30 Ekim 2009 Cuma

Devlet mi, tiyatro mu?

“Domuz gribi” şöhretli salgın, “devlet gribi” den daha tehlikeli, tahripkâr ve yok edici değildir. İnsanlar domuz gribinden duydukları endişe ve paniği devlet gribinde hissedebilselerdi, haksızlık ve adaletsizliklerin hüküm sürdüğü barbar bir dünya oluşmaz, çıkarcı ve diktacı politikacı ve bürokratları teşvikkâr fütursuz bir cesarete ulaştırmazdı.

İnsanoğlunu fiziki ve ruhi öldüren, sakat bırakan ve mahveden o kadar çok neden var ki, bir de domuz gribi olsa ne çıkar? Asıl kaygı duyulması gereken totaliter ve putperest devletlerin kendilerini var eden halklarını sömürmesi, aşağılaması, katletmesi ve acımasızca esaretleştirmeleridir. Adaletin, merhametin ve hakkın olmadığı bir düzende; domuz gribinden daha zararsız ne olabilir? Diğer hastalıklar ve felaketler gibi oda kaderce seçilmişlerin üzerinde etkisini gösterecek, kimi kurtulacak kimi de ölerek, asla engelleyemedikleri kaderi ve eceli tadacaklardır.

Eğer kafayı, bedeni ve ruhu çökerten öldürücü ve süründürücü hastalıkları Allah yaratıyor ise; Allah’tan başka sığınabilecek bir koruyucu ve kurtarıcı da yoktur. Onun için, “Allah’ıma dayandım güvendim, vekil ve destek olarak Allah bana yeter” samimi teslimiyet, başınıza gelebilecek tüm musibetleri geri teptirir. Ancak kafatasçı sakatatçılar, bu gerçeği saçma ve ilkel bulurlar ama ellerinden de hiçbir şey gelmez… Ayrıca hastalıktan ölmeyenleri yanlış teşhis ve tedaviden öldürenler de kendileridirler.

Bir tarafta Kemalist “Genelkurmay Cumhuriyeti”nin hüküm sürdüğü bir oligarşi, diğer tarafta ise adı, sözde “demokrasi” olan bir yönetimle tiyatro sergilenmekte, insanlarda yığın mantığıyla kimin daha güçlü ve üstün olduğu merak içinde izleyerek, fanatik taraftarlar misali şakşakçılıktan öte hiçbir şey yapmamakta ve risk yüklenmemektedirler. Sonuçta süregelen iktidar mücadelesindeki dalaş; akıbetini düşünmeyip sadece seyretmekle heyecanlanan halkı tarumar etmekte, dolayısıyla aynı tas aynı hamamın sahnelendiği tiyatro sahnesinde, değişen sadece oyuncu tellaklar olmaktadır. Kışkırtan ve bölen putperest Kemalist rejimin varlığı ise sürebilmektedir.

Eşit bir hak ve adaletin olmadığı öyle korkunç bir despotizmle idare ediliyoruz ki, toplumu kökten bitiren halk düşmanı organize gladio üyelerinin şövalyeleri; makam, rütbe ve etkinliklerine göre destek aldıkları kurumlarca kayrılarak, “hukuk devleti, masumiyet karinası ve yargısız infaz” gibi asla inanmadıkları erdemlikleri sıralayarak, affedilmez suçlarını örtbas edebilme hileleriyle şovlarını sürdürmekte, böylece asla uslanmaz ve pişmanlık duymaz azgın benlikleriyle acımasız emellerini devam ettirebilecek meşru yollar aramaktadırlar.
Kendilerini devlet ve milletin asıl yöneticileri ve sahibi olduklarını sanan hasta kafalar, kurdukları korku imparatorluğuyla dokunulmaz ve yargılanamaz güvencelerinden hukuk ve adalet çiğnenmekte, dolayısıyla onların dışında geri kalanın yargılaması, ne acıdır ki aynı ideoloji paylaşan bir kısım halk ve politikacıların ihanetleriyle meşrulaşabilmektedir.
T.C. kurulduğundan bugüne dek milleti, meclisi ve hükümetleri baskı ve tehditle yıldırarak ideolojileri doğrultusunda hükmeden Genelkurmay, yargı, YÖK ve işbirlikçi medya; bir bir deşifre olan hainlikleriyle öyle şamar yediler ki, artık kamuoyundan saklayamadıkları gerçeklerin ortaya dökülmesiyle ne yapacaklarını bilemez bir şaşkınlıkta akıl almaz demeçler verebilmektedirler.

Suçluları değil, delillerin kamuoyuna yansımasına inanılmaz tepkiler göstererek; gazetecileri, itirafçıları ve kendi onurlu subaylarını kanıtları karartmayıp afişe etmelerinden hainlikle suçlayabilmektedirler. Çünkü onlar dokunulmaz efendilerdir ve kanunsuz ne yaparlarsa yapsınlar, her şey devlet ve Kemalist rejim için olduğundan; millet, anayasa, meclis ve siyaset üstüdürler…

Emir komuta zinciriyle meclisi, hükümeti ve halkı yönetmeye alışmış kurumsal cuntacılar; millet egemenliğine ve Müslüman iktidarlarına olan tahammülsüzlükleri fevkalade aleni olup, “irtica ile mücadele eylem planı” başlıklı hazırlıkların yer aldığı belge, her zaman üzerine bastıkları ve MGK Siyaset Belgesinde önemle vurguladıkları 1. derece tehlike olarak, zaten sıcak gündemini korumuyor mu? Gerek 28 Şubat isyanı, gerek cumhuriyet mitingleri, gerek Ergenekon Terör Örgütü, gerekse Genelkurmay’ın stratejik doktrini; irticayı, yani İslam’ı önlemeye yönelik değil mi? Öyleyse söz konusu belgenin asılsız olabileceği iddiası, apaçık bir saptırma ve ihaneti gizleme telaşından başka ne olabilir?

Belgede imzası bulunan Alb. Dursun Çiçek, yalnızca bir görevli olup, asıl sorgulanması ve yargılanması gereken başta Org. Başbuğ ve üst düzey yetkililerdir. Çünkü onların haberi olmadan, bırakın böylesi detaylı eylemsel bir plan hazırlamak, düşüncesi dahi mümkün değildir. Ayrıca bilgileri olmadan hiçbir işin, hatta hayalin dahi olamayacağı kendi itiraflarıdır.

TSK’ne zarar veren ve güvenirliğini baltalayan, komuta görevindeki Genelkurmay’dır. Bu sebeple Genelkurmay ile TSK’ni ayrı kuvvetler olarak değerlendirmeli, nasıl iktidardaki bir parti tüm milleti temsil etmiyor, duygu ve düşüncelerini yansıtmıyor, hata, yanlış veya ihanetinden dolayı millet sorumlu tutulamıyorsa; olanlardan TSK’yı yükümlü tutmak, şüphesiz insaf dışıdır. Çünkü milletin her bireyi; Kemalist Genelkurmay’ın değil, Müslüman TSK’nin bir üyesidir.

Org. Başbuğ’un söz konusu belgeyi “bir kağıt parçası” olmakla aşağılayarak, başında ve içinde bulunduğu ekibi aklama çabaları, orijinalin ortaya çıkmasıyla her ne kadar sükutu hayal yaşatsa da, ona da bir kulp uydurup olayı kapatmaya çalışacaklarına şüphe yoktur.


Bunları ancak güçlü bir iktidar, yargı ve millet durdurur.

Org. Başbuğ’un sarsıcı şu açıklamaları, amacının ne olduğunu ortaya koymaktaydı. “Askeri savcılığın kararından sonra bu bir kağıt parçasıdır. Ancak bu konuların askeri savcılıkta değerlendirileceği açıktır. Bizim sivil savcılardan beklentimiz, bu kağıt parçasının doğru olup olmadığı değil, nerede, nasıl, kimler tarafından hazırlandığı, nasıl sızdırıldığını ortaya çıkarmalarıdır.”

Böylesine meclisi ve hükümeti devre dışı bırakacak ve toplumu birbirine kıydırıp böldürecek isyansı belgeyi, “Türkiye, bu kağıt parçası etrafında fazla enerji tüketti” diyerek küçümseyen Org. Başbuğ, bütün bunların fitne ve fesat çıkarma maksadıyla düzenlendiğini iddia ederek, “bırakın yapsınlar, bırakın devirsinler, bırakın sustursunlar” derebeyi felsefesiyle yolları açmaya çalışmaktadır.

Herkes şu gerçeği çok iyi bilmelidir ki, TSK üzerinde oyun oynayan tek merci Genelkurmay’dır… Bu sebeple Genelkurmay’ın Kemalist yapısına son verilerek TSK ile özdeşleştirilmeli, amacı halkının dini, düşünce, ibadet ve etnik özgürlüğü değil, doğrudan vatanı koruyup gözetlemek olduğu kesinlikle hükme bağlanmalıdır. Ancak yetmez… Askeri okullardaki bölücü Kemalist eğitimine de son verilerek, düşünce ve inancı her ne olursa olsun milletin her vatandaşına sevgi, saygı ve hoşgörüyle yaklaşılması, ayırımcılıktan kaçınılması ve vatan uğruna yek vücut olunma zorunluluğu belletilip, sadece askeri eğitimin verilmesi sağlanarak, halkına karşı düşmanca güdülen psikolojik harekata son verilmelidir. Onların ne kadar Kemalist olma hakları ve özgürlükleri mahfuz ise, diğerlerinin de Müslüman, alevi, Hıristiyan veya Yahudi olma hakları vardır. Hiçbir kanun ve gerekçe, evrensel insan haklarını doğrayamaz…

Arkasında silahlı otoriter bir kurum olamayanların komploları etki yapmaz. Eğer bir yerde veya bir konuda komplo var ise; tahrikin, tuzakların, kıydırmanın, darbenin ve kanların arkasında mutlaka devletin bir kurumu vardır.

Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde yer alan duyuruda ki açıklamaların öncesinden farklı olmadığı, başkaldırının Alb. Dursun Çiçek veya birkaç kişiyle sınırlı tutulamayacağı o kadar aşikar ki, Genelkurmay’ın tamamının sorgulanmasını ve yargılanmasını gerekli kılabilecek bir deryadadır. Bildiri de ''Şayet ortada delil değeri taşıyan bir belge mevcut ise bunun bulunması gereken yerin basın organları değil, yetkili soruşturma makamları olduğu'' vurgulanarak, ''yaşanan gelişmelerin, konuyla ilgili yeni deliller yaratmaya yönelik çabalar olarak algılanmasının dahi mümkün olduğuna'' dikkat çekebilmişlerdir. Bu nasıl bir mantık? Ayrıca, ''Bu husus şüphesiz hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırılamaz'' denilen duyuruda, ''bu kapsamda, soruşturma konusu olaylarla ilgili olarak yargısız infaz sonucunu ortaya çıkarabilecek davranışlardan kaçınılması, soruşturmanın gizliliğinin ihlali anlamına gelebilecek bilgi ve belge sızdırma eylemlerinin önlenmesi ve faillerinin cezalandırılmalarının'' gereği üzerinde ısrarla durulması; gizlilik adı altında ihanetlerin deşifresini önlemek maksadıyla halka duyurulmasının önüne geçmek, kurumda yok ettikleri gibi, bugüne kadar alışageldikleri çirkin yöntemlerle bu olayı da karanlığa gömebilmek paniğiyle, hiç takmadıkları hukuku referans göstermeleri, ancak “pes” dedirtmektedir.

Neden kamuoyunun öğrenmesinden korkuyorlar? Milletin öğrenmesi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmıyor da; vatandaşına karşı psikolojik harekât planlanması, provokasyonlar, tahrikler, insanları birbirine ve tuzaklara düşürmeler, darbeler, tehditler, kan gölleri oluşturma niyetleri mi hukuk devletiyle bağdaşıyor? Askerleri ifade vermeye göndermemeleri ve kanun dışı askeri yargıya gitmalari mi hukuk devletiyle bağdaşıyor?

Artık başka bir şey yazmayı gerekli görmüyor; gerek hükümeti, gerek savcı ve hakimleri, gerekse bu milletin cesur ve kahraman subay evlatlarına şükranlarımı sunar, tüm milletimizin arkalarında durmalarının hayatiyeti üzerinde duruyorum.

Diktatörlük bu kere çökertilmez ise, böyle bir fırsat bir daha doğar mı, bilemem…

Unutulmamalıdır ki; CHP’nin desteği olmadan, hiçbir Ergenekoncu ve cuntacı güçlü ve cesareti olamaz, halka meydan okuyamaz…

28 Ekim 2009 Çarşamba

Adolf Hitler mi, yoksa İsrailoğulları mı daha zalim…

İnsanların olayları sığ değerlendirmeleri sonucu vardıkları kararlar, fıtratsal yaratılış gerçeğini irdelemeksizin güttükleri yargılar olmalarından fevkalade vahim bir yanılgının içinde bocalamalarına neden olmaktadır.

Güya Yahudilere soykırım yaptığı iddiasıyla dünyaca mahkûm edilip “canavar” yaftasıyla damgalanan Hitler; zillet ve lanetle mühürlenmiş olan İsrailoğullarından çok daha az zararlı, insaflı ve merhametliydi.

Yoksul, yetim ve eğitimsiz bir geçmişi olan Adolf Hitler’i, dünyaya yayılarak fitne ve bozgunculuk çıkarmış, peygamberleri öldürmüş, arka çıkarak topraklarında yaşam hakkı tanımış sultanları ve devlet başkanlarına suikastlar düzenleşmiş, toplumları bölmüş, kendilerinden başkasını insan saymayarak kanlarını dökmüş ve yurtlarından çıkarmış, isyan ederek haddi aşmış olan Yahudilerle kıyaslamak, takdir edersiniz ki pek adil olmasa gerek…

Vahyi ve tarihi incelediğinizde; Yaratıcı Allah’ın verdiği nimetlere ve bir zamanlar cümle âleme üstün kılınmalarına nankörlük ve ihanet etmelerinden, azgınlık derecesinde kibre kapılarak yeryüzünde fesat çıkarıp düzeni bozmalarından, tıpkı cennette yaşayan şeytan misali ebedi olarak lanetlenmişlerdir. Kötülüğün, yalanın ve hilenin yegâne adresi olan Yahudiler; ne insanlara ne de dinlere hoşgörü ve saygısı olmayan sinsi emperyalistlerdir.

Zulüm, azgınlık ve bozgunculuklarından dolayı Allah, onlara öyle lanet etmiş ve aşağılamıştır ki, hiçbir topluma yasak kılmadığı helal olan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kılarak, insanlık âlemi için nasıl bir tehlike ve pislik olduklarını deşifre edip, insanların onlardan sakınmalarını telkin etmek suretiyle hiçbir sözlerine, akitlerine ve dostluklarına güvenilmemesini buyurmuştur. Çünkü onlar, kendilerinden başkasını insan seviyesinde görmeyip herkesi düşman bellemiş yeryüzünün en zalim, en egoist ve en narksist yaratıklarıdır.

“Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.” Nisa. 160

Müslümanlar ve Hıristiyanlar başta olmak üzere diğer inanç sahiplerini başka ilahlara tapınan putperestler olmakla hedef gösterip, dolaylı yollardan öldürülmelerine hükmetmeleri, onların bir insan değil, en aşağı sapıklar olduğunu kanıtlamaktadır. Bu durumda sadece bir birey olan ve devam eden fiziki bir varlığı bulunmayan Adolf Hitler, her devirde dünyayı tehdit ederek insanları birbirine düşüren kıyıcı ve bozguncu Yahudilerin yanında son derece masum bir kişilikti…

Gelmiş geçmiş en acar ajitasyon ve etkileşme cambazı Yahudiler, sinsi ve acımasız duygularını kamufle ederek sözde soykırım manipülasyonuyla dünyayı kandırmayı başarmış, böylece ekonomik ve siyaset dünyasına hükmederek, neredeyse tüm iktidarları amaçlarına yönlendirebilmişlerdir. Yayın, propaganda ve senaryolaştırdıkları sinema filmleriyle kendilerini acındıran İsrailoğulları, binbir türlü yalanlarla Hitleri ve Almanya’yı karalamış ama kendi vahşi zulümlerinin kamuoyunca duyurulmasına ağır tepkiler göstererek, Türkiye hükümeti başta olmak üzere tehdit ve şantajlarla bilgilenmenin önünü kesebilmişlerdir.

Soykırım abartısıyla onlarca yıl sözde uğradıkları zulümleri dünya kamuoyuna anlatan Yahudiler, neden Filistinli bebek, çocuk, kadın ve yaşlılara yaptıkları barbarlıkları deşifre eden “ayrılık dizisinden” rahatsızlık duyuyorlar? Ne acıdır ki AKP iktidarı, hamisi olduğu Filistin’e ve insani değerlere bir kez daha ihanet ederek, İsrail’in tehditlerine boyun eğme zilletiyle söz konusu diziye sansür uygulamış, dolaylıda olsa lanetli şeytanın yanında yer almıştır.

İsrail’in vahşetine ve etkisi altında bulundurduğu dünyaya meydan okumasına seyirci kalmakla yetinmeyip, canavarlıklarına bilakis destek çıkan iktidarlar; terörün, katliamın, vahşetin, haksızlık ve adaletsizliğin tek müsebbibidirler.

Yaratıcı’nın kahrettiği bir topluluğu hiçbir güç aklayamaz ve insan statüsünde barındıramaz. Hitler’in merhametsizliğinden ve zalimliğinden nefret eden dünya, neden İsrail’e tek bir eleştiri ve yaptırım getirmiyor? Yoksa Yahudiler insan da, Müslümanlar mı insan değil? Hayvan hakları kadarda mı bir değerleri bulunmamaktadır? Yoksa kafaları ve karınları deşilen o bebeler, caniliği hak mı etmişlerdi?

Durmak bilmez azgınlıkları, Müslümanların kutsal mabedi olan Mescid-i Aksa’ya saldırarak direnen Müslümanların kanlarını dökmek, oruçtan önceki yemekte içebilmek içindir. Kutsal mabetlerini savunan Müslümanların karşısına dikilen terörist İsrail, önce radikal örgütleri kışkırtıp, sonra müdahale gerekçesiyle Harem-i Şerifi yağmalayarak, özünden işgal etmeyi planlamaktadır.

Yaratıldıkları günden itibaren hiçbir sözlerinde durmayan; insanı insan yapan yüce değerlerden hiçbirisini; barış, sadakat, sevgi ve hoşgörüyü içlerinde barındırmayan Yahudiler, yeryüzüne gelmiş geçmiş en acımasız, en karıştırıcı, en kan dökücü, en isyan edici, en yayılmacı ve en sinsi topluluktur. Tek amaçları yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak olan Yahudiler; Allah’ın hışmına mahkûm olmalarından ne bu dünyada ne de ahrette huzur ve güvene kavuşamayacak, maskeledikleri yüzleriyle insanları aldattıkları gibi Allah’ı kandırmayacaklardır. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur…

“Andolsun ki İsrailoğullarının sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilahi hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” Maide. 70


Küresel bir deprem misali dünyayı titretmiş olan Adolf Hitler, küçük bir kasabada doğup, yoksul bir ailenin sıradan gümrük memuru bir çocuğuydu. Herkesin geçim sıkıntısı çektiği ve işsizliğin hüküm sürdüğü o dönem, babasını endişeye sevk ediyor ve Hitler’in geleceğini garantileyebilmesi adına memur olmasını isteyerek, ona sürekli baskı uyguluyordu. Ancak sanata olan aşırı ilgisinden ressam olabilmek arzusuyla hayaller kuran Hitler, çok sevip saygı duyduğu babasına ısrarla karşı çıkıp, sanatçı olabilmenin evrensel hazzını tatmak istiyordu.

Karşılıklı inatlaşmaları her ne kadar büyük tartışmalara neden oluyor ise de, annesinin araya girmesiyle ortam geçici de olsa yumuşuyordu. Ayrıca Hitler, okuldaki derslerinde isteksiz olmasından hem çok başarısız, hem de tembel lâkabından öğretmenlerince şikâyete uğruyordu. Resim yapmak, onun idealindeki tek amacı olduğundan sadece ileride işine yarayacağını düşündüğü resim ve benzeri derslere ilgi duyarak, diğerlerini gereksiz buluyor ve bir zaman kaybı olarak değerlendiriyordu.

Ne var ki Yaratıcı, “o kitap”’ta yazdığı kaderinin doğrultusunda hüküm verdiğinden; ne Hitler’in, ne de babasının endişe duydukları gelecekle ilgili planlayıp canlandırdıkları meslekleri değil, dünyayı sallayacak ve dünya savaşlarını çıkartacak bir lider olmasına karar vermişti. Neredeyse tüm insanlar da aynı dönüşümle başka bir yönelişin mecburiyetinde hayatlarını sürdürmüyorlar mı?

Sadece yaratık olan bir insanın, iradesince toplum üzerinde herhangi bir gücü olabilmesi mevzubahis değildir. Ancak yüzeysel bakışlar ve safsata hipotezler yanılgıya sebep olsa da, bizzat yaşanılan hayatı ve tarihi irdeleyebilen muhakeme sahipleri, gerçeği kavramakta pek zorlanmamaktadırlar.

Öncesinden yazılmış kader, insanoğlunun özgür olamayışından iradesel arzu ve isteklere göre hayatlarına yön vermelerine izin vermemekte, dolayısıyla dilemenin yaratıksal iradeye endeksli değil, Yaratı’cının Mutlak İradesi’ne göre sonuçlandığı da yaşanılan tecrübelerden anlaşılmaktadır.

On üç yaşında babasını kaybedip yetim kalmasının ardından çok ağır ve şifası uzun bir zaman alan hastalığa yakalanan Hitler, hiç benimsemediği okuluna ara vermek zorunda kalarak, zoraki bir eğitimden kurtulmanın da sevincini yaşamıştı.

Hitler, çocuk yaşta annesini de kaybetmesinin ardından eline geçen çok az bir yetim maaşıyla geçinemeyeceğini hesap ederek, belki ressam olabilir ve bir iş bulabilir gayesiyle Viyana’ya gitti. Güzel Sanatlar Akademisine girebilmek için girdiği sınavda yüzde yüz başarı umudu beklerken, kaybettiğini öğrenince dünya başına yıkılmışçasına altüst oldu. Yeteneksiz olabileceğini asla kabul edemiyor ve hakkının yenildiğini düşünüyordu. Üstelik memur olabilecek veya başka bir işte çalışabileceği bir lise diploması dahi bulunmuyordu. Çünkü hastalık, yetimlik, yalnızlık ve isteksizlikten liseyi bitirmemişti.

Viyana’da aç, yoksul ve acı dolu günler geçirerek, amelelik, boyacılık gibi bulduğu her işte çalışmak suretiyle karnını doyurmaya çabalıyordu. Ancak maddi tüm olumsuzluklar ve iradesel yenilgiler bir sürecin ön adımları olup, hakkında yazılmış olan kaderin o yetim, kimsesiz ve diplomasız amelenin yeryüzüne hükmedecek liderliğe yükseleceğine hiç kimse inanmazdı. Böylece iradesel, akılsal ve öğretisel teorileri darmadağın eden kader; okulsuz, kariyersiz, güçsüz, kimsesiz, yetim ve yoksul bir insanı öyle güçlendirmiş ve yönlendirmişti ki, tüm dünyayı önünde diz çöktürmüştü…

Bilimsel ve iradesel iddialar mı, yoksa kader mi üstün gelmişti?

Sonunda Hitler, Yahudilerle birlikte anılan bir canavara dönüştürüldü.

Zalim Yahudiler ve işbirlikçilerine gösterilebilecek en küçük tolerans ve duyulabilecek bir güven; kötülüğü ve şeytanı davet etmekten öte hiç bir yarar sağlamayacak, dünyayı kasıp kavuran musibetler, şiddetlenerek peşi sıra devam edecektir.

Varlıkları boyunca ırksal ve dinsel bir egemenlik adına hayvan-bitki bile demeden her şeyi yok etmek ya da boyunduruğu altına almak isteyen Yahudiler, kadersel lanetliklerinden dolayı sürekli aşağılanmış ve ürkütücü yaratıklar olarak dışlanmışlardır. Bir toplumun bütünlüğü, huzur ve bekası, ancak Yaratıcı Allah’ın uyarılarıyla mümkün olur.

İkinci Dünya Savaşıyla birlikte geçmişte yaptıkları ve yapacaklarını kendi başlarına tattıran Allah, belki bir ders alıp insan olabilirler imtihanıyla Hitler’i aracı kılmış, ama kaderce lanetlenmiş yaratık olmalarından hiç değişmeyerek, riyakârlık, zalimlik ve gaddarlıklarına son vermemişlerdir. Zihin ve duygularındaki fıtratsal canavarlıkları insanlarca irdelenmediğinden ve vahiy ölçü alınmadığından şımartılmış ve güya mağdur bir toplummuşçasına değer verilmiştir. Kendi tarihimiz olan Osmanlı’da aynı hatayı yapmış, dağılıp yıkılmaktan kurtulamamıştır.

Eğer Yaratıcımız Allah, Yahudilerin insanlık adına korkunç ve sinsi bir düşman ve belâ olduklarını açıkça deklare etmiş ise, iman eden hiçbir mümin onları dost edinmemeli, zerre kadar güvenmemeli ve asla arkalarını dönmemelidirler…

Çünkü onlar, kadersel bir düşmandır…

26 Ekim 2009 Pazartesi

Kürtler gibi bir mücadeleye mi girişilmeli!...

Totaliter Kemalist devletin kendi ideolojisinden başka hiç kimseye yaşam, düşünce ve inanç serbestîsi tanımayarak, tartışılmaz evrensel bir insan hakkı olan “kişi din ve ibadet özgürlüğüne” dayattığı bütüncül yasalarla kısıtlama, yasak ve baskı uygulayıp, vatandaşlarının onur ve haysiyetlerini aşağılayan bir dışlamaya kalkışması; en tabii ve kaçınılmaz hak olan sert bir direnişi gerekli kılmaktadır. Kurtuluş zaferleri de bu amaç uğruna elde edilmemiş miydi?

Fethiye İmam Hatip Lisesi öğrencisi masum bir kızımız, “Cumhuriyet Eğitim Gezileri Projesi” kapsamında Muğla’dan Çanakkale’ye gitmek üzere, geziye katılan arkadaşlarıyla birlikte otobüse binmiş, otobüsün hareketinden 15 dakika sonra “TÜRBANLI” olduğu gerekçesiyle gaddarca indirilerek, karaçalınmış bir boynu büküklükte evine gönderilmiş. Acaba o kızımız, cumhuriyetin bir ferdi değil miydi?

Oysa ziyaret edinilen Çanakkale Şehitliği; işte bugün aşağılanan o türban adına haçlılara karşı şehit olan müstesna kahramanların kutsal bir mabetleriydi.

Kızımız; gelecekteki evlatları, dinleri ve bağımsızlıkları uğruna canlarını veren atalarını ziyaret ederek, şükranlarını bildirme heyecanıyla gece dahi uyku uyamayıp kavuşabilme arzusuyla yanıp tutuşurken, dâhili haçlıların nefretsi barbarlıklarıyla önü kesilip, bir çöp misali sokağa atılmasına hiçbir akıl ve vicdan sahibi olur veremez. Ancak hayvandan bile daha aşağı merhametsiz ve bölücü haçlı yaratıklar, sırf vahye karşı düzenlenen kıyafet yükümlülüğü gibi bir despotluğu içlerine sindirebilmişlerdir. Ancak uğruna yüzlerce insanın idam edildiği “Şapka Kanunu” ile ilgili aynı buyurganlık gösterilmemekte, sadece kadınların örtüsüne saldırılarak, dinin görsel hükümlerine tahammül edilmemektedir. Eğer kanun bir mecburiyet ise; neden erkeklerin tamamı şapka ile dolaşmıyor?

Ayrıca hangi akıl ve mantıkla Taliban ve İran gibi rejimlerin kadınları zorla örttükleri tartışması yapabiliyorlar?

Ne yapılmalı?

PKK denen örgüt, yıllarca süren silahlı ve politik mücadele sonrası umutlarına kavuştu ve dağdan inenler, kahraman cengâverler misali tören ve zafer çığlıklarıyla karşılanarak, savaştıkları devletçe meşrulaştırıldılar. Ancak Kürtlerin temsilcileri DTP ve PKK; Müslüman kimlikli sinsi münafıklar gibi inançlarını makam ve para karşılığı satmadılar; azim ve kararlılıkla mücadele ettikleri davalarından zerre dahi geri adım atmayıp, öldürülmekten, hapis yatmaktan ve idam edilmekten korkmayarak hedeflerine öyle kilitlendiler ki; hiçbir kanun, ceza, tehdit ve dışlanma onları yolundan çevirmeye yetmedi. Zaten zaferlerde bu iman, cesaret ve kararlılıkla kazanılmıyor mu?

Şimdi de Başbakan Erdoğan; Türkiye’ye gelen PKK’lılara karşı düzenlenen törenleri sert bir şekilde eleştirerek, "Ülkenin hissiyatına, hassasiyetlerine saygısızlıktır" diyor. Yıllardır sürdürdükleri mücadelede kazandıkları zaferi kutlamayacaklar da, neyi kutlayacaklar? Ağrına mı gitti, yoksa pişman mı oldu? Haydi, gücü yetebiliyorsa ABD’yi ikna etsin de, türbanı da Ermeni ve PKK direktifiyle çözüme kavuşturma gayreti içinde olsun… Ancak unutmasın ki aynı çığlık ve törenler türban içinde yapılacaktır. Çünkü onlarda az çekmediler…

Yıllar önce, bir türbanlı avukatı barodan atan Gümüşhane Baro Başkanını öldüren şahsa avukat tutabilmek için hangi Müslüman kimlikli hukukçunun kapısını çalıp, ücretlerini peşin ödeyeceğimi belirtsem de korkularından davayı almaktan kaçınmışlardı. Erzincan’daki bir avukat önce kabul edip, ücreti vekâletinin tamamını nakit ödediğim halde, sonradan davayı almaktan kaçarak, paramı iade etmişti. Sonra Trabzon’da avukatlık yapan eski bir tanıdığımı zorla ikna edip, riskleri bahane ederek talep ettiği yüksek miktardaki meblağı da peşin ödemek suretiyle davayı aldırdım, ancak sanığa onursuzca geri adım attırmak isteyip ve yaşından dolayı deli raporu almayı teklif edince; hem bana hem de fevkalade kangrensi önem taşıyan türban davasına ihanet etmişti. Üstelik o avukatlık bürosunun sahibi de, Refah Partisinin Trabzon milletvekili ve önde gelen hukukçularından birisi…

Ne var ki binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulan ve terörist başı namıyla yaftalanan Abdullah Öcalan’ı savunabilmek için yüzlerce avukat birbirleriyle yarışarak gönüllü olmuşlardı…

İşte Marksist avukatlar, nerede Müslümanlar…

Aziz Nesin olayında olduğu gibi fitneci ve tahrikçilerin habis bedenleriyle ilgilenmiyor; ülkemin huzur ve güveni, birlik ve beraberlik içinde barışçıl bir yaşamı sağlayabilmek adına devletin sorumlu olduğu yükümlülüğü, caydırabilme gayesiyle yapmaya çalışıyordum. Beyazların zencilere müstahak kıldığı zulmü Kemalistlerin türbanlılara uyguladığını hiç kimse reddedemez. Cumhuriyet Üniversitesindeki bir dekanın, okul birincisi türbanlı bir öğrenciyi ağzından kaparak kürsüden aşağı atması, hala hafızalardadır. Daha niceleri…

Şöhreti “Balon mücahit” olan Necmeddin Erbakan’ın “Rektörler türbanın karşısında selam duracak” vaadiyle iktidara gelmesinin akabinde tarihsel bir utanç olan 28 Şubat yaygarasıyla rektörlerin ve generallerin karşısında selam durarak, vahye iman etmiş Müslümanlar aleyhine alınan neo-nazi kararları uygulamaya sokan pespaye bir başbakanla mı, doğranan insan hakları, inanç ve ibadet özgürlükleri sahiplerine teslim edilecek ve zulüm sona erecekti? Bırakın sokaktaki türbanlıları, kendi milletvekiline bile sahip çıkamayarak meclisten kapı dışarı yaptıran Erbakan’dan ve SP’lilerden ne olur? Haydi, sıkıysa meclis kürsülerinden APO ve PKK’yı savunan DTP milletvekillerini atabilseler ya!

Çok büyük bir çoğunlukla tek başına geldiği ve yedi yıldır sürdürdüğü iktidarında inanç kasaplarına karşı tek bir ifade kullanmaya cesaret edemeyerek ve türbanlı kızlarını ABD’de okutarak ve eşini resmi protokollere kabul ettiremeyerek, sırtını Batı’ya dayamış Recep Tayyip Erdoğan’la mı, bu sorun giderilecek?

Dışişleri Bakanı olmadan önce eşinin üniversiteye alınmayarak aşağılanmasının ardından tüm türbanlıların hürriyetleri adına AİHM’ne dava açan, ancak bakan olduktan sonra davayı geri çektiren ve mahkemede türban aleyhine savunma yaparak inancına ve türbanlı halkına ihanet eden, bir generalin tepkisinden dolayı eşini protokol önünden dahi geçiremeyerek dışlatan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile mi, problem aşılacak? Acaba şehit adayı doğuran ve yetiştiren türbanlı halkının Ermeniler ve PKK kadarda mı, değerleri bulunmamaktadır?

İktidara gelmeden önce “başörtüsü namusumuzdur ve bu meseleyi mutlak çözeceğiz” vaadinde bulunarak, önce TBMM başkanlık makamına oturduğu halde kendi eşinin türbanını dahi meşrulaştıramayıp dik duramayan, sonrada Başbakan Yardımcısı olan Bülent Arınç, o sözünde duramaz riyakârlıkla mı, halkının menfaatlerini gözetecek, hürriyetleri sağlayacak? Yetmedi, başında bulunduğu TRT’de yayınlanan İsrail zulmünü konu alan diziyle ilgili sansürü hazmederek, zalim Yahudi devletinin önünde diz çökerek, katledilen masum çocuklara ihanet etti… Türk kahvesinin önemi yanında Müslüman çocukların canları neden sorun olsun ki?

Türkiye’de bir PKK’lının taşıdığı samimi inanç benzeri fedakâr tek bir Müslüman yoktur. Sadece üzerinde fiyat etiketi taşıyan satılmaya hazır yaratıklar vardır.

İşte DTP… Nerede AKP, nerede SP, nerede MHP, nerede CHP…

Ey halkım…

Her ne düşünce ve inançta olursanız olun; kendi çıkarları ve saltanatlarından başka hiçbir şeyi tasa etmeyen açgözlü ve kaşarlanmış politikacılara ve öğrencilerine hatırsal bir destek ve atomik güven duygusu bile; fıtratsal özgürlüğünüzü, dininizi, onurunuzu, namusunuzu, erdemliğinizi ve gücünüzü bitirmeye yetecektir.

Siz, siz olun; insanlığı, merhameti, yardımı, doğruyu, dürüstlüğü, hakkı ve adaleti alttan alta yok eden cehennemsi politikacılara inanmayın; kandırabilme telaşı içindeyseniz, bir salgın hastalık tedirginliğiyle kaçabildiğiniz kadar kaçın. İnsanlığınızı muhafaza edip memleketinizi kurtarmanız, ancak bu duruşla mümkün olabilir. Bilin ki yoksa siz de onlar gibi olursunuz…

İster beğenin, ister beğenmeyin; ister lanetleyin, ister destekleyin; ister kahredin, ister sevinin; söyleyebileceğim gerçek, bu ülkede siyaset yapan tek partinin DTP olduğudur. Bu sebeple DTP’nin zafer naraları ve coşkulu törenleri tartışılmaz haklarıdır.

Daha bitmedi, çok yakın bir gelecekte APO’nun cumhurbaşkanlığını da sindirecek ve zorda olsa alışacaksınız.

Nasıl olsa “türban”, 1.derece tehlike olma vahametini sürdürmektedir.

Başlığı her ne ise, “açılımı” önce savunup sonra “vah” demeyi bırakın…

24 Ekim 2009 Cumartesi

İşte dehalar, nerede okullar…

Yazıma başlamadan önce; fevkalade önem arz eden ve aç gözlü fırsatçıların üste çıkamak maksadıyla birbirine saldırdığı şöhreti “Kürt açılımı” olan gelişimle ilgi görüşlerimi ifade etmek istiyorum.

Aldığım bir prensip kararı gereği fırsatçı, sömürücü, gaddar, ayrılıkçı ve işbirlikçi politikacı ve gazetecileri muhatap almayacağımdan, zulümden kaçan Kürt kökenli vatandaşlarımızın vatanlarına dönmelerine ancak HOŞGELDİNİZ diyorum.

Ülkeyi kanla sulamaya ramak kala deşifre edilerek, yakalanan acımasız ve amansız Kemalist Ergenekon Terör Örgütüne sahip çıkan sinsi ve ayrılıkçı bozguncular; tehlikeyi taşeron PKK’da değil, onu üretip besleyen ETÖ’de ve putperest Kemalistlerin güttüğü laik devlette aramalıdırlar. Kendi vatanlarında aşağılanmadan ve dışlanmadan barış ve sükunet içinde yaşamaya gelen Kürtleri haris çıkarlarına alet eden politikacı ve gazetecilerin tamamına yakını görüş ve duygularında samimi değillerdir. Gerek iktidar, gerek muhalefet, gerekse DTP ve PKK içten ve yapıcı bir uzlaşıyı ve bütünlüğü düşünmemekte, iğrenç hesaplar içinde tahrikçi, bölücü ve fitneci yaygara ve gösterileriyle ağız dalaşı yapmak suretiyle riyakârlıklarını sürdürmektedirler. Dün olduğu gibi bugün de milletimiz lehine kalıcı bir menfaati değil, sadece kendi oportünist çıkarlarının peşinde koşarak; hem şehitlerimizi, hem Kürtleri, hem de vatanın diğer evlatlarını korkunçça sömürerek, yalanın, hilenin ve ihanetin sanatını icra etmektedirler.

Devleti tabelaya, milleti de yığınlara çeviren pespaye politikacı ve taşeron gazeteciler; Türkiye’nin birlik ve beraberliği, huzur ve güveni adına büyük bir felakettirler. Gerek PKK, gerek ETÖ, gerek mafya ve gerekse merhametsiz suçlular; bilinmelidir ki devletten aldıkları güç ve destekle etkilerini sürdürmektedirler. Yoksa devletin karşısında herhangi bir çapulcunun sarsıcı olabilmesi mümkün müdür? Ancak tabela devletlerinde milleti tehdit eden sorunlar baş gösterir. “Şehit eşi, çocuk, ana ve babaları!” başlıklı yazımda da açıkladığım gibi, ne PKK, ne ETÖ, ne de yabancı düşmanlar; politikacıların ve bürokratların yönettikleri devletin ihaneti olmaksızın varlıklarını asla sürdüremezler.

Politika; yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. Bunun en ürkütücü ve korkunç yanı ise, doğrunun ne olduğunu öğrenme ve kabullenme zorunluluğuna benliğimiz müsaade etmediğinden, bir yalanın yalan olduğunu bildiğimiz halde inanmaya devam etmemizdir.

Yalanın temsilcisi politikaya son verilip, hakkın ve adaletin temsilcisi siyaset yapılmadığı müddetçe; iyi olan hiçbir şey varolmaz. Kötünün idare ettiği bir toplumda, iyi barınamaz…

Sonu ölüm olduktan sonra bunca eğitim, bunca hırs, bunca ödül, makam ve servet ne için? Muhakkak ölümden sonraki ebedi bir yaşam için olmalıdır ki, kalıcı ve geçerli bir kıymeti ve yararı olabilsin.

Dünyaca ünlü Hollandalı ressam Van Gongh, sıradan bir rahibin oğluydu. Ev sahibinin kızına yaptığı evlenme teklifi reddedilince bunalıma girdi. Dine önem vererek rahip olmak istedi, bu arzu ve istekle ilâhiyat okuluna girerek, dinine olan bağlılığı ve inancına rağmen başarılı olamadı. Sonra Brüksel’de ki bir rahip okuluna kabul edilen Van Gong, papaz olarak atandığı ilk görevinde kendisine çok acı veren ve Tanrı inancının sarsılmasına neden olan bir olaya şahit oldu.

Maden işçilerinin sefalet içindeki yaşamlarına derinden etkilendi ve varını yoğunu onlar için harcadı. Gördüğü gerçekler karşısında çok sevdiği Tanrı’ya olan güvenini ve umudunu yitirerek, büyük sarsıntı geçirdi. Tanrı’yı sorgulayarak, neden kimini refah, kimini sefalet içinde yaşatıp adaletli davranmadığını, neden maden işçilerine çektikleri sefaleti reva gördüğünü anlamaya çalıştı, ancak öğretileri temelnde bir türlü tatmin olamayıp, mantıksal bir çözüme ulaşamadı.

Günümüz insanları gibi sefaletin kişi iradesine ve iktidarın acizliğine bağlı bir sonuç olmadığı bilinciyle davranıyor ve bunun sorumlusu olarak Tanrı’yı görüyordu. Halbuki bağlı olduğu Hıristiyanlık ve dolayısıyla İncil, Kur’an’daki vahiy gereği rızkın Yaratıcı tarafından insanlar arasında dilediği gibi paylaştırılarak dağıtıldığı, bunun “bir bilgi”’ye göre “o kitap”’ta yazıldığı doğrultuda gerçekleştirildiği, dünyanın bir oyun, oyuncak ve aldatmadan ibaret bir yalan, bir yanılgı ve sabır yeri olduğu öğretilseydi, belki isyan etmeyerek teslim olacak, beterin daha beteri var gerçeğiyle şükredip, inancını yitirmeyecekti.

Eğer Tanrı inancı, imanla bütünleşmemiş bir değerde ise; kişinin Yaratıcı’yı sorgulayabilmesi ve isyan edebilmesi kaçınılmazdır. Çünkü bir boşluk, paradoks ve karmaşa vardır. İşte tahrip edilmiş din ve özgür irade güden anlayışların bir türlü yaşama adapte edemedikleri düşünceleri özden çıkılmasına, böylece benlik karıştırılmasından dolayı mutlak iradenin anlaşılmamasına; bencillik, isyan ve inkârlar yaşanarak, Yaratıcı’nın yanlış değerlendirilmesine neden olmaktadır. Maalesef, İslam referanslı din bilginleri de aynı yanlışı yapmakta ve Kur’an’a aykırı fetvalar uydurarak, tıpkı Van Gogh gibi inananların dinden çıkmalarına aracı olabilmektedirler.

“Nice hayvanlar var ki, (rızıklarını biriktirip yanında) taşımıyor. Çünkü onlarında, sizinde rızkını Allah veriyor. O, her şeyi işitir ve bilir.” Ankebut. 60

Van Gogh, yanlış öğrendiği Tanrı’ya olan inanç ve umudunu kaybetmenin ardından umutsuzluk aylarının hatırasını muhafaza edebilmek adına, yollarda yaya dolaşarak, önüne gelen her yere resim çizmeye başlar. Sonra dul olan kuzenine aşık olur ama onunla evlenemez. Daha sonra fahişe bir kadın ve çocuklarıyla birlikte uzun müddet birlikte yaşar. Bu sırada resim çizmeye devam ediyor ama kendi tekniğini hiç beğenmiyor, çok zayıf ve başarısız buluyordu. Tekniğini geliştirmek amacıyla Anvers akademisine yazılır, ancak okul disiplinini kabul etmeyip, her deha gibi oradan ayrılır. Çünkü eğiticilerin neredeyse tamamında üstünlük kompleksi mevcut olup, kendilerinden zeki, yetenekli ve bilgili öğrencilere tahammül edemez ve kuduran benlikleriyle onlarla çatışıp, otoritelerinin ardına sığınırlar.

Dikkat edilirse birçok ünlü bilim adamı, filozof ve sanatçılar; öğretimin totaliter müfredatından dolayı okullardan nefret etmiş ve hiçbir katkı sağlamadıkları gerekçesiyle okullarını terk ederek, bağımsız bir arayışa yönelmişlerdir.

Gerçekten okullarda öğrenilen onca ezberin pratikte hiçbir işe yaramayıp, harcanan zamana hayıflanan o kadar çok kişi var ki… Hatta batılı üst düzey yöneticiler dahi en ünlü üniveristelerde eğitim görmelerine rağmen, stratejileri ilk okul çağında öğrenmemelerinin pişmanlığını dile getirerek, hayatla örtüşmeyen ezbersel dolguların hiçbir işe yaramadıklarını itiraf ederler.

Van Gogh, çok hırçın ve agresif olmasından dolayı kimseyle geçinemiyor, yalnızda yaşayamıyordu. Yalnızlıktan sıkılıp beraber kalmaya başladığı bir meslektaşıyla münakaşa ederek kendi kulak memesini kesti. Hatta bu olayı resimleştirdi. Van Gong, uzun bir müddet akıl hastanesinde yattı. Her zamanki gibi başarı gösteremeyen falcı psikiyatrılar, durumunun umutsuz olduğunu söylediler. Daha sonra tabancayla intihar ederek kendini öldürdü.

İşte psikiyatr, nerede bilim…

Kardeşinin yardımıyla düzenlenen cenaze töreninde tablolarına büyük ilgi duyuldu. Böylece ölümünden önce adı dahi bilinmeyen ve beş para etmeyen tabloları onu açlığa ve yoksulluğa mahkum etmişken, ölümünün hemen akabinde bağımsız sanatçılar salonunda düzenlenen sergiyle üne kavuşması; nasıl bir aklın ve iradenin sonucuydu?

Van Gogh, resimlerinde gerçek yaşamı baz alarak insanı, Tanrı’yı ve ruhu yansıtmıştır. Ayrıca, insanın benliğini, korkunç tutkularını ve hırslarını resimlerle ifade etmeye çalışmıştır. Sokrat’ın söylediği gibi “Okuyabilirseniz her insan bir kitaptır.”

Açlık, yoksulluk ve yalnızlıktan sürünen Van Gogh’un günümüzde 90 milyon dolara satılan her bir tablosu; üzerinde düşünülmesi ve irdelenmesi gereken bir ipucu değil midir? Ne dersiniz…

Dünyaca ünlü ressam, hakkında birçok şifreler ve gizemler üretilen Leonardo da Vinci, çok kısa olan okul hayatında okuma, yazma ve işlem yapmayı öğrendikten sonra, başka hiçbir şey veremeyeceği gerekçesiyle okulu bıraktı ve 14 yaşında bir heykeltıraşın yanında çırak olarak çalışmaya başladı.

Akademik bir eğitim almamasına rağmen, Da Vinci’nin ruhsal dehalığı fiziksel sınırlarını aştırarak; hem şöhrete, hem de belirgin yetenekler şeklinde gelişerek onu hiç düşünmediği ve tahmin etmediği çeşitli alanlara yöneltti. Böylelikle Da Vinci, ruhsal programı gereği deha basamağına kolayca yükselmiş bir ressam, aynı zamanda büyük bir heykeltıraş, bir bilim adamı, ünlü bir mimar ve hatta müzisyen olarak parladı ve üne kavuştu.

Geçmişteki her seçilmiş insan gibi, onunda başarıları çeşitli rivayetlerle abartılarak ve artarak devam etti. Fakat Da Vinci, iş edindiği ve büyük bir başarı ile yürüttüğü sanatına, hayatının önemli bir amacı olarak sarılmamış ve hiç ehemmiyet vermemişti. Neredeyse yaptığı resimlerinin büyük çoğunluğunu yarıda bırakarak tamamlamamasına karşın, fırsatçılar onun önemsemeyip bitirmediği tablolarına müdahale ederek, şeytani bir sunuşla insanları kandırmışlar ve zamanla astronomik değerler biçilmek suretiyle prestij ve ayrıcalık kazanmak isteyen kompleksli sözde sanatsever zenginlerin müzelerinde başyapıt olmuştur.

Ayrıca bilimsel konular üzerine yoğunlaşması; matematik, fizik, kimya, anatomi, hidroteknik ve astronomi ile uğraşması ve bu konularda üstün yetenek göstermesi, bilim ve düşünce adamlarını hayrete düşürüyordu.

Da Vinci, özde sanatkâr olmasına rağmen, sürekli yeni bilimsel araştırmalara meyletti ve yeni teknikler peşinde koştu. Bundan başka, askerlikle ilgili işlerde de çok usta ve bilgili biri olduğunu kanıtladı. Toplar dökmüş, top mermileri yapmış, kanallar açmış, bataklıklar kurutarak, günün uzman akademisyenlerine meydan okumuştu.

Ve günün birinde, Milano valisi Sfortza tarafından sarayın ses sanatçısı ve şairi olarak saray hizmetine alındı. Bu görevde bulunduğu sırada, daha önce yazmadan ve hiçbir hazırlık yapmadan şaşılacak kadar güzel şiirler okuması, bu şiirlere çok uygun ve güzel besteler yapması; şiirlerini, bizzat kendi buluşu ve yapısı olan bir müzik aleti ile çalarak bir opera sanatçısının ustalığı ile dile getirmesi, akılları büyüleyerek dondurmuş ve herkesi şaşırtmıştı.

Eğer ruhun, mutlak iradece nasıl bilgilendirildiği ve programlandığı gerçeği bilinmiş olsaydı, şaşılacak hiçbir şeyin de olmayacağı anlaşılabilecekti.

Daha çocukken, çok farklı bir teknik olan ve o dönemde hiç bilinmeyen yağlı boya ile resim yapmayı kendi kendine öğrenmiş, adı, Şorensa’nın ünlü ressamlarının yer aldığı “Kırmızı Kitap”’ta yer almıştı. 1478’de yaptığı basit bir resimde, kendini yansıtan bir genç, bir melek ve de mekanik parçalar çizerek, bilim alanında yapacağı çalışmaların ilk işaretini vermişti.

1476’da çok önemli bir olay oldu. Da Vinci, homoseksüellikle suçlanarak yargılandı. Erkek bir mankenle ilişkiye girdiği iddia edildi. Üzerine basarak tekrar vurgulamayı gerekli gördüğüm gerçek; Da Vinci’nin ünlü resmi Mona Lisa dahil, günümüzde muhafaza edilen ve paha biçilmeyen hiçbir resmi orijinal değildir, resimlerini tamamlamadığından ve değişik zamanlarda zarar görmelerinden birçok ciddi tadilâtlardan geçirilmişlerdir. Buna rağmen adını taşımasından tablolar özenle korunabilmekte ve yüksek değerler ödenerek el değiştirebilmektedirler. Her şey yalan ve sahte…

Bisikletin ilk taslağını çizenin Da Vinci olduğunu biliyor muydunuz?

Da Vinci gibi kehanetleştirilmiş bir dehanın, bir anda değişime uğrayarak, hayatının son yıllarına doğru serserice dolaşmaya başlaması, her şeyden ve herkesten kaçıp kurtulmak istemesi; ün,
şöhret, övgü ve itibardan nefret etmesi, her şeyi bilirken ve inanılmaz başarılarla ağızları açık bırakırken, hiçbir şey bilemez ve başaramaz hale dönüşü, bambaşka bir gelişme ve ibret alınması gereken mutlak bir dersti.

Da Vinci, Kral I.Francis’in kendisine tahsis ettiği Codex kalesinde önce felç geçirmiş ve iki yıl sonra da adı bilinmeyen bir hastalıktan ölerek, geriye, akılcı teorileri altüst eden müthiş bir yaşam biyografisi bırakmıştı.

Düşünüyorum da özgür aklı, iradeyi, uygarlığı, reformları, fiziği, bilim ve teknolojiyi tanrıymışçasına savunan aydınlar; neden asırlar öncesinin insanlarını referans alarak önemsiyor, fikirlerini, eserlerini, felsefelerini, bilgilerini ve tekniklerini ilâhsal mertebede yücelterek onların sırtından şöhret, kariyer, mevki ve rant edinme yoluna gidiyorlar?

Neden kendileri yeni bir şeyler üretip geçmişin üzerine çizgi çekerek onları aşamıyor ve iddia ettikleri muasır medeniyetin kanıtsal üyeleri olamıyorlar? Yoksa uygarlık denen şey, söylemde kaçınıp pratikte uyguladıkları bir geriye gidiş midir?

Büyük bilimsel keşiflerin ardında yatan öyküler, çoğu zaman göz ardı edilir. Dünyada gelişmelere neden olan buluşların ani beyin fırtınaları sonucu doğduğu düşünülür. Hâlbuki her şey, Mutlak İrade’nin "o kitap"ta ki düzeneğine göre gerçekleşmektedir. Üstün zekâlıların yenilgileri, aptalların başarıları, akademisyenlerin acizliği, okulsuzların dehalığı ve ortaya çıkan akıl almaz farklılıklar…

“(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Âl-i İmrân 26

“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisâ 53

23 Ekim 2009 Cuma

Okulsuz mucit, mimar ve mühendis dehalar…

Hayvanların kusursuz düzenleri ve inanılmaz üstün maharetleri, “kader” ve “Mutlak İrade” gerçeğini tartışılmaz bir açıklıkta ortaya koymakta, dolayısıyla yaratılmış her canlının programlanmış ruhlarıyla yaratıcılarının dileği ve yazgıları doğrultusunda işlevlerini sürdürdükleri anlaşılmaktadır.

Seçilmiş bilgili ve yetenekli hayvanlar gibi insanlarında görev ve liyakatleri paylaştırılmış; Hz. İsa’nın fiziki bir ilişki olmaksızın yaratılması misali, okul ve akademik bir eğitim almaksızın var olan ancak bilinmeyen şeyleri keşfeden mucitler, pozitivizmi ve bilimsel teorileri altüst edecek teknikte üretilen şaheser yapıları meydana getiren sanatkâr mimar ve mühendisler inkişaf edilerek, olayların “o kitap” ta senaryolaştığı yönde oluşmasına hükmedilmiş, dünyadaki canlı-cansız her şey önce yaratılmış, sonra bilgilendirilmiş, daha sonra yönetilip yönlendirilerek ya zarar ya da fayda temin eden araçlar olmuşlardır.

“Akademik eğitim ve diploma” kompleksinin kuşattığı modern dünyanın çıkarcı materyalist felsefeli ezberci ve deneyci öğreticileri; sözde eğittiğini iddia ettikleri öğrencileri kendilerine benzeterek direnci, azmi, heyecanı, bilimi ve ilimi bitirmişler; ilerleten değil gerileten, keşfettiren değil kopyalaştıran, kabiliyetleştiren değil makineleştiren anlayışın uzay çağı gibi bir saçmalıkla meşrulaştırmalarından, insanoğlunun anlama, kavrama, türetme ve yetenekleşme dirayetleri tüketilmiş, böylece kararlılık, cesaret, üretken ve özgüven duyguları da sömürülerek, bir işe yaramaz bedhahlara dönüştürmüşlerdir. Akademik eğitimin ezberci ve deneyci diplomasına sahip isen, adamsın… Yoksa değil saygı görmek, bir iş, hatta evlenecek kız bulmak dahi imkânsızlaşır…

Gelin, hep birlikte geçmişe uzanalım ki, gerçeğin ne olduğunu anlamaya çalışalım…

Çağların en büyük keşfi olan ampulün buluş aşaması, dayatılan eğitim-öğretim doktrinlerini paçavraya çeviren olağanüstü bir gelişmeyle gerçekleşmiştir.

Ünlü bilim adamı Thomas Edison, okul çağından önce daha çocukken hiçbir altyapısı ve bilgisi olmayan sıradanlığıyla bazı şeyleri kendi kendine keşfetme bilgi ve azmi, ailesi ve yakınlarının dikkatini çekiyordu. Okuma çağına gelince, okul şartlarına daha ilk günden uyum sağlayamadı ve üç ay sonra okuldan ayrıldı. Ve bundan sonra aracı hiçbir eğitici tarafından yetiştirilmeyerek, öğrenim merakını evde giderdiği sıra olan dokuz yaşındayken eline aldığı bir fizik kitabını okumaya başladı ve evinin bodrum katında bir laboratuar kurma girişiminde bulundu. Eğitim görmemiş dokuz yaşındaki bir çocuğun fizik gibi son derece ağır bir konudan etkilenerek, laboratuar kurmaya kalkışması, hangi iradenin bir teşviki, öğretisi ve yönlendirmesiydi?

Gerekli olan araç ve gereçleri alabilmek için trenlerde gazete satmaya başladı. Onbeş yaşına gelince bir baskı makinesi satın alarak, gazete çıkarmaya başladı. Çıkardığı gazetenin yazılarını trende yazıyor ve kendi basıyordu. Bir sabah, hareket halindeki vagona atlarken, kontrol memuru tarafından yakalandı. Memur, küçük Edison’un kulağını öyle çekti ki, günler süren şiddetli ağrılar sonunda sağır oldu. Sağırlığı, telgrafçılığa yönlenmesine sebep olup, onaltı yaşındayken telgrafçılığı öğrendi ve dört yıl boyunca telgraf memuru olarak çalıştı.

Edison, daha sonra ilk olarak elektrikli bir kayıt makinesi icat edip beratını aldı. Ancak makineye kimsenin rağbet etmemesi ve satın almaması, o an bir daha ticari değeri olmayan icatları yapmama kararı verdi. Çünkü o, hem bilinmeyeni keşfetmek, hem de keşfettiği yenilikleri satarak, yoksulluktan kurtulup zengin olmak istiyordu.

Beş parasız New York’a giderek Lows Gold şirketinde çalışan bir arkadaşının odasında sığıntı olarak kalkmaya başladı. Bir gün, Lows indikatörünün bulunduğu nakledici santral bozuldu. Bu olay, Edison’un hayatında ilk dönüm noktası oldu. Edison’un iki saat içinde santralin tamiratını yaparak, bozukluğu gidermesi üzerine Lows şirketi, kendisine ayda üç yüz dolar gibi inanılmaz büyük bir maaş bağlayarak, işe aldı.

Daha sonra, önceden icat edip kimsenin itibar etmediği elektrikli kayıt makinesini bu şirkete satarak, kırk bin dolar gibi büyük bir para kazandı. Eline geçen bu parayla New York’ta bir dükkân açıp, kayıt makinesi üreterek satmaya başladı.

Başkalarının yapmaya çalıştıkları icatlara yardım ediyor, makineleri tamir ediyor, akademisyenleri aydınlatıyor ve giderilemeyen sorunları başararak, kısa zamanda “Harika Çocuk” gibi bir övgüyle önemli bir üne kavuşuyordu. Şirketler ve bilim adamları, karşılaştıkları güçlüklerin çözülebilmesi için okulsuz Edison’a başvuruyorlardı. Sonra bir hat üzerinde iki telgraf çekmeyi mümkün kılan bir telgraf aleti yaptı. Daha sonra bu aleti geliştirerek, bir hat üzerinde dört telgraf çekilmesini sağlar duruma getirdi.

Bir süre sonra New Jersey’e giderek, hayalindeki laboratuarı kurdu. Çok iyi donattığı bu laboratuarda yeni deneyler yapmak ve ticari değeri olan yararlı keşiflerde bulunmak istiyordu. Günümüz sanayi alanında gittikçe gelişen laboratuarların öncüsü olan bu laboratuar, Edison’un sonra ki başarılarında büyük yeri oldu. Telefonu ilk keşfeden Alexander Graham Bell’in orijinal sistemini büyük ölçüde geliştirerek, kömür taneli bir telefon yaptı.

İkinci buluşu ise gramofondu. Bu buluşu, basında büyük yankılar uyandırdı, kendisinden sihirbaz ve büyücü olarak bahsedilip arşa yükseltildi. Oysa tüm bu başarıları alt yapısı olmayan bilgi ve iradesiyle değil, gözlemleneceği üzere kaderin hakkındaki yazgısıyla yapıyordu. Daha sonra herkesçe bilinen akkor flamanlı ampulü geliştirerek, piyasaya sürdü. Edison, elektrik alanında kendinden önceki araştırmacıların yolundan ayrılarak, bambaşka bir yöntemle, ampul ile geniş ve parlak bir aydınlatma sistemini keşfederek, dünyanın aydınlanmasına aracı oldu.

New York’ta ilk ticari elektrik santralini kurdu. Santralleri Amerika genelinde yaygınlaştıran Edison, kendine ait holding patenti altında şirketlerini birleşerek, dünyanın en büyük dev şirketlerinden biri olan “General Electric”’i kurdu.

Edison’un akıllara durgunluk veren hayat biyografisinde gelişen akış sürecinde olmayan okulu, yalnızlığı, yoksulluğu, dışlanmışlığı ve doruksal yücelebilmesinin mantıksal imkânsızlığı, daha çocukken başlayan serüveninden açıkça anlaşılmaktadır. Bu başarı ve keşifleri sağlayabilecek akademik bir eğitim almadığı gibi, zaruri normal eğitimi dahi edinmemiş olması, arkası ve sermayesi bulunmaması; eğitsel pozitivizme ve akılcılığa dayalı tüm anlayışların çökmesine neden olmaktaydı. Akademik temelli hiçbir bilgisi, görsel bir eğiticisi, torpili, soyluluğu ve destek verici sermayesi olmaksızın çocuk yaşta keşifler yapması, gazete çıkararak yazılarını kendi yazması, trenlerde gazete satarken dövülerek sağır kalması, yoksulluk çekmesi, yaptığı icattan para kazanamaması, aç ve sefil bir halde arkadaşının yanında sığıntı olarak yaşaması, bir anda inanılmaz bir değişimle asırların buluşunu gerçekleştirip yücelmesi, mucitler mucidi olarak o devrin en popüler bilgesi, zengini ve harika çocuğu olması; kaderin inanılamayan yazgısından başka ne olabilirdi?

İşte sağır, eğitimsiz ve yoksul bir çocuğun akıllara durgunluk veren harikalığı, işte akademik unvanlılar ve popüler okullar…

Onüç bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen dört ana işleminden farklı beşinci bir işlem keşfederek imkânsızı başaran, yüzyıllar önce geliştirdiği mekanizmalarla günümüz gökdelenlerine yön verip kullanılan sistemlerin bulucusu bir deha, okulsuz bir Sinan…

Uygarlığın gelmiş geçmiş en büyük ve önemli dâhilerinden Mimar Sinan, Erciyes dağının püskürtüp lâvların oluşturduğu magma tabakasının üzerine kurulu bir köyde doğarak yetişti. Doğal olarak burada yaşayan insanlar, Selçukludan günümüze dek geçimlerini taş işçiliği yaparak sağlarlardı. Mimar Sinan devşirildiği güne, yani yeniçeri ocağına alınana dek bu işle uğraştı. Taşlara şekil vermeyi ve onlara sevgi katarak konuşmayı çocuk yaştan beri biliyordu. Hiç okula gitmemiş ve akademik bilimsel hiçbir eğiticisi olmamıştı. Kendisi devşirildikten sonra dülger (marangoz) olarak çalışmaya başlaması da bunun açık bir kanıtıdır. Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim zamanında sadece dışarıdan değil, Anadolu’dan da asker devşirmeye başlanmıştı. Bu uygulama sonucu Mimar Sinan 22 yaşındayken İstanbul’a geldi, burada okuma yazmayı öğrenmeye başladı.

Yavuz Sultan Selim zamanında düzenlenen Çaldıran seferinin ardından Mercidabık savaşlarına katıldı. Yavuz Sultan Selim’den sonra başa geçen Kanuni Sultan Süleyman’la beraber Rodos ve Macaristan seferlerine katılan Sinan, kendini ilk kez yine Macaristan seferinde kanıtladı. Karaboğanda, Prut nehrinden karşıya geçmek için köprü yapmak gerekiyordu. Ordudaki mimarların yaptıkları köprüler sürekli çökünce, o sırada henüz “Atlı Sekban” (süvari) olan Sinan, köprüyü yapabileceğini söyledi. Nehrin kıyısı kil olduğu için köprülerin çöktüğünü fark eden Sinan, bir plân yapıp, 13 günde büyük ve yüksek bir köprü yaptı. Acaba günümüzün övünülen bilim ve teknolojisiyle; bataklık bir zeminde, birkaç gün içinde böylesi bir köprü başarılabilinir mi? Burada Sultan Kanuni’nin dikkatin çeken Sinan, yapılacak doğu seferindeki gemilerin inşalarıyla da görevlendirildi ve başarısı onu Hasekilik’e yükseltti. (Hasekilik; yeniçeri ocağında itibarı yüksek olan bir rütbe…)

Uzman ve akademik mimarların başaramadığını okulsuz Sinan başarıyor, müthiş projelere imza atıyor ve hiçbir tecrübesi olmadığı halde köprüler ve gemilerin inşasını dahi yapabiliyordu.

Sinan’ın asıl verimli olduğu dönem, 1539’da Mimarbaşılığa (Bayındırlık Bakanlığı) tayin edilmesinden sonra başlar. Artık dehasal sanatını göstermesi için elinde namütenahi yetkiler vardır. İşte bu dönemden sonra Mimar Sinan, dünyayı gıpta ettiren ve hala etkisi sürdüren tam 400 muhteşem eser yaparak, akılları durdurdu.

Matematik ve fizik kurallarını darmadağın eden öyle eserler başardı ki; bir gün, Selimiye Camiinde yere uzanıp kubbeye gözlerini diken Japon mühendis hayretler içinde kalıp transa geçerek, “Bu imkânsız, ben yılların mühendisiyim, bu kubbe var olamaz, ben hayal görüyorum. Bu kubbenin orada durması fizik ve matematik kurallarına aykırı. Bu imkânsız, orada hiçbir şey yok, orada hiçbir şey yok” diye sayıklayarak, ne antik çağdaki bir mabet de ne de günümüz mimarisinde 31.25 metre çapındaki bir kubbenin olmadığı ve olamayacağı karşısında kendini kaybetmişti.

“Raylı sistemi” ilk bulan ve dünyaya fikir veren Mimar Sinan; gevşek zemin üzerine inşa ettiği o muhteşem camileri ve yüksekliği 80 metreyi bulan minareler otoriteleri şaşkınlığa çevirmişti. Herhangi bir sarsıntı sırasında camilerin sabitlenmeyip, aksine yerinde oynaması, neden birçok deprem ve selde yüzyıllarca yıkılmadığını ortaya çıkarmıştı. Minarelerin ise çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturulduğu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiği tespit edildiğinde ise, araştırmacılar neredeyse hafızalarını yitireceklerdi.

Mimar Sinan’ın olağanüstü sistemleri karşısında sahip oldukları bilgi ve teknolojilerinin birer çöpten ibaret olduğuna karar veren özellikle Japonlar, aylar harcayarak Sinan’ın sırlarını çözmüşler, Japonya’ya döndüklerinde Sinan’ın dâhi tekniklerini uygulamaya sokarak, şehirlerini Sinan’ın sistemleriyle kurup, o muazzam ve sağlam köprü ve gökdelenleri dikmişler.

Yapıları sağlaştırmak maksadıyla temellere konularak sabitleştiren ve en son teknoloji olduğu ileri sürülen “metal kelepçeler”’in, kaç yüz yıl önce Sinan tarafından tatbik edildiğini biliyor musunuz?

Unutulmamalıdır ki, şu an gelişmiş ülkelerin gökdelen ve raylı köprü yapımında kullandıkları sistem, yüzyıllar önce Sinan’ın keşfedip uyguladığı mekanizmalardır.

Ne acı ve aşağılayıcı bir durumdur ki, Türk bilim adamları, yardım dilendikleri yabancılar gibi kendi dehasının tekniğini araştırarak çözmek yerine, yapıları onlara yaptırabilmektedirler.

Günümüzde ise okulsuza ve diplomasıza değer vermeyen akademik balonlar, her şeyi kendilerinin bildiğini ve yapabileceğini düşünür ama bir çivi çakmayı dahi beceremeyip, unvanlarıyla yabancıların artığına muhtaç kalırlar…

Görsel hiçbir eğitim almayan sıradan bir taş işçisinin, 15. yüzyıl şartlarında günümüz bilimine, teknolojisine, çağına, sanatkârlarına ve akademisyenlere meydan okuyan eserler üretebilmesi, kimin öğretisi ve yönlendirmesiydi?

Modern çağın akademik zekâları ve teknolojik imkânları yanında, Mimar Sinan’ın ilkel olanaklarla gerçekleştirdiği inanılmaz başarılarına hâlâ ulaşılamamakta ve eserlerinin bir örneği dahi yapılamamaktadır. Yıllardır üniversitelerde eğitim görerek, iltifatsal ödüllere kavuşmuş bilim çevrelerinin hâlâ çözemeyip keşfedemedikleri statik hesapları, en ince ayrıntılarına kadar hesaplayarak akılları durduran okulsuz Mimar Sinan, mutlak iradenin mucizevî örneklerinden biridir.

Bugün, dünyanın birçok üniversitelerinde onun teorileri öğretilmekte, adı, kürsülere ve üniversitelere verilmekte ve yapılar, onun öğretilerine göre inşa edilerek şekillenmektedir.

Eğitsel muhakeme yeteneğine haiz olduğu iddia edilen biyolojik beyinler, çağın şartlarına göre çok daha ilerlemeleri gerekirken, neden geriliyor, geçmiş eserleri önemseniyor ve tüm uğraşılara rağmen benzerleri dahi yapılamayarak, o sağlamlık ve estetik verilemiyor? Öyle ki termitlerin başardığını beceremeyen kafatası yığınlarından ne beklenir ki?

Aslında okul amaç değil araç olmalı; eğitim ve eğiticiler mutlaka sorgulanmalıdır…

“Bir şeyi ezberlemektense her türlü cezayı çekmeye razıyım.”
Einstein.

Tüyleri yolunmuş sıska bir kaz gibi
Titrek bir sesle sordum kendime
Okuduğum bütün o her şeyin
Yarayıp yaramayacağımı işime
Maxwell

22 Ekim 2009 Perşembe

Hayvanları tanımayanın imanı mümkün değildir…

İçinde yaşadığı dünyayı ve olayları sorgulayıp kavrayamayan, özellikle kendini tanımayan insanların söz ve fikirleri değere tabi tutulmamalı, ne kadar dinsel veya bilimsel olursa olsun rehber alınmamalıdır. İmansız ve cesaretsiz benliksi bir düşüncenin akılcılığı ve bilgeliği yanıltmamalı, mutlaka yanlışa ve felakete götüreceği unutulmamalıdır.

Yapılacak bir inceleme ve araştırmayla hayvansal düzenlerin kusursuzluğu, kişiyi gerçeğe ulaştırmada yeterli olabilecek somut deliller taşımasına rağmen; insanların yine de idrak edememeleri; gerçekte güçsüz ve iradesiz olduklarına apaçık bir kanıt ve kadersel mührün bir sonucudur.

Dolayısıyla hayvanları tanımayanların kadersel düzeni anlayabilmeleri ve samimi bir iman içinde olabilmeleri asla söz konusu değildir. İnanabilirler ama iman edemediklerinden inançlarının hiçbir kıymeti bulunmamaktadır. Muhakemeyi, cesareti ve kararlılığı tetikleyen, ancak imandır… İnandığı ya da söylediği şeyi hayatında tatbik edemeyenden daha zavallı ve riyakâr kim olabilir? “En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.” Malcom X

Bu sebeple pespaye sürüsü yığınların alışageldikleri iğrenç oyunlarıyla meşgul olmaktan ise, hayvanları gözlemleyerek, “o kitapta” yazılı olan düzeni anlamaya devam edelim…

Dünyanın en iyi mimar ve inşaat mühendislerinden yeni bir proje hazırlanması isteniyordu. Ancak şöhretli dahiler, hiç bir projede kendilerini bu kadar “aciz” hissetmemişlerdi. Talep edilen, yüksekliği 960 metreyi bulacak 320 katlı dev bir binanın projesiydi. Binada aynı anda bir milyon kişinin yaşayabileceği bir ortam isteniyordu. Bunun için, binanın içinde tarım yapılabilecek mekânlara bile yer verilmesi talepler içindeydi. Dahası klima ve havalandırma sistemi için 1 wattsaat’lik bile olsa kesinlikle elektrik enerjisi kullanılmamalıydı. Son şart ise en inanılmazıydı: inşaatta çalışacak işçilerin tamamının “görme özürlü” olmaları gerekiyordu.

Bir an için durup derin derin düşündüler. Kendilerinden inanılmaz bir şey isteniyordu. Kararlarını verdiler. Projenin gerçekleştirilmesi imkânsızdı. Eğer projeyi gerçekleştirebilecek birisi çıkarsa, tüm ömürlerini onun emrinde çalışmaya hazırdılar. Bütün hayatlarını ona adayacak ve kendilerinden istediği her şeyi büyük bir titizlikle yerine getirmede kararlıydılar. Yeryüzünde bu projeyi yapabilecek ne bir teknoloji, ne bir mühendis, ne bir kurum, ne de böylesi özürlü işçiler mevcut olmamasına karşın, dünyanın birçok yerinde böceklerin başardığı böylesi projelerin gerçekleştirildiği yapılar mevcuttu.

Bir karınca büyüklüğündeki “termitler”, yüksekliği 10 metreyi bulan dev yuvalar inşa ederler. Her yapının içinde sayıları bir milyonu aşan bir termit kolonisi yaşar. Yuva, koloninin yaşaması için gerekli tüm konfora sahiptir. Yuva, yukarı doğru açılan kanallar aracılığıyla devamlı olarak havalandırılıp gerekli oksijenin temini sağlanır. Alt kısımda koloninin gıda ihtiyacını karşılamak için mantar yetiştirilir. Burada tarım yapılabilmesi için ısı 30 derecede, karbondioksit oranı %2,7 de sabitlenmiştir.

Ayrıca bir soğutma ve nemlendirme tertibatına sahip olan yuvada; bir kraliçe odası, lârvaların bakım odaları, besin depoları ile tüm mekânları birbirine bağlayan koridorlar ve güvenlik kapıları da bulunur. Kolonide her termitin, tıpkı insanlar âleminde olduğu gibi doktor ve asker dâhil olmak üzere çeşitli görevleri vardır.

Üstelik böylesi dev yapıların inşaatında çalışan tüm işçi termitlerin kör olmalarına ne demeli!...


Kör termitlerin ortaya koydukları böylesi bir projede; eğitim, sağlık, beceri, bilgi, azim, güç, kariyer, bilinç, teknoloji, akıl ve muhakeme yeteneği gerekmekteydi ve sonuçta termitler, sözde akıl ve irade sahibi üstün insanoğlunun başaramadığı bir projeyi ve akıl almaz düzeni rahatlıkla gerçekleştirebiliyorlardı. Mantıken tüm bunların mikroskobik kör bir termitte olamayacağı ve tesadüfler sonucu da ortaya çıkamayacağı ortadayken, nasıl muvaffak olabilmekteydiler?

Akla şu cevap gelmektedir: Öyleyse bu inanılmaz başarıyı sağlayan minnacık ve özürlü biyolojik bedenler olamayacağına göre, olsa olsa programlanmış ruhlarıydı…

Termitlerin de dünyadaki diğer tüm canlılar gibi önce ruhları, sonra mazeretsel bedenleri yaratılarak, görevleri paylaştırılmıştır. Termitler, kozmetikten öte hiçbir gelişme başaramayan, ancak bilim ve teknoloji safsatasıyla tanrılığını ilân eden insanoğlunun gerçekte nasıl iradesiz ve tutsak oldukları; bilgilendiren ve yönlendirenin Yaratıcı olduğunu kanıtlayan dehasal mühendis böceklerden sadece bir cinsidir.

Akıl ve irade sahibi olduğu düşünülen her insanın yapması gereken öncelikli şey, gerçeği görebilmesi, işitebilmesi ve düşünebilmesidir. Neden başaramıyor?

Bir başka mimari ve mühendislik dehası “örümcek” ile devam edelim…

Örümcek, salgıladığı ağlarıyla gerek şekilsel tasarımları, gerekse kendilerini oluşturan iplikçiklerin kimyasal özellikleri nedeniyle; hem gerekli hammaddeyi üretip işleyen, hem projelendirip yapıyı inşa eden, hem de ihtiyacı olan gıdasını temin eden dâhilerdir. Bahçe örümceklerinin ağ kurmada kullandığı teknikler, günümüzün uygar mühendislerinin en son kullandığı tekniklerden çok daha üstündür.

Örümcekler ağlarını kurabilmek için; iki ayrı yüzeye ihtiyaç duyarlar. Ağlar genellikle iki duvarın birleştiği bir köşe ya da iki dal arasına kurulur. Ancak bazı örümcekler tek bir yüzeyi kullanarak ağlarını yapacak kadar ustadırlar. Örümcek, ağını kurabilmek için, yeterince uzun, esnek bir dal tespit ederek işe başlar. İplikçiğini dalın ucuna sıkıca bağlar. Örümcek bir yandan dalın aşağı tarafına doğru yürürken, diğer yandan iplikçik salgılamaya devam eder. Belirli bir uzaklığa gelince durur ve iplikçik salgılamayı keser. Salgıladığı iplikçiği kuvvetli bir biçimde kendine doğru çekmeye başlar. Bunun sonucunda dal bir yay gibi bükülür.

Örümcek yaydaki bir tel gibi dümdüz hale gelmiş olan iplikçiğin diğer ucunu bulunduğu yere sıkıca yapıştırır, sonra yeteri kadar yüzeyin oluştuğu bu yayın içinde ağını örmeye başlar. Örümcekler, bazen ağlarını, aralarındaki açıklığın çok fazla olduğu iki dal veya kiriş arasında da kurarlar. Böyle ağlar oldukça büyük olduğundan av yakalama kapasiteleri de büyüktür. Ne var ki ağın büyük olması zamanla gerginliğinin dolayısıyla da av yakalama kapasitesinin azalmasına neden olur. Bu durumda örümcek, ağı yenilemek yerine son derece şaşırtıcı bir iş yapar. Ağın merkezine gelerek buradan yere doğru bir iplikçik salgılamaya başlar. İplikçiğin ucuna yerden aldığı bir taş, dal ya da kabuğu tutturarak, yerden yukarı kaldırır. Ağın ortasından aşağı sarkan bu ağırlık, ağın yeniden gerginleşmesine neden olur. Hatta bilim adamları, ağırlığı bulunduğu yerden daha yukarı kaldırarak, ağ germe özelliğini ortadan kaldırmışlardır. Bu durumda örümcek, ağın merkezine gelmiş ve ağırlığın bağlı olduğu iplikçiği yukarı çekmiş, dolayısıyla ağırlık yeniden askıya alınarak, ağın yeniden gerginleşmesi sağlanmıştır.


Aklı, zekâsı, eğitimi ve akademik kariyeri olmayan örümcek gibi böceklerin, böylesi bir teknolojiyle yapı inşa edebilmeleri, tıpkı insanlar gibi ruhsal bilgilendirilmelerinin ve yönlendirilmelerinin mutlak bir sonucu değil midir?

Örümcekler de, diğer hayvanlar gibi hiçbir okula gitmedikleri ve eğitim almadıkları halde mükemmel ve kusursuz bir dahi ve mühendis olabiliyorlar da, neden her insan aynı başarıyı gösteremiyor?

Ayrıca örümceğin; sarp ve sağlam kalelerin ve silahlı güvenlik güçlerinin koruması ve kollaması misali peygamberimiz Hz. Muhammed’i saklandığı mağaranın kocaman girişine ağ örmek suretiyle muhafaza etmesi de unutulmamalı, dolayısıyla aklı sahiplerini düşündürmelidir.

Hayvanlardan üstün olduklarıyla böbürlenen insanoğlunun fıtratsal güç ve egemenliklerini ayaklar altına alarak, örümcek gibi böceklere özenip benzerlik kurmak istemesi, sinemalaştırdıkları “Spider-man (örümcek adam)” gibi filmlerden de anlaşılmaktadır.

Yaşamları boyunca gerçeklerden korkup kaçan doyumsuz hayalperestler, kendilerini sanal âlemin ütopyasında düşsel mutasyonlara uğratarak, nasıl akılsız ve iradesiz birer hiç olduklarını kanıtlamaktadırlar.

Tanrılaşabilme sevdalısı Amerika başta olmak üzere; İtalya ve Japonya’da senaryolaştırılan “mutantlar” ile ilgili bir dizi filmde genetikteki bilimsel başarısızlıklarını kamufle edebilmek ve bir türlü ulaşamadıkları hayal dünyalarındaki sözde yaratıcı egemenliklerini tatmin edebilmek için sanal dünyayı önemsedikleri, dolayısıyla hayata geçiremedikleri teorilerinden dolayı kişilik bozukluğu içinde oldukları tartışılmazdır. Yapılan bir araştırmada; günümüz bilim adamlarının bilim-kurgu filmlerine yoğun ilgi gösterdikleri, böylece yeteneksizliklerini söz konusu filmleri izleyerek gidermeye çalıştıkları tespit edilmiştir.

Hayvan ve bitki üzerinde araştırma yapan ünlü doğa ve fizik bilimcilerin bir kısmı nasıl Yaratıcı’yı keşfederek, samimi bir teslimiyetle iman etmişlerse, bir kısmı da inkâr ederek çeşitli teorilerin karanlığında kaybolmuşlar ama balonsal varlıkları sürebilmiştir. Hâlbuki hayvanların, hatta ufacık böceklerin yapısal mühendislikleri, rızk temini, düşmanlarıyla savunma, avlanma veya saldırı savaşı yaparken kullandıkları yöntemler, insanın idrak edemediği bir üstünlük ve yetenektedir.

Bu sebeple söz konusu böceklerin eksiksiz ve kusursuz düzenleri, ısrarcı inkârlarından dolayı hâlâ anlaşılmak ve Yaratıcılarına teslim olmamak adına çözümlenmek istenmemektedir.

Örneğin; göçebe kuşları dünyanın bir ucundan diğer ucuna uçarken kat ettikleri inanılmaz yolları, güç ve enerjileri, yön bulma kabiliyetleri, yiyecek ve içecek teminleri, düşmandan ve afetlerden sakınmaları; hangi insanın iradesiyle başarabileceği işlerdir? Her canlı düzeneğinde olduğu gibi, bu muhteşem düzeni de fizyolojik bir yapılanma ve içgüdüsel bir kalıtımla açıklayamadığımıza göre, demek ki yaratıkların tamamı programlanmış ruhlarıyla bilgilendirilmekte ve yönlendirilmektedirler.

Laik kafalar, ancak sığ ve yüzeysel akıllara sahiptirler. Çünkü onlar, Yaratıcı başta olmak üzere, diğer canlılara olduğu kadar kendilerine de yabancıdırlar…

“Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” C.PAVESE

Ünlü ve ödüllü bir İtalyan şair ve romancı olan Cesare Pavese, laik bir maddi hayatı benimseyip sorgulamasından, her imansız laiğin yaşadığı paradoks yüzünden bunalıma girerek, bir otel odasında intihar etmiştir. Oysa ifade ettiği “kendini aramayı” laik bir düşünce temelinde değil, Yaratıcının mutlak düzeninde aramış olsaydı, aciz bir yok oluşun yolcusu olmayacaktı.

20 Ekim 2009 Salı

İnsan mı, yoksa hayvan mı üstün?

Yazılarımda Yaratıcımız ve Tanrımız Allah’ı ve vahyi referans göstermem kimilerini öfkelendirmekte, dolayısıyla irticacı, gerici, ilkel ve şeriatçı gibi yakıştırmalara muhatap kalarak, kendilerince aşağıladıklarını sanmaktadırlar.

Birer yaratık oldukları gerçeğini ısrarla reddedenlerin hayvanlarla bile kıyaslanamayacak bilgisizlik, düşüncesilik, yetersizlik ve hiçliklerini görmemezlikten gelerek böbürlenebilmelerini anlamakta zorluk çekiyor, aydınlanmanın ancak ya Aristo, ya Darwin, ya Atatürk ya da başka bir yaratıkça sağlanabileceğine dair sözde bilimsel ve çağdaşsal yaklaşımlara akıl erdiremiyorum.

Cennette yaşayan şeytanın benlik gütmesinden kovulup ebedi lanetlenmesine neden olan insanoğlunun yeryüzünün halifesi olarak yaratılıp yüceltilmesinin amacı, Furkan Süresi 77. ayette buyrulduğu üzere;“(Resulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” hükmüyle açıklanmaktadır.

Oysa benlikleri arşa yükselmiş insan siluetindeki hayvandan daha aşağı sapıksı yaratıklar; ne düşünüyor, ne söz dinliyor, ne irdeliyor ne de edindikleri tecrübeleri sorgulayarak hayatın düzenini, anlam ve mahiyetini kavrayabiliyorlar.

Acaba kendilerinden yüzdebir yahut milyondabir cüssedeki hayvanların daha üstün bilgi ve meziyetlere sahip olduklarını öğrendiklerinde ne düşünecek, yükseldikleri arştan aşağı inerek, yerin dibine girecekler mi? Gelin, hayvanlar âlemini incelemeye devam edip, kimin galip ve egemen olduğunu öğrenmeye çalışalım…

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Çölde yaşayan “kum akreplerinin” gözleri hemen hemen hiç görmez. Buna karşın her bir ayağının ucunda bulunan ve “milimetrenin milyonda birinden daha küçük titreşimlere” yol açan hareketleri bile tespit eden algılayıcıları sayesinde avlarını kovalayabilir ya da düşmanlarından kaçabilirler. Kelebek konması gibi, akrebin yakınındaki en ufak bir hareket kumda titreşim dalgası oluşturur.

Her iki dalganın yayılma hızları farklıdır. Akrep, bu iki dalganın kendisine ulaşma süreleri arasındaki farktan, ava olan mesafesini belirler. Avdan yayılan düşük hızlı dalganın, akrebin ava en yakın algılayıcısı ile en uzaktaki algılayıcısına ulaşmasından da avın hangi tarafta olduğu tam olarak belirlenir. Hatta bu son iki sinyal, akrebin tam bir hesaplama yapabilmesi için biraz geciktirilir. Ancak bu geciktirme süresi, göz açıp kapama süresinden bile kısadır. Nitekim iki sinyal arasındaki fark, saniyenin beşyüzde biri kadar ise, akrep saldırı için bir an bile beklemez.

Akrebin bir saniyede yüzlerce defa tespit ve hesaplama yapan alıcıları adeta bir bilgisayar ağı gibi işler. Bir bilgisayarın, hatta bilgisayarın tek bir işlemcisini yapan görsel aracı-tasarımcısının varlığı nasıl inkâr edilemiyorsa, akrebinde, tıpkı insan gibi bir tasarımcısı olduğu da o kadar aşikârdır. Bu tasarımcı, bütün canlıları yücelterek veya alçaltarak yöneten, yönlendiren ve yapmaları gereken şeyleri onlara yaptırtanın iradeleri değil Yaratıcıları Allah olduğu tartışılmazdır.

Devletlerin güvenlikleri adına fevkalade hayati önem verdikleri hava kuvvetleri, “düşmandan gizlenme yöntemleri” üzerinde yoğun çaba sarf ettikleri ve sürekli gelişime ihtiyaç duydukları modern çağın ‘olmazsa olmaz’ savunma ve saldırı araçları olan savaş uçakları için milyonlarca dolar dökmekte ve yıllarca süren araştırmalar neticesinde teknolojilerin ilerletilmesine çalışılarak, varlıklarını sezdirmeden düşman topraklarının en içlerine kadar sızabilme hedefleriyle kimi zaman başarıya, çoğu kez de başarıya ulaşamazlar. Çünkü “erken uyarı sistemleri” ile donatılmış radarlar, yüzlerce kilometre uzaktaki düşmanın en ufak bir hareketini tespit ederek, müdahalesel tedbirin alınmasına imkân sağlar.

Belki fark etmiyoruz ama burnumuzun dibinde beşeri teknolojilerden değeri çok daha yüksek savaşlar cereyan etmektedir. Ancak bu savaşlar uçaklar ve radarlarla değil, “yarasalar ile güveler” arasında geçmektedir. Bu iki canlı da, devasa uçaklarla boy ölçüleşemeyecek son derece zerrecik olmalarına karşın, onlardan çok daha etkili bir hedef tespit ve erken uyarı sistemine sahiptirler.

Yarasalar avlarının yerini bulmak için “ekolokasyon” adı verilen bir yöntemi kullanırlar. Ekolokasyon; yarasa, yunus ve balina gibi bazı memelilerin kullandığı biyolojik sonardır. Çıkardıkları çok yüksek frekanslı ses dalgalarının, etraflarındaki cisimlere çarpıp geri dönmesi olayına denir. Hayvanın çıkarttığı sesi kullanan bir aktif sonar gibi çalışır. Hayvan bu sayede karşısına çıkan cismin uzaklığını, biçimini ve boyutunu saptayabilir. Acaba bu doğal mucizeye sahip bir insan var mı, ya da böylesine hassas, hızlı ve hatasız bir teknolojiyi başarabilmiş midir?

Yarasa, sayısı saniyede 25 ile 60 arasında değişen ses dalgalarını çevresine yayar. Ses dalgaları, etraftaki cisimlere ve canlılara çarpıp yarasaya geri döner. Yarasa, geri dönen dalgaları yorumlayarak çevresi hakkında son derece detaylı bilgiler edinir. Sistem öyle kusursuzdur ki yarasa, gece karanlığında yakınındaki bir sineğin ne tarafa hangi hızla uçtuğunu tespit edebilir. Yeri belirlenen bir sineğin yarasa karşısında yapabileceği fazla bir şey yoktur. Oysa bazı güveler sineklerden çok daha üstündürler. Tıpkı bir kısım insanın veya ulusun diğerlerinden üstün olmaları gibi! Çünkü onlar, diğer güveler ve böceklerden farklı olarak, tıpkı AWACS uçaklarındaki gibi bir “erken uyarı” sistemi ile donatılmışlardır.

Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailelerinden olan güvelerin kanatlarının altında bir “erken uyarı sistemi” gibi çalışan kulaklar bulunur. Bu kulaklar güve için son derece hayati öneme sahiptir. Güve kulakları sayesinde kendisinden 100 metre uzaktaki yarasayı duyarak yerini kestirebilir. Dahası yarasanın ortalıkta öylesine mi dolaştığını, yoksa kendisini hedef alan bir saldırıya mı başladığını belirleyebilir. Güvelerin kulakları, yarasaların yaydıkları çok düşük frekanslı ses dalgalarını algılayabilecek biçimde yaratılmışlardır. Böylesi akıl ve teknoloji üstü güce sahip hayvanlar için ne denebilir?

Bu durumda akılcı Aristotelesçileri, evrimci Darwinistçileri ve laikçi Atatürkçüleri hayvanlarla eşdeğer de tutmak, hayvanlara haksızlık olmaz mı?

Hayvanların da insanlar gibi rızkları, ecelleri, his, sezgi ve duyguları, düşünce ve davranışları, güven ve korkuları, dost ve düşmanlıkları, barış ve savaşları, görecekleri, duracakları ve karşılaşacakları olayları belirlenmiş ve “o kitap”taki programa göre düzenlenmiştir.

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” En’am. 38

"Ben hep gize baktım, gerçekliğin gizine. Bütün yaşamım boyunca, herkesin karşılaştığı bir soru aklımı kurcalamıştır: Yaşamın ve ölümün anlamı! Bu, aslında, başlangıçtan bu yana her düşünen hayvanın takıldığı tek sorudur. Düşünen hayvanlar, ölülerini gömen tek hayvandır, ölümü düşünen tek hayvandır. Karanlıklar içindeki yolunu aydınlatmak, ölüme uyum sağlamak içinde, yaşamı boyunca uyum sağlayan bu hayvanın elinde sadece iki ışık vardır. Birinin adı din, ötekinin adı bilim." Jean Guitton

Ancak insanlık tarihinin ilk cinayetini işleyen Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi üzerine; Habil’in cesedini ne yapacağı konusunda kara kara düşünürken, bir karganın toprağı eşerek kendisine yol göstermesiyle kardeşini toprağa gömmesi unutulmamalıdır.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Hayvanların düşünce, mantık ve iradeleri var mı?

İnsanoğlunun başka bir yaratık olan hayvandan üstün oluşu; özgür bir akıl, düşünce, irade, dilediğini yapma ve düzen kurma bağımsızlığına sahip olduğu bir özerklik hakkı elde ettiğinin mi, yoksa işlevi ve sorumluluğundan dolayı kadersel avantajın sağladığı ayrıcalığının bir sonucu mu?

Oysa doğayı inceleyip muhakeme edebilenler; hayvanların, hatta mikroskobik böceklerin dâhisel zekâ ve yeteneklerini irdeleyebilenler; en tartışılmaz ve somut olan hayat laboratuarındaki gerçekleri otokritik yapabilenler; mutlak bir kadersel düzenin varlığına inanır; gerek insan, gerek hayvan ve gerekse gözle görülmeyen canlıların bir program dâhilinde varlıklarını sürdüklerini kavrayabilirler.

Tabiatı araştıran her akıl sahibinin Yaratıcı eserleri, “Mutlak İrade” ve “Etkin Akıl” karşısında teslim olması gerekirken, aykırı yollara saparak düşsel yalanları bilimselleştirmek suretiyle başkalarını kandırabilmeleri; şüphesiz aklın, düşüncenin ve iradenin kesinlikle bağımsız olmadığını kanıtlanmakta; böylece doğru-yanlış, gerçek-yalan, iyi-kötü ve Yaratıcı-yaratık dualitesinin kadersel doğrultuda yönlendiği ortaya çıkmaktadır.

Birçok olayda olduğu gibi, özellikle “arı ve karıncalar”’ın hayatları, işlev ve yaşam biçimleri, bilim adamlarının rasyonalist felsefelerini, pozitivizm bilim kuramlarını, hücresel beyin anlayışlarını ve evrim hipotezlerini yıkarak geçersiz kılan ve mutlak iradenin kâinatsal düzeneğini kanıtlayan zincirsel halkanın zenginsel misalleridir.

Hayvanlar âlemi önyargısız irdelendiğinde, insanlık âleminden farksız kadersel düzene göre nasıl programlandıkları anlaşılabilmektedir.

Arıların dünyası incelendikçe bilim adamlarının şaşkınlıkları daha da artmıştır. Onları şaşırtan; altıgen, yamuk, eşkenar dörtgen gibi matematiksel şekillerle ilgili hesaplamaların ve bu şekillerin hangisinin peteğin neresinde bulunacağı gibi detayların arılar tarafından eksiksiz bir şekilde biliniyor ve yapılıyor olmasıdır. Yani mantıksal bir işleyiş!

Örneğin; arılar konusunda yazılmış önemli eserlerden olan “The World of Bees” kitabında araştırmacı Murray Hoyt, petek yapımını şöyle özetlemektedir: “Bir sürü farklı arının, ağızlarındaki balmumunu gerekli yere bıraktıktan sonra aynı kalınlık ve şeklin oluşması şaşırtıcıdır. Bütün bunlardan, on binlerce böcekten her birinin kendi kendilerine usta birer mühendis ve deha olduklarının kanısına varıyorsunuz.”

Arılar, petek hücrelerinin genişliğini ve kalınlığını hassas algılayıcı (duyum) tüyleri sayesinde ölçerler. Arıların duyum tüyleri, özellikle çene ve antenlerde yoğun olarak bulunur. Bir balarısının tek bir anteninde 8500’e yakın algılayıcı tüy ve 500.000 algılayıcı hücre tespit edilmiştir. Arılar bu tüyleri kullanarak, ördükleri hücrelerin duvar kalınlığını ölçerler. Bu ölçümü yaparken son derece titiz hareket ederler. Bir hücreye balmumu ekleyen arı, hücrenin duvarını sürekli olarak hafif hafif iter. Duvarda oluşan harekete göre hücrenin elastikiyetini ve kalınlığını anlar. Bütün bu işlemlerin sonucunda ortaya yine mucizevi bir durum çıkar.

Bütün arıların balmumundan ürettikleri petek duvarlarının kalınlığı tam olarak 0.07 mm.dir. Vücut yapısı çıplak gözle dahi incelenemeyecek kadar küçücük olan arının akıl almaz bu bilgi, zekâ ve yeteneğini kendisine kazandıran, acaba zerrecik beyni ve mantığı mıydı? Eğer insanı hayvandan ayırıp üstün kılan aklı ve iradesi ise, neden insanoğlu arıdaki mühendislik dâhiliğine ve kabiliyetine sahip değildir?

Evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin bile bu küçük canlılar karşısında şaşkınlığa düşerek, şöyle demişti: “Balarısına dair ne söyleyebiliriz ki?”

Evrimciler; arıların, bu özelliklere ilk ortaya çıktıklarında sahip olmadıklarını ve bütün özelliklerinin uzunca bir zaman süreci içinde birbirini izleyen tesadüfler sonucu medya geldiği ve geliştiğini iddia ederler. Bu durumda cevaplanması gereken bazı soruları sorarak; evrimcilerin, her iddialarında olduğu gibi, dayanaktan yoksun teorilerini incelemekte fayda vardır.

Öncelikle kendilerine tamamen yabancı bir madde olan balmumunun içeriğini arılar nasıl ve hangi araçlarla keşfetmişlerdir? Ve nasıl olup da her arı aynı formülü, aynı kıvamı hatasız olarak milyonlarca yıldır tutturabilmektedir? Arılar balmumu gibi ideal bir malzemenin üretimini yapabilecek sistemleri, bilimi ve teknolojiyi nasıl keşfetmişler ve vücutlarında nasıl oluşturarak üretim mekanizmasını elde emişlerdir? Nasıl bir iletişim kurmaktadırlar ki son derece hassas, karmaşık ve zor olan petekleri olağanüstü bir teknikle inşa edebiliyor, etkileşebiliyor, eğitilebiliyor ve hiçbir hata yapmıyorlar?

Bir an için arıların herhangi bir şekilde peteğin hammaddesi olan balmumunu üretmeyi başardıklarını varsayalım. Bu başarı tek başına hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü arı, aynı zamanda, yapacağı inşaat için gerekli olan tüm teknik bilgi, proje ve beceriye de sahip olmalıdır. Yine bir arının ‘hiç mümkün olmasa da’ bu özelliklere rastlantı eseri sahip olduğunu varsayalım; bu da kesinlikle yeterli olmayacaktır. Söz konusu arı, bu bilgiyi bir şekilde diğer koloni üyelerine öğretmek zorundadır. Ve onların bedenlerinde de balmumu üretmek için gerekli olan sistemi oluşturması gerekmektedir. Ayrıca, daha sonra gelecek olan nesillere de bu bilgiyi ve üretim sistemini aktarmak için gerekli olacak okullara ve eğitimcilere ihtiyaç vardır.
Bunu hangi üniversite, teori, akıl, mantık, öğreti, bilim, teknoloji ve iletişimle yapmayı başarmaktadırlar?

Charles Darwin, özellikle koloniler halinde yaşamaları nedeniyle “sosyal böcekler” olarak adlandırılan arı ve karıncaların davranışlarını kendi teorisinin mekanizmaları ile açıklamakta zorlandığını pek çok ifadesinde itiraf etmiştir. Türlerin Kökeni adlı kitabında sorduğu bir soru ile Darvin, teorisinin içgüdüler konusunda içine düştüğü çelişkiyi şöyle vurgulamaktadır; “içgüdüler doğal seçmeyle kazanılabilir veya değişikliğe uğratılabilir mi? Arıyı, -büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden- petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?”

Darvin’in neden kendi teorisini sorgulayacak kadar zor durumda kaldığı, arıların petek yapımı incelendiğinde hemen anlaşılabilecek açıklıktadır.

Arıların bu yeteneklerini, yeryüzündeki akıl, mantık ve bilinç sahibi yegâne varlık olan insan ile kıyaslayarak düşünelim. Bir insan, kendi istek ve iradesiyle vücudunda işine yarayacak herhangi yeni bir salgı oluşturarak bir şey başarabilir mi? Örneğin ihtiyaç duyduğu anda tükürük bezlerinin tutkal üretmesini sağlayacak yeni bir sistemi tasarlayıp, bunu vücudunda geliştirerek, gerekli spesifik niteliğe kavuşturup petek misali bir yapı inşa edebilir mi? Elbette ki hiçbir insanın böyle bir şey yapamayacağı malûmdur. O halde, eğitimli ve sözde özgür irade sahibi üstün bir insanın beyin, mantık ve şuur sahibi bir varlık olarak başaramadığını, bir arının başarabilmesi mantıken makul müdür?

Arı gibi bir canlının nasıl bir eğitimi, beyni, aklı veya zekâsı olabilir ki, üstün olan bir insanın yapamayacağı inanılmaz bir mühendisliği ve projeyi başarabilmekte, tasarladığı ve ürettiği balmumundan hem petek inşa edebilmekte hem de gıdaların şahı olan balı üretebilmektedir. Topladığı çiçeği nasıl bir prosesten geçirerek bal haline dönüştürebiliyor? Böylesine bir keşfi başarabilmiş, müthiş bir akıl, mantık, bilgi, yetenek ve teknolojiye erişebilmiş tek bir insan göstere bilinir mi? Arı, üreyen yavrularını nasıl etkiliyor da bilgi ve yetenek edinebilmelerini sağlıyor? Neredeyse imkânsız olan böyle bir üretimi onlara öğretebiliyor ve hiçbir sapma olmaksızın görevlerini yapmalarını sağlayabiliyor? Nasıl bir okul, fabrika, bilim ve teknolojiyle!

Arı gibi minnacık böceksi bir dâhinin inanılmaz zekâsı ve becerisini fiziksel olarak beynin büyüklüğü, hücre sayısı, iradesi, eğitimi, mantığı, aklı ve şuuruyla bağdaştırmak mümkün müdür? Akıl denen soyut tanım, hücre denen somut maddelere bağımlıysa, zerrecik bir beyinde ne kadar hücre olabilir ki olağanüstü işler başarabilsin?

Acaba insan; sahip olduğu akıl, irade ve gücüyle yeryüzünün en zengin besini olan balı üretebilir mi?

Böylece beyni mutlak bir güç gibi egemenleştirenlerin ortaya attıkları bağımsız akıl ve iradesel teorilerin ütopyadan ibaret hurafeler olduğu aşikârdır.

Kâinattaki canlı her varlığın düşünce ve davranışı, önceden belirlenmiş ve takdir edilmiş bir program doğrultusunda gelişmekte ve buna göre kurulan düzenler temelinde bilgiler, keşifler ve üretimler devam ederek, ya ilkel ya da uygar süreç sürmektedir. Dolayısıyla yaratılan her canlı kaderin bir tutsağı olmasından, taslanan büyüklükler çerçöp olabilmektedir.

Birçok böcek ve arılar gibi karıncaların da insanoğlundan çok daha bilgili, duyarlı, yetenekli, çalışkan, sosyal, mücadeleci, intizamlı ve sabırlı olmaları başka bir örneklemedir.

Yeraltı dünyasının kralı, hayvanlar âleminin en çalışkan ve en disiplinli canlılarından olan karıncaların toprağın altına saklı yaşamları, ancak gelişmiş etnik bir şuurun plânlayabileceği kadar akılcı ve düzenlidir. Kuraklığa karşı tedbir almaları, aralarında son derece akılcı bir iş bölümü yapmaları, görevlerini yaparken hataya düşmemeleri ve zor durumlar karşısında gösterdikleri fedakârlıklarla karıncaların yaşamı, bütün kâinatı yöneten mutlak iradenin tartışılmaz bir belgesidir.

Her karınca türünün kendine has olan yaşam tarzı, araştırmacıların sadece mucize olarak açıklayabildikleri akıl örnekleriyle doludur. Bunların en ilginç olanlarından birisi de; kurak topraklarda kendilerini besin deposu olarak kullandırtan “balküpü” karıncalar, savaşçı asker karıncalar ve şifa veren doktor karıncalardır.

Karıncalar besinlerini üretip depolarken, yavrularını gözetir, kolonilerini korur ve savaşırlar. Hatta “terzilik” yapıp, “tarım”la uğraşan, “hayvan yetiştiren” kolonilerde mevcuttur. Aralarında çok güçlü bir iletişim ağı bulunan bu minnacık böcekler, toplumsal örgütlenme ve uzmanlaşma açısından bakıldığında; hiçbir hayvanla kıyaslanamayacak üstünlüktedirler. Hatta insanlar dâhil!

Çok geniş bir alana yayılarak yaşamalarına rağmen, cüsseleri de düşünüldüğünde, karıncaların hiçbir karışıklık çıkarmadan düzeni korumalarını hiçbir bilim adamı açıklayamamış ve evrimci Darvin dahi şaşırmıştır. Düşünün ki bugün düşük nüfuslu ve uygar bir ülkede, hatta bir ailede bile ahlakı benimsetmek, asayişi sağlamak, toplum düzenini devam ettirebilmek için çeşitli yaptırımlara, yasalara ve kuvvet birimlerine başvurulmaktadır. Bu birimlerin başlarında da mutlaka kendilerini yöneten ve yönlendiren aracı bir idari kadro bulunmaktadır. Bütün bu yoğun çabalara rağmen düzen ve birlik sağlanamamakta, savaş ve karışıklıklar giderilememektedir. Acaba karıncalar bu işi nasıl başarabilmektedirler?

Tıpkı insan toplumları gibi karıncalar da koloniler halinde yaşayarak, aralarında insani toplumların başaramadığı mükemmel bir işbölümü yapmaktadırlar. Düzenleri yakından incelediğinde, oldukça orijinal bir toplum yapısına sahip oldukları görülmektedir. Ayrıca birçok yönden insanlardan çok daha fazla çalışkan, üretken ve fedakâr olmaları üstün zekâlarından mı, iradelerinden mi, yoksa ona göre programlanmış olmalarından mıdır?

En ilgi çekici yönlerinden biri ise, insanlarla karşılaştırmak gerekirse; toplumlarda görülen zengin-yoksul ayrımı, iktidar mücadelesi, böbürlenme, benlik gütme, süslenme ve haset gibi hırsları bulunmamalarıdır. Sürekli sabır ve şükür halindedirler.

Karıncalar üzerine uzun yıllar araştırma yapmış pek çok bilim adamı, onların ileri sosyal davranışları konusuna henüz bir açıklık getirememişlerdir. Washington Carnegie Enstitüsü Başkanı Dr.Caryl P. Haskins’in bu konudaki samimi itirafı şöyledir: “60 yıllık araştırma ve çalışmadan sonra hâlâ karıncaların detaylı sosyal davranışlarına hayret ediyorum. Koku ve vücut lisanına dayalı karmaşık, fakat kendilerinin kolayca anlayabileceği bir sistem oluşturmuşlar. Karıncaların bazı kolonileri, nüfus ve yaşama alanı açısından o kadar geniştir ki; bu denli büyük bir alanda kusursuz bir düzen oluşturabilmeleri, açıklanabilecek gibi değildir.”

Bir karıncanın koku alma yeteneği en az bir köpeğinki kadar gelişmiştir. Bu geniş kolonilere bir örnek olarak Afrika’nın İshikari sahilinde yaşayan, “Formica Yesensis” adındaki karınca türünü verebiliriz. Bu karınca kolonisi 2,7 km2 alanda, birbirine bağlı 45 bin adet yuvada yaşar. Yaklaşık 1.080.000 kraliçe ve 306.000.000 işçiye sahip olan koloniyi, araştırmacılar, “Süper Koloni” olarak isimlendirmektedirler. Koloni içinde tüm üretim araçlarının ve yiyeceklerin düzenli bir biçimde takas edildiği ortaya çıkarılmıştır. Dünyada insan başına düşen karınca sayısı bir milyondur.

Her karınca kolonisin de insansal düzenlerle kıyaslanamayacak nitelikte çok daha iyi işleyen bir yönetim biçimi, ordu ve idarecileri mevcuttur. Tıpkı insan âleminde olduğu gibi koloniler arası ve düşmana karşı müthiş bir savunma savaşı yaparlar. Akıl almaz savunma taktikleri geliştirerek çok güçlü ve devasa düşmanlarını dahi mağlup ederler. Asit üreten ve sayı saymayı bilen karıncalar olduğu gibi, gerektiğinde kolonilerini korumak uğruna intihar ederek düşmanlarına zarar veren “intihar komandosu” karıncalar da mevcuttur. Ayrıca, kamuflajın ustaları olarak tanımlanan “Besiceros” cinsi karıncalar, araştırmacı La Selva tarafından “usta illüzyonistler” olarak isimlendirilmişlerdir. Çünkü bazen “görünmez” olabilmektedirler.

Çok ilginçtir, “köleci karıncalar” vardır. Bazen bir koloninin askerleri başka bir koloniye saldırarak, “köle” avına girişirler. Karşı koloninin yuvasını işgal ederek kraliçeyi öldürür ve bedenleri larvalarla dolu karıncaları esir alarak kendi yuvalarına götürürler. En önemlisi kraliçenin kuluçkadaki larvalarını çalmalarıdır. Bu larvalar daha sonra genç karıncalara dönüşerek, egemen koloni için yiyecek arayan veya depolayan, koloni kraliçesinin çocuklarının yetişmesine yardımcı olan ve böylece genin devam etmesini sağlayan “köle karıncalar” haline gelecekler ve yaşamları boyunca “köle” gibi çalışmaya mahkûm olacaklardır. Tıpkı insan âleminde olduğu gibi!

Bir de asalak karınca kolonileri vardır. Bunlar bir saldırı halinde toplanıp kolonilerini korumak yerine paniğe kapılarak kaçmaya çalışır ve esir düşerler.

Karıncaların akıl almaz yaşamlarını doğal seleksiyonla ya da evrimsel sosyalleşme süreci ile bağdaştırmak, gerçeği saptırmaktan başka bir şey değildir. Zaten Darwin de bu gerçeği itiraf etmiştir.

Akıl; davranışları düzenleyen, muhakeme gücüyle yargılayabilen, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan, emniyeti tehlikeden, barışı savaştan, kazancı kayıptan, eğitimi cahillikten, başarıyı yenilgiden ayırma kabiliyet ve dirayetini gösteren egemen bir yeti olarak tanımlanır. Akıl, insanı hayvandan üstün kılan ve üretken iradesiyle keşifler gerçekleştirmesine neden olan bağımsız bir güç olarak adlandırılır. Akıl, bazı yargıların başka yargılar ile mantık bakımından bağımlı olduklarını kavramak, olayları güden kanunları bulmak ve bu kanunlara dayanarak tutarlı tasarılar ve projeler geliştirerek başarıya ulaştırmaktır. Pratik açıdan ise, gerekli araçları tam ve şuurlu bir şekilde kullanarak hiçbir engel tanımaksızın istenilen amaca ulaşabilmesini sağlayan merkezi bir kudret olarak değerlendirilir…

Akıl; basit çağrışımlarla, duygularla, vahiyle, içgüdülerle veya kadersel programla değil, görüp tutulabilen ve duyulabilen somut delillerle ve muhakeme yolu ile yargılayıp keşifleri gerçekleştiren ve bilimi üreten egemen bir kuvvet olarak görülür. Buna göre; mantıklı düşünemeyerek yargılayamayan ve muhakeme edemeyen bir canlının bilgili veya yetenekli olabilmesi ve bir şey başarabilmesi mümkün olamaz diye düşünülür. Böylesine egemen olduğu iddia edilen bir yetinin sahip olduğu zekâ, bilgelik ve devasa tecrübesiyle ufkun ötesini görememesi, olumsuzlukları ve kayıpları engelleyememesi, dilediğini yapamaması, dualiteye son verememesi, tek tip düzen kuramaması, arı ve karınca gibi böcekler kadar duyarlı, yetenekli ve sosyal olamaması; şüphesiz mantıksal ve iradesel korkunç bir paradoks olmakta, dolayısıyla bilim adına ortaya atılan teorilerin nasıl bir yalan olduğu da kanıtlanmaktadır

Peki, insansal düzenden üstün böylesi akıl almaz bir düzeni sistem üzerine oturtan, yöneten ve yönlendiren kimdir? Öyleyse insanların hayvandan üstünlüğü iradesel mi, kadersel mi?

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O’nun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu ve yönetimi O’nun elindedir.)" Hud. 56

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” Hud. 6

15 Ekim 2009 Perşembe

Al Capone'a hakaret…

Başbakan Erdoğan’ın; sinsi bir bölücü, sömürücü ve bozguncuların en dehşetlisi olan Aydın Doğan’ı ünlü mafya lideri Al Capone ile kıyaslama yanlışı, Al Capone aleyhine hiçbir aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği bir haksızlık ve aşağılamadır.

Al Capone, 1930 ABD yasalarının yasakladığı alkollü içki kaçakçılığı yaparak, yasakların doğurduğu fırsatları lehine çevirmek suretiyle hem maddi hem de politik güç kazanması, şüphesiz devletin teşviksel yasaklarından ve yetkililerin menfaat bilinçli işbirlikçi tutumlarından kaynaklanmıştır. Kendine rakip suç örgütlerini tasfiye etme ve yıldırma gayesiyle devletin çıkar odaklı politik ve bürokrat yetkililerin “tek adamla” muhatap olma stratejileriyle bir temizlik operasyonu başlatılmış, dolayısıyla seçilen Al Capone, suç çeteleriyle savaşa girişerek, Bugs Moran çetesi gibi yasadışı örgütleri, söz konusu devlet çetesinin onayı, yardım ve yataklıklarıyla öldürerek yahut devre dışı bırakarak, devlet-mafya ortaklığının temsilci baş aktörü olmuştur.

ABD ekonomisinin zor günler yaşadığı o dönemlerde, neredeyse politikacı, yargıç ve güvenlik güçlerinin tamamı gayrimeşru ilişkilerin ortağı ve rüşvet çarkının birer dişlileri olup, irili ufaklı tüm çeteler, alt veya üst düzey yetkililerce korunup gözetilmekteydi. O dönem ABD, mafyanın ve kara paranın hüküm sürdüğü, dolayısıyla sokaktaki halkın geçim araçlarının kurutulduğu bir yer olmakla kalmayıp, mafya belasını da diğer ülkelere angaje ederek, açık bir merkez üssü konumundaydı. Geçmişin ekonomik çapulcu mafyası ABD, bugün politik bir küresel mafyaya dönüşerek, çok daha ürkütücü olduğu malumdur.

Siyaset, ekonomi ve mafya organizesinin arkasındaki yönetici güç; Yahudi ve mason localarıydı. Eski mafya liderlerinden Thomasso Buscetta'nın soruşturma sırasında adından söz etmesiyle deşifre olan Banker Juerg Heer'in şok uyandıran açıklamaları, her türlü kirliliğin arkasındaki gücün Yahudi ve masonlar olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Tıpkı Aydın Doğan ve TÜSİAD’lı birçok üyenin arkasında oldukları gibi!

Al Capone gibi mafyamsı örgütler, hiçbir zaman halkın dini, ırkı, rejimi ve düşüncesiyle ilgilenmez, bölücü terörist faaliyetlerde bulunmazlar. Mafyanın ekonomik ve politik gücü, ancak devletin duruşuyla orantılıdır. Al Capone’nin tahmin edildiğinden daha da güçlenerek kontrol edilemez bir seviyeye ulaşması, işbirlikçi politika, bürokrat, yargı ve bankacı ortaklarını ürkütmüş, deşifre olabilme tedirginliklerinden dolayı müştereken işledikleri suçlardan değil, vergi kaçırdığı iddiasıyla yargılanarak hapse mahkûm edilmişti. Oysa Al Capone, gayri resmi verdiği rüşvetlerle doğrudan devlete değil ama devletin temsilcilerine resmi orantının çok üstünde ödeme yapıyordu. Amaç; devlet, hükümet ve yargının saygınlığını korumak, böylece adalet manipüle edilerek, sözde kötü adamın toplumdan soyutlanmasıydı. Asıl kötü Al Capone mu, yoksa ona yol açıp destek veren politikacı, yargıç, medya ve bankacılar mıydı?

Al Capone’nun kartvizitinde “Kullanılmış Mobilya Satıcısı" yani eskici, Aydın Doğan’ın kartvizitinde ise; “medya patronu, ünlü işadamı ve vergi rekortmeni” yazılı. Bu durumda hangisi daha riyacı, etkili ve tehlikeli?

Aydın Doğan’ın Al Capone misali yükselişi iktidarlarla olan iğrenç çıkar pazarlıkları, tehdit veya şantaj ilişkisine dayalı olup, sahip olduğu medya imparatorluğunun avantajını kullanarak alçakça halkı sömürmüş; laik-Müslüman ayırımı yaparak birlik ve beraberliliği bozmuş; hükümetleri devirmiş; Türk-Kürt bölünmesinde önemli bir bayraktar olmuş; darbecilere arka çıkarak meşruiyetlerine zemin hazırlamış; toplumsal ahlakı darmadağın etmiş; Kemalist diktatörlüğünün sözcülüğünü üstlenmiş; vahye savaş açmış; din ve namus kavramını ayaklar altına alarak insani değerleri bitirmiş ve kendine rakip kim varsa, Al Capone gibi mertçe savaşarak öldürmemiş ama iftira ve fitneleriyle öldürmekten daha beter yapmıştır.

Allah, Bakara Süresi 191. ayette: “Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür” buyurarak; Aydın Doğan’ın, Al Capone’dan çok daha kötü olduğunu vurgulayan emri dikkatle önemsenmelidir. Çünkü fıtratları ve suçların toplumsal tepkisini en iyi bilen Yaratıcı’dır.

Böylece Aydın Doğan’ın yanında Al Capone’nun nasıl masum ve kıyasının mevzubahis olamayacağı tartışılmazdır.

Başbakan Erdoğan’ın politikalarını her ne kadar tasvip etmeyip eleştirsem de; gerek Ergenekon Terör Örgütü, gerek mafya, gerekse tüm iktidarların hizmet erliğini yaptığı Aydın Doğan gibi bir korku imparatoruna karşı onurlu duruşundan dolayı tebrik ediyor, cesaret ve kararlılığından geri adım atmayacağını umuyorum.

Mafya liderine güç katan adamları nasıl aynı derecede suçlu ve katil iseler; Aydın Doğan’ın yanındaki yazar ve gazetecilerde aynı seviyede halk düşmanı bir sömürücüdürler. Aksi takdirde vicdanı ve onuru olan bir insan, asla onun yanında çalışamaz ve destek çıkamaz.

Ayrıca “Harami bir parti” olan CHP’nin Aydın Doğan’a desteği yanıltmamalıdır. Çünkü o CHP, Ergenekon Terör Örgütü gibi acımasız katillere, bölücülere ve isyancılara sahip çıkmış, ülkede ne huzursuzluk ve karışıklık var ise; hepsinin ardında CHP’nin olduğu unutulmamalıdır. Aynı ilke, düşünce ve duyguyla hareket etmelerinden;
Aydın Doğan=CHP’dir.

Şu bir gerçek ki; hükümet, adaletin yerine gelebilmesi adına çabaları her ne kadar takdire şayanda olsa; Aydın Doğan’ın yıllardır kök saldığı bürokrasi ve yargıda lehine kararlar çıkartıp kollanabileceğine şüphem yoktur. Hükümet ve yargının ideolojik sürtüşmesi, millet iradesinin hâkimiyetini, dolayısıyla hükümetin icraatını baltalamakta, böylelikle Aydın Doğan gibi sömürücü ve bölücü imparatorlar; ya kendi ideolojindeki ahbaplıkları, ya arşivlerinde sakladıkları şantajlarla, ya da ekonomik çıkarlarla yetkililer üzerindeki hegemonyalığını sürdürebilmeleri, felaketin ta kendisidir. Velev ki hükümet, yandaşları lehine bir ayrıcalık yapsa da!

Aydın Doğan’ın acımasız ve bencil duygu ve fikirleriyle yetişen kızı Arzuhan Doğan Yalçındağ, Yahudi ve mason localarının talebiyle TÜSİAD başkanlığına getirilmesiyle Türkiye ve halkının seçtiği hükümet aleyhine giriştiği provokasyonlarla TÜSİAD’ın gizli amaçları da deşifre oldu. Ekonomik bir güç gerekçesiyle iktidarlarca şımartılan TÜSİAD, tamamen Siyonizm’e hizmet eden masonik bir kuruluştur. Sadece prestij kazanabilmek maksadıyla üyeliği kendilerinde bir izzet ve ayrıcalık sanan bazı bihaber üyeler, nasıl sinsi bir örgütün içinde bulunduklarını bilmeden hem milletine hem de hükümetlerine büyük bir ihanet içindedirler.

TÜSİAD Başkanı ve Doğan Holding Yönetim Kurulu üyesi Arzuhan Doğan Yalçındağ, babasının intikamını alabilme delaletiyle hükümete, daha doğrusu Türkiye’ye savaş açıp, lobi çalışmalarında Başbakan Erdoğan’ı Rusya Devlet Başkanı Putin’e benzeterek, efendileri Yahudilere şikâyet etme cüretkârlığıyla yardım talep etmesi, asla hoşgörüyle karşılanmamalı ve bağışlanmamalıdır. Tıpkı bölücü ve darbeci Cumhuriyet mitinglerindeki sloganları kullanan Yalçındağ, İslam ve Türk düşmanı Yahudi Cemaati’nin etkili ismi Ariel Cohen’e; “Türkiye korku cumhuriyetine dönüştü. Düşünce özgürlüğü yok. Sokaklarda gezmeye korkuyoruz. Zaten (Erdoğan) Putin oldu. Tek adam diktatörlüğüne döndü. Basın özgürlüğü de yok" iftirasında bulunarak, babası gibi nasıl bir ajan ve hain olduğunu kanıtlayabilmiştir. Peki, Ariel Cohen’den beklentisi neydi? Çıkarları uğruna yapmayacakları hiçbir şey yoktur.

“Brütüs'ün yasadığı yerde Sezar ölmeye mahkûmdur.” SCHILLER