyaya egemen olma" hayallerini gerçekleştirmek peşindeydiler. Liberalizmin içeriğini, bu hedefe uygun olarak kullandılar. Bu da başta Türkiye’deki liberaller olmak üzere, diğer Müslüman ve Hıristiyan kimlik taşıyan liberallere kapak olsun…

Masonluğun ve Yahudi geleneğinin liberal kapitalizmin gelişmesindeki büyük rolü son derece alenidir. Kapitalizmin Yahudi kültüründen kaynaklandığı zaten bilinen bir gerçektir. Masonluğun "burjuva örgütü" olduğu ve liberal kapitalizmle büyük bir uyum içinde bulunduğu da herkesçe bilinir. Ancak asıl ilginç olan, Yahudi-mason ittifakının sosyalizmin gelişiminde de büyük bir katkısının olmasıdır. Masonluk bir "burjuva örgütü" olmasına ve çoğu sosyalistin kabul etmek istememesine rağmen, sosyalizmin doğma ve gelişmesinde büyük rol sahibidir. Ayrıca, sosyalizm, aynı kapitalizm gibi Yahudi geleneğinden etkilenmiştir.

Fevkalade çelişki gibi görünen şeytani bu oyun, gerçekte Yahudi-mason ittifakının kurmuş olduğu “Küresel Düzen”'in yapısı hakkında çok önemli kanıtlar ortaya koymaktadır. Düzen'in temel özelliği, seküler, yani din-dışı olmasıdır. Söz konusu şeytani ittifak, ancak seküler devletlere hâkim olabilir. Ancak toplumları, modernizmin nimetlerini yem olarak kullanarak, kendisine itaatkâr kılmaya çalışır. Bu nedenle Düzen'in ayakta kalması, her şart ve koşulda sekülerizmin yaşatılmasına bağlıdır. Dolayısıyla ittifak, Düzen'e karşı oluşacak her türlü muhalefeti bu seküler çizgi içinde ya tutmayı hedefler ya da ideolojisine bağlı “kardeş” yargı ve silahlı güçleri kışkırtarak tahrip eder. Tıpkı Türkiye’deki gibi!

Yahudi-mason ittifakının dine karşı duyduğu "patolojik nefret”, sanırım Müslüman Türkiye Halkı’nın yıllardır nasıl şeytani bir aldatmacayla karşı karşıya olduğunu aydınlatabilecek açıklıktadır.

Yahudiler, sadece seküler düşüncelerle insanları etkilemiyor, bizzat kendi dinlerine de hoşgörüyle bakılmasını ve ibadet yapılmasını teşvik edebiliyorlar. Şüphesiz her hangi birinin dinine ve inancına zerrecik müdahale, İslam’ın da yasak kıldığı bir eylemdir. Ancak Müslüman Türk Silahlı Kuvvetlerinin başındaki Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, eğer Yahudilerin kutsal ibadet yeri olan “Ağlama Duvarı”’n da dua ederek ayin çıkarabiliyorsa, işte buna sessiz kalınamaz. Çünkü onun, cenaze törenlerinin dışında Müslümanların mabedi olan bir camii de secde veya dua ederken tek bir görüntüsü ve duyumu bulunmamaktadır.

İslam inancına bağlı ibadet “irtica”, Yahudi inancına bağlı ibadet mi “modern”lik?

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.” Âl-i İmrân 19

“Kim, İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” Âl-i İmrân 85

24 Aralık 2009 Perşembe

Hedef türbanlı eş ve kızlardır…

Atatürk diktasındaki Tapınak Şövalyelerinin bir türlü hazmedemedikleri türbanın devlet tepesindeki varlığı nefret ve kinlerini öyle körükledi ki, tehdit ve hukuken engelleyemedikleri kara lekelerini kökünden çözebilmek maksadıyla ya öldürerek ya da sansasyonel iftiralara uğratarak elimine etmeyi planlamışlardır.

AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan “türban” krizi, meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığıyla had safhaya ulaşmış, gizliden gizliye sürdürülen amansız düşmanlık, eş ve kızların ortadan kaldırılmasıyla son bulacağı ya da caydırıcı olabileceği hesaplanmıştır. Yoksa her an, her yerde olabilen gerek Bülent Arınç, gerek Mehmet Ali Şahin, gerekse Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi eşleri türbanlı olan üst düzey yöneticilerin ev adresleri, şahsi hüviyetleri açısından hiçbir önem arz etmemekte, özde Müslümanlığı açıkça sergileyen eş ve kızların canlarına göz dikilerek, putperest Atatürk Türkiye’sinin sözde kirletilen görüntüsüne son verilip, çağdaş imajın yeniden tesisi sağlanmak istenmektedir.

Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin illegal silahlı örgütü Ergenekon’un uç beylerinden Org. Tuncer Kılınç’ın bakan ve milletvekillerine seslenerek; “Eğer eşleriniz sizi dinlemiyor da dini inancımızdır falan diyorlarsa, derhal boşayın” küstahlığı, sanırım hala hafızalardadır.

Cumhurbaşkanlığına bir türbanlının oturmasına müsaade edilmemesi gerekliği ile ilgili verilen muhtıralar, hukuki oyunlar, pazarlıklar, baskılar ve tehditler unutuldu mu? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül seçildikten sonra rütbeli tapınak şövalyelerince yuhalanırcasına selamlanmaması, saygı duyulmaması ve özellikle faşist CHP’nin cumhurbaşkanlığını boykot etmesini hatırlayın.
Hükümet ve millet aleyhine düzenlenen tüm entrikalar Genelkurmay’da tertiplenmekte ve doğrudan tetikçilere havale edilmektedir. Gerek Genelkurmay’ın savunmalarından, gerekse gelişen ihanetlerden her şey aleni ise de, hem hükümetin cesaretsizliğinden hem de hukuk üstü bir dokunulmazlığa sahip olmalarından gerekli yaptırıma çarptırılamamakta, hoyratça meydan okuyabilmektedirler.

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ görevden alınmadığı müddetçe, Anıtkabir Tapınak Şövalyelerini dizginleyebilmek, bölünmelerin, planladıkları cinayetlerin ve terörist faaliyetlerin önüne geçebilmek mümkün değildir.

Cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı ve bakanlar, türbanlı eş ve kızlarına dikkat etmeli, her türlü eylemin açık hedefi olacaklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Silahlı Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin politik sözcüleri olan CHP ve MHP’nin suikast planlarıyla ilgili düşünce ve beyanatlarına şaşırmamalı, niyetleri gayet sarih olan bu ikilinin nasıl birer hasım oldukları derinden muhakeme edilmelidir.

20 Aralık 2009 Pazar

Batı’nın hor ve sapıkça gördüğü ruh bilimi, bir şarlatanlıktır…

Kendini yaratıcı vasfına ulaştırabilen insanoğlunun ortaya attığı çeşitli dinsel ve bilimsel hurafe ya da kuramlarla doğrudan yahut dolaylı yollardan mutlak iradeyi etkisiz kılmaya çalışmakta, beynin ürettiği zannedilen zihinsel ürünleri muhtelif tanımlama ve örneklendirmelerle özgür irade ve mantıkla özdeşleştirip, din veya bilim adına sistematik yönlendirmelerde bulunmaktadır. Teorisel donanıma haiz akıl sahipleri, ileri sürülen görüşlerin duygusal ve mantıksal açıdan tutarlı olup olmadığını, ampirik açıdan ise gözlem ve deney sonuçlarının gerçekle uyuşup uyuşmadığını sorgulayıp, pratikten ziyade varsayımlarla kıyaslayarak, doğru bir kanıya vardıklarını sanırlar. Herkes fikir yürütebilecek, yargılayabilecek ve eleştirebilecek özelliğe, ancak dayandığı temel kurallar doğrultusunda şartlı sahiptir. Bilginin nesnel olması, bireylerin tümünden birden yahut kaderden bağımsız olması demek değildir. Bilginin kamusal ve kadersel niteliğinin anlamı da budur.

Bir çocuğu boğmak niyetiyle suya iten adamın eylemiyle, çocuğu kurtarmak amacıyla kendi canını feda eden adamın davranışını ele alalım. Psikiyatrın kurucusu Sigmund Freud’a göre birinci adam bastırılmış dürtüleri, psikiyatride “Oidipus kompleksi” diye nitelendirilen, yani, çocuğun annesine karşı çekici, babasına karşı ise itici eğilimi yüzünden hasta olduğudur. İkinci adam ise bu kompleksten kurtularak, kendini yüceltmiş olmanın başarısıyla canı pahasına çocuğu kurtarmıştır. Freud’un öğrencisi ve psikanaliz kurucularından Alfred Adler’e göre ise, birinci adamın derdi aşağılık duygusudur ve olasılıkla bir suç işlemeye cüret edebileceğini kendi kendine kanıtlama ihtiyacı yaratmaktadır. İkinci adamınki de aynıdır, ancak bu kez duyulan ihtiyaç, çocuğu kurtarmaya cüret edebileceğini kanıtlamaya yöneliktir.

Ne var ki her iki anlayışta ateistçe olup, davranışları özgür iradece gelişen sağlıklı veya hasta bir aklın yönlendirmesi olarak kabul ediliyor ki, böylesi bir tezin mantıksal ve duygusal bir çatışma ve çelişkiye neden olmasından, zihinsel ve duygusal tepkilerin iradece kontrolünün geçersizliği, sanki bilinçle yapılmış bir düşünce ve davranışmış gibi kamufle edilmeye çalışılıyor. Ruhun dürtüsüyle oluşan zihinsel ve duygusal oluşumları bilinçli veya bilinçdışı, sağlıklı veya hastalıklı gibi sınıflara ayırarak, çeşitli farazi tanımlarla iradece yönlendirildiği iddiası ya da kendini kanıtlayıcı duygusal güdülerin özgür tepkisine yorumlanması, ruhun kadersel yapısı ve işleviyle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Ancak ruhu seküleştirip, iradenin egemenliği altına sokma çabaları, otomatikman absürt hipotezlere meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa merkezi idareyi ve kontrolü sağlayan ruhun, kendi egemenliğinde zihinsel veya duygusal herhangi bir belirsizliğe, aykırılığa veya başıboşluğa izin vermesi mümkün değildir. Ruh hakkında pozitif hiçbir bilgileri olmayanların tanrısız ruh veya beyin merkezli tanı ve teşhisleri, bilimsel yalanın dehşetsi boyutunu ortaya koymaktadır.

Zaten Yahudi bir aileden gelen ve tapınakçı bir mason olan Sigmund Freud’un ruh çözümleme kuramları adına projelendirdiği seküler yahut laik psikoloji, diğer bir adıyla dinsiz ruh bilimi, inanmadığı Tanrı ve metafizik varlıklara uydurduğu hipotezlerle savaş açarak, ruhu tanrısal özelliğinden arındırıp benliksi egemenliğe sokabilme arayışıyla sürekli Tanrı ve dinle mücadele etmiştir. Oysa Yaratıcısız ve dinsiz bir ruh olabilir mi? “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra. 85

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve teorisel mantık kuralları sorunları giderebilir mi? Önemli olan fiziki davranış ve tepkisel eylem değil midir? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir uzlaşmayı mı sağlıyor? Bu doğruysa düşünceyi düşünmek ya da “felsefe yapmak” tedavi edici midir? Fiziksel veya ruhsal eyleme dönüştürülemeyen bir düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Aslında hasta bir ruh yoktur. Kötülük ve benlikle programlanmış inkârcı, isyancı ve azgın ruhlar vardır. Yaratıcı’nın özünden çıkan bir varlığın hasta veya kusurlu olabilmesi söz konusu değildir. “Bir bilgi”’ye göre programlanan ruhlar, iyiliği ve kötülüğü, doğruyu ve yanlışı, ilmi ve cehaleti, rahmanı ve şeytanı temsil etmekte; etki ve tepkileri, hal ve davranışları, programı dâhilinde kadersel sebeplere göre biçimlenerek yönlenmekte ve dolayısıyla açığa çıkmaktadır. Kendi yaşam anlayışlarınca normal veya anormal olarak nitelendirilen düşünce ve davranışlar, ruhların bilgi ve programıyla ortaya çıkan gelişmelerin bir sonucudur. Her birey veya toplum, tutum ve anlayışları çerçevesinde karşıt düşünce ve davranışları anormal veya hasta olarak değerlendirip yorumlamaktadırlar. Ruhların kişiye özel niteliklerinden dolayı oluşan aykırılıklar ve uyuşmazlıklar, ruhun hasta oluşundan değil öyle olması gerektiğindendir. Eğer özgür irade ve eğitimsel etkileşim denetimi sağlayabiliyor ise, neden bireyin ya da toplumun psikolojileri dilenildiği seviyede sabitlenemiyor?

Bir dâhinin sonradan anormalleşerek dengesiz hareketleri, aklının yahut ruhunun hastalanmış olduğundan veya zihninin yaratıcı bölümünü aşırı kullanıp, “dahi sendromuolarak nitelendirilen farazi bir gerekçeden dolayı değildir. Çevresel kuralların hangi gerçekçi temel dayanağa göre değerlendirildiği ve alışkanlıklar dışındaki davranışların neden anormallik olarak tanımlandığı, ancak ruhsal gerçeği anlamakla mümkün olur. Farklı düşünce ve davranış taşıyan kimselerin birbirini hasta görmesinin hiçbir mesnedi yoktur. Özellikle Yaratıcı’sına karşı gelerek, kendini egemen gören yaratıkların gerçekte depresyon geçiren en azılı deliler olabileceği aşikârken, toplumları yönetebilmelerine ve iktidar olabilmelerine ne demelidir? Bir saat sonrası meçhul bir kimsenin aşırı hırs ve ihtirası, olaylardan ders almayıp yanlışta ısrar etmesi, nasıl bir seküler psikolojinin bilimsel bir sonucudur? Ancak muhakeme edebilecek ve doğru yolu seçebilecek özgür iradeleri bulunmadığından düşünce, inanç ve davranışlara yön verememekte, dolayısıyla farklılıklar ve aykırılıkların önüne geçilememektedir.

Yeryüzündeki insanların tamamı, dâhisinden cahiline, akıllısından aptalına kadar herkesin ruh sağlığı incelendiğinde; özellikle sözde ruh bilimcilerinin teorisel kriterlerine göre birer “hasta” olduğu ortaya çıkacaktır. Neye göre? Tarih boyunca birçok dahi, bilim adamı, düşünür, kral, lider, hatta peygamberler bile “deli” olmakla itham edilmediler mi? Akıllının deli, delinin akıllı olduğu bir âlemde, ruhun gizemli dünyasına müdahale etmek veya herhangi bir yargıda bulunmak, hangi pozitif mantık ilkeleriyle bağdaşır?

“İnsanlar akılsızlıkları yüzünden 'alınlarında yazılı olandan' daha çok acı çekerler.” Platon

Psikanalizciler, ütopik hipotezleriyle hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, tedavi etmeye kalkışmaktadırlar. Psikanaliz kuramını ortaya atan Freud bile başarısızlığını itiraf etmiş, ancak psikoterapist psikologlar, pedagoglar, sosyologlar, eğiticiler ve danışmanlar, mutlak “şifacı ve sorun giderici” kimliklerini sürdürmeye devam ederek, çare bulmaya çalışanları yanıtlama yerine sürekli sorular sorarak, büyük paralar karşılığı bir nevi psikolojik mastürbasyon yaparlar. “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz.” S.Freud

Psikanaliz, psikopatolojik belirtilerin bastırılmış bir ruhsal süreci yansıttığını savunur. Söz konusu sürecin açığa çıkarılması için, bilinçaltını kullandığı iddia edilir. Psikanaliz, Freud tarafından ortaya atılan bir psikoterapi yöntemidir. Düş ve gizem üzerine, bilinçaltı düşlerin simgelediği anlamlar üzerinde durmuş, gözlemleme ve örneklendirmelerle kanıtlama yoluna gitmiştir. Ruhun gizemini çözebilmek için düş kurarak, bilinç dışı gelişen bilgileri dilediği gibi bilinçaltına itebilecek saçma bir kuram geliştiriyor ve çeşitli denekleri gözlemleyerek, sonuca gidebileceğini düşünüyor.

Freud bile ruhun çözülemeyen gizemi karşısında kendi psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış, ama günümüz psikiyatrileri ruha egemen olabilecek iddiasıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmişlerdir. Freud, teorisinin geçersizliğini şu sözlerle ikrar etmiştir. “Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Metafiziksel düşünce, tarih sürecinde “Tanrı bilimi” gibi birtakım değişik anlamlar kazanmıştır. Oysa o varlığı ele alır, Tanrı’dan pek söz açmaz, fizik ya da doğa ötesi şeylerin üstünde bir kara bulut gibi dolaştığı düşünülür ama ne olduğu ya da nasıl denetlenebileceği konusunda hiçbir başarı gösterilemez.

Bazı anlayışlarca Freud’un geliştirdiği psikanaliz yöntem, metafiziksel tek yanlılığın yanılgılarını taşır. Yine bazı çevrelerce de Freud, nevrozları (ruh hastalığı) her türlü toplumsal bağdan kopuk bağımsız bir çerçevede işlemiş ve bilinçdışı öğelerin yorumlanmasını salt cinselliğe bağlamasından kıyasıya eleştirilmiştir.

Psikanalist, yaptığı çözümlemelerden sonra hastaya durumunu anlatıp teşhisini koyar. Hasta, bunun üzerine psikanalistin bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorar. Doktor da böyle bin tane hasta gördüğünü söyler. Hasta “Ben de bin birinci örneğim herhalde” diyerek, tedavinin onca saçmalığını belirtir.

Libidonun (şehvet), insanın bütün yaşamını şekillendirdiği düşüncesi hâlâ sürmesine karşın, cinselliğin bu konudaki payı, fıtratsal bağlamda sebepsel sınırlar içindedir. Bu durum, Freud’un dışlanmasına neden olmuş, ahlâkla ve yaşamın gerçeğiyle bağdaştırılmamıştır. Freud’un en vahim yanılgısı, ruhsal enerjiyi cinsel enerji olarak tanımlaması ve bütün teorilerini bu yanlış üzerine inşa etmesidir. Bunun da nedeni, ruhun tanrısal olduğu gerçeğini reddetmesidir.

Psikanalizde her şey hayal ürünüdür. Gözlemleme ve örnekleme neticesi rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar ise ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçların doğmasına anlam verilememektedir. Onlarca psikanalistlerin uyguladığı serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı bakış açısının sonucu değildir. Psikanaliz kuramı cinsellik boyutunda dahi başarılı olamadığı gibi, insanların hiçbir sorununu çözememekte, tedavi edememekte ve antidepresan ilaçlarla insanlar büsbütün mahvedilmektedirler.

Hilekârlığın ve dolandırıcılığın inanılmaz bir başka boyutu ise; söz konusu antidepresan ilaçların yan etki yaparak yorgunluğa, uyku bozukluğuna, ajitasyona, uyuşukluğa, huzursuzluğa, halüsinasyonlara, saldırganlığa, unutkanlığa, kişilik kaybına, kâbusa ve manik depresyonlara sebep olmalarıdır. Yalnızca sıra dışı farklı bir ruh hali taşıyan sağlıklı insanların, söz konusu “beyinci ruhaniler” aracılığıyla hayatlarının cehenneme çevrilmesi, güvenilmesi gereken bilimin, seküler niteliğinden dolayı sırf dini yok edebilme gayesiyle tıpkı öldürücü silahlar misali nasıl şeytani bir amaçla kullanılabildiğini ortaya koymaktadır.

Fevkalade önemli olan başka bir yanılgı ise; maddenin (uyuşturucu) ruhu etkilediği iddiasıdır. Oysa uyuşturucuların amacının dışında birbirinden çok farklı yan etkiler doğurması, maddenin doğrudan hiçbir etki gücünün bulunmadığını, sebepsel faktörlerin, ruhun programsal düzeneği doğrultusunda tepki verip biçimlendiğini göstermektedir. Sevgi ve nefret, merhamet ve gaddarlık bunun bir kanıtı değil midir?

Freud öğretisi sübjektiftir ve bilime çalınmış en korkunç kara lekedir. Bunun için psikanalizcilerin ve terapistçilerin bilim adına ortaya attıkları varsayımların doğru olduğunu savunmaları, kendi tabirleriyle ruhsal rahatsızlıklarının bir neticesi olduğu demeyeceğim, ama saptırılmış olduklarından ileri geldiği kuşkusuzdur. Bu yüzden ruh bilimcilerin tamamı, sokak falcılarından ya da üfürükçülerden farksızdır. Tamamen hayal ürünü olan bir hipotezin ortaya koyduğu teşhis ve tedaviyle insanları aldatanların düşünce ve davranışları normal sayılabilir mi?

Uluslararası psikanaliz birliğinin ilk başkanı ve dünyaca ünlü psikiyatri Carl Gustav Jung, Freud’la tanışıp etkisinde kaldıktan sonra, psikanalize yakın ilgi duymuş ve bazı konferanslarda Freud’un sözcülüğünü yapmıştı. Kısa bir süre sonra Freud’la görüş ayrılığına düşerek, onun teorilerini eleştiren bir kitap yazdı. Jung, kolektif bilinçdışı ve bilinçle ilişkisini, kişinin psişik gelişimi ve bireyselleşmesini konu alan yayınlarda bulundu. Jung, bu araştırmalarını yaparken Amerika, Güneydoğu Asya ve Afrika kıtalarına giderek, modern hayattan uzak yaşayan topluluklar üzerinde de incelemelerde bulundu. Bu çalışmaları sonucunda kolektif bilinçdışı kavramının bireylerin beyinsel yapılarının ve düşünce şekillerinin daha eski katmanlarına ait yapılarla ilişkili olabileceğini öne sürerek, Freud’un aksine ruhun metafiziğe ve dinsel bir temaya ihtiyaç duyduğunu ifade etmiştir. Ancak ruhun mutlak iradece bilgilendirilerek, zihinsel, duygusal ve fiziksel oluşumları nasıl yönlendirdiği gerçeğini çözemediğinden ikileme düşmüş ve beyinsel saplantıdan kurtulamayarak, yanlış yolda bazı doğru yargılarda bulunmasına rağmen gerçeği keşfedememiştir.

Jung; mitolojiden, antropolojiye, en doğudan en batıya, kuzeyden güneye farklı coğrafyalarda ve farklı bilimsel alanlarda araştırmalar yapıp, farklı alanlarda farklı bakış açıları sağlamasına karşın, ruhsal olayların doğuşuna neden olan temel güdüyü kavrayamamış ve bulgularını varsayıma dayandırarak, Yaratıcı, yani ruhun egemenliği yerine, beyin ve kontrol sağlayabilen bir özgür irade üzerine yoğunlaşıp, düşünceyi bir güç olarak görerek etkilenebileceğini zannetmiştir.

Freud’un “libido” olarak adlandırdığı, pek çok his ve düşünceyi açıklamaya çalıştığı cinsel dürtülerin kök verdiği enerjiyi, sonradan ruhsal enerjinin bütünü olarak kabul etme zorunda kalmış, ancak ruhun; tanrısal niteliği ve işlevini reddetmesinden dolayı zihin ve duygular üzerindeki mutlak gücünü kavrayamayarak, müthiş bir karmaşa yaşamıştır. Jung, Freud’un libido kavramını saçma bularak, “psişik enerji” metodunu geliştirmiştir. Bu enerjinin bazen bilinçaltında toplanıp, bazen de çeşitli içgüdülerin birinden diğerine geçebildiğini söyleyerek, ruhsal etkileşimi fizyolojik bir oluşum olarak değerlendirmiş, ruhu; zihin ve duygu sisteminden ayırarak, sosyal aktiviteler, gelenek ve alışkanlıklarla enerjinin, iradesel güçle farklı eylemlere yönlendirilebileceğini savunmuş ama kendi sefil hayatına uyarlayamamıştır.

Jung’da, Freud ve diğer falcılar gibi, bataklığa inşa ettikleri yapılarını her ne kadar değişik faraziyelerle destekleyerek, bilimsel çatı altında doktrinleştirmeye uğraştılarsa da, somut hiçbir netice alamamış, farklılıkları giderememiş ve düşüncelerindeki çözümü gerçek hayatlarında kendilerine bile tatbik edememe acziyeti içinde bocalamışlardır. "Yaşadığım hayat her zaman bana sonu ve başı olmayan bir öykü gibi gözükmüştür. Kendimi hep, öncelikli ve başarılı bir sınavı kaçıran ve onu tekrar yakalamaya çalışan, tarihi bir yapıtın parçası gibi hissetmişimdir. Daha önceki yüzyıllarda yaşamış olabileceğimi düşleyebilir ve yanıtlayamayacağım yığınla sorunun olduğunu düşünebilirdim. İşte bu yüzden, bana verilen görevi henüz tamamlayamadığım için tekrar yeniden doğmak zorundayım." Carl.G.Jung

Analitik psikolojiye göre, her insanın bir dış bir de iç dünyası vardır. Yani ruh ve beden veya düşünce ve davranış misali! Ancak bunların iradesel bir özgürlük, çevresel ve kalıtımsal bir etkileşme sonucu ortaya çıkan bilinçsel bir başkalaşım olmadığı, düşünsel ve davranışsal yaklaşımlardan anlaşılmaktadır. Teorilerindeki çelişkileri aşabilmek için ruhu ve duyguları, akıl ve düşünceden bağımsız ele alarak, içgüdü denen hayali bir gen formasyonu türetmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca içgüdü DNA’sının hangi kısmından transfer olduğunu neden bilemiyorlar?

Çevreye yönelik kişilikle gölgelenmiş kişilik, bilincin baskısıyla değil ruhun zaman içindeki programsal etkisiyle biçimlenmektedir. Zaten çözülemeyen gizemin bilgisi bu yüzden anlaşılamamakta ve yetersiz olunduğu kabul edilmektedir. Davranış ve düşünceleri sınıflandırarak, gözlemsel ve örneksel metotlarla bir neticeye varmak, fiziksel görüntüsü aynı ama DNA’sı farklı meni, retina veya parmak izine benzer.

Jung’un “Bireyleşme” olarak tanımladığı sürece göre, tüm yaşamımız boyunca kişiliğimiz şekillenir. Çeşitli dönemlerde çocukluktan ergenliğe, ergenlikten erişkinliğe ve “yaşam dönemeci” dediği otuzlu yaşlarda çeşitli aşamalardan geçer. Bazı doğal hayat, yaşayan kabilelerde bu geçiş dönemleri çeşitli törenlerle birbirinden kesin olarak ayrılır. Oysa modern toplum yapılarında bunlara çok daha az rastlanıldığından, kişiler yaşlarına uymayan davranışlar gösterebilmektedirler. Kişi, eğer bireyleşmeyi başarmış ise kendisiyle barışık olduğu, çevresi ile anlamlı ilişkiler kurduğu, başkalarına örnek olup ölümün getireceği pişmanlık, çaresizlik ve korku hissini yaşamayacağı öne sürülür ki; pişman olmayan, çaresizlik ve korku tedirginliği duymayan tek bir insan gösterilemez…

Her canlının ruhlarında programlanmış olan bilgiler, Jung’ın "kolektif bilinçaltı" ya da Doğu’da "Akaşik Kayıtlar" diye tanımlanmaktadır. Zamanın başından bu yana hissedilmiş, düşünülmüş, söylenmiş, keşfedilmiş ve yapılmış her şeyin kayıtlı bulunduğu kozmik arşiv, Kur’an’da bahsi geçen "o kitap"tır.

Türle ilgili bir örneğin bir bireyde gerçekleşmesi veya toplanması mümkündür. Ancak bu, kişinin bağımsızlığı veya çevresel etkileşme neticesi ortaya çıkan fizyolojik bir gelişme süreci değildir. Kişinin bireyleşmeyi başarması iradesel değil ruhsal, yani kaderce gerçekleşmektedir. Bu arada bireyselleşmekten ne kastedildiği ve hangi kriterde değerlendirildiği de ayrı bir muammadır. Bu yüzden kendisiyle olan barışıklığı veya çatışması, mantıkla duygularını mutlak bir denetimle ve düşüncelerindekini eyleme geçirebilecek mutlak iradeyle mümkündür. Çevresiyle olan ilişkileri ve başkalarına örnek olabilme davranışlarını ölüm gerçeğinin getirdiği pişmanlık, çaresizlik ve korku hisleriyle etkileştirmek, mantığın duygulara hükmedebileceği anlamı doğurur ki, yaşamı boyunca bunu tumturaklı başarabilmiş tek bir insan dahi gösterilemez.

Birbiriyle ilgisiz gibi görünen olaylar, aslında “o kitap”ça belirlenen bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı meydana gelmekte, ancak düşünceyle eylem, tıpkı sanal ile gerçek misali birbirine karıştırılmaktadır. Ayrıca rüyalarda aynı karışıklığın bir neticesidir. Tıpkı Hz.Yusuf’un gördüğü rüyalar gibi istisnai bazı haberci rüyalar vardır. Bunlar hiçbir zaman genelleştirilemez, bilimselleştirilemez ve ölçü alınamaz. Tıpkı birçok peygamberlerin farklı mucizeleri gibi! Aykırılıkların doğuşuyla oluşan birbirine zıt fikir ve davranışların delilik nedeni görülebilmesi, şüphesiz herkes için geçerli olmalıdır.

Jung, ebeveyninden ve onların bitmez tükenmez tartışmalarından kaçmak için zamanının çoğunu evinin çatı katında geçirirdi. O sırada tahtadan bir bebek yaparak yalnızlığını paylaşır ve bir ona güvenirdi. Yaşamı öyle yalnız ve izoleydi ki, kendisinden dokuz yaz küçük olan kız kardeşi de ona deva olamamaktaydı. Bu münferit yaşam tarzına, küçüklükten tanıdığı bir yakının iler ki yıllarda onun için “o bir zamanlar asosyal bir canavardı” demesi, maalesef hipotezleriyle şifa dağıtan bilim falcılarını da etkilememektedir. Bu yalnızlığı Jung’un kuramlarında da gözlemlemek mümkündür.

Jung, insanın birey olarak kendini geliştirmesi üzerine yoğunlaşmış ama kişiler arası ilişkilere pek değinmemiştir. Freud’un aksine bu koşullar altında Jung, gerçeklerden kaçarak, hayaller âleminde rahatlamakta ve aradığı güvenlik hissini gündüz hayallerinde, gece rüyalarında bulmaktaydı. Sırf hep kaçındığı başka çocuklar yüzünden değil, aynı zamanda onu hayallerinden alıkoyduğu, kendi kendine istediği şeyleri okumak dururken ilgilenmediği şeyleri okumak zorunda bıraktığı için okuldan da nefret etmekteydi. Jung, durmadan bayılmakta ve bu yüzden okula gidemediği için çok memnun olmaktaydı. Bir gün babası, “hayatını da kazanamazsa bu çocuktan ne olacak” demişti. Ancak öyle olmadı ve Jung, yalan, yanlış hayali fikirleriyle tarihe geçen ve itibar edilen önemli bir psikiyatr kurucularından olmuştu. Yarının kadersel gizemi köklü değişimleri de beraberinde getirmekte, umutsuz görülen “asosyal canavarların” akıl almaz gelişmelerle dünyaca tanınan ünleri, kadere inananlar açısından pek şaşkınlığa neden olmamaktadır. lı

Jung, daha sonra yaşadığı deneyiminin kendisine nevrotizmin nasıl bir şey olduğunu öğrettiğini anlatacaktır. Psikanaliz bilim falcıları arasında çocukluğu sağlıklı, mutlu ve huzurlu geçmiş, sıkıntılarından arınıp teorilerini kendi yaşamlarında uygulayabilmiş birine rastlamak mümkün değildir.

“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur. O’nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.” Yunus.107

Jung, üniversitede tıp okur ve psikiyatride uzmanlaşmaya yönlenince, hocalarını hayal kırıklığına uğratır ve o zamanlar hor ve sapıkça görülen psikiyatri alanına duyduğu aşırı ilgiye bir anlam veremezler. Ya günümüzde!.. Ancak alın yazgısı, tüm asosyalliğine ve karmaşasına rağmen ona doğaüstü olaylar ve mistik mevzularla ilgilenme fırsatı verecektir.

Jung’ın psikiyatriye ilgisi hayran olduğu Freud’la başlamış, ancak daha sonra Freud’un öğretilerine karşılık kendi fikirlerini savunma direnişi gösterince, özlemini çektiği baba rolündeki Freud’dan kopmuştu. Hâlbuki hocalarının da tüm karşı çıkışlarına rağmen zilletsi görülen psikiyatrist olmasına neden Freud’un kuramlarıydı. Jung, daha sonra üç yıl süren ağır bir sinir buhranı geçirir ve geliştirdiği psikanaliz hipotezlerini kendinde uygulayabilecek iradeyi gösteremez. İşte psikanaliz tanrısının acı sonu!

Anlayabilenlere öyle ibrettir ki, Freud seksten hiç haz etmemekte ve onu hayatından uzak tutmaktayken, Jung gayet aktiftir, evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamaktadır. Oysa teorilerinde bunun tersi bir tablo karşımıza çıkar. Psikiyatrinin tanrıları olarak kabul edilen Freud ve Jung’ın teorileriyle uyuşmayan biyografileri, günümüz psikiyatrilerinin kavrayabilmelerine kâfi gelmemekte ve hayali abartılarla insanları dolandırmaya ve aldatmaya devam edebilmektedirler. Olmayan bir hastalık ve şifa adına ruh taraması ve sinir kütlesi olan beyni de ruhsal tespitlerin yapılandığı merkez kabul ederek, güya bilimsel teşhise ve tedaviye kalkışan psikiyatrilerin kendi bakış açılarıyla gerçek hastalar olabileceği, asla hakaret olarak değerlendirilmemelidir.

Seküler psikoloji temelinde doktrinleşenlerin ruhu tanımlayabilmeleri, çözebilmeleri ve başkalarına zerrecik bir fayda temin edebilmeleri kesinlikle söz konusu değildir.

Freud’da hipotezlerine tamamen aykırı öyle bir hayatı vardı ki, tıpkı sokaktaki pejmürdeler gibi çaresizlik içinde sefilce ölmüştür. Freud, intihar edercesine acılar ve ızdıraplar içinde kanserden ölmüş ama sebepleri ortadan kaldıracak iradesel bir aklı başaramamıştı. Psikoloji ve psikiyatrinin babası Freud, puroya olan aşırı düşüklüğünden ağız kanserine yakalanmıştı. Otuz yaşlarında nefes darlığı ve göğsünde ağrılar çekmeye başladı. Doktor olan arkadaşı Fliess, ona puroyu bırakması için inanılmaz baskı yapıyordu. Freud, Dr. Fliess’in terapilerine, baskılarına, zayıf-güçsüz bedenine ve geçirdiği otuz üçe yakın ameliyata karşın yine de puro içmekten vazgeçemiyordu. Geçirdiği kalp rahatsızlıkları, ameliyatlar, dayanılmaz acılar dahi iradesel kuramlarını kullanmada etkili olamıyor, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıramayarak, lanetli sefil bir hayat sürüyordu. Neden Mutlak iradenin karşısında kendi iradesini hâkim kılamıyor, bilgi ve teorileriyle darmadağın oluyordu?

Dr. Fliess, tüm çabalarına karşın Freud’u ikna edemiyordu. Bir gün Freud, Fliess’e yazdığı bir mektubunda, “Motivasyondan çok yoksunum, hani sen bir önceki mektubunda; ‘bir insan bir şeyi, ancak onun gerçekten hastalığına sebep olduğuna tamamen inanırsa bırakabilir demiştin. Peki, ben neden başaramıyorum.”

Freud, puro içmesi yüzünden onu öldürecek olan korkunç ağrılara neden olan ağız kanserine yakalanmıştı. Freud, damağında bir şişkinlik olduğunu fark etti. Aptal ve bilgisiz olmadığı, üstelik psikolojinin kurucusu olmasına ve söz konusu damağındaki şişkinlikten dayanılmaz acılar çekmesine rağmen; yıllarca hiçbir uzmana muayene olmadı ve kimsenin fark etmemesi içinde büyük çaba göstermişti. Çünkü puronun hastalığına sebep olabileceği ihtimalini düşünerek, puro alışkanlığından vazgeçmek zorunda kalabileceği için çok çekiniyordu. Freud’un mazoşist manyak bir psikopat misali böylesi akıl almaz bir davranış sergileyebilmesi; aklı, iradesi, mantığı, teorileri, bilgisi ve ihtisasıyla bağdaştırılabilir miydi?

Yaklaşık otuz üçe yakın kanser tedavisi için ameliyat geçirdi ve ağzı askıya alınarak gerdirilip, özel bir protez takıldı. Ne var ki o halde de puro içmeye devam ediyordu. Yetmiş üç yaşında, kalp hastalığından dolayı sanatoryuma yatırıldı. Yetmiş dokuz yaşındayken ağız ve çene ameliyatlarından sonra kalbi daha çok tahrip olmuştu. Sonunda seksen üç yaşında ağız kanserinden öldü. Hayatının son on beş yılı ameliyatlarla, inanılmaz ağrılarla, kalp rahatsızlıklarıyla, yemesini, içmesini ve konuşmasını desteklemek için takılan protezleri değiştirmekle geçiren Freud, ölümüne kadar puroyu bırakamadı. Uğradığı laneti, hipotezleriyle aşamayan Freud’un fikirsel güvenirliliğine ve metotlarına nasıl inanılabilir? Onların kuramlarıyla teşhis ve tedavide bulunan bilim falcılarına nasıl güvenilir?

Bu sebeple psikiyatr ve psikologların tamamı babaları Freud, Jung ve diğer duayenlerinden farksız olup, onların safsata hipotezleriyle şifa dağıtacakları iddiasıyla insanları acımasızca kandırmaktadırlar. Oysa insanlar, duçar oldukları sıkıntıları giderebilmek için; cinci, muskacı ve üfürükçülerden farksız hayalci bilim falcılarına başvurarak, hem maddi hem de manevi sömürülmek suretiyle uyuşturucu müptelalarına dönüşeceklerine, kendilerine söz konusu sıkıntıyı ve daha sonra şifayı verecek olan Yaratıcılarına samimi bir güvenle sığınsalar, çözüme kavuşacakları mutlaktır. Çünkü ancak ruhun sahibi ruhu rahatlatır... Ruhsal yapının niteliğini bilmeyen, analiz edemeyen, kontrol altında tutamayan ve en önemlisi ruhun ilahsal soyut bir tin olduğunu reddeden seküleristçilerin sömürücü bir şarlatan ve komedyan oldukları aşikârdır.

(Resulüm!) De ki: Allah’ı bırakıp da (şifacı olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.” İsra.56

Gerçek ile sanalı birbirinden ayırt edemeyerek, gerçeği dışlayıp sanalı değer alan anlayışların sağlıklı olmadıkları, hasta mı saptırılmış ruhlar mı olduğu asla inkâr edilemeyecek kadar alenidir. Rehberleri Freud ve Jung’ın kuramlarına aykırı bir yaşam sürmeleri ve akıl almaz çelişkiye saplanmaları, aslında ruhsal egemenliğin ve mutlak iradenin anlaşılabilmesi için fevkalâde önemli delillerdir. İnsanoğlunun zihinsel ve duygusal karmaşıklığa iten ruhsal yapının niteliği, bizzat üzerinde çalışıp şahit oldukları gerçeği dahi kavrayamamalarına neden olmakta, dolayısıyla eğitsel ve mantıksal özgür bir irade ve yönlendirmeyle sonuca gidilemeyeceği ortaya çıkmaktadır.

Yalanla beslenen psikiyatr, psikolog ve psikoloji bağlamlı tüm eğiticiler, yazarlar ve öğretiler; şeytanın ikinci adıyla varlıklarını sürdürmektedirler.

“Şeytanın iki adı vardır. Biri şeytan öbürü yalan. “ Victor Hugo

15 Aralık 2009 Salı

Einstein ve Planck gibi dehalar da Kuantum safsatasını reddetmişlerdi…

Mantık'ın, "Tanrı'nın tanımlanması" yazısında baz aldığı Aristo mantığına göre; Tanrı'nın sahip olduğu sıfatlar ile sonsuz kudrete sahip olmasının çelişkili olduğu ileri sürülerek, evrenin oluşması ve yönlenmesinin ruhsal değil fiziksel olduğu varsayımıyla “Kuantum Teorisi” gibi tamamen ütopik bir mantığa odaklanılıp, güya söz konusu çelişkilerin ortadan kalktığı hipotezi savunulabilinmektedir. Sormaz ki bilsin, bilmez ki sorsun…

Dini bilimle çatıştırarak, kendilerince egemenlik yarışına sokan ateistler, sözde dinin daima bilimle kavga ettiği, açıklarını ve eksiklerini ortaya çıkardığı manipülâsyonuyla bilimi, hiçbir kanıt olmaksızın bağımsız mutlak bir güç olarak dayatmaya çalışmaları; ruhsuz bir hayatın olamayacağı gerçeğini dahi reddedebilen bir mantıksızlıkla dinsiz bir bilimin ya da ruhsuz bir fiziğin en korkunç paradoksuyla çırpınmaktadırlar. Ruhla bedenin kavgası nasıl imkânsız ise, ne dinin bilim ile ne de bilimin dinle kavgası mümkün olamaz. Hiçbiri birbirine karşı ne güvenilmez ne de yeteneksizdir. Ruhun maddeye fizik kazandırması gibi din de bilime ilham kazandırarak gütmekte, dolayısıyla her iki tarafında hiçbir kaygısı bulunmamaktadır. Isaac Newton’un da ifade ettiği gibi, “Bilim, yalnızca doğanın matematiksel davranışını ortaya koyan yasalardan oluşur.“

Vahiy olmadan bilim, ruh olmadan fizik var olamayacağından, düşünebilecek ne bir akıl, yaşanabilecek ne bir dünya, ne de bir hayat var olamaz. Hiçbir şey ne o an, ne de o kadar basit, sıradan, sebepsiz ve kendiliğinden oluşmamaktadır. Onun için olayları fiziksel bir gözlemlemeyle veya deneysel metotlarla değil, yaşamı var eden ve enerjiyi sağlayan vahye ve ruha yoğunlaşarak irdelemeli ve böylece akılcı bir sonuca gidilebilmelidir. Cevaplamaları kaçınılmaz oldukları soru: Ellerindeki moleküler biyoloji, kuantum teorisi ve genetiğin inceliklerine, bireysel, toplumsal ve küresel özgür iradelere, bilimsel ve teknolojisel üstünlüklere rağmen; neden mutlak ve sürekliliği olan sarsılmaz ve kalıcı bir yapı inşa edemedikleridir.

Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki serüvenleri herkesçe bilinir. Alice’in yolculukları, küçülmesi, nükleer bir parçacık olması ve başkalaşımları, belirsizliğin, sırrın ve gizemin yaşandığı Kuantum Diyarı olduğu teorisidir. Peki, Kuantum Diyarı nedir? Bir atomdan bile küçük olan, entelektüel bir eğlence parkı düşünün. Bu eğlence parkındaki her düzenek, her oyun ve ilgi çekici her nesne, kuantum mekaniğinin farazi değişik bir özelliğini açıkladığı iddiasıdır. Doğaya ve nesneye ilişkin konularda çoğumuzun aklını karıştıran olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesinin güya bu eğlence parkında bulunduğudur. Böylece geleceğin belirsizliği, düşüncelerde oluşan ve kurgulanan bir ütopyada gerçekmiş gibi yaşatılmaya çalışılır.

Düş dünyası ile bilimi birleştiren Briston Üniversitesi fizik bölümünden Robert Gilmore, Alice’in yolculuklarının alegorisini kullanarak, kuantum dünyasının önemli noktalarını kolay anlaşılır bir zemine oturtmaya çalışmış, ancak pratikte başarıya ulaşamamıştır. İçinde bulunduğumuz dünyanın anlaşılmasının zor olduğu sanılıp, belirsizliği kuantum fiziğine dayandırarak, olaylar aydınlatılmaya ve bilimsel kadere bir nitelik kazandırılmaya çabalanır.

Kuantum Fiziği nedir? Atomun yapısını, atomu oluşturan temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbiri ile etkileşimini inceleyen fiziğin hipotez dallarından biridir. “Fotoelektrik etki ve ısı kuramı” ile gerçekleştirilen deneyler arasında garip uyumsuzlukların baş göstermesi, bilim adamlarını derin bir arayışa itmişti. İşin ilginç yanı, bilim adamlarının pek önemsemediği bir konunun tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye başlaması endişeye dönüşmüştü.

Ünlü kuramcı Bohr, “Kuantum teorisiyle şok olmayan kimse, onu anlamamıştır” der. Gerçekten de matematiksel olarak açık bir şekilde ifade edilmesine karşın, bu teorinin felsefi alanda yorumlanması ve oluşturduğu problemlerin çözümlenmesinin imkânsızlığı, ruhsuz bir fiziğe, yani Yaratıcısız bir kâinatı çözebilme arayışındandır. Çünkü matematiğin insanı üstün bir doğruya götürmediği bilimsel bir gerçektir. Çekirdeğin çevresinde dolanan her tam dalga, ancak belli bir yörüngeye rast gelmekte ve elektronların, neden belirli yörüngelerde dolandığı bütünüyle açığa çıkmaktaydı. Bohr, farkında olmadan sezgisiyle, teorisinde söz ettiği belirli yörüngeler çıkarımını böylece doğrulamaya gayret ediyordu. Bu durumda enerjinin kuantumlu olmasına ek olarak çizgisel momentum gibi açısal momentumun da kuantumlu bir büyüklük olabileceğini düşünüyordu.

Belirsizlik ilkesi, dualite, olasılık tanımı ve gözlemci-gözlenen bütünlüğü kuantum mekaniğine, Kopenhag yorumu olarak girmiş, tüm çelişkilere ve tartışmalara rağmen, hâlihazırda kuantum teorisinin en etkin yorumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuantum felsefesinin sorunlarına bakıldığında, önemli tartışmaların temelinde Young deneyinin yorumlanmasındaki aykırılıklar görülür.

Bilim adamları, fotonların iki ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaya çalışmışlardır.

Bohr ve Kopenhag ekolü savunucuları, fotonların iki ayrı delikten geçmelerini iki ayrı dünya hareketleri olarak düşünürler. Onlara göre, girişim, bu birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak, birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Yani, düşüncelerde oluşan sanal dünya ile yaşanılan gerçek dünyanın çakışması, ya da ezelde programlanmış olan olayların zaman sürecinde güncelleşmesi! Dolayısıyla sonuçta her iki dünyayı oluşturup yönlendiren tek bir iradenin varlığını istemeden itiraf etme zorunluluğundan sıyrılamazlar. Vahiysel anlamda ise, her iki dünyanın çıkış noktası, “o kitap”’ta ruhsal temelde programlandığı doğrultuda fiziğin vuku bulmasıydı.

1935’te “Schrödinger kedisi” yorumu ortaya atıldı. Bu görüşe göre; her an zehirlenme tehlikesi olan bir kedi kapalı bir kutudadır. Gözlemciye göre bu kedi her an ölü ya da diri bir halde bulunmalı, iki ayrı olasılık eşit olarak göz önünde tutulmalıdır. Bu aynı zamanda, Young deneyinin iki ayrı delikle oluşturulan farklı dünyalarına benzetilmektedir. Farklı nokta ise; kedinin ölü ya da diri olduğunu kesin belirleyene kadar kedinin iki durumunun da yan yana bulunduğunun öne sürülmesidir. Yani kedi, aynı zamanda yarı canlı ölüdür. Kuantumluluk hipotezine doğrulama getirmeye çalışan ve teorinin tanımını genişleten bu paradoks, beden ile ruhun, tıpkı vahiyle bilimin bütünlüğü ve fiziksel hareketi sağlayan sebepler zincirine mutlak ilâhsal bir olguyla yaklaşılmaması, ancak doğanın fiziksel güncellik kazanmadan önce programlanmış olduğu gerçeğiydi. Olaylara ruhsal değil fiziksel yorum getirmelerinden, teorileriyle yaşanılan pratik gerçeği örtüştürememektedirler.

Herkesin bildiği üzere bir ışık demeti ilerlemeye başladığında, o anda gündelik dil yetersiz kalır. Çünkü söz konusu olan elektriksel ve manyetik alanların nitelikleri, her hangi bir yerde ne "olacağıdır". Burada dilek kipi, özellikle dilek şart kipini kullanmak sonucu etkiler mi? Örneğin, karanlık bir sokak köşesinde neler olup bittiğini bilmiyorsunuz ama mücevher takmış bir turistin oradan geçmesi anında neler olabileceğini kestirdiğiniz halde, sonuçla ilgili kesin bir yargıya varamıyor, % 1 ihtimal dahi olsa tahmin edilenin aksi bir sonuçla karşılaşabiliyorsunuz. Öyle ki meteorolojik olaylar, gökyüzü ve yeryüzündeki değişik gelişmeler, afetler, savaşlar, planlar, öldürücü hastalıklar, intiharlar, alınan tedbirler ve caydırıcı yasalar misali!

Kuantum teorisinin felsefesi: Kuantum teorisinin bilime ve doğaya farklı bir bakış açısı getirerek, mutlak bir ilahsal kaderin olmadığı sözde bilimsel teorilere dayandırılıp, belirsizliği aşabilecek matematiksel hesaplarla kanıtlayabilme arayışıdır. Şimdi, bu yenilikleri görebilmek için, klasik ve kuantumlu anlayışın belli başlı özelliklerini ortaya koyalım. Öncelikle klasik fiziğin felsefi dayanaklarını inceleyelim.

Klasik fizikte bir cismin hızı, ivmesi, enerji ifadeleri gibi tüm nicelikler, cismin konumunun zamana göre ölçütleriyle ifade edilir. İrdelenen olaylar belli bir kesinlik, belirlilik taşır, istenilen doğrulukta ve aynı anda bütün fiziksel büyüklükler ölçülebilir. Evrenin geçmişinde oluşan olaylar incelenerek, geleceğe ilişkin olasılığa dayalı bir yöntem geliştirilmeye çalışılır. Sözgelimi, Jüpiter gezegeni şu zamanda, yörüngesinin şurasında ve bize bu kadar uzaklıkta olacaktır, denilebilir. Gözlem ve deneylerde hatalar çıkabilme olasılığına karşın tahmini sonuçlar verilir. Böylece klasik fizik ile incelenen her sistem ya da olay, birbirinden bağımsız olarak düşünülür; bu sistemi oluşturan ve birbiriyle iletişim olanağı bulunmayan varlıklar bütünüyle ayrı olarak ele alınır. Klasik olarak incelenen olay, gözlemci ve kullanılan deney aleti ile değişiklik göstermez.

Kuantum görüşünün temel olguları ise, olayların incelenmesinde kompleks yapıda bir olasılık dalga denklemi kullanılır. Fiziksel nicelikler kesikli parçalı yapıda ele alınır. Kuantum teorisi, fiziğe kuşku götürmez bir biçimde belirsizlik (indeterminizm) olgusunu sokmuştur. Yani, tanısızlık, anlamsızlık, gizlilik ve sır. Parçacıklar söz konusu olduğunda, her büyüklük olasılıklarla belirlenir ve gelecekle ilgili tahminler olasılıklara dayandırılarak yapılır. Örneğin, ışığın yapıtaşı olan fotonların uzayda bir yerde bulunması, ancak olasılıklarla belirlenir. Birbiriyle hiç iletişim olanağı bulunmayan iki varlık arasında “bağlılaşım-correlation” görülebilir. Sözgelişi, aynı kaynaktan çıkan fotonların karşıt doğrultularda göstermiş olduğu davranışları birbirleriyle uyuşum halindedir. Kuantum da; gözlemci, gözlenen ve gözlem aleti birbiriyle bir bütünlük oluşturur. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. Tıpkı Yaratıcı, ruh ve yaratık misali!

Bilinen hiçbir cevabı olmayan soru, fotonun içyapısının ne olduğudur. Foton nelerden yapılmadır? Mahiyetlerinin, gerçek matematiksel anlamda, “nokta” olduğuna inandığımız foton ve elektron gibi bazı elemanter (en basit yapıtaşı) parçacıklar bulunur. Fiziksel hiçbir büyüklükleri yoktur ve parçalardan oluşan içyapıları bulunmadığından parçalara ayrılamazlar. Fotonla ilgili olarak cevaplanması en zor soru ise, onun bir parçacık mı yoksa dalga mı olduğu gizemidir. Her zaman olduğu gibi burada da bilimsel bir teori paradoksun varlığı aşikârdır...

Şurası kesin ki, dalga ve parçacık yorumları asla uyumlu değildir. Parçacıklar, enerjilerini konsantre paketler halinde verirken, bir dalganın enerjisi, bütün dalga cephesi üzerinde düzgün olarak yayılır. Örneğin, ışığı sadece parçacıklar olarak ele alırsak, çift-yarık deneyinde gözlenen girişim desenini açıklamak çok zor olur. Bir parçacık, ya bir yarıktan ya da diğerinden gitmelidir; sadece bir dalga cephesi ikiye ayrılarak, iki yarıktan geçer ve sonra birleşir.

Dalga ve parçacık yorumlarını geçerli, fakat birbirini dışlayan alternatifler olarak kabul edersek, bir kaynaktan çıkan ışığın ya dalga ya da parçacık olarak yayılması gerektiğini de kabul etmemiz gerekir. Kaynak, ne tür ışık (dalga veya parçacık) üretmesi gerektiğini nasıl bilebilir? Farz edelim ki kaynağın bir tarafına çift-yarık düzeneği, diğer tarafına da fotoelektrik düzeneği koyduk. Çiftyarık düzeneği tarafına yayılan ışık dalga gibi davranır, fotosel tarafına yayılan ışık ise, parçacık gibi davranır. Kaynak, hangi yöne dalga ve hangi yöne parçacık yayınlayacağını nasıl bildi? Belki de tabiatta hangi deneyi yaptığımızı geriye, yani kaynağa haber veren bir tür “Gizli Kod” var ve kaynak, dalga veya parçacık üretmesi gerektiğini geri gelen sinyale göre anlıyor. Evrensel ruhun fiziksel yansıması! Evet, bugüne kadar keşfedilemeyen gerçek: Fotonların ruhsal bir enerji olduğudur.

Görüldüğü gibi klasik fizik ile kuantumcu düşünce birbirinden birçok noktada farklılık gösterir. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak göz önüne alındığında şu yorumlar yapılabilir: Kuantum teorisinin dayandığı en önemli şey, belirsizlik bağıntısıdır. Örneğin, bir elektronun bulunduğu uzayda konumunun tespiti için, elektronun üstüne büyük frekansta ışık göndermeliyiz. Aksi halde elektronu gözlemleyemeyiz. Bu durumda yüksek frekanslı ışık, elektronun konumunu belirler. Ancak elektrona hız vermez ve etkileşme sağlamaz. Dolayısıyla konumun belirlenmesiyle beraber parçacığın hızını ve momentumunu yitirmiş oluruz. Tersi olarak elektronun momentumunu belirlemek için küçük frekanslı ışık kullanırız, bu durumda da konum belirlenemez. Hâlbuki kadersel düzende hiçbir belirsizliğe yer yoktur. Her varlığın yerleri, konumları ve hareketleri bellidir, fiziksel etkileşmeyi sağlayan vahiysel dürtünün ve ruhsal enerjinin programsal yapısı bir bütünlük içinde zincirsel halka düzeneğine göre biçimlenmekte olgunlaşmakta ve etkileşmektedir.

İkinci önemli bulgu da “dalga/parçacık” dualitesidir. Huygens’ten beri ışığın kırınım ve girişim yaptığı biliniyordu. Örneğin; ışık, Young deneyi düzeneğinden geçirildiğinde karşıdaki ekranda aydınlık-karanlık noktalar oluşur. Yani girişim yapar. Yine yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılandığı görülür. Bu gibi olayların hepsi, ancak dalga modeliyle açıklanabilir. Einstein, fotoelektrik olayını açıklamasından sonra ışığın parçacık yapıda olması gerektiğini düşünmüştü. Yine ışığın cisimler üzerine uyguladığı anlık basınçlar ve “Geiger sayacı”nda göstermiş olduğu etkiler de bu düşncesini destekler. Sonunda Bohr, “Işığın dalgacık mı tanecik mi olduğunu belirlenmesi, ancak gözlemcinin sorduğu soruya göre cevaplanabilir” diyerek, gözlemcinin de vazgeçilmez biçimde teoride yerini alması gerektiğini belirterek, iddia edilenin aksine kesin bir yargıya varamayarak, gözlemcinin yorumunu ön plana çıkarır.

Evren ve içindeki her şey, mutlak iradece yönlendirilen ruhsal düzeneğe göre fonksiyon gösterdiğinden; fiziksel belirsizliğin, ruhsal etkileşme ve güncelleşmesiyle belirlilik kazanması ve bu doğrultuda hiçbir sapma göstermeden akışını sürdürmesi, öncesinde her ne kadar fiziksel belirsizlik olarak algılansa da, ruhsal ve kadersel bir bilinmezlik değildir. Yalnızca fiziksel bilinmezliktir, zamana ve programa göre güncelleştiğinden, öncesinden kestirebilmek mümkün olamamaktadır.

Gelecekle ilgili belirsizliği aşabilmek için, geçmişte olan olaylar incelenerek, geliştirilen yöntemlerle tahmine dayalı saptamalar yapılması, yanılgıların devamını sağlamaktadır. Gerçek dünyanın ekranında oluşan aydınlık ve karanlık noktaların fiziksel belirsizliği, tıpkı yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık olarak algılanmasından farksızdır. Çünkü fiziki gelecek meçhuldür ve geçmişe dayalı üretilen olasılıklar, hiçbir bağlayıcılık taşımamaktadır. Ancak geçmiş olayların ve hareketlerin geleceği yansıtan dalgacıkları zamansal ve kuvvetsel belirliliğe kesin bir katkı sağlamadığından, gözlemci ve bilimsel teoriler sürekli yanılabilmekte, dolayısıyla mutlak bir sonuca ulaşılamayarak, umutlar pratiğe dönüştürülememektedir.

Yaratığın bilgi ve iradesinin belirleyici ve yönlendirici bir güce sahip olamaması, tamamen kadersi ruhsal enerjinin cisimler üzerindeki etkisinden ve programına müdahale edilememesindendir. Fiziksel olayları oluşturan ruhsal gücün zincirsel halka bütünlüğü içinde varlık göstermesi, aslında ciddi bir sorgulama ve gözlemlemeyle anlaşılabilecek açıklıktadır.

Bir parçacığın, bir uzay bölgesinde bulunması ve ona çeşitli efsaneler rivayet edilerek, mutlak bir fikir edinmesi veya kesin bir yargıya varılması mümkün olamamakta, yalnızca düşsel yansımalar ve olasılıklar olarak teoride yer almaktadır. Söz konusu parçacığın konumuyla ilgili nasıl kesin koordinatlar verilemiyorsa, hakkındaki bilgilerde kuramdan öte somut bir değer taşımamaktadır. Yaratığın ya da maddenin yönlendirici mutlak bir iradeye sahip olamaması, hiçbir konuda mutlak bir sonuç alınamamasına neden olmaktadır. Aslında bilginin teorisel doğruluğundan ziyade, gelecekle ilgili zaman, hareket ve kuvvet birimi fevkalâde önem arz etmektedir.

Meselâ, Everett’e göre; birçok gözlenemez paralel evren mevcuttu. Bunlara Everett, “alternatif kuantum dünyaları” diyordu. Bütün olaylar, bu dünyaların birinde olasılıkların hepsi gerçekleşecek biçimde olacağı varsayılmaktadır. Sonuçta, çoğu olasılıkların evrende var olması ve zaman ilerledikçe daha pek çok yorum ortaya atılması, düşünce ve sezgilerin programlanan ruhta var olmasından ve bilgilerin önceden belirlenmiş zaman dilimlerinde açığa çıkarak, biçimlenmesinden ileri gelmektedir. Zamansal yanılgıların inanılmaz sonuçları şoklara neden olmakta, fiziki bütün olasılıkları ve plânları çökertebilmektedir.

Kuantum ve bilim! Kuantum teorisinin ortaya koyduğu kuramsal yeniliklere göre, klasik fizikten farklı olarak doğanın bir bütünlük içinde ele alınması gerektiği belirtilir. Özellikle gözlemcinin ve gözlenenin birbirini bütünleyici unsurlar olarak nitelendirilmesi, fotonların, elektronların ve diğer parçacıkların birbirine bağımlı hareket etmeleri, bu bütünlüğü ortaya koymaktadır. Yaratıcı ile yaratığın ruhsal ilişkisi, sebepler zincirinin kadersel bütünlük içinde akış göstererek aracıları dürtmekte ve doğrudan olayların içine çekmektedir.

Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze kadar ki sürece bakıldığında, bu teorinin fiziğin uygulamalı bir dalı olduğu düşünülse de, tamamen ütopiktir. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel esasları ortaya konmaya çalışılmış ama hiçbir zaman pratik bir başarı sağlanamamıştır. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen ve zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme de gidilememiştir. Felsefi çatıdaki eksikliklere rağmen atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların mekanik ve ısıma özellikleri gibi fenomenler kuantuma dayandırılmıştır. Öyle görülüyor ki ateist bilim adamlarının tüm evreni tanımlayan bir teoriye bağlanması, başka bir deyişle bilimin mutlak yaratıcı özelliğini kanıtlayabilmek için belirsizliği, olasılıklara dayalı Kuantumla aşabilme düşünceleri; doğasal ve toplumsal sorunları çözmeye yeterli olamamıştır.

Kuantumu daha anlaşılabilir bir açıklıkta izah etmek gerekirse; fiziksel hareketlerin oluşumunu sağlayan “bilimsel kader” olduğudur. Yaratıcı ve kadersel düzeni ısrarla reddeden sözde bilim adamları, bilgilerin varoluş sürecini düşler diyarı olan kuantumdan kaynakladığına inanabilmektedirler. Tanrısal kadere karşı, bilimsel kader, yani fiziksel kuantum!

Ateist bilim adamları, keşiflerin rastgele doğuşu ve her şeyin birbirleriyle olan zincirsel bağını kabul etmelerine rağmen, bilginin Yaratıcı’dan değil de kuantumsal bir fizikle gerçekleştiğine inanmaya zorlanmaları, nasıl bir dayatmanın sonucudur? Her ne kadar mantıkları kabul etmese ve cevaplandırılamayan birçok soru bulunsa da! Her bilginin fiziki bir Kuantum Diyarında saklı olduğunu ve zamanla ortaya çıkarak biçimlendiğini savunarak, fiziksel bir kaderi kabul ediyorlar ama ruhsal olanına ısrarla karşı çıkıyorlar. Neden? Özgür değil kul olma korkularından… Einstein ve Planck gibi dehaların kuantum teorisini reddeden bilim adamları olmaları, gerçeğin anlaşılmasına yeterli değil mi?

Kuantum da gözlemci, gözlenen ve gözlem aletinin birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu düşüncesiyle beyin, bilim ve teknoloji tanımlanmaktadır. Bu, öylesine akıl almaz bir anlayıştır ki, Tanrı’yı reddetmelerinin akabinde bilim ve teknolojinin doğuşuyla ilgili ortaya çıkan sebep ve sonuçları yargılayamamaları, boşlukta kalmalarına neden olmuş ve dolayısıyla mutlaka maddi bir fiziksel dayanağa ihtiyaç duyarak, düşler diyarı kuantum adında bir teoloji ve buna bağlı hurafeler geliştirebilmişlerdir. Ne de olsa onlara göre ruhsal olan Tanrı’nın beyin hücreleri bulunmadığından, nasıl olur da evrenin sahibi olarak hücresiz bir Tanrı’yı tanıyabilirler?

Dünyanın gerçekleriyle ilgili konularda akılları karışmış, olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesini doğru ve anlaşılabilir bir açıklıkta ortaya çıkarabilmeleri için, biyolojik beynin ve tanrısız doğanın zannettikleri fotonsal, maddesel ve fiziksel gücüne yoğunlaşmışlardır. Oysa fotonların gizsel varlığı ruhsal oluşlarını kanıtlamaktadır. Eylemleri ve varlıkları ortaya çıkaran etkenlerin her zaman var olduğuna ve onları harekete geçiren bir nedenin mutlaka olduğuna inanmışlardır. Gelecek ile ilgili fiziki belirsizlik her ne kadar aşılamıyorsa da, hiçbir şeyin rastgele veya tesadüfe bağlı oluşmadığı, gelişmediği ve muhakkak bir merkezden yönetildiği, Kuantum saçmalığı da olsa rasyonalistleri, mantıkçıları, evrimcileri ve maddecileri kabule zorlamıştır.

Evrende vuku bulan tüm olayların birbirleriyle olan bağlantısına inanmışlar ama tetikleyici ve yönlendirici “ilk halka” olan mutlak iradeyi yadsıyarak, Kuantum teolojisi adına sanal diyarlara özenip, her zamanki hayalperest hülyalarını sürdürebilmişlerdir. Şüphesiz felsefi ve akli dayanağı dahi olmayan böylesi bir teorinin mantıklı bir açıklaması olmadığı, hiçbir koşulda hayatla örtüşmediğinden anlaşılmaktadır. Çünkü ruhsuz bir akıl ve fizik düşünülemez.

Ne var ki bilimin güvenirliliğini baltalayan Kuantum Teorisi’nin gerçekle bütünleşmeyen bilimsel bir teoloji olduğunu fikir babaları dahi itiraf etmişken, hâlâ Yale Üniversitesi Uygulamalı Fizik bölümünde görevli Prof. Robert Schoelkopf ve ekibinin Kuantum bilgisayarı inşat etme yolunda ilk adım olan bir buluşu gerçekleştirme yolunda ilerlediklerini dünyaya duyurarak, bu buluşun inanılmaz bir potansiyel vaat ettiği açıklamalarıyla, pratik anlamda hayata geçirilmesi ve kompleks yapıdaki sorunların çözülmesi yolunda önlerinde daha epey bir zaman olduğunu duyurmaları, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasına benzemektedir. Teori ve düşteki başarılar bir de pratikte kendini kanıtlayabilseydi, zaten hiçbir sorun kalmazdı!

Daha geçenlerde; dünyayı ayağa kaldırarak tanrılığa özenen nükleer fizikçilerin Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu Başkanlığında bir araya gelerek, Cenevre’de yerin 100 metre altında 27 kilometrelik bir tünel inşa edip, evrenin oluşumu arkasındaki sır perdesini aralamayı, madde ve antimadde, yani ruhsal enerjiyi anlamak maksadıyla “Büyük Patlama”dan hemen sonra saniyenin binde birindeki sürede ortaya çıkan şartları yeniden yaratmak amacıyla yaptıkları yüzyılın deneyi, hatırlanacağı üzere fiyaskoyla sonuçlanmış, 5 binden fazla mühendis ve çalışanın tükettikleri 10 yıllık zaman ve harcadıkları 10 milyar dolar çöpe gitmişti. Ancak temel bilgiden yoksun insanları etkilemeleri bile onlar için propagandasal büyük bir zaferdi. ÇÜNKÜ İNSANLARIN BİLİME OLAN GÜVENİ SARSILMAMALI VE ÇALIŞMALARLA MOTİVE EDİLMELİ…

NASA’nın sürekli gezegen avı, her ne kadar “Tanrı” bulma umuduyla gerçekleşse de, araştırmalarının boşa çıkıp yeraltına inerek orada da hüsrana uğramaları, kulluğu kabul etmelerine yeterli bir sebep değil mi?

Karanlık maddeyi oluşturan ki bu karanlık bir madde değil ruhsal bir sırdır, ancak tüm oluşumları maddeden ibaret sanan eçheller, dünya görüşü ve kâinata bakışı topyekûn değiştirecek sonuçlar üreteceğinden emin bir vakarla, kâinatın %23’ünü oluşturan “Karanlık Madde” yi açığa çıkarıp, karanlık enerji olan “ilahi parçacığı” keşfetme ütopyaları, teorik fiziği altüst etmiştir.

Birçok araştırmacı tarafından teorik olarak incelenip ama hiç kimsenin görmediği “Higgs Bozonu” adlı parçacığı izleyen CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu ), söz konusu ilahi parçacığın diğer bazı parçacıklara kütle kazandırdığını düşünerek, soyut olan bir bilinmezin peşine takılsalar da, hiçbir şeyi tespit edemeyecekleri aşikârdır. İngiliz fizikçi Peter Higgs’in adını taşıyan “Higgs Bozonu”, tümdengelim (dedüksiyon) gibi fiziki bir yöntemle ruhsal keşfin yapılabilmesi nasıl mümkün olur? Ancak Yaratıcı’yı bulup yok edebilirlerse dilediklerini başarabilmeleri, dolayısıyla yeni bir düzen ve dünya yaratabilmeleri mümkün olur.

“Öyle horozlar vardır ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.”
G. Dumant

12 Aralık 2009 Cumartesi

Faşist CHP ve MHP’nin hiç mi onurları kalmadı?

Cumhuriyet, demokrasi, meclis, seçim ve siyasi parti varlıklarının tamamen bir aldatmaca olduğu bir kez daha kanıtlanmış, Ataist totalitarizmin egemenliğine karşı çıkanların silinip süpürüldüğü belgelenmiştir. Artık can çekişen rejimi diriltmeye çalışan putperest şövalyeler, Türkiye’yi adım adım karanlığa doğru sürüklemektedirler. Einstein der ki: “Karşılaşılan önemli yaşam sorunları, o sorunları ortaya çıkaran düşünce düzeyinde çözülemez.”

ABD’nin PKK’yı kanlı bir terör örgütü ve düşman ilan etmesini referans gösteren bölücü mihraklar, neden ABD’nin DTP’yi PKK’dan ayırarak, neden legal bir ofis açma izni verdiklerini yanıtlayabilirler mi?

Silahlı Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin politik sözcüleri CHP ve MHP, DTP vekillerinin Apo’nun emir kulu ve PKK’nın temsilcileri oldukları bahanesiyle şehit ve vatan edebiyatı yaparak, kardeşçe eşit bir hak olan açılıma şiddet ve tehditle karşı çıkarlarken; neden DTP’nin kapatılma kararından sonra sine-i millete dönmemelerini ve mecliste kalarak mücadelelerine devam etmelerini talep etmektedirler? Neden dün değil de bugün halkı birlik içinde sükûnete davet edip, amaçlarına ulaşmış bir zafer üstünlüğüyle demokrasiden, barış ve uzlaşıdan söz edebiliyorlar?

MHP'nin kalesi olan Reşadiye'deki askerlerimizin şehit edilmeleriyle ilgili ATŞ ile bir ittifakları olası dahilinde mi?

Dünyada riyakârlık ve namussuzluğun bu kadarına şahit olunmayan bir ülkede istikrarın, huzurun, birlikteliğin, adaletin ve dürüstlüğün sağlanabilmesi asla mümkün değildir.

Gerek Cumhurbaşkanı, gerek Meclis Başkanı ve gerekse bazı AKP vekillerin; “DTP yöneticilerinin partilerini korumak için gerekli özeni göstermediği ve DTP’nin kapatılması için ellerinden geleni yaptıkları” ifadeleri, kayıtsız-şartsız Ataist müstemlekeliğine boyun eğme ve teslim olma zorunluluğunun bir göstergesidir.

Geçmişte politika yaptıkları partilerinin aynı dikta güçlerce kapatılmasıyla dimdik duramayan ve ilkelerini savunamayanların DTP’nin de kendileri gibi ödün vermeleri ve haysiyetsizce vekilliklerini sürdürme düşünceleri, neden oligarşiden kurtulamayıp halkın söz sahibi olamadığına apaçık bir cevaptır.

Sokak gösterilerinin ve eylemlerin çok daha beteri beklenirken aksi bir durumun ortaya çıkması, daha öncede ısrarla vurguladığım üzere o eylemlerin arkasındaki gücün ATŞ olduğuna tartışılmaz bir kanıttır.

Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere, isyana ve teröre doğrudan ya da dolaylı bulaşmış general, amiral ve subaylar; Ergenekon Terör Örgütünü meydan okurcasına destekleyen CHP yargılanıp gerekli yaptırımlar uygulanmadığı müddetçe DTP ile ilgili verilen karar hukuki değil siyasidir. Çünkü hukuk diye dayatılan yasalar eşit ve hassas terazisel bir adaleti temsil etmemekte, Ataist hegemonyasına razı olmayanlar, hukuk manipülasyonuyla saf dışı bırakılmaktadırlar.

Türkiye’nin derebeylikle yönetilen bir devlet olduğu, Atatürk adına yapılan darbeler, başkaldırılar, katliamlar, yasadışı örgütlenmeler, ihanetsel planlar, tahrik edici baskı ve yasakların meşruiyetiyle ortadadır.

Milletin ötekileştirilmemiş bir parçası, eşit haklara sahip olma ve adaletli bir barış mücadelesinden başka hiçbir hak talep etmeyen DTP’nin kapatılmasının ülkemiz lehine bir milat olmasını temenni ediyor, aslında bir hiç ve korkak olan zalim güçlere karşı cesaret ve kararlılıkla durulmasını, böylece haksızlıkları ve ayrışmışlığı giderecek bir başlangıç olacağını umuyorum…

CHP’nin “dersim” örnekli katliam özlemi gündemden düşürülmüş olsa da, sessizliğin bir gün gerçeğe dönüştürülmek isteneceğine şüphe duyulmamalı, karşıt düşüncelere gösterilen tepki ve yaptırımın onlara da gösterilmesinin hayati zorunluluğu akıllardan çıkarılmamalıdır. İşbirlikçi medyanın hala katliamcı barbar Onur Öymen’i demokrasi adına ekranlarına, halkın karşısına çıkartmaları da, olabilecek soykırımsı bir katliamı sinsice alttan alta hazmettirebilmek içindir.

Sokakta ve çocuklarının yanında alnı dik bir onurla dolaşmak isteyenler, CHP ve MHP taraftarlılığının nasıl utanç bir kara leke olduğu bilinciyle hareket etmelidirler.

11 Aralık 2009 Cuma

Zarara uğrayacak her vatandaşın sorumlusu devlettir…

Kendini meydana getiren halkının birlik ve beraberliğine, huzur ve güvenine, mal ve can güvenliğine, din ve ırkına amansız bir hasım gibi davranan ataist rejim, yine masum vatandaşını acımasız teröre kıydırabilmek ve kaosa mahkûm edebilmek için gereğini yapmıştır. DTP’nin kapatılma sorumlusu Anayasa Mahkemesi değil statükocu totaliter rejimin ta kendisidir.

Kuvvet komutanları, ordu komutanları, general, amiral ve politikacılardan oluşan Anıtkabir Tapınak Şövalyelerinin teröristsel onca plan ve eylemleri yanı sıra, Ergenekon Terör Örgütüne desteklerinden dolayı hesabını soramayanların, pkk adlı terör örgütüne destek verdikleri gerekçesiyle DTP’yi kapatması, muhakeme edebilen hiçbir aklın ve vicdanın razı olabileceği bir sonuç değildir.

Ayrıca pkk'dan çok daha gaddar ve vahşi Ergenekon Terör Örgütüne destek veren ve doğrudan avukatlığını yapan CHP neden kapatılmıyor? Neden hakkında göstermelik dahi olsa bir soruşturma açılmıyor?

Tokat’ta şehit edilen yiğitlerimiz ile ilgili Genelkurmay’ın açıklaması, asla gerçeği yansıtmamakta ve sanırım hiçbir vatandaşımızca da inandırıcı bulunmamaktadır. MHP’nin kalesi ve herkesin birbirini tanıdığı küçük bir ilçeye sayısı yedi ya da sekiz diye ifade edilen Tunceli’liden kalkıp gelen teröristlerin, tanrısal bir görünmezlikle kendilerini fark ettirmeyip pusuya yatmaları ve dakikada üç yüz mermi atan ağır silahlarla askerlerimizi katlettikten sonra aynı soyut görünmezlikte ortadan kaybolmalarına kanabilecek tek bir APTAL var mı? Diğer taraftan güya pkk'lı teröristlerin telsiz konuşmalarının da tamamen düzmece bir kurgu olduğu da aşikardır. Neden eylem öncesi telsiz görüşmeleri istihbaratlarının dikkatinden kaçmış?

Milletimizin kardeşçe bir arada yaşamalarını istemeyen şovenist ve ulusalcı putperest bölücüler, “açılım” gibi fevkalade insani bir bütünlüğü doğrayabilmek için her türlü Bizans entrikalarını çevirerek, açılımı ortadan kaldırabilecek DTP’nin kapatılabilmesi için, o malum planlarını devreye sokarak, amaçlarına ulaşmışlardır.

Gerçi kapatılma sürecide siyasi bir mühendislikle gerçekleşmiş, DTP’nin topyekûn meclisten istifa ederek, sokağa dönmelerini önlemek maksadıyla sadece iki milletvekilliğine yasak getirilmiş, böylece adı dillendirilen bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ı DTP’ye iltihak ettirmek suretiyle grubu yeniden kurmalarını ve vekillerinde mecliste kalmalarını projelendirmişlerdir. Sonra da, mücadeleye demokratik yollardan devam edilsin mesajıyla, sanki gönüllerinde yatan pkk aşkını ve birlikteliğini yok etmişlercesine kendilerince insanları kandıracaklarını düşünmektedirler.

Neyse olan oldu, bundan sonra ne olacak?

Artık devlet gereğini yapmalı; liderler, komutanlar, hükümet üyeleri, valiler, yargı üyeleri ve bilumum bürokratlar nasıl korunup gözetiliyorsa, dağdaki vatandaş dahi korunmalı, kendilerinin canlarına duydukları hassasiyeti vatandaşlarının tamamına da göstertmek zorundadırlar.

Atılacak bir tokat da dahi sorumlu devlet olmalıdır ve her mağdur vatandaş, tokatı atanı değil attıran ve tahrik eden devletin yakasına yapışmalıdır.

Bilinmelidir ki hiçbir vatandaş; devletin ve rejimin yanlışlıklarının bedelini ödeyemez. Önce kendileri ödeyecek…

Bundan böyle sokaklarda yakılan, malları kundaklanan, kurşuna dizilenlerin ardından dökülen timsah gözyaşlarına, riyakâr nutuklara ve şovsal törenlere karınlar tok…

Vatandaş sokakta nasıl geziyor, işine gidiyor ve evinde oturuyorsa, onlar da aynı açıklıkta hayat süreceklerdir.

Halkı emniyette olmadan kendi emniyette olan, şeytanın fiziki bir gölgesidir.


Yaratıcı, Var oluş, Akıl ve İradeyi ne kadar biliyoruz?

Gelin, çirkef oyunlardan bir nebze uzaklaşarak, bütün bu inanılmaz ve gayri ahlaki olumsuzlukları güdenin özgür düşünceler mi sorusunu ve nefsin kimin iradesinde olduğunu bir inceleyelim. Sayın Talat Yavaş adlı okuyucumun yaptığı yorumda; “bir köpek bile sahibine bunlar gibi ihanet etmez” sözü, neden akıllı insanların hayvanlar kadar sadık ve vicdanlı olamadıkları sorgusunu, İbn Sina’nın dinsel, felsefisel ve bilimsel bakışından çözmeye çalışalım…

Suçlunun suçsuz, suçsuzun suçlu, okulsuzun başarısı, akademisyenin pespayeliği, mazlumun hakirliği, gaddarın saygınlığı, inançlının sahtekârlığı, inkârcının dürüstlüğü, ilâhiyatçının korkaklığı, ateistin cesareti, politikacının ihaneti, devletin zulmü, askerin diktatörlüğü, bireyin sadakati, rütbelinin faşistliği, erin ölümüne fedakârlığı, duyguların insancıllığı, mantığın bencilliği; özgür aklın mı, Etin Aklın mı bir tasarrufudur?

Yaratıcı Allah nezdinde en yüksek mertebede bulunan peygamberlerin dahi özgür iradeleri ve hür bir akılları yokken; sıradan insanların olabilmesi mümkün mü?

“Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.”
İsra. 74

Akılsal kuralları, iradeyi ve mantığı bertaraf eden olaylar, düşünsel ve davranışsal bir ayniyet sağlayamıyor ve yaşanan ikilemler önlenemiyorsa; iddia edilen akılcı bir muhakeme ve yargıyla mutlak olmayan bilime dayalı iradesel bir çözümü gerçekleştirebilmek söz konusu değildir. Sadece verimsiz ve iradesiz entelektüellerin tartıştığı; okullarda, ekonomik, sosyal ve siyasi münazaralarda dolgu malzemesi olarak kullandığı asırlar öncesine dayalı ütopik doktrinlerin karşılığı olmayan kuramsal döküntüleriyle bilim adına “bilgi terörü” estirilmekte, böylece kaderin güttüğü pratik hayat, serapsı fikirlerle örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Bu yüzden ne politikacıların, ne entelektüellerin, ne de eğiticilerin insanlara hiçbir katkıları bulunmamakta, dolayısıyla düzenlenen tartışma şovlarıyla en iyi laf ebeliği yarışmaları yapılarak, insanların etkilenebileceği sanılmaktadır. Ancak kaderle örtüşenler istisna…

Kafatası devletlerce incelenen dünyaca ünlü bilim adamı, İslam bilgini ve filozofu İbn Sina; gençliğinde geometri, matematik, astronomi, kimya, mantık, fıkıh, fizik, kelam ve tıp alanlarında çığır açmış, daha 16 yaşında uzman hekim düzeyine yükselmişti. Çocuk yaşta bütün ilimleri hatmettikten sonra “İşte insan, nerede ilim”, musikiyle tanıştıktan sonra da “İşte ilim, nerede insan” diyerek, tüm dünyayı kendisine hayran bırakan bir şöhrete kavuşmuştu. İbn Sina, Batının inanıp güvendiği çok yüksek bir kaç otoriteden biridir. Elbette başkaları gibi oda tartışılmış ve fikirleri ateistlerce reddedilmiştir.

Batı düşüncesinde, Hipokrat ve Galen’den sonra gelen klasik tıbbın üç babasından biridir. Eserleri bütün zamanların en çok okunan tıp kitaplarından biri olmuştur. Tıbbın yeni paradigmalar kazanarak, modernleşmesi sürecine kadar hem doğu ülkelerinde hem de Batı’da en büyük otorite sahibi bir bilim adamı kabul edilmiş; eserleri, dünyanın birçok üniversitelerinde baş kaynak okutularak; dinin, aydınlanmanın, gelişmenin ve bilimin önünün açılmasına önemli katkılar sağlamıştır.

Yaşamı boyunca türlü zevk ve çileleri en uç boyutlarda tatmış, görmüş, geçirmiş, hapis yatmış, sürgüne gönderilmiş, kaçmış ve genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiştir. On altı yaş gibi çocuk yaşta otorite sahibi bir bilgeliğe kavuşması, şüphe yok ki diğer seçilmişler gibi İbn Sina’nın da mutlak iradenin bir takdiriyle yüceldiği tartışılmazdır.

İbn Sina’nın öğretileri arasında yaratılış öğretisi özellikle önem taşır. O, bu konuda, özellikle 13. yüzyılda çokça tartışılmış olan yaratılıştaki kadersel gerçeği şöyle vurgulamıştı: Varlığa gelen her şeyin bir nedeni olması gerekir. Varlığa gelmek için bir nedene gerek duyan varlıklara ”mümkün varlıklar” adını verdi. Kendisi de mümkün bir varlık olan bir nedene, ondan önce gelen bir neden yol açmış olmalıdır. Bununla birlikte bu nedenler dizisi, sonsuz bir dizi meydana getirmez. Bundan dolayı, varlığı mümkün değil de zorunlu olan, varoluşunu bir nedenden değil de kendisinden alan bir “ilk” neden var olmalıdır. Bu ilk neden zorunlu varlık olan Yaratıcı’dır. O’nun zaman içinde bir başlangıcı yoktur; O, ezeli ve ebedidir. Yaratıcı, tam ve gerçek varlığını her zaman sergiler. O, her zaman fiil halinde olduğu için hep yaratmıştır. Yaratılış, İbn Sina’ya göre; hem zorunlu hem de ezeli ve ebedidir. Yaratıcı’nın kendi ruhundan üfürerek canlıları yaratması ve bilgilendirmesi, ruhların ölümsüzlüğü ve fiziksel bedenlerin ölümlülüğünü, dolayısıyla yaratmanın ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaktadır.

Varlığa gelen her şeyin bir nedeni vardır. Yaratıcı’dan çıkan ilk birlik, akıldır. Buna göre ruhlar ve ona bağlı akıllar yaratılır. “Etkin Akıl” olan Yaratıcı, bu dünyadaki varlıkların maddi unsurları ve ruhları yaratan varlıktır. Etkin Akıl, aynı zamanda insanların ruhlarına yahut zihinlerine bilgi için gerekli olan form ve kategorileri aktarır. İbn Sina, bir insan zihninin bir başlangıcı olduğu için, insanın mümkün bir varlık olduğunu söyler. İnsan, aynı zamanda mümkün olan bir ruha ve ondan türeyen akla sahiptir. İbn Sina, yaratıklarda iki farklı unsur bulunduğunu ifade ederek, burada özle varoluş arasında bir ayırım yapar. İnsanın özü varoluşundan ayrıdır; bundan dolayı insanın özü kendiliğinden gerçekleşmez. Yani, insanın var olmasıyla var olmaması eşit derecede mümkündür. Onun özü gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de. Ona varoluş veren ve onun özünün gerçekleşmesini sağlayan varlık Yaratıcı, dolayısıyla ruhudur.

İbn Sina’ya göre Yaratıcı, mutlak olarak birdir. Bir olandan ise yalnızca bir çıkar. Bu durumda evrendeki varlıkları açıklamak nasıl mümkün olabilir? İbn Sina, Yaratıcı’dan çıkan ilk birliğin, ilk Akıl olduğunu söyler. Çünkü akıl olmazsa bilgilerin toplanma yeri olan hafıza olmaz. Akıl, iddia edildiği gibi özgür ve mutlak bir güç değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Tüm varlıkların en tepesinde bulunan Yaratıcı’nın kendi kendisini düşünmesi, O’ndan ilk aklın var olmasına yol açar. İlk aklın kendi nedenini, yani Yaratıcı’yı düşünmesi, ilk akıldan sonra gelen akılların doğuşuna neden olur.

Bu sebeple insanın özgür bir iradeye, hür bir düşünceye ve egemen bir güce sahip olabilmesi nasıl mümkün olabilir? Şayet mümkün olsaydı, hiçbir olumsuzluğu sahiplenmez, menfi her şeyi bertaraf ederdi…

İnsan zihninin özü, bilmektir, ancak insan her zaman biliyor değil ya da bildiğini yapabiliyor demek değildir. İnsan aklı, bilebilmeye yetilidir, fakat insanın bilme tarzı yalnızca mümkündür. İnsan zihni gerçekte herhangi bir bilgi olmadan, ancak bilebilme gücüyle bezenmiş olarak yaratılmıştır. İbn Sina bilgi anlayışında, insan zihninde bilginin varoluşu için, iki öğenin zorunlu olduğunu belirtir. Duyusal nesneleri algılamamızı sağlayan duyular ve algıladığımız bu nesnelerin suret ya da imgelerini bellekte saklama gücü ve soyutlama yoluyla nesnelerdeki özü ya da tümel unsuru yakalama yetisi. Fakat bu soyutlama, İbn Sina’ya göre insan zihni tarafından kendiliğinden gerçekleşmeyip, Yaratıcı’nın Etkin Aklı’nın bir eseridir. Etkin Akıl, bilgi sahibi olabilmesi için insan zihnini aydınlatır. Allah, bundan dolayı insanın yaratıcısı ve buna ek olarak, insan bilgisindeki aktif güçtür. Demek ki tüm insanlarda hepsinin birden pay aldığı tek bir Etkin Akıl vardır. O’da Yaratıcı’dır.

İbn Sina, Aristo ve Plato’nun etkisinde kalarak Aristotolesçi felsefeyi İslam anlayışına göre felsefik yorumlarından dolayı; Yaratıcı, ruh ve yaratık, peygamber ve şeytan, mutlak irade ve özgür irade, duygu ve mantık konusunda paradokslar göstermiş, kaderin halkasal zincirinde birbirinden farklı ve aykırı tezler üreterek, inanç ve düşünceleriyle çelişkiye düşmüştür.

İbn Sina, ünlü Yunan filozof Aristotales'in ortaya koyduğu varoluş felsefesini, İslam-Doğu medeniyetleri düzleminde yorumlamasından ötürü Kur’an’ı temel almak yerine, Aristocu özgür iradeye ve mantığa odaklanarak, varoluş, gelişim ve yok oluş sürecini oluşturan kadersel yazgıyı pratik olarak değil, teori bazında değerlendirmiş, dolayısıyla mutlak irade ile özgür irade arasında tereddüt yaşayarak, büyük bir hataya düşmüştür.

Şöyle diyor; insanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür iradeyle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İrade özgürlüğü, akılla başarı arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal ihsan ile gerçekleşir. Özgür irade tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak onlarda, insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin Etkin Akıl ile buluşmalarını ve gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahiy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar. Akıl bütün insanlarda ortak olup, kavramayı ve bilmeyi sağlayan bir yetenektir.

Bir yeti olarak işlek akıl; yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel akıl, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan akıldan daha üstündür. Kazanılmış akıl, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından aklın olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada aklın kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır.

Yaratıcı’ya ait olan Etkin Akıl, aklın en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan bir bütünlük içinde kavrar, bilgilendirir ve yönlendirir. Bu yüzden insan, ayrıntıları duyularla algılar, bütününü akılla kavrar. Her şeyi kavrayan yetkin akla, nesneleri anlama yeteneği olan Etkin Akıl olanak sağlar. İnsan aklının algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Akıl, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için, ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini aklın genel kurallarına göre işlemden geçirir ve yargıları ortaya koymada onları aşar. Her şeyi önceden belirleyen Etkin Akıl, yönlendirmeyle mutlak iradeyi hâkim kılar.

İbn Sina, bir taraftan insanın özgür iradesiyle iyi ile kötüyü seçme olanağı bulunduğunu iddia ederken, diğer taraftan insan elinden çıkan bütün eylemlerin tanrısal ihsan ile gerçekleştiğini belirtmektedir. Eğer bütün eylemler tanrısal ihsan ile gerçekleşiyorsa, özgür irade nasıl ve nerede etkili olmaktadır? Akıl ile irade arasında bir çatışma olması ve sonunda aklın üstün gelmesi, Etkin Akıl’ın üstünlüğüdür ki o zaman özgür bir irade ve düşünceden bahsedebilmek imkânsızdır. Yani özgür irade ile kader!

Üstün bir aklın başarısızlığa uğraması, ancak mutlak bir gücün ve müdahalenin sonucudur. İnsan zihninin aydınlanmasını ve bilgilenmesini sağlayan aktif gücün Yaratıcı’nın Etkin Aklı ve mutlak irade olan kaderin ruhla bütünleşmesi olduğunu açıklayan İbn Sina; nasıl oluyor da böyle bir denklemde otomatikman özgür bir iradenin varlığının imkânsız kılınabileceğini hesap edememektedir? İfadesinde, “Akıl; özgür ve mutlak bir güç değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır” diyor. Buna göre; Etkin Akıl’la bilgilendirilen akılların bağımsız olabilmesi, özgürce düşünebilmesi ve dilediğini yapabilecek hür bir iradeye sahip olabilmesi müthiş bir yanılgı ve kabul edilemez bir paradoks değil midir?

Peygamberler ve bilginlerin bilgilerinde bir seziş olduğu, bu sebeple, kavrayış yeteneğinin Etkin Akıl’la buluştuğunu ve gerçeklerin kavrandığını ifade ediyor. Dolayısıyla ruhun otoritesi altında gelişen duyuların egemenliği altında akıl işlerlik kazanarak, programı doğrultusunda yönlendiği ortaya çıkmıyor mu?

İbn Sina, bir taraftan vahyin ve mutlak iradenin kayıtsız hâkimiyetini kabul ederken, diğer taraftan Aristocu bakışla özgür iradenin de var olabileceğini beyan edebilmesi anlaşılır gibi değildir. Maalesef Aristotoles felsefesine bağlı İslami bir sentez oluşturarak, mantığa dayalı rasyonalizmle vahyi harmanlama girişimi onu ikileme ve korkunç bir çıkmaza sokmuştur. Bu anlayışın hemen hemen tüm İslâm bilginlerinde var olması, Aristo felsefesinin rasyonalist mantığına hayranlıklarından değil, kendilerini yücelten benlik ve mantıklarının nefsi yargılarındandır. Akıl ile vahyin ruhsal bağı ve Etkin Aklı ile olan bütünlüğünü pratikte ilişkilendiremediklerinden irade ve yetki karmaşası yaşamaktadırlar.

Yaratılış konusunda İbn Sina, “bir’den bir çıkar” ilkesiyle hareket eder. İlk “bir”, zorunlu varlık olan Tanrı’dır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı’nın özünden gelen gereksimdir.

İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı’dan ilk ruh ve akıl ortaya çıkar. Çokluk, ruhla ve akılla başlar. Bundan da felek ve nefsin akılları türer. Her akıldan da, o aklın özü ve cismi oluşur. Akıl cismi, ruhsuz hareket edemeyeceğinden, akıllar sırasının sonunda Etkin Ruh bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri, insan özleri ve bilgileri doğar. Etkin Akıl, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk akıl, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk akıl kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her soyut feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan ruhsal enerjidir.

Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemini “Etkin Ruh”, şeytan aracılığıyla dürter. Evrenin varlığı, zorunlu olan Yaratıcı’yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Hareket, nesnenin özünde saklı ruhsal güçten doğar. Her nesnenin özünde hareket ettirici ruhsal bir güç vardır. Nesne kendi kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırmaktadır. Yaratıcı, özgün bir yapıcı değil, zorunludur. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır, dolayısıyla değersel bir nitelikleri yoktur, ancak yaratıksal nicelikleri vardır. Bu yaratma olayı da yanardağ misali bir fışkırmadır.

Ölüm, ruhun gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan ruhların geldikleri kaynakta toplanmaları, insan da ahret kavramını oluşturur. Ruh, soyut bir özdür, ölümsüzdür, vücuda yani maddeye egemendir. İnsana ve maddeye bireyselliğini kazandıran O’dur. Vücudun yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme ruhsaldır, fizik mazerettir.

Yaratıcı, her şeyi çift yaratarak tek kalmayı kendisine has kılmıştır. Sahibi olduğu canlıları istediği gibi yönlendirmesi ve farklılıklar oluşturması, hiç kimsenin sorgulayamayacağı ve değiştiremeyeceği mutlak kimliğindendir. Yaratığın Yaratıcı’ya özgürce hesap sorabilmesi veya baş kaldırabilmesi özde kabil değildir, ancak sebepte ve “bir bilgi”’deki şeytani misyonun gereğinden mümkündür. Allah, melekler ve cinler âleminde olduğu gibi, dünyada da dengenin sağlanabilmesi için, hidayete erdirdiği iyi ruhlar ve saptırdığı kötü ruhlar programlamıştır. Zaten peygamber ve şeytanın varlık sebebi de bu yüzdendir.

Ruhların her birine değişik bilgiler ve görevler yükleyerek, kimi yaşamın sonuna kadar iyi, kimi kötü olarak bedendeki ve dünyadaki görevlerini sürdürürler. Kimileri de farklı davranışlar sergileyerek iyiyle kötü arasında gidip gelirler.

Ruhların programları gereği bedenlerinde olduğu insanlara işlev kazandırması ve yönlendirmesi, mutlak iradenin “o kitap”ta ki yazgısındandır. Her ruh; çirkin veya güzel, sakat veya sağlam, sağlıklı veya hastalıklı, kudretli veya zayıf bir oluşumla bedenleri biçimlendirmekte ve programı doğrultusunda fiziği meydana getirmektedir. Bu oluşumun zaman içinde farklılıklar doğurması tamamen fıtratsal yapıdandır.

Cennet ve cehennem de dünyadaki yansımanın sonsuz hayattaki ezeli ve ebedi uzantısıdır. Dünyada olduğu gibi ahiret hayatında da Allah, dilediği kulunu mükâfatlandıracak, dilediğini ise cezalandıracak; yaratık olan, yani kul olan hiç kimsenin hesap sorma hak ve salahiyeti bulunmayacaktır. Sadece layık olunan, hak edilen tadılacaktır.

“Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” Secde. 13

İbn Sina gibi her türlü ilim hatmetmiş ve buluşlar gerçekleştirmiş nice bilim adamları ve düşünürleri şöyle bir inceleyin de; kıyaslanabilmeleri dahi kabil olmayan bilgilerini irdeleyerek, nasıl dağları yaratmışçasına böbürlenebildiklerini ve peşlerine düşerek himmet dilenebildiğinizi sorgulayınız.

Amaçları şöhret, para ve saltanat olan eçhel ezbercilerin hissiz dolguları toplumları da körelterek, hem ilmen hem de ahlaken korkunç bir çöküşe neden olmakta, yüzeysel kopyalarını paraya ve güce tahvil edebilme gayreti içinde gerek dini gerekse bilimi sömürerek, insanları istismar etmeleri nasıl benliksi bir aklın sapmasıdır?

‘Benim’ diyenin suratına tükür ki bir hiç olduğunu anlasın…

Oysa İbn Sina; Buhara prensi Nuh bin Mansur'un hastalanması üzerine, bilgisine başvurulduğunda, uyguladığı tedavi yöntemi başarıya ulaşınca, Samanoğulları sarayında hükümdarın özel doktoru olarak görevlendirilmişti. Karşılığında para yerine, devrin bilinen ve bilinmeyen en önemli bilimsel eserlerinin orijinal nüshalarını içeren, eşsiz bir kaynak zenginliğine sahip saray kütüphanesinden istediği şekilde yararlanma hakkı talep etmişti. Böylece kendini birçok değerli eserin yardımında oldukça geliştiren İbn Sina, henüz 17 yaşındayken, fıkıhtaki, felsefedeki ve bilimdeki dâhiliklerinin yanı sıra, tıbbın temelini atan bir "tıp bilgini" olabilmesini sağlayan, nasıl rahmetsel bir aklın doğrusuydu sorusunu, sanırım çözüme kavuşmuşsunuzdur.

“Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.” İbn Sina

“İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana "diri" denilir.” İbn Sina