30 Eylül 2009 Çarşamba

Bilimin maymunları ve dâhileri…

Pozitivist bilim, sadece cismi varlığı ve maddeyi ele alır. Ne Yaratıcı Tanrı’dan, ne ruhtan, ne de meleklerden, gözle görülmeyen canlılardan, kader ve vahiysel geçmiş ve gelecekten söz eder. Metafiziksel düşünce; tarih süresince “Tanrı Bilimi” gibi bir takım değişik anlamlar kazanmaya çalışsa da, Tanrı’nın, fizik ya da doğa ötesi şeylerin üstünde bir kara bulut gibi dolaştığını varsayar.

Ruhsal olan Yaratıcı, yarattığı cisimlerden dilediğine programladığı ruhu katmak suretiyle “can” oluşturmuş, kendi ruhundan üflemediği ya da belirlediği müddet sonunda ruhları çekip almasıyla fiziki ölümü gerçekleştirmiştir.

Pozitif bilim, gerçeğin bu gizi ile ilgili tatmin edici bir açıklama yapamamanın acziyeti içinde çırpınmasına rağmen, yine de yaratıcılık ütopyasından vazgeçmemiştir. Gerçeğin üstü örtülü, erişilmez olduğunu düşündürmüş, onun geçici olarak inandırıcı bir serap misali düşen gölgesini anlamaya başlanıldığı zaman; örtünün altında ne olduğu sorusu insanları ya saçmaya ya da gize götürmektedir.

Evrimci bilim adamlarını saçmaya götüren hipotezleri; sözde geliştirdikleri teknolojilerle sonsuza dek bir yaşam geliştirebileceklerini, yapay organ ve uzuvlar üreterek, binlerce kat daha etkili çalışabileceklerini iddia edebilmektedirler.

Oysa beden, organ veya uzuvların tek başına atıl, ölü ve hiçbir fonksiyonlarının bulunamayacağı apaçık ortadayken; onlara can, his, zihin, duygu ve fiziki özellik kazandıran ruhu nasıl geliştirecekler? Sadece kan hücrelerinin yerini alacak nanobotlarla tanrısal bu yaratıcılığı aşabilmeleri mümkün mü? Taş devrinden kalma diye nitelendirdikleri yaratımı ve kadersel yazgıyı; yeniden programlayarak, önce yaşlanmayı sonrada tersine çevirebilmeyi, yaşam ve akıl için asli olan “ruh” olmadan başarabilmeleri tartışılmaz bir şarlatanlık ve bilimin güvenirliliğine açık bir darbedir.

Daha taş devrinden kalma hastalıklara çare bulamayan, öldürücü ve sakat bırakıcı mikropların üremelerini durduramayan, düaliteyi yok edip sadece iyiyi etkinleştiremeyenlerin yeni bir insan yaratabilme faraziyeleri, şüphesiz yaratıcı Allah inancını bitirmekten ve aciz bir yaratık olan insanı tanrısallaştırmaktan öte başka bir amaç taşımamaktadır.

Bilim adına şarlatanlık yapan maymunlara gerekli mesajı, bilimin duayeni Newton veriyor. "Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum."

Ne var ki yaşam; ne geçmişte ne günümüzde ne de gelecekte düşünce ve teorilerle yönlendirilememiş, kaderin ortaya koyduğu hüküm yenilememiştir.

Pozitif bilimin keşfedemediği, üzerinde deneysel ne bir araştırma ne de bir gelişme gösteremeyip, çözemediği ve sadece düşsel kuramlarda şekillendirdiği gen formasyonu, neden fonksiyonel özelliğini koruyamıyor, inanılmaz paradokslara sebep oluyor ve bilgi ortamından fiziki yaşama indirgenemiyor? Ruhun işlerlik kazandırdığı fiziki bir aparatını, ruh olmadan çözebilmek mümkün mü?

Yaşamın ve canlılığın anahtarı olan ruh hakkında hiçbir bilgileri olmayıp somut bir analiz gerçekleştiremeyenlerin madde merkezli teorisel tanı ve teşhisleri, bilimi ütopikleştirerek paçavraya çevirmektedir.

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin işlerindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”
İsra. 85

Ünlü bilim adamı Pascal, kadersel yazgı, yani ruhsal bilgilendirmenin bir deha örneğidir. Acaba nanoteknolojileriyle böylesine bir zekâ yazılımı ve kader yaratabilirler mi? Henüz 12 yaşında iken, hiç geometri bilgisine sahip olmadığı halde daireler ve eşkenar üçgenler çizmeye başlayarak, bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu keşfetti. 13 yaşındayken ise, hiç kimsenin çözemediği, “Eucleides’in otuziki problemini” çözmüştü. Pascal, 15 yaşında konikler üzerine bir eser yazdı. Bu eserin mükemmelliği karşısında Descartes, bunun Pascal gibi bir çocuğun eseri olabileceğine inanmakta çok güçlük çekmiş ve hayretler içinde kalmıştı. 18 yaşında ise, aritmetik işlemlerini mekanik olarak yapan bir hesap makinesi icat etti.

Pascal, yalnızca teorik bilimlerde değil, pratik ve deneysel bilimlerde de yetenekli ve şaşılacak bir orijinalliğe sahipti. 23 yaşında, Torriçelli’nin atmosfer basıncı ile ilgili çalışmasını incelemiş ve bir dağa çıkartılan barometredeki civa sütununun düştüğünü, yani yükseklerde hava basıncının azaldığını, civa sütununu hava basıncını tuttuğunu, yoksa Aristotelesçilerin ya da evrimcilerin söylediği gibi, tabiatın boşluktan nefret etmesinin rolü olmadığını kanıtlamıştır.

Diş ağrısından uyuyamadığı bir gece de rulet oyunu ve sikloid ile ilgili düşünceler üzerinde durmuş ve sikloid eğrisinin özelliklerini keşfetmiştir. (Sikloid Eğrisi; bir çemberin bir doğru üzerinde ötelenmeden, dönerek ilerlemesi sırasında, çember üzerindeki bir noktanın koordinatlarının oluşturduğu geometrik yol. Genellikle dişli hesaplarında veya freze-torna hesaplarında kullanılır.)

Zamanının önemli bir matematikçisi ve astronomicisi olan Ömer Hayyam'ın da “Euclid Geometrisi” üzerine çalışmalar yaptığını hatırlatmakta yarar görüyorum.

Pascal, Fermat ile yazışarak olasılık teorisini kurmuş ve bir binom açılımında (polinomların özel hali) katsayıları vermiştir. “Pascal Üçgeni”’nin keşfi de ona aittir. 25 yaşında iken kendisini felsefi ve dini düşüncelere adamış, 39 yaşında çok genç yaştayken ve geriye çok şey bırakarak Paris’te ölmüştür. Matematikte dahi olan Pascal; vahyi, ruhsal gücü ve imanı savunarak, “Gerçeklik yalnız akılla değil gönül gözü ile de görülür, gönül gözünün de kavrayıcı, bilici bir gücü vardır.”
“Olayı gördüler de nedeni görmediler.”

İşte, “Vahiy ile bilim” arasında gerçek bir diyalogun doğum sancısının çekildiği günümüzde, diyalogun başlatıcıları arasında önemli bir yere sahip olan Pascal’ın sergilediği “inanç”, geometri kurallarına dayanmaktadır. Onun kiliseyle, papalıkla ters düşmesinin nedeni de, dinsel sorunların akıl ilkeleri dışında açıklanamayacağı varsayımıydı. Nitekim bu konuda kuşkuculuğun gerektiğini bile öne sürmüştür.

Evet, Pascal, böylesi inançlı bir bilim adamı ve gerçek bir düşünürdü. “Allah’ı duyan gönüldür, akıl değil; inanç, Allah’ı gönülde duymadır, akılda değil.”
“İnsan, Allah için yaratılmamışsa mutluluğu Allah’da bulmasının gereği nedir? İnsan Allah için yaratılmışsa Allah’a karşı direnmenin anlamı nedir?”


Din ile bilim arasında paradoks yaşayarak değersiz unvan ve cüppeleriyle şov yapan günümüz evrimci ezbercilere, deneycilere ve kopyacılara bilim adamı demek, keşifler gerçekleştirmiş bilim adamlarına büyük bir hakarettir. Gerçek bir bilgiye sahip olamadıklarından Yaratıcı’yı ve vahyi reddetmekte, ne olduğunu bile bilmedikleri aklı, fiziği, düşünceyi ve beyni tanrılaştırabilmektedirler.

Pascal’ın ifade ettiği gibi, “Bilimin azı Allah’tan uzaklaştırır, ama çoğu O’na götürür.”

Bilim tarihinde çok önemli bir yeri olan Pascal, gerçekleri kavrayabilmiş fevkalade inançlı bir bilim adamıydı. Pascal, sözlerinde Allah’ın matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz ve mutlak gücünü ifade etmiştir.

Mutlak iyiyi arayan insanların çoğu mutluluğu saltanatta, nesnel bollukta ya da eğlencede bulur. Bilgeler ise, tüm bu eğilimlerden uzak kalmayı, kendi görüşlerine uygun bir düşünce ortamı sağlamayı ister.

Tarihin dehaları olarak adlandırılan bilgelerin, sanatçıların ve iktidar sahiplerinin biyografileri incelendiğinde; zihinsel fonksiyonlarla duygusal oluşumların ortaya çıkardığı sonuçlar, fevkalâde farklı fikir, arzu, eylem ve sonuçların doğmasına neden olmakta ve değişkenlik engellenememektedir. Zekânın ve iradenin gelişimine sebep olan ruhsal etkinin nasıl bir yönlendirme ve dürtüyle varlık kazandığı bilimsel olarak açıklanamamaktadır. Ruhun ve ona bağlı zihin ve duyguların soyut yapılar içermeleri, pozitif bilimce çözüme kavuşturulamamaktadır. Vahyin bir neticesi olarak ortaya çıkan tüm bilgilerin yaşamla örtüşmesi, kaderin tartışılmaz varlığını ve doğruluğunu kanıtlamaktadır.

Ünlü kimyacı ve tıp dâhisi Pasteur, biyoloji bilgini ve mikrobiyolojinin kurucusuydu. Pasteur, çocukluğundan itibaren öğretmen olmayı çok istiyor, üstelik öğretmenleri de kendisini teşvik ediyordu. Ancak mutlak irade, onun büyük bir bilim adamı ve tarihe geçecek önemli bir kâşif olmasına karar verdiğinden; düşüncesi, dileği ve öğretmenlerinin çabaları başarılı olamadı.

Pasteur, çok yoksul bir ailenin çocuğuydu. Hekimlik, veterinerlik, cerrahi, ebelik ve sağlık bilgisi onun buluşlarıyla köklü değişimlere uğradığı gibi, kimya ve maya sanayi de, Allah’ının lütfettiği deryasal ilmiyle yepyeni imkânlara kavuştu.

Günümüzün namütenahi teknolojik ve bilimsel imkânlarına rağmen, yeni keşifler başaramayarak hiçbir sözden ve saçma hipotezden öte ilerleme katedemeyen bilim kisvelerine karşın Pasteur, daha 26 yaşındayken yayınladığı billur bilim hakkındaki inceleme yazısıyla bilim dünyasına adını duyurarak, “stereokimyanın” ilk temelini attı.

Koyunlarda ve tavuklarda görülen şarbonla ilgili ilk aşıyı, kuduz aşısını, sirkenin oluşumunu ve şarapta görülen hastalıkları keşfetti. İpek böceğine zararı dokunan bir hastalığı araştırırken, mikroorganizmaların bulaşıcı hastalıklara ve intanların (mikroptan ileri gelen hastalık) yayılmasının sebebi olduğunu ortaya çıkardı. O güne kadar Aristo felsefesi ve evrim teorisiyle hareket eden tıp dünyası, Pasteur’un kendiliğinden türemenin bir hayal mahsulü olduğunu kesin olarak ispat etmesiyle; her oluşumun bir yaratıcısı, yönlendiricisi ve nedeni olduğunu, gözle görülemeyen virüslerin dahi bir program dahilinde ürediklerini savundu. Embriyoların kendiliğinden meydana gelmediği doktrinini açıklarken, evrimci bilim adamlarıyla çok büyük tartışmalar yaşadı ve önü kesilmek istenerek tehdit ve şantajlarla karşılaştı.

Pasteur, yıllarca eğitimini alıp kendini otoriteliğe yükselten teorilere karşı gelmesi ve tıp akademisinde köhnemiş kuramlara ayak direyenlerle mücadele etmesi, gerçeğin gizemini kavramış olmasındandı.

Akademik kariyerine neden olan bilgilerin etkisinden ve öğretisinden sıyrılabilmesi, öncesi ve örneği olmayan farklı düşüncelerle apayrı bir yapılaşmanın içinde yer alması ve keşifler yapabilmesi, pozitivizmin, evrenizmin ve rasyonalizmin temel ilkelerine tamamen aykırı bir gelişme ve mutlak iradenin tartışılmaz bir üstünlüğüydü.

Pasteur, en önemli buluşlarından biri olan kuduz aşısını, birçok kaşifin gerçekleştirdiği ve kendisinin de itiraf ettiği üzere bilimsel bilinçli bir çalışmayla değil, “rasgele” bulmuştur. Her ne kadar hayatta rasgele hiçbir şeyin vuku bulmadığı ve her şeyin kaderde yazılan tevafuk bir gereklilikten ürediği mutlaktır. Sokrat der ki: “Kâinatta tesadüfe, tesadüf edilmez.”

Bir çocuğun köpek tarafından ısırılması sonucu; Pasteur, inceleme amacıyla kuduz mikrobunu bir şişeye koyar. Lâboratuarındaki camın kenarına koyduğu şişenin içine rüzgârla bir küf girer. Bir kaç gün sonra kuduza neden olan mikrobun yok olduğunu görür. Buna neden olan küfü araştırarak kuduz aşısını bulur ve serumunu gerçekleştirir. Yeni doktrinlerden yana olanlarla, buna itiraz edenleri karşı karşıya getiren bu buluş, Pasteur’ün zaferini ilan eder. Yaratıcı, ince ve sezilmez yollardan yardım etmez ve imkânlar hazırlamasaydı, bu ve diğerleri keşfedilebilir miydi?

Çok güçlü bir Allah inancı olan Pasteur, yaşadığı dönemde
Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle pek çok sözlü saldırıya ve günümüzdeki laiklerin yaptığı gibi baskı ve hakaretlere uğramış ve bilim çevrelerince yaptırımlarla karşılaşmıştı. Ancak o, öylesine cesur ve kararlıydı ki, ulumalara kulaklarını tıkayarak yolundan dönmedi…

Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor.”
“Bilim insanı Allah’a götürür.”


Allah’ı ve dinini inkâr edenlerin, neden bilimden uzak birer şarlatan maymun olduklarını anlayabildiniz mi?

“Bildiğimizi zannetmemiz, öğrenmemizin en büyük düşmanıdır.” DR.C.BERNARD

29 Eylül 2009 Salı

Diğerleri farklı mı?

Öze inilmeden yapılan yargılar, kötünün sinsice kökleşerek, yayılıp bakileşmesine, dolayısıyla söküp atılamama gibi bir imkânsızlığa yol açmaktadır. Sağlam zemin üzerine inşa edilmemiş yapıların en basit olumsuzluklarda dahi yıkılabilecek tedirginlik doğurması, yapıların en çürüğü olan örümcek evlerinden farksız bir dayanıklılıkta olduklarını ortaya koymaktadır.

Laik ve putperest Türkiye Cumhuriyet devletinin temelleri; malum Atatürk’ün “din ve namus telakkisini ortadan kaldıran, kuvvetlenmenin ve çabuk zengin olmanın” dinsizlik ve namussuzlukla mümkün olunabileceği düşünceyle atılması; adı, programı ve görüşü her ne olursa olsun tüm partilerin bu temel ilkeyle hareket etmelerinden harami parti CHP’den hiçbir farkları bulunmadığı tartışılmazdır.

Acımasız kapitalist ve ikiyüzlü liberalizmin vicdansız tüm kurallarını benimseyen taraflar; eş, dost ve yandaşları dışında hiç kimseye merhamet gözetmemekte, devlet imkânlarını eşit ve adaletsi bir paylaşımdan yana tasarruf etmeyerek, lehlerine peşkeş çekebilmektedirler. Atatürk’ün ilkesel düşünce, duygu ve davranışlarıyla hareket etmelerinden dolayı gücü ele geçirmenin kendilerince haklı keyfiyetiyle, and içtikleri “ilke” doğrultusunda kuvvetlenmekte, böylece çabuk zengin olabilmektedirler.

Özellikle politikacı, bürokrat, ilahiyatçı ve akademisyenlerin kötüleri; bazen iyi yanları veya kamuflajlı imajlarından ötürü gerçekleri perdeleyebilmekte, böylelikle ne kadar kötü oldukları anlaşılamayarak, derinsi tehlikenin boyutu fark edilememektedir.

Toplulukların önderleri lehine önyargılı davranarak, akıl almaz gerekçelerle hata ve yanlışlarını savunabilmeleri ya da inatla inkâra kalkışmaları; yalanın, çıkarcılığın ve fırsatçılığın daha da yayılmasına, kötülüğün meşrulaşmasına sebep olmaktadır.

Einstein der ki: “Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki peşin hükmü söküp atmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

İnsanoğlunun liderleri veya olayları özde değil de yüzeyde değerlendirerek hükme varmaları; gerçeği veya yalanı, doğruyu veya yanlışı, iyiyi veya kötüyü kestirememelerine, dolayısıyla tehlikesi gidişatı kavrayamayarak acı ve dehşeti çağırmalarına neden olmaktadır.

Benlikleri coşturan güç, makam, şöhret ve paranın sarhoşsal etkinliği hakkı ve adaleti kıydığı halde sürekli şikâyet eden yığınları uyandırmaması dinsiz ve namussuz düzenlerin varlığını sürdürmesine; düşünce ve inancı ne olursa olsun her kesimi çarklarının arasında öğüterek pespayeliğe dönüştürmesine yegâne sebeptir.

Politika öylesine samimiyetsiz alçak bir kapıdır ki, her kim bu kapıdan içeri girerse; onun bir daha aklanabilmesi mümkün olamamaktadır.

Ruhi yahut fiziki can yakan, emanete ihanet eden, halkı aç ve yoksulken kendisi saltanat sürerek hakları zimmetine geçiren, doğru ve dürüst davranmayıp sürekli saf değiştirmek suretiyle yanıp sönenlerin temizlenebilmesi söz konusu değildir.

Böylesi laik ve putperest bir düzende sadece CHP’yi hedef alıp, AKP ve diğerlerini dışarıda bırakmak, şüphesiz insafsızlık ve haksızlıktır. Atatürk ilkelerine and içip boyun eğen herkes, bilinmelidir ki dinsizliği ve namussuzluğu kabullenmenin, çıkarları peşinde koşmanın, yabancı güçlerin artığı ile beslenmenin ve hegemonyalığına teslim olmanın alçaklığıyla politika yapmaktadırlar. Ancak nabza göre çok iyi şerbet verebilmenin usta hünerine sahip cambazlar, kendilerini saklayabilme başarılarından dolayı değiştirdikleri saflarını ya belli etmeyebilmekte ya da ikna edici argümanlarla yanlışı doğru gösterebilmektedirler.

“Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda da ifade ettiğim üzere; bir İngiliz olan Atatürk ilkelerine bağlı politika yaparak devleti ve milleti yöneten her kim olursa olsun; o bir sömürücüdür, o bir vicdansızdır, o bir yalancıdır, o bir riyakârdır ve onun ne bir safı ne de bir siyaseti vardır.

Geçmişte İngiliz mandası altında özgür köle olan Müslüman milletimiz, bugünde Amerika mandası altında varlığını sürdürmekte, buyruğu doğrultusunda politika üretenler, üzerine and içtikleri ilkelerin gereğini yapmaktadırlar. Öyleyse neden öfkeleniyor, hak ve adalet arıyorsunuz ki? Böylesi bir hurdayı sürebilecek bir şoför mümkün mü?

Hakkın ve adaletin egemen olabileceği siyasi bir temel atılmaz ise, onurlu ve bağımsız bir yapının inşa edilebilmesi ve düzlüğe çıkılabilmesi mümkün değildir.

Tamamen dini yok etme odaklı ahlaksız bir çağdaşlaşmayı kalkınmanın, ilerlemenin ve aydınlanmanın anahtarı zanneden anlayış; İslam referanslı Başbakan Erdoğan ve AKP’yi de “Manukyan Ekonomisi” ne götürmüş, İslam ülkeleri üzerinde emelleri olan haçlıların tehditkâr sermayesine muhtaç kılarak, sözde ekonominin rayına oturduğu izlenimi doğurup, ihanetsel her türlü tavizi koparabilmişlerdir.

ABD emreder, Türkiye yapar. Acaba ABD emretmeseydi, adı “Kürt Açılımı ya da Demokratik Açılım” denen uzlaşma, gündeme gelebilir miydi? CHP ve MHP’nin şovsal ve içtensiz muhalefetine de aldanmayın. Şayet onlar iktidarda olsaydı, AKP’den farksız adım atamazlardı. APO’yu idamdan kurtaran CHP zihniyeti ve sözde milliyetçi MHP değil miydi? APO’yu idam ettirmeyen ABD değil miydi? Hangi şartla APO’yu teslim ettiğini bir hatırlayın…

İktidarda kimin oturduğunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü T.C temelleri bu esas üzerine atılmış, yıllarca savaşılan dinimiz ve ırkımıza amansız hasım haçlıların batılı medeniyetinden taviz verilmeyip müttefik manipülasyonuyla her şart ve koşulda müstemlekeliğinin kabul edilmesi, anayasanın değiştirilemez dolaylı ilkeleri arasında bulunmaktadır.

Sorun iktidardaki kimlikte değil, Atatürk’ün tanrısal hükümleriyle bezenmiş değiştirilmesi, hatta tartışılması dahi mevzubahis ettirilmeyen anayasadadır.

Verilen her oy, işte şikâyet edilen bu anayasayı ve düzeni meşrulaştırmaktadır.

27 Eylül 2009 Pazar

Harami bir parti…

Din, ırz ve namustan daha onurlu ve değerli bir şeyin olmadığı dünyada; ne tarihte, ne de günümüzde örneği bulunmayan ürkütücü bir ilkeyle temelleri atılmış Cumhuriyet Halk Partisi’nin hala varlığını sürdürüyor olması, milletimiz adına fevkalade utandırıcı ve düşündürücüdür.

Manevi kıymetlerden tamamen yoksun materyalist bir İngiliz Atatürk’ünün kurduğu CHP, zenginleşmeyi ve kazanmayı “dinsizlik ve namussuzlukla” başarılabileceği düşüncesiyle hareket ederek; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz” harcıyla atılan temel, CHP’nin gerçekte dinsiz ve namussuz bir parti olduğu; parti yöneticilerinin, üyelerinin ve destekleyenlerinin, böylece bilinçli ya da bilinçsiz dinsiz ve namussuz oldukları belgelenmektedir.


1812 ve 1887 yıllarında ve günümüzde dahi dünyanın en önemli çelik üreticisi olan “Krupp Çelik”’in kurucusu Alfred Krupp; “Kaybedilen para bir şey değildir, ama kaybedilen namus çok şeydir “ inancıyla, İngiliz Atatürk’ünün düşündüğü ve CHP’nin kabul ettiği gibi, kuvvetlenmenin ve zenginliğin namussuzlukla elde edilemeyeceğini, çok zengin ve başarılı bir iş adamı sıfatıyla dikta etmiştir. Unutulmamalıdır ki ilk kurduğu fabrikasında 4 kişi çalışırken, öldüğünde ise fabrikalarında 20000 kişiden fazla işçi çalışmaktaydı.

İnsanı hayvandan ayırıp disipline ederek üstün bir yaratığa dönüştüren din ve namus telakkisinin ortadan kaldırılması, benliğe galebe çaldırıp şeytanı azdırırcasına egemen kılmasından iyi ve güzel ne varsa topyekûn yok olabileceği gerçeği, maalesef beyinci kümbetlerce idrak edilememektedir. Ne var ki dinin ve namusun görünmez ruhi gücü ve etkisi; enerji ile kütlenin çatışma veya çakışmasını sonsuzlukla çarpıp boyutlarını tüm evrene yaymaya başarabilen insanın kavrayabileceği bir kudrettir.

CHP gibi nice din ve namus düşmanlarının vicdansız kalplerini ve muhakemesiz akıllarını ustaca kamufle eden söylemleri; nasıl sinsi bir illüzyonist, hipnoz uzmanı ve akıl manipülatörü olduklarını kanıtlamakta, tıpkı kamuflajın ustaları olarak tanımlanan “Besiceros” cinsi karıncalar misali, amaç ve gayelerini “görünmez” kılabilmektedirler. Shakespeare’in ifade ettiği gibi, “Namus görünmez bir cevherdir; çok kere ona sahip olmayanlar sahipmiş gibi görünürler.”

CHP’nin masonik felsefesi kurulduğu andan itibaren hiç değişmemiş ve tüm kadrolarında örgütlenerek, Halk Evleri ve Köy Enstitüleri gibi kurumlarla kitleleşerek devam etmiş ve Kemalist devlet destekli Atatürkçü kurumlarla perçinlenmiştir.

Mustafa Kemal’in “Kanuni nizam Kur’an’ı azimüşşandır” ilkesine bağlı binlerce masum Müslüman’ın asılmasından sorumlu Ankara İstiklal Mahkemesinin reisi ünlü mason Dr. Reşid Galip, “İslam dininin Türkiye için yol gösterici olamayacağını” vurgulayarak, Kazıklı Voyvoda’dan farksız Müslüman Türk kanı akıtmaya doymamış bir canavardır.

Dinsizliğin, namussuzluğun ve ahlaksızlığın bayraktarı ve ülkedeki en yüksek dereceli masonlardan biri olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, “Halkevleri, vatandaşların medeni, bedii irfan ve zevk ihtiyaçlarını tatmin edecek müesseselerdir" diyerek, iffetli Müslüman Türkiye aleyhine alçakça nasıl bir asimilasyona ve namussuzluğa giriştiklerini itiraf etmektedir.

1935 yılında Atatürk’ün mason localarının kapatılması ile ilgili karar, öyle sanıldığı gibi millet aleyhine büyük bir tehlike arz etme gerekçesinden dolayı değildir. İngiliz Atatürk’ün ölümüne kadar İçişleri Bakanlığını sürdüren ve daha sonra CHP Genel Sekreteri olan Şükrü Kaya, "Halkevlerinin mason localarının işlevini yerine getirdiğini ve bu yüzden mason localarının kapatılmasında bir sakınca görmediklerini" açıklaması, önemle altı çizilmesi gereken bir gerekçedir. Masonların Üstad-ı Azamı Kemalettin Apak, Türkiye'de Masonluk Tarihi adlı kitabında, Kaya'nın bu yaklaşımını şöyle anlatıyor: "Bu 33 dereceli kardeşin toplantısında Şükrü Kaya birader, masonluğun istihdaf eylediği sosyal ve kültürel faaliyetlerin bir müddetten beri Halk Evleri ve Halk Odaları tarafından yapılmakta olduğu göz önünde bulundurularak, masonluğun artık faaliyetlerini tatil etmesi lâzım geldiğine partice karar verilmiş olduğunu, Hükümetin de bu kararı tatbik mevkiine koymak zorunda olduğunu bildirdi."

Açıkça görüldüğü üzere mason localarının kapatılması, halkın uyanmasını engellemek maksadıyla masonlarca alınmış ve hükümete dayatılmış hükümsel bir karar olup, şırıngaladıkları zehirle artık işlevini yerine getirmiş olmalarının güveniyle hiçbir sakınca görmediklerini deklare edebilmektedirler.

Ünlü dil devriminin temellerini atan mason Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’de Köy Enstitülerini masonik felsefe olan “dinsizlik ve namussuzluğu” topluma empoze etmek aracı olarak kullanmıştı.

CHP, totaliter 40 yıllık iktidarında milletin dinini ve namusunu yok edebilmek için öylesi barbarlıklara ve adaletsizliklere başvurmuş, vatanı uğruna canlarını veren şehitlerin geriye bıraktıkları dul ve yetimlerin haklarını gasp etmiş ki, kendilerini ebedileştirebilmek ve sürekli iktidar kalabilmek maksadıyla İngiliz Atatürk’ünü tanrılığa yücelterek; ülkenin her karış toprağı, insanı, devleti ve kamu hazinesi dâhil her şey, sokaktaki hayvanlar ve bitkiler bile İngiliz Atatürk’ün mülkü haline getirmişlerdir.

Kurtuluş Savaşlarında cephede savaşan askerlerin sabahları bazen Üzüm Hoşafı, bazen Yağlı Buğday, bazen Yarım Ekmek yiyerek, öğle ve akşam tek bir lokma bulamadıkları bir mücadelenin ağır ve fedakâr yükü haince unutularak, geriye bıraktıkları gözü yaşlı dul ve yetimlerin açlık ve yoksulluk içindeki sürünmeleri tasa edilmeyerek, sadece kendi çıkarlarını düşünüp, partililerini zengin etme gayretleri, hangi insan vicdanının kabul edebileceği bir hazımdır? CHP, devletin ve milletin sahibi hülyasından asla kurtulamadığından iktidara gelse, yine aynı düşünce ve duygularla talana ve sömürüye yeltenmeyecek mi? Dini ve namusu ortadan kaldıranlardan vicdan, merhamet ve adalet beklenebilir mi?

Atatürk’ün Mustafa Kemal olmadığına başka bir delil ise; Türkiye’nin kendisinin olduğu diktatör anlayışıyla açlıktan midelerinden gümbür gümbür sesler gelen yoksulun, fukaralıktan namusunu satan şehit eşinin ve tüyü bitmemiş yetimin haklarını zimmetine geçirerek dilediği gibi saltanat sürmesi ve partisi CHP’ye acımasızca peşkeş çekmesidir. CHP’ye bağışladığı Türkiye İş Bankası hisseleri, devlet başkanlığı sırasında hak ettiği maaşlarının bir birikintisi mi, yoksa canlarını veren şehitlerin yüzde yüz helal hakları mı? Gayrimeşru yapılan insafsızlıklar öyle diz boyuydu ki, cumhuriyet rejiminin hak ve adalet ilkesine tamamen aykırı sömürülerden Atatürk’ün manevi kızları bile nasiplenmiş, kendilerine ömür boyu yüksek maaşlar bağlanmış, milletin geri kalanı çöplüğe atılmıştır.

Bu nasıl bir kurtarıcıydı ki ayrıcalık yaparak kendini, yakınlarını ve partisini kollayıp kayırarak, devlet imkânları ve yetimlerin haklarını onlara bağışlamak suretiyle diğer vatan evlatlarını saf dışı bırakabilmiştir? Ancak o, Müslüman ve Türk düşmanı merhametsiz ve adaletsiz İngiliz Atatürk’tü… Mustafa Kemal ise böylesi haksız ve adaletsiz bir davranışı aklından bile geçirmezdi.

CHP’nin laiklik ve Atatürkçülük lehine estirdiği korku imparatorluğuyla halkı Müslümanlara karşı isyana teşvik etme ve her sesten irkilme paranoyaları, şüphesiz ilkeleri olan namussuzlukların bir sonucudur. Oysa 17. yüzyılda yaşamış İngiliz rahip ve tarihçi Thomas Fuller; “Namuslu kişiler, ne aydınlıktan ne de karanlıktan korkarlar.” diyerek, Kemalist ve laik CHP’nin namussuzluğunu kanıtlamıştır.

Sözde halkçı CHP, temeli harami olmasından böylesi haksızlıkları ve adaletsizlikleri rahatlıkla hazmedebilir, çünkü din ve namus gibi yüce değerlere sahip olmadıklarından, var olma amaçları tamamıyla bencil ve oportünist bir iktidarda, geçmişte olduğu gibi aç bir sırtlanın avını bekler misali tetikte hazır yığınlarını zengin edebilmek, dinini ve namusunu muhafaza etmeye çalışan halkını baskıyla maneviyattan koparabilmek, çağdaşlık hilesiyle hayvani ilişkilere ve cinselliğe zorlayarak, iffetli genç kızlarımızı fuhşa itmektir.

Harami bir yapının ömrü, kökü olmayan bir ağacın ayakta zorla durdurulmaya çalışılan pis gövdesi kadardır. Bir rüzgâr ya da bir üfleme onu yıkacaktır ama ya o yoksa…

Atatürk’le gerçekte nasıl bir ilişkisi ve yakınlığı bilinmeyip, manevi kızı olarak kamuoyuna takdim edilen sözde manevi kızı Ülkü Adatepe’nin televizyonlara çıkıp; utanmadan dul ve yetim fukaranın hakkı olan aylık beş milyar ile geçinemediğini, özel bir makam aracına, şoföre ve korumaya ihtiyacı olduğunu, Atatürk’ün kendisini çok şık ve pahalı elbiseler giydirdiğini, dolayısıyla aynı klâsı devam ettirmesi gerektiğini söylemesi, her ne kadar vicdanları dağlasa da; haktan, hukuktan, adaletten ve eşitlikten bahseden laik jakoben aydınlarca eleştirilmesi bir yana, üstelik onu savunur bir üslup kullanarak, Atatürkçüğün ve CHP’nin zarar görmemesi için skandalın üstünü kapatabilmeleri, şüphesiz vicdanın yer almadığı “dinsiz ve namussuz” bir ruh ve beden taşımalarındandır.

Susmaya devam mı etmeliyiz?

Namuslu olmayanların siyasetçi olabilmeleri mümkün değildir, bundan dolayıdır ki onlar ancak politikacıdırlar. Siyaset; devleti hak ve adaletle yönetme sanatı olup; kendini, yakınını ve yandaşını zerre kadar ayrıma tabi tutmayıp, etnisite, inanç, fikir ve düşünceye bakmaksızın yönettiğin toplumun tamamını eşitlik ve adalet ilkeleriyle sevk ve idare ederek, ahlak kurallarını acze uğratmadan yemeyip yedirmek, giymeyip giydirmek, binmeyip bindirmek ve halkı güvende olmadan kendini güvende hissetmemektir. Dini ve namusu ortadan kaldıran bir düşüncenin siyaset yapabilmesi mümkün müdür?

16 yüzyılda yaşamış ünlü İspanyol romancı ve şair Miguel de Cervantes; “Namuslu davranmak en iyi siyasettir.”

Yazımdan dolayı hiçbir CHP’linin öfkelenmeye hakkı yoktur. Eğer hesap soracaklar ise; tapınıp önder ve kurtarıcı edindikleri İngiliz Atatürk’üne ve böylesi aşağılayıcı bir ilkeyle varlığını sürdüren parti yönetimini protesto etmelidirler, olmadı derhal istifa ederek ya da desteğini çekerek, hata ve yanlıştan dönmenin erdemliğini gösterebilirler. CHP, Atatürk’ün açıkça deklare ettiği üzere; dinsiz ve namussuz bir anlayışla kurulmuş partidir. Ancak dinsizliği ve namussuzluğu temsil etmesinden, o partide bulunmayı içine sindiren herkes, bilinmelidir ki istese de istemese de dinsizliği ve namussuzluğu kabullenmiş olmanın yaftasıyla dolaşacaktır.

Ayrıca aziz vatanlarını kurtarabilme uğruna geriye gözü yaşlı eş ve çocuklarını bırakan gazi ve şehitlerin haklarını gasp ederek zimmetlerine geçiren CHP; sömürünün, yolsuzluğun ve gaspın bayraktarıdır. Bu sebeple hiç kimseyi eleştirme hakları bulunmadıkları bir yana, dinden, namustan, dürüstlükten ve adaletten bahsedemezler.

Onlar o kadar dehşetsi sinsi bir kötüyle özdeşleşmişlerdir ki bazılarının iyi yanları gizlenmelerine, dolayısıyla çok daha beter olmalarına zemin hazırlamaktadır. 17. yüzyılın Fransız yazarı François La Rochefoucauld; “Nice kötü insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.”

CHP’nin söylemsel aldatıcı görüngüsüne değil, özüne inildiğinde lanetsel varlığı anlaşılacak ve Müslüman bir Türkiye’de yeri bulunmadığı kavranabilecektir.

12. yüzyılda yaşamış saygın ve derin İslam âlimi İmam Gazali;
“Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder.”

Namus bir fert, bir toplum ve bir millet için öylesine hayati bir değer ve fıtratsal bir dürtüdür ki hiç kimse, ama hiç kimse onunla oynamamalı, ülkeyi geriletecek, terörleştirecek ve düzeni yerle bir edecek bir müdahalede bulunmamalıdır. Kötülüğün diğer bir adı da olan namussuzluk, Allah tarafından da önemle vurgulanmış, isnadın dahi lanetlenmeye sebep olduğunu açıkça buyurmuştur.

“Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onlar için çok büyük bir azap vardır.” Nur 23

26 Eylül 2009 Cumartesi

Müslüman Mustafa Kemal mi, ateist Atatürk mü?

Şekli Mustafa Kemal, aslı İngiliz bir dublör olan Atatürk adlı tanrısallaştırılmış bir müstebitin hükümranlığındaki Türkiye; hastanede gözlerini açan bir bebekten ölüme kadar portresi ve heykelleriyle büyümekte, söz ve düşünceleriyle beyinler yıkanıp baskı ve tehditle putperest bir mecburiyete mahkûm olunmaktadır.

Doğuştan ölüme kadar her yer ve zeminde onu görmek, anmak, ilkelerine itaat etmek ve saygı duruşunda bulunmak, Kemalist devletin olmazsa olmaz bir koşulu olarak milletimize dayatılmakta, Allah’ın gerçekleri gösterip hidayete erdirdiği ve muhakeme yetisi olan insanlar müstesna, yoldan çıkmış herkes onu aklında ve kalbinde yaşatmakla övünebilmekte, aydınlığa ulaştığı serabıyla ayakları yerden kesilebilmektedir.

Atatürk’ü sevmeyen, saygı duymayan, ilke ve inkılâplarını ve şahsı münhasır milliyetçiliğini kabul etmeyenlerin “VATAN HAİNLİĞİ” ile aşağılandığı totaliter bir ülkede; hür irade, düşünce ve inancın var olabilmesi mümkün olamamakta, dolayısıyla düşman saflar oluşturularak, Türkiye ne huzura kavuşabilmekte, ne gelişebilmekte, ne de hak ettiği güce ulaşamayarak; bağımlı bir müstemleke, adaletsiz ve eşitsiz üçüncü bir dünya ülkesi olmaktan ileri gidememektedir.

Allah’a, Resulüne ve Kur’an nizamına iman etmiş kendimizden olan Müslüman ve Türk bir Mustafa Kemal yerine, ateist bir İngiliz Atatürk’üne teslimiyetimiz, hiçbir ülkede eşine rastlanmayacak bir zillet, hakirlik ve çağ dışılığa sebep olmaktadır. Yalan, hile ve ihanetlerle Türk milletini oyuna getiren din aleyhtarı, haçlı lehtarı putperestler, Müslüman bir Mustafa Kemal’i baş tacı etmekten ise, İslam ve Türk düşmanı bir Atatürk’ü tanrısal önderliğe yüceltmek, ne acıdır ki tüm milletimize kapkara bir leke çalmakla kalmayıp, milli ve manevi özünden kopararak başkalaştırmıştır.

Müslüman Türk Silahlı Kuvvetlerinde yıllarca komutanlık yaparak, orgeneralliğe ve MGK Genel Sekreterliğine kadar yükselmiş bölücülüğü ve teröristliği tartışılmaz Tuncer Kılınç adlı bir ataist, “Atatürk milliyetçisi değilseniz vatan hainisiniz” meydan okuyucu açıklamalarıyla, aslında değil bir orgeneral, Türk Ordusu gibi imanlı ve şerefli bir camiada er dahi olabilecek bir liyakate sahip olamayacağını açıkça kanıtlamaktadır.

En korkunç handikap ise; gerek TSK’ da, gerek bürokraside, gerekse meclis ya da hükümette iştigali ile ilgili başarı ve yetenekler önemsenmeyip, Atatürk’e tapınma derecesi ölçü alınarak rütbe ve makamların dağıtılmakta, dolayısıyla ödüllendirilerek, vicdan, bilgi ve maharetleri olmayanların işgal ettiği kurumlar yumağı, birleştirmektense bölebilmek için bindikleri dalı kesebilmektedirler.

Dini ve milleti adına canı pahasına mücadeleler verip hâkimiyetin monarşide değil, halkta olmasını savunan Mustafa Kemal, asla kendisinin diktatörlüğünde totaliter bir devleti savunmamış, şahsi bir tabulaşmayı istememişti. Ancak İngiliz Atatürk, monarşi ve derebeylikle yönetilen ülkelerde olduğu despot bir Atatürk Devletini kurarak, halkın özgür ve egemen olması gereken “cumhuriyetin” anlam ve mahiyetine de darbe indirmişti.

Cemal Kutay ve damızlık ürünü çağdaşlarının; “Damarımı kesseler Atatürk akar” söz ve inançları, devletin zorlamasıyla neslimiz üzerinde büyük etki yapmış; düşünce, duygu ve ölümsüz addedilen tanrısal varlığı, her şeye hükmeden bir Atatürkçülüğü doğurarak, çağlar öncesi putperestlik sapkınlığı günümüzde meşrulaşabilmiştir.

Dikkatle irdelendiğinde Atatürk’ün yaptığı kanlı devrimler, tamamen din, yani vahiy odaklı olup, sanayi, ticaret, bilim, teknoloji, eğitim, kültür ve sanata hiç önem verilmeyerek, dünyayla rekabet edebilecek bir ilerleme kaydedilmemiş, keşifler gerçekleştirilememiş, istihdam oluşturulamamış, Türk lirasının 1921’deki yabancı paraya karşı olan değeri, 1938’de gerileyebilmiş, Merkez Bankası banknot hacmi, 20 yılda sadece %20 artabilmiş, yerli kaynaklar atıl olmaktan çıkarılıp ekonomiye kazandırılarak, yoksul halkın refah düzeyi daha da kötüye götürülmüştür.

Oysa Mustafa Kemal, birlikte savaştığı ve yoklukla mücadele ettiği halkı aç ve fakir iken, kendisi tok olmaz ve anlatıldığı gibi saltanat içinde vicdansız bir yaşamı içine sindiremezdi.

1938 yılında Türkiye mali sorunlarla mücadele eder ve Türk halkı kuru bir ekmeğe muhtaç iken; Atatürk’ün içinde sadece yaklaşık 6 hafta kaldığı Savarona adlı yatı, bir Amerikalı bayandan 4.milyon Dolar ödeyerek satın alması, işte o vicdanlı Müslüman Mustafa Kemal’in yapabileceği merhametsiz bir israf olamazdı.

Söz konusu yat, dönemin en ihtişamlı özel yatı olup, dünyanın dört bir yanından getirilen tarihi ve paha biçilmez eşyalarla donatılmış, kralların, şahların, sultanların ve devrin en zengin adamların dahi almaya cesaret edemediği Savarona’yı Atatürk’ün satın alabilmesi, fukara halkını ne kadar önemsediğini ve milletiyle birlikte elem ve keder çekmediğini gözler önüne sermeye yetmektedir.

Ekonomisi gelişmemiş, halkı refah düzeyine ulaşmamış yoksul bir ülkenin sözde saltanata son veren devrimci ve sözde kurtarıcı devlet başkanı; neden vicdanının sesini dinlemeyerek, böylesi insaf dışı bir lükse ihtiyaç duymuştu?

Atatürk, İstanbul’a geldiğinde, Osmanlı Devleti tarafından Saltanat Gezinti Gemisi olarak 1903’te yaptırılan ve II. Abdülhamit’in bir kere olsun binmeyip, önce Haliçte demirli kalan ve sonra II. Abdülhamit tarafından I.Dünya Savaşı sırasında donanmanın emrine verilerek, İstanbul’dan Çanakkale’ye cephane taşıyan Ertuğrul Yatı (gemisi) ile geziyor ve yabancı misafirlerini ağırlıyordu.

1938 yılında İngiliz Kral VII. Edward, İstanbul’u ziyaret ettiğinde bacadan dökülen kurum, amansız Türk düşmanı Majestelerinin beyaz pazenlerine kirletince, Atatürk, Çanakkale’de zafer yazan şehit ve gazilere cephane taşıyan tarihi Ertuğrul’un hurdaya gönderilmesine karar vererek, yeni bir cumhurbaşkanlığı yatı araştırılması için emir vermiş ve Savarona satın alınmıştı.

Atatürk’ün Kralı Edward’ın kurumla kirlenen pazenlerine Çanakkale’deki şehit kanlarının simgelerinden Ertuğrul gemisini kurban etmeye kalkışması, onun asla bir Türk olamayacağını ortaya koymaktadır. Acaba Mustafa Kemal, İngilizlere karşı savaşan Müslüman Türk milletine hizmet etmiş ve anılarla dolu böylesi kanla boyanmış bir gemiyi, İngiliz Kralının pazenlerini kirletti gerekçesiyle hurdaya gönderir miydi?

Eğer Atatürk, Çanakkale Savaşında o yiğit Müslüman Osmanlı Türk askerleriyle birlikte savaşsaydı, yaklaşık 80 bin askerimizin karınlarını deşen, bedenlerini kalbura çevirip parçalayan o barbar İngilizlerin Kralının basit bir bez parçası olan pazenlerine gösterdiği hassasiyeti, pejmürde yırtık pırtık elbiseleri ve helal bedenleri kanla bezenmiş şehitleri anımsar ve acımasız işgalci düşmanına böylesi bir tazimi sindiremezdi…

Tüm gerçekler ne kadar berrak ve tartışılmaz delillerle ortaya konsa da, Allah’ın buyurduğu; kalplerinin üstüne perde çekilmiş, kulaklarına da ağırlık verilmiş kimseler; her türlü mucize görseler bile yine de inanmamakta direnir, vicdanlı ve yansız bir yargıya gidemezler.

Kanın yerini alarak damarlara kadar girip sürekli kalbi pompalamak suretiyle tüm hücrelere can kattığı düşünülen İngiliz Atatürk’ü öyle bir çırpıda söküp atmak imkânsızdır. Fiziki bir uyuşturucunun dahi temizlenmesi çok zor koşullarda ve zaman diliminde gerçekleşirken, ruhsal bir temizlenmenin olasılığı öyle kolay değildir. Ancak yeni neslin zehirlenmesini engellemek maksadıyla Müslüman Mustafa Kemal’i işlemek, mutlaka meclis ve hükümetin duruşuyla mümkündür.

Gerek askeri gerekse sivil eğitimdeki Atatürk putperestliği geleceğimizin daha da berbat olacağını işaret etmekte, milletimizi çağlar öncesi felakete götüren bu sapkınlıktan kurtarmak ve aslına döndürebilmek için herkesin canla başla vazife yapmasının hayati bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kemal, şeriata bağlı dini birliktelikle Müslüman Türkiye Ordusunu komuta ediyor ve zaferden zafere koşmasının yakın bir tanığıydı. Farklı etnik, inanç ve düşüncede olan ordu ve halk, şeriatın getirdiği mutlak adalet güveninden dolayı aynı insancıl hisleri paylaşıyor ve bir bütün olarak hareket ederek, muhalif veya aykırı tek bir ses, kenetlenmiş ahengi bozmuyordu.

Ancak Mustafa Kemal’in şehit edilmesinden sonra diktatörlüğe getirilen İngiliz Atatürk, apaçık intikam alırcasına bütünlük içerisinde vatanlarını zalim haçlı gâvurlarına teslim etmemek adına mallarıyla ve canlarıyla savaşmış onbinlerce gaziyi ya ipte sallandırarak ya da kurşuna dizdirerek şehit etmiş ve geriye yığınla gözü yaşlı dul ve yetim bırakarak, ya açlığa ve susuzluğa ya da genelevlere sermaye ederek, haçlıların yapmaya başaramadığı vahşeti ve kirliliği yapabilmişti. Batı merkezli laik inkılâplar için yapılması meşru sayılan bu canilik, ancak intikam hırsı ile yanıp tutuşan ünlü Drakula Kazıklı Voyvoda misali bir Müslüman ve Türk düşmanının işleyebileceği bir barbarlıktı.

Gerek geçmişteki, gerek günümüzdeki gerekse gelecekteki bölünmenin, dağılmanın ve çatışmanın yegâne önleyici anahtarı; DİNİ BİRLİKTELİKTİR. Gerisi yalandır ve büsbütün körükleştiricidir.

Ateist İngiliz Atatürk’ün değil, Müslüman Mustafa Kemal’in yolundan gidin, umulur ki kurtuluşa erersiniz…

“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hale geldiği noktaya gelince, o rejim mahkûm olmuştur.” Montesquieu

Artık İngiliz Atatürk’ünün egemenliği bitirilmelidir…

Mustafa Kemal’in öldürülmüş olması ve İngiliz Atatürk’ünün tanrısal varlığı hiç mi hiç ne devleti ne de politikacıları ilgilendirmekte, İngilizlerin çağdaşlık adına Müslüman Türk milletine yaftaladıkları yapay kurtarıcı dublörün sorgulanmasına gerek duyulmayarak, perçinleşmiş bağnaz putperestlikleri, ineğe ve bilumum heykel ve yaratıklara tapan Hinduları aratmayacak neoilkelliktedir.

Bu öylesine akıl ve mantık dışı mühürsel bir itikattır ki, tapılan Atatürk’ün kimliğine dahi lüzum görülmeyip, Müslüman bir Türk olan Mustafa Kemal’in akıbetine aldırış edilmeksizin fevkalade somut delillerin üzerine gidilmemesi, gerçeklerin aydınlanmasını istememektendir.

Artık “ne mutlu Türk’üm diyene ya da Türk milliyetçiliğinin” yerini, “ne mutlu Atatürkçüyüm diyene ve Atatürk milliyetçiliğinin” alması, günümüzde tartışılan Türk-Kürt tartışmasını bile geride bıraktıracak bir Atatürkçülüğün tüm sathı kuşattığı apaçık ortada olup, hiç kimse bu sinsi tehlikeye dikkat çekmemekte, böylece yakın bir gelecekte tıpkı Kürtler gibi Türklük mücadelesinin de başlayabileceği kaçınılmazdır.

Neden mi?

Türklük=Müslümanlıktır. Gerek geçmişte gerekse günümüzde Türklerin İslam’la birlikte anılması ve devletin resmiyetteki laik ve Kemalist yapısı uluslar arası arenayı hiç bağlamamakta; Türkiye ve Türk milletini İslam ve Müslümanlıkla beraber çağrıştırmalarından zoraki dayatılan resmi ideolojinin milletçe hazmedilmeme bilinciyle politikalar izlemelerine neden olmaktadır. Bu sebeple büsbütün öfkelenen Kemalistler, İslam karşıtlığına en kuvvetli argüman olarak kullandıkları Atatürk’ü, cumhuriyet manipülasyonuyla daha da ön plana çıkararak; çatışmaya, hatta parçalanmaya götürebilecek savaşsı bir ayrışmanın terörist organizasyonlarını yapmakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Onun için şeriatçı Mustafa Kemal’in İngilizlerce öldürülmesine bilakis sevinmekte, İngiliz Atatürk’üne sımsıkı sarılarak, İslam’ı ve Müslümanları saf dışı bırakabileceklerinin bitmek tükenmez planlarını yapmayı sürdürmektedirler.

Oysa milletin dini kimliği, devletin totaliter laik ve Atatürkçü yasalarını acze uğratmakta, dolayısıyla halkın haykırışı karşısında susmaktan öte elinden hiçbir şey gelmemektedir.

Türkiye’nin ve Türklerin İslam’la özdeşleşmeleri putperest Kemalistleri fevkalade huzursuz etmiş, Müslüman milletimizi temsil eden milli ve manevi değerimiz İstiklal marşı yerine Atatürk adına onuncu yıl marşının yapılması, Türk milliyetçiliği yerine de Atatürk milliyetçiliğinin sinsice işlenmesi, yeni neslimizi Müslüman kimlik ve şöhretlerinden koparmakta ve ecdadına tamamen yabancılaştırmaktadır.

Örneğin; gerek milletvekili andı ve gerekse anayasada itaati zorunlu olan ilkeler, neden Mustafa Kemal’in adına değil de Atatürk’ün adına? Yoksa Mustafa Kemal’in Kur’an’a olan bağlılığı ve şerri hukuk sistemini özümsemesi mi bir İngiliz ata’ya mecbur kılıyor?

Mustafa Kemal, “Kanuni nizam Kur’an’ı azimüşşandır” kayıtsız ilkesiyle, Allah’ın yardımı ve peygamberimizin ruhaniyetine sığınarak, devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilebilmesi için bazı yeni yasaların çıkarılmasını öngörmüştü.

Bilinmelidir ki çıkarmak istediği yasaların başında halkının can güvenliği; ırk, namus ve malının korunması, vergi toplanması, halkın askere alınıp silâhaltında tutulma süresi gibi hususlar gelmekteydi. Yoksa 1000 yıllık bir kültürü, ilmi ve bilimi yok edecek ve Türk milletini bir anda cühelaya dönüştürecek bir harf inkılâbı ve kendi gibi Müslüman olan Türk milletini asimile edecek bir laikliği; onurunu, ırzını ve namusunu ortadan kaldıracak batıl bir çağdaşlığı (şehveti ve cinselliği) değil…

Dünyada can, ırz ve namustan daha kıymetli bir şey yoktur. Hele Türkiye gibi Müslüman ve haysiyetli bir toplum için! Unutulmamalıdır ki bir insan bu hayati değerleri tehlikede gördüğünde, fıtratı kötü olmasa bile, canını ve namusunu koruyabilmek için olmadık çarelere başvurur ve vurduğu da günümüzde sıkça görülmektedir. Bunun devlet ve memlekete nasıl büyük zararlar vereceği ve verdiği açıktır. Asimilasyonla hayvani duygulara erişmemiş her insan; can ve namustan emin olmasından dolayı sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, devletine güveninden ötürü işi ve gücü ile ülkesine ve milletine yararlı olur.

Ancak şeriat yasaları; can, ırz, namus ve mal konularında tüm halkına gereğince garanti verir. Yaratıcısına olan iman ve inancı reddedip aklı, yani benliği, nefsi üstün tutan laik yasalar; bugüne kadar bu garantiyi verebilmiş ve suçluları caydırarak asayişi sağlayabilmiş midir? Yoksa “insan hakları” adına teşvik edip, daha beter bir azmettirmeye mi meşrulaştırmıştır? Suçu devlet hazırlar, suçlu işler…

Mal güvenliğinin olmadığı yerde, kimse devlet ve toplumuna güvenemez ve kendini bir parçası hissedemez, ülkesinin yükselmesi ve birbirleriyle yardımlaşmasıyla ilgilenmez, hep korku ve tedirginlik içinde yaşayarak üzüntü ve sıkıntıdan sıyrılamaz.

Ana ve babanın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik edilmesini hükme bağlayan şerri yasalar; yasalara aykırı hareket eden şöhret, makam ve rütbeleri ne olursa olsun herkese eşit davranmayı, adaleti küçültüp suçluları büyültecek hatır ve çıkar kayırmalarından özellikle kaçınılmayı, cüret eden bilhassa üst düzeydeki insanlara özel ceza yasalarını teşvik ederek, cürümlerini ağırlaştırmaktadır. Ancak laik ve kapitalist düzenlerdeki “bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar” felsefesi, halkı adalete inanmadığı vahim bir noktaya getirmekte, dolayısıyla adaleti baltalayan rejim mahkûm olmaktadır. Ama kime ne? Ne de olsa halkı köle gören kapitalist bir laik düzenin umurunda mı?

Ne var ki düzenin ancak şeriatla sağlanabileceğine inanan Mustafa Kemal’in umurundaydı.

Dünya yaratıldığından itibaren tüm toplumların başarılı olabilmeleri için sığındıkları; huzuru, sağlığı ve bereketi bulabilme gayesiyle dua ile yakardıkları bir Tanrı’ları vardır ve Tanrı’nın lanetine karşı kötülük ve haksızlık yapmaktan korkarak, Tanrı’larının kendilerini görüp izlediği inancıyla O’nun dilediği ve razı olacağı yoldan ayrılmamaya çalışırlardı. Devletin değil, Tanrı’nın lütfu veya gazabı insan için bir ölçüydü.

Ne var ki çağdaşlığı, bilimi ve medeniyeti; cinsellik, fuhuş, eğlence, sarhoşluk ve şehvette zanneden eçhel aydınlar; kendilerini mahvetmekle kalmayıp, Türkiye milleti gibi nadide ve örnek bir toplumu da bozmuşlardır. Duyma, görme ve kavrama yetileri tamamen özürlü olan batılı damızlıkların fışkırttığı laik ve Kemalistlerin (ataistlerin) vicdan gibi bir muhasebeleri olmaması yüzünden Allah’a tapan tüm insanları çağdışı ve hasım görebilmeleri, insaniyetsizliklerinden dolayı lanetlenmiş olmalarının bir sonucudur.

Kurtuluş Savaşında İngilizlere unutulmayacakları yenilgiyi tattırarak “üzerine güneş batmayan imparatorluk” namlarını paçavraya çeviren Müslüman Türk Ordusu ve Mustafa Kemal, intikamcı ve kinci İngilizlerce hala çok tehlikeli bir düşman bellenmekte ve anılmaktadır.

Bu sebeple İngilizlerin en büyük nişanları olan “Dizbağı” nişanını Mustafa Kemal’e değil, kendilerinden olan İngiliz Atatürk’e verdikleri tartışılmaz delillerdendir. Böylesi şok edici büyük bir nişanın Atatürk’e nasıl ve neden verildiği konusunda konuşulmak istenmiyor ve onun “İngilizler beni sever” açıklamasıyla şüphelerin üstü kapatılmaya çalışılmak istense de, gerçeğin açık perdelerini kapatmaya hiç kimsenin gücü yetmemektedir. Binlerce askerini öldüren, gemilerini batıran, dünyadaki itibarını ayaklar altına aldıran, vatandaşlarını babasız, kocasız ve oğulsuz bırakan Müslüman bir Türk Komutanına böylesi bir nişan sunulabilinir mi?

Artık gün, o gündür ki, tıpkı Saddam Hüseyin’in heykellerinin devrilmesi misali bizden olmayan İngiliz Atatürk’ünün Türk milletine hükmeden tanrısal heykelleri yıkılmalı, saygı duruşlarına son verilmeli ve ilkeleri dikkate alınmayarak, gerçek atamız Mustafa Kemal yâd edilmelidir.

İşte Mustafa Kemal…

“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizami, hepimizin bildiği Kur’ân-ı Azimussan’daki açık ve kesin hükümlerdir. İnsanlara manevî mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır”

İşte İngiliz Atatürk…

Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz.”

Atatürk, dünyayı ve canlıları yaratanın Allah değil, tabiat olduğuna inanarak, ateistliğini itiraf eder.

“Natür (tabiat) insanları türetti, onları kendisine taptırdı da. İnsanlar bu manada hürriyete hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar. Çünkü malumdur ki, insan tabiatın mahlûkudur.”

“Tabiatın ve tarihin mahsulü olan bir millet, Allah korkusunu hiçe sayar. Tabiatın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.”

“Muhammed, Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen, dini meseleler ve dini düşünceler, pek derin bir sirette, zihnini işgal ediyordu. Muhammed, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. “

“Tarihi noktai nazardan da müteala edildiği zaman görülüyor ki, Muhammed, birdenbire Allah’ın Resuluyum diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunların ıslahı içün tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisine vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammed’den evvel de Araplar, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi….”

“Muhammed, gerek dini meselelerde gerekse ictimai hususlarda bir ıslah yapmak lazım geldiği zaman kendini hiçbir şeyle bağlı görmemiştir.”

Müslüman bir Türk olan Mustafa Kemal ile ateist bir İngiliz olan Atatürk'ün devasa aykırı düşünceleri, Türk milletine karşı olan sevda ve nefretleri; herhalde başka bir söze gerek bırakmamaktadır. Her şeyde bir neden ara, nedensiz hiçbir şey yoktur…

Ruhun çekirdek dokusu maddenin atom yapısından çok daha muhteşem ve ürkütücüdür.

24 Eylül 2009 Perşembe

Mustafa Kemal’in kabrini bulun…

Laik ve Kemalist devletin Mustafa Kemal sevgisi ve sadakati yalanlar üzerine kurulmuş, Müslüman Türk milletini birbirinden kopararak, kırarak ve dökerek ateistliğe ve putperestliğe götüren Atatürk adındaki meçhul bir İngiliz vekilin tanrısal varlığı, ne acıdır ki hala sürdürülüp, milletçe tapınılması sağlanabilmektedir.

Kuvvetle muhtemeldir ki devletin Kemalist şövalyelerince de bilinen hainsel gerçek, İslam karşıtı oturmuş düzenin sarsılmaması gayesiyle milletimizden saklanan ürkütücü bir sır olmaya devam etmekte, hiçbir şeyin gizli kalmadığı muammanın ya bu dünyada ya da öbür dünyada mutlaka ortaya çıkacağı kaçınılmazdır. Her ne kadar laikler ve Kemalistler inanmasa da…

İngilizlerce ustalıkla saptırılan ve büyük bir şeytanlıkla hedef şaşırtan örtünün kaldırmasında çekimser davranan politikacılar, tarihçiler ve araştırmacıların ihanetsel korkuları; Mustafa Kemal’in gerçekte iddia edildiği gibi laik ve batılı normları kabul etmeyen Kur’an’a bağlı bir şeriatçı imanın ortaya çıkacak olmasıdır.

Osmanlıyı yıkıp tamamen yok etme ve haçlı Hıristiyanların barbarlıklarına yaşam hakkı tanımayan İslam’ın yenilmez Türklerin halifeliğinden kurtarabilme üzerinde akıl almaz dolaplar ve tuzakları gerçekleştiren İngilizler; tamamen yanıltıcı belgelerindeki Almanya ve İtalya’nın organizasyonuyla güya Mustafa Kemal’in dublörü Atatürk’e 19 kez suikast girişiminde bulunulduğunu ve Atatürk’ün yerine İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı yapabilme amacıyla komplo planladıkları iddiaları noksansız bir ütopya olup, şehit ettikleri Mustafa Kemal gerçeğini saklayabilmek maksadıyla dikkatleri başka mecralara çekerek, Atatürk’ün foyasını maskeleyebilmek amacından başka bir şey değildir.

Unutulmamalıdır ki İsmet İnönü, Mustafa Kemal’in öldürülmesi dâhil her türlü gelişmenin içinde yer almış, Alman-İtalya işbirliğiyle cumhurbaşkanlığına getirilmesi gibi bir uzlaşmanın içinde yer alabilmesinin imkânsızlığı da açıktır. Zaten İnönü’de malum yabancı şahıs Atatürk’te, İngilizlerin emeli olan Osmanlıyı ve Müslüman Türkleri parçalayıp, yok edebilme misyonunu sürdürmekteydiler. Ancak senaryolaştırıp kurguladıkları yıkıcı ve kahredici zalim planlarının herhangi bir sekteye uğramaması için, provokasyonlarına Almanya ve İtalya’yı da dahil ederek, İnönü üzerinden sözde daha kontrol edilebilir bir hükümetin başa gelmesini istiyorlarmış. Sonuçta her halükarda CHP iktidarda değil mi ve diledikleri laikleşme ve batılılaşma ile ilgili devrimler gerçekleştirilmiyor muydu?

Mustafa Kemal’i kahpece şehit eden İngilizlere hesap sorup, milletimiz için hayati bir sorumluluk olan Mustafa Kemal’in öcünü almak ve kabrini sormak yerine; İngiliz İstihbarat Servisinin hazırladığı apaçık düzmece belge ve raporlara itibar edilebilmesi, İngilizler kadar Türk yetkililerinin de ne kadar tehlikeli olduklarını kanıtlamaktadır.

İngiliz arşiv vesikaları; güya 4 Kasım 1937 tarihli bir rapor ve memoranduma göre Atatürk, on yılı aşkın bir süre içerisinde daha ziyade Almanlar tarafından düzenlenen ve idare edilen ama İtalya’daki Mussolini idaresinin de desteğini gören 19 suikast teşebbüsüne maruz kalmışmış. Belgede bu suikastlar dizisinin sonuncusunun ise 1938 yılı Şubatında düzenleneceği ileri sürülmektedir. İngiliz arşivindeki mezkûr uyduruk rapora göre; suikastların hedefi Atatürk’ü öldürmek ve eski Osmanlı hanedanının yeniden işbaşına getirmemişmiş.

Alman-İtalya müttefikliği ne vahim bir çelişki ki, bir taraftan İsmet İnönü’yü Atatürk yerine Cumhurbaşkanlığına getirmek istiyor, diğer taraftan Mussolini sürgündeki Sultan Vahdettin ile güya ilişkiye geçerek, yeniden Osmanlı hanedanını iş başına getirmek istiyorlarmış. Batının asıl gayesi Osmanlıyı silmek olduğuna göre; neden tekrar hanedanlığı işbaşına getirmek istesinler? Bu nasıl nemelem bir çıkar ki; Atatürk’ü öldürüp yerine geçirmek istedikleri hem batı dostu ve Osmanlı düşmanı İnönü, hem de Osmanlıyı yeniden diriltecek olan Vahdettin? İnönü ile hanedanlığı nasıl bir arada değerlendirerek bir menfaat sağlayabileceklerini düşünüyorlarmış? Nasıl oluyor da birbirine tamamen zıt ve batı aleyhine farklı planlar yapabiliyorlarmış?

İngiliz belgelerinin nasıl apaçık çelişkiler içerdiği ortada olup, tamamı yalandan ve gerçekleri saptırmadan ibarettir.

İngilizlerin ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte Türklerle dost olmadığı ve merhamet etmeyerek hunharca katlettikleri, entrikalarıyla topraklarımızı elimizden aldıkları, müttefik kardeşlerimizle aramızı açarak kıydırdıkları ve böldükleri, esir aldıkları askerlerimizin gözlerini oyarak, diri diri gömdüklerini unuttunuz mu?...

İngilizlerin en ücra organlarına, hatta ölülerine, yetmedi cesetlerini yiyip tüketen böceklere kadar kin ve nefret besledikleri Türk düşmanlıkları asla unutulmamalı, İngiliz resmi politikasından Türkler lehine ne bir fayda, ne de bir yarar ve merhamet beklenmemelidir.
Politik çıkar ilişkilerinden dolayı İngilizlerin siyasetlerinde ve kalplerinde sakladığı nefreti, eski İngiliz Liberal Parti lideri, başbakan ve önemli bir reformcu olan William Ewart Gladstone, başka bir delile mahal bırakmayacak şu sözleriyle dile getirmiştir. “Türkler dünyadan tasfiye edilmelidir. İnsanlığın dev bir insanlık dışı numunesidir. İnsanlığın, insan olmayan örnekleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz.”

İşte İngilizler, nerede İngilizlerden medet uman ve aldıkları övgüyle kasılan Türk politikacılar, iş adamlar, sanatçılar ve bilim adamları…

Böylesi fevkalade açık bir düşüncenin Türkler ve Türkiye lehine taraftar ve müttefik olabilmesi, övgülerinde samimi davranabilmesi, resmi politikalar üretebilmesi mümkün müdür?

Bakın; İngilizlerin diğer bir başbakanı Winston Churchill ise, Atatürk’ün ölümü ardından şu övgüde bulunmuştu: "Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk Ulusu'nu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahramana ve modern Türkiye'nin Ata'sına layık bir tezahürden başka bir şey değildir.”

Peki, Mustafa Kemal nerede?

Açıkça anlaşılacağı üzere; hayatı Müslüman milleti adına mücadeleyle geçirmiş Mustafa Kemal’in adı hiç zikredilmiyor, katledilip meçhul bir yere gömdükleri kahramanımızı değil, kendilerinden olan Atatürk’e övgüler yağdırarak, sözde Türk milletine taziyede bulunuyorlar.

Artık bu oyun bitmeli…

Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, TBMM’ni, hükümeti ve Genelkurmay’ı onursal ve vefasal bir göreve davet ediyor, politik ve askeri çıkarları bir tarafa bırakarak, İngilizlerden, şehit ettikleri Mustafa Kemal’in kabrini göstermeleri için, ivedilikle girişimlerde bulunmaları ve yıllarca aldattıkları Türk milletinden af dilemelerini talep ediyorum…

“Gören, duyan yalnız ruhtur, geri kalan her şey sessiz ve sağırdır.” Epicharm

Atatürk, Mustafa Kemal’in dublörüydü…

Şeriat hükümleri, İslam akidesi, Osmanlı kültürü ve yönetim anlayışıyla yetişmiş, ömrünü savaş meydanlarında geçirip Müslüman Türk Ordusunun zaferi ve milletinin bağımsızlığı adına yiğitçe mücadele etmiş bir Osmanlı kumandanı olan Mustafa Kemal’in din karşıtı laikliği benimseyip sadakatle bağlı olduğu devletine, uğruna savaştığı dinine ve milletine ihanet edebilmesi söz konusu değildir.

Kemalistlerin vurguladığı ırkçı bir ulusçuluğu ve laikliği değil, dini birlik ve bütünlüğü önemseyerek milletimizi zaferlere koşturmanın azmi ve tecrübesiyle; “Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır” ilkesiyle TBMM ve T.C. devletinin temellerini atabilme arzusu damarlarına işlemişti.

Şeriatçı bir Mustafa Kemal’in din düşmanı laik bir Mustafa Kemal’e kökten dönüşebilmesi; inancı, imanı, yaşadığı zorlu ve meşakkatli hayat yolculuğunda dolayı mümkün değildir. Aksi bir düşünce onu hainlikle damgalamak olur ki, maalesef Kemalistlerin dayatıp kutsallaştırdığı Atatürk, ilke ve inkılâpları, kesinlikle Mustafa Kemal ile örtüşmeyecek bir zıtlık içerdiğinden onu kalleşlikle suçlayan bir lekeyle karaladıkları apaçık ortadadır.

Ortada şeriat’a bağlılığını deklare eden kahraman bir Mustafa Kemal, bir de başta İngilizler olmak üzere haçlı emperyalistlerle işbirliği yaparak devletini yıkan ve cephede savaştığı Müslüman halkını kanla asimile eden tanrılaştırılmış bir Atatürk var…

Fotoğrafı Kemalist ideolojinin resimlediği minvalden değil, inanç, mücadele ve eylemlerinden yola çıkarak çeşitli açılardan sorgulamanın çözüme götüreceği, sanıldığı gibi zor değildir.
Mustafa Kemal’in yaptığı ileri sürülen devrimler, hilafetin yıkılması, laikliğe geçiş, sözde yargılanarak idam edilen ya da öldürülen devrimlere muhalif binlerce Müslüman’ın akıbetleri irdelenebilirse, gerçekte kimin imzası olduğu anlaşılacaktır.

Yüzyıllardır savaştıkları Müslüman Türk Ordusunu meydanlarda yenemeyen haçlılar, alışageldikleri içten çökertme komplolarıyla bir çok devleti birbirine düşürmekle kalmayıp, kendi rejimlerini ve hayat düsturlarını angaje etmek suretiyle ülkelerin milli ve maneviyatı baz alan düzenlerini devirmiş, kendileri aleyhine tehlike içermeyen ittifak manipülasyonuyla taşeron devletler oluşturarak, hedeflerine ulaşmışlardı. Bu sürecin en acı ve dehşetli tecrübelerini yaşamış ve bağışlanamaz ihanetlere uğramış bir millet olarak tüm organlarımızla tatmış, böylece küresel egemenliğimiz sona ermişti.

Müslümanların olmazsa olmaz imanlarının gereği kardeşlik inançları; bir arada siyaset yapmayı, Allah adına çıkarları bölüşmeyi, hatta nefes almayı dahi mecbur kıldığından, hiçbir etnik ve milli tasa taşımamamız emperyalistleri korkutmakta, günümüz ABD’nin üstlendiği misyonu, o gün İngilizler uygulayarak, fitne çıkarmak suretiyle kardeşi kardeşe düşman ederek birbirine kıydırmış, böylelikle Osmanlı devletinin İslam birlikteliği ağır darbeler alıp, bildiğiniz üzere darmadağın olmuştu.

Ancak onlar için hilafeti muhafaza eden Osmanlının zayıflaması yeterli değildi, dünyadan külliyen silinmeli, adı ve şanı kalmamalıydı. Ne var ki savaşarak başaramayacakları amansız bu planlarını ajanları vasıtasıyla devreye sokmuş, çeşitli pazarlıklarla Mustafa Kemal’in üzerinde yoğunlaşarak emellerine ulaşabileceklerini, böylece “cihad” olgusunu ortadan kaldırabileceklerini düşünmüşlerdi.

Lakin şeriatı ve hilafeti savunan Mustafa Kemal, vicdanının sesini dinleyerek ve imanına danışarak böylesi bir ihaneti halkına reva görmedi. Çünkü barbar emperyalist haçlılara karşı çocuk-kadın demeden birlikte savaştığı halkına böylesi acımasız bir hainliği yapamayacağını bildirmesi üzerine, Mustafa Kemal şehit edilmiş, yerine tıpa tıp ona benzeyen bir dublörünü geçirip, Müslüman Türk milletine inandırarak, Atatürk’ü doğurmuşlardı.

Şeytanın pabucunu dama atacak öylesine inanılmaz Bizans entrikaları dönüyor ve kanın su gibi aktığı bir kaos ortamı cereyan ediyordu ki, sadece fizikken değil, akli ve duyu organlarına dahi Mustafa Kemal’i işleyerek öncesinde gerekli hazırlık yapılmış, herkesin canının derdine düştüğü bir ortamda hiç kimse gerçeği fark edememişti. Tüm bu olanlardan haberdar, sadece Komünist İsmet İnönü idi.

Mustafa Kemal’in şehit edilip yerine geçirilen dublörünün ünlü Müslüman kasabı Drakula namlı Vlad Tepeş’i aratmayacak zulümsel köklü değişimlere süratle başlaması ve vatanları uğruna savaşan gazileri birer birer darağacına göndererek, sürerek, hatta Osmanlı Sultanlarına karşı dahi hiçbir merhamet göstermeyerek, vatan hainleriymişçesine sürgüne gönderip, sürgünde yaşadıkları yabancı ülkelerde ölen Sultanların naaşlarını vatan topraklarına getirilmelerine bile izin vermeyerek ve eşi görülmemiş barbarlıkları peşi sıra işlemesi, bütün bunların sorumlusunun o kahraman Mustafa Kemal değil, mutlaka bir başkasının, intikam ve kin hırsıyla yanıp tutuşan yabancı bir haçlının olabileceğini hiç kimse düşünemedi.

“Kanla yapılan devrimler daha muhkem olur” gibi vahşetsi bir düşüncenin Mustafa Kemal’e ait olabilmesi imkânsızdır. Halkının her türlü acısını derinliğinde yaşamış, hunharca katledilmelerine, tecavüze uğramalarına, yakılmalarına ve kıyılmalarına bizzat şahit olup omuz omuza mücadele etmiş erdemli bir kahramana böylesi bir insaniyetsizliği yakıştırmak, hiç kimsenin haddi olamaz.

Gerek Mustafa Kemal’in vicdani ve onurlu karakterini, gerek şeriata olan bağlı bir mümin oluşunu, gerek haçlılarla ölümüne giriştiği savaşları, gerekse dini ve halkı için yanıp tutuşan kalbini muhakeme ettiğimizde; Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ve kuruluşundan sonraki devrimlerin ilgasında işlenen zorbalıklar ve vahşetleri, Müslüman milletimizi dinsizleştiren laikliği ve haçlıların dileği doğrultusundaki anlaşma ve sonrasındaki hegemonyalığı; Mustafa Kemal gibi vakarlı, imanlı ve vatanperver bir önderin yapabilmesi asla mümkün değildir.

Şüphe yok ki ortaya koyduğum gerçekler kimilerine absürt gelse, Allah ve İslam düşmanı Kemalistlerin “tanrı Atatürk” oyunlarını bozacak olsa da, şehit Mustafa Kemal gibi imanlı bir kahramanı mürted, hain, gaddar, ajan ve işbirlikçi olmakla itham edebilen yaklaşımların tamamını püskürtebilecek açıklıktadır.

Unutulmamalıdır ki haçlı-batı sevdalısı dönme bu hainler, kendi ırklarından tiksinerek, batıdan damızlık erkek getirmek suretiyle soylarını değiştirmek istemişlerdir.

Kemalistlerin işgal ettikleri devlet ve Müslüman milletimize karşı nas olarak kullandıkları sözde Mustafa Kemal’in sözleri ve ilkeleriyle; vahyi devletin ve milletin öncelikli düşmanı, Peygamberimizi din kurucusu bir Arap, Kur’an hükümlerini ise akıl dışı, mantık dışı, çağ dışı ve gerçeklere tamamen aykırı bularak aşağılamaları ve dışlamalarının karşısında, şehit Mustafa Kemal’in millete hitabındaki: “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-i Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizami, hepimizin bildiği Kur’ân-ı Azimussan’daki açık ve kesin hükümlerdir. İnsanlara maneví mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır” açıklamasına bir cevapları var mı?

Yoksa onlar; Mustafa Kemal’in, tıpkı cennette yaşayan şeytanın lanetlenerek ebedi cehenneme gark olan dönüşümü misali saptığını mı ifade etmek istiyorlar? Yoksa onlar; Mustafa Kemal’in canından çok sevdiği halkını kandırarak ihanet ettiğini mi demek istiyorlar? Yoksa onlar; Mustafa Kemal’in acımasız bir gaddar olduğunu ve bu yüzden Müslüman halkına zulmü reva gördüğünü mü iddia ediyorlar?

Hayır, hayır, hayır…

Emperyalistlere boyun eğmeyerek dini ve milleti adına şehit edilen Mustafa Kemal’in dünyadan ahrete göç etmesinin akabinde yabancı bir haçlının Mustafa Kemal’in yerine geçmesiyle tüm milletimiz aldatılmış ve başkalaştırılarak haçlılara peşkeş çekilmiştir. Bu sebeple “tanrı Atatürk” olarak tabulaştırılan yabancı, bilinmelidir ki bizden biri değildir…

Ey Millet! Detaylara girmiyor ve her şeyin son derece aleni olduğu bir gerçeği dikkatlerinize sunuyorum. Yıllarca ziyaret edilen ve katafalkı karşısında kıyam durularak saygı duruşundan bulunan, dini ve vatanı uğruna savaşmış o kahraman Mustafa Kemal değildir. Söz konusu ilke ve inkılâplar da ona ait değildir. Doğruyu yanlıştan ayırabilecek bir muhakeme yeteneğiniz var ise; yıllardır esir olduğunuz inanılmaz yalanlardan sıyrılmanız da herhangi bir zorlukla karşılaşmayacak, mutlaka doğruda karar kılacaksınız.

Hatırlayınız ki, Mustafa Kemal’in dublörü olan Atatürk’ün ölümü sonrası resmi otopsisine gerek olmadığına karar verilerek, gerçekte kim olduğu gizlenmiş, dolayısıyla DNA’sının tespit edilebileceği kuşkusuyla alelacele gömülmüştü…

“Bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.” T.S.ELIOT

16 Eylül 2009 Çarşamba

Yeni bir zafere ihtiyacımız yok mu?

Bugün kutladığımız 30 Ağustos Zafer Bayramı; inanç ve iman aşkıyla şehit olabilmek adına savaşan kadın ve çocukların dahi katıldığı Müslüman milletimizin Sakarya meydan muharebesindeki imani zaferi temsil etmesi gerekirken, maalesef gösterişli sözde bir şükran orta oyunu sergilenmektedir.

Ülkemizi işgal eden Yunan orduları, kendilerinden emin ve mutlak bir galibiyet bekledikleri savaş meydanında, Allah adına şehit olmaya koşan cengâverlerin cesaretleri karşısında gerilemek zorunda kalmış, 1922’de Yunanlılar mağlup edilerek, topyekûn topraklarımızdan atılmışlardır.

Mustafa Kemal’in başkomutanlığında gerçekleşen Sakarya Savaşında, “Allah Allah” nidaları Yunanlılara öyle bir korku salmış ki, bir leş sürüsü gibi kaçmaya dahi takatleri kalmayıp ya öldürülmüş ya da esir düşmüşlerdi. Güçlü silahları ve kalabalık ordularına güvenerek, sayı ve teknolojik yönden zayıf gördükleri, işinin bittiği ve kaynaklarının tükendiğini zannettikleri Türk ordusunun imansal güçlerini hesap edememiş, düştükleri yanılgıdan dolayı büyük bir hezimete uğramışlardı. Oysa inanç, en korkunç ve ürkütücü bir silahtır.

Yaşamları boyunca dinleri ve bağımsızlıkla adına savaşıp, sayısız zafer kazanarak düşmanları püskürten bu necip millet, geçmişteki işgaller misali yabancılar tarafından değil, yazık ki kendi içinden işgal edilmenin kahrını çekmektedirler.

Bu vatanı kanlarıyla bizlere teslim eden Müslüman atalarına ihanet ederek, Allah’ı ve dini tanımazların devlet istilaları ve millet işgalleri; mutlak yeni bir “Zafer Bayramı”nı mecbur kılmaktadır.

Hiçbir gücün esareti altında yaşamamış ve zincir vurulmamış olan milletimizin batı taşeronu kompleksli Kemalistlerce teshir edilmeleri, vakarlı dirençlerini kırmış, haçlı düşmanlarımıza karşı dik durmamamıza neden olarak, emir erliğine mahkûm etmiştir.

Zaferleri Allah’tan değil, tanrıları Atatürk’ten sanan güruhlar; her yıl kutlanan Zafer Bayramı gibi nicelerini putperest bir inanışta gerçekleştirerek, laikliğe aykırı olduğu düşüncesiyle “Allah” adını ağızlarına almaktan bile tiksinip, hem o savaşta canlarını veren şehit ve gazilere hem de başkomutan Mustafa Kemal’e hıyanet etmektedirler.

Bakın; Mustafa Kemal 07 Şubat 1923 Cuma günü, Müslüman bir ülkenin devlet başkanı olma sıfatıyla Balıkesir’deki Zağnoş Paşa Camisinde hutbeye çıkarak, ünlü vaazında ne demişti:

“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-i Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizami, hepimizin bildiği Kur’ân-ı Azimussan’daki açık ve kesin hükümlerdir.

İnsanlara maneví mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’tır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahipti. Biri kendi evi, diğeri Allah’in evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i peygamber’in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Allah, peygamber ve İslam düşmanı Kemalistlerin tanrı edindiği Atatürk’ün “Gazi Mustafa Kemal” olabilmesi mümkün mü?

Mustafa Kemal’i alçakça sömürerek, bölücü ve yıkıcı emperyalist emellerine alet eden Kemalistleri devlet işgalinden kurtarmak, şüphesiz o yiğit atalarımıza olan vefa borcumuzdur.

Dualarla yâd edilmesi gereken o müthiş zaferin, putperest bir törenle kutlanması kadar daha acı ne olabilir? O gün Allah Allah diyerek şehit olanları bugün Atatürk Atatürk diyerek anmak, bir devletin en büyük kara lekesidir.

Onun içindir ki bugün şerefle kutlamamız gereken Zafer Bayramı ve anmamız icap eden o şehit ve gazilere zaferin imani ruhuyla hitap edilmediğinden, tamamen putperest şovsal bir gösteriden öte hiçbir değer taşımamaktadır.

Kutlanılan Zafer Bayramı, Müslüman Türk Ordusunun kazandığı bir galibiyetin ahengi değil, o Müslümanların evlatlarına düşman Kemalistlerin sömürdükleri bir gösteriştir. Tıpkı Mustafa Kemal’i tanrılaştırıp istismar etmeleri gibi, zaferlerimizi de acımasızca kullanarak amacından saptırabilmektedirler.

Tarih yalan söylemez ama tekerrür eden hata ve ihanetler, tarihi becerir.

Hiçbir kanıtı ve yaptırımı olmayan içi boş nutuk ve vaatlerle yıllarca milletimizi kandırıp başlarını öne eğdiren Kemalistler, haçlıların savaş meydanlarında başaramadığını, irrasyonel sözlerle başararak, milletimizi tutsak yapabilmişlerdir.

Gazi Mustafa Kemal’inde hasmı olan putperest Kemalistler, devletten soyutlanmadığı müddetçe, geçmişteki hiçbir zaferi kutlama hakkı ve milletimizin birlik ve beraberlik içinde bağımsız olabilme şansı bulunmamaktadır.

“Öyle büyük boş laflar vardır ki içinde bir millet esirdir.” S.LEC

15 Eylül 2009 Salı

Ektikleri zehirle sadece kendileri yok olmayacak…

Müslüman milletimizin de acı ve dehşet içinde yerle bir edilmelerine sebep olacaklardır.

Allah’a ve Kur’an’a olan iman ve inancı ortadan kaldırabilmek için 85 yıldır sürdürülen bilim ve çağdaşlık manipülasyonuyla toplumumuzun bir kısmını etkileyerek asimilasyona uğratmışsalar da, büyük bir çoğunluğunu diledikleri gibi işleyemediklerinden amaçlarına kavuşamamış, kalplerdeki Allah ve İslam aşkını söküp atamadıklarından baskı ve komploların önü ardı kesilmemiş, laiklik ve Atatürkçülük adına her türlü zorlamayı mubah sayabilmişlerdir.

Yüzyıllardır yüce dinleri adına savaşıp can veren Müslüman halkımızın inançlarına tamamen zıt ve düşman bir anlayışın kökleşip egemen olmasına seyirci kalmalarının bedeli; hem siyasi, hem ekonomik, hem sosyal ve hem de askeri açıdan elem gelişmeleri doğurmuş, adalet dağıtan, barış ve bütünlük sağlayan İslam çatısının çökertilmesiyle yüzyıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan farklı inanç ve etnik kökenli insanlarımız, şimdi birbirini öldüren ve kesinlikle tahammül göstermeyen bir hale dönüşmüştür.

Ateist doğmalı azgın laik ve Kemalistlerin Müslümanlara karşı kin ve nefretleri mutlak bir savunmayı meşru kılsa da, sabrın sonu selamettir imanlarıyla kışkırtmaya gelmemişler ve tepki vermeyerek, sahip oldukları merhametlerinden dolayı anaların akacak gözyaşlarını içlerine sindirmemişlerdir.
Müslümanların Kemalistlerin tanrısı Atatürk’e gösterdikleri duyarlılığı, maalesef onlar göstermemekte, Allah’ın adından dahi tiksinerek tepki verebilmektedirler.

“Gelin Allah’ı tanıyın” başlıklı Müslümanlara yönelik fevkalade masum ve aydınlatıcı yazıma nefretle meydan okuyan kişilerden ODTÜ mezunu Çevre Mühendisi Sarp Şekeroğlu adlı bir şahıs, gönderdiği yorumda; “Hayatta safsatalara ayıracak zaman yok” diyerek, Müslümanların tanrısı Allah’ı bir safsata olarak değerlendirebiliyor ise, gerçek suçlunun o değil, devlet ve din düşmanı yetiştiren Milli Eğitim olduğu tartışılmazdır.

Aslında laik ve evrim teorisi bazlı batı akseptanslı putperest bir eğitimin “milli” olabilmesi mümkün değildir. Müslüman Türkiye Halkına tamamen yabancı bir eğitime milli denebilmesi, apaçık bir aldatmacadır. Gerek ilköğretimde, gerekse üniversitelerde yetişen evlatlarımız bilim değil, Allah ve vahiy karşıtlığı öğrenmekte, dolayısıyla Sarp Şekeroğlu gibi ana ve babasını yaratıcı gören evrimci bireylerde, devletin sürekli “irtica” düşmanlığı işlemesiyle, hem Allah’a hem İslam’a hem de Müslüman halkına tahammülsüz hasım olabilmektedirler. Oysa tüm insanlar, Allah’ın dilemesiyle inançlarını yaşamakta, insanı insan yapan erdemlikle, herkes birbirine hoşgörü ve saygıyla yaklaşmalıdır.

Dinin bilimin ve aydınlanmanın önüne kesen bir karanlık olduğunu öne süren ateist ahmaklar, eğer amaçları gerçek bir bilim ve aydınlık olsaydı; bilimin duayenlerini örnek alırlardı. Israrla savundukları dinsiz bir olumlu bilim ve akılların gerek Türkiye’yi gerekse dünyayı nereye götürdüğü ve ne kadar acımasızlaştırdığı ortadadır. Oysa dinle savaşacaklarına bilimin önünü açan ve ilham veren bir temel yapı olduğunu kavrayabilselerdi, böylesine ezberci veya peşin hükümlü olmaz, geçmiştekiler gibi keşifler gerçekleştirip, aydınlığa koşarlardı.

Oysa dinsiz bir bilim olamayacağını, bilimle uğraşanların insanları dine götüreceğini, bilimin insanı Allah’a götüreceğini vurgulayan Einstein, Newton, Max Planck, Pasteur, W.Braun gibi nice mütevazı ünlü kâşifler, Türkiye gibi laik ülkelerde bilimin olamayacağını açıkça ifade etmektedirler. Nasıl ki dinsiz bir bilim imkansız ise, dinsiz bir devlette olanaksızdır...

"Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır." Einstein

"Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil." G. W. Carwer

"Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben, kendimi, deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum." Newton

"Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri, yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yöneten Allah’tır." Newton

"Uzun yaşamımda öğrendi¤im tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır."
Einstein

"Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bedende egemen olan aklı, nasıl göremiyor, onun varlığını eserlerinden anlıyorsak, görülmeyen Yüce Allah’ı da eserlerinden keşfedebiliriz." Sokrat

"İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcı’ya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Etkin Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum." W. Braun

"Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür." Pasteur

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

"Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır. "İman et". İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır." Max Planck

"Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor." Einstein

"Ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım." Tolstoy

Ayrıca öğrenmek için sadece çok çalışmak yeterli değildir. Tıpkı onlar gibi çok görmek ve çok acı çekmek öğrenmenin ve bilimsel keşiflerin olmazsa olmaz anahtarlarıdır.

Bugün, dinsiz laik devletin zorlamasıyla dayatılan dinsiz laik bir eğitim ile evlatlarımızın geleceği karartılmakta, bilimsel eğitim verilmeyerek, ezberci ve deneyci nesiller yetiştirmekle kalmayıp, her an birbirini boğazlayacak düşman taraflarda oluşturularak, bir felakete doğru ilerlemekteyiz.

Bu vahim gidişata son verecek bir devrimin acilen gerçekleşmesi, bu ülkenin sahibi her vatandaşın vazgeçilmez görevi olmalıdır. O uluyanların ulumalarına kulaklarımızı tıkayıp, bizi bizden ve Allah’tan koparmaya çalışan putperestlerin baskı, tehdit ve şantajlarına karşı dik durmaz, boyun eğmeye devam edersek; bilin ki gelecekte olacak olanlara karşı bizi mahvolmaktan koruyup kurtaracak bir güç bulamayacağız.

Bir sorun bakalım onlara; daha yolda yürüyen ya da evde oturan vatandaşını gasptan, darptan ve öldürülmekten kollayamayanlar, yarın ki felaketten sizleri kurtarabilecek mi? Laiklik ve Atatürkçülüğün kanıtlayabileceği aktif bir gücü var mıdır?

Laik bir devletin politikacısı ve bürokratından dürüstlük beklemeyiniz. Allah‘ın değil, laik ve Kemalist devletin ilkelerine bağlı görev yaptıklarından, fırsat bulduklarında, şeytanın adımlarını takip edecek gayrimeşru yola sapacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü her şeyi gözeten ve bilen bir Allah’ı değil de, ölü bir insanı tanrı edinmiş bir devletin, insani vicdanlara hükmedebilmesi ve korku salabilmesi mümkün değildir. Haksızlığı ve gayrimeşruyu durdurabilecek güç, her şeyi gözetleyebilen, var eden veya durdurabilen bir güçtür. O’da ancak Yaratıcı’dır.

Bu ülke hepimizin ve hiçbir güç, bir başkasına baskı ve zorlama uygulayamaz…

Unutulmamalıdır ki geçmişteki devletimiz Osmanlı’nın dünyaya adaletle hükmetmesi; herkesin bildiği gibi, devletin kuruluşundan beri Kuran'ın yüce hükümlerine ve şeriat yasalarına tam uyulmasından, yaklaşık 23 milyon kilometre kare olan sınırları devasa ülkenin gücü ve bütün tab'ası refah ve mutluluğu en yüksek dorukta yaşamıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen fitneler, karışıklıklar, dini ve ırki hesaplaşmalar ve çeşitli nedenlerle şeriata ve yüce yasalara uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa şeriat yasaları ile yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkânsızlığı açık ve seçik ortadadır.

Yaratıcısı Allah’ı üzerinde hissetmeyen insanın doğru, adaletli ve dürüst olabilmesi olanaksızdır. İnsanların dürüstlüğü, eline geçirdiği fırsatlarla eşdeğerdir. Allah’a olan iman ve inancı reddeden bir devlette, şöhreti İslamcı dahi olsa bir insanın hakkaniyetle hükmedebilmesi ve adil davranabilmesi söz konusu değildir. Mutlaka çocukları, eş ve dostlarına ayrıcalık sağlayacak ve onların taleplerini, idare ettiği vatandaşından öncelikli tutacaktır.

İnsanı, insansal fıtratıyla değerlendirilmeli, insanı yaratmayan bir yaratığı veya laik bir devletin insan ile ilgili yasa yapabilmesi, ileriyi görebilmesi ve adaletle yönetebilmesine muhakeme edebilen hiçbir düşünce geçit veremez. Kim yaratmış ise, onun yasaları geçerli olmalıdır…

Tıpkı ruha somut bir biçimde dokunamayan farazi sözde bir bilimin, ütopyadan ibaret başarısız analiz ve terapileri misali, devlette idare ettiği halkının mal ve can güvenliğini koruyamayarak, huzur ve güveni tesis edemeyerek sürekli bocalamaktadır.

Bu sebeple Allah’ı ve dinini kabul etmeyen bir devletin Müslüman veya başka dinden bir toplumu idare edebilmesi, akıl ve mantık dışıdır. O, ancak bir işgalcidir.

Suçluların insan hakları adına itibar görüp mağdurların horlandığı ya da baskı veya aracı hatırsal güçlerle haklarını aramaya çalıştığı bir düzende adalet sağlanamaz.

Gerek uluslar arası, gerekse içerdeki bölünme ve yenilgi, laik eğitimden başka bir şey değildir.

Her kim ne derse desin; laik, yani dinsiz bir bilim olamayacağı gibi, dine sahip bir halkın da dinsiz ve putperest bir devleti olamaz…

14 Eylül 2009 Pazartesi

Gelin Allah’ı tanıyın…

Tanrı; gizli ve aşikâr tapınılan bir varlık olarak; akıl ve gönüllerde bilinçsizce inanılıp sıkışıldığında dillerden düşürülmeyen ya da güçlü insan ve devletlere sığınılarak tabulaştırılan, ancak gerçek manada bilgi sahibi olunamadığından kalben teslimi mümkün kılınmayan yahut yaratıklardan yardım dilenilerek ve onları mutlak bir güç belleyerek iman edilen, böylece kimliği, işlerliği ve mutlak egemenliği anlaşılamadığından her fâni kudretliyi tanrıymışçasına bağrımıza basmanın çelişkisi içinde bocalamaktayız. Bu tenakuzdan dolayı benliğin galebe çalmasından kimin egemen olduğunu kavrayamayıp, hem seviyor hem de isyan ediyoruz. Kime....

Geçici emanetsel başarı ve zaferlerle doruğa çıkan yaratıkları tanrı seviyesine yücelterek, mutlak bir irade sahibi yapmak suretiyle “ulu, kurtarıcı, büyük, yol gösterici” övgü ve tazimle söz ve ilkelerini tartışılmaz yapmak ve yaşam boyu bağlılığı ve itaati lâhutî bir görev addetmek; Tanrı’nın anlam ve mahiyetini bilememenin cehaleti içinde kimin hükümran ve her an muktedir olduğunu muhakeme edememekten kaynaklanmaktadır.

Dilediği gibi rızkı dağıtan, yücelten, alçaltan, görevleri paylaştıran, zafere ya da yenilgiye uğratan, her şeyde ve her olayda büyüklüğünü gösteren ve yaratılmış her canlının değiştirilemez kaderini çizen mutlak bir hükümran ile ölümlü bir yaratığı aynı seviyede kıymetlendirerek, övgüsel değerler atfetmek; inanıldığı halde iman edilemeyen bir paradoksu ortaya çıkarmaktadır.

Tek Tanrı’nın Allah olduğu ve diğerlerinin yaratık olmalarından ötürü hiçbir hükümlerinin bulunamadığı, yaşadığımız günlük hayattan da anlaşılabilmektedir. Ancak devletin yahut bir işverenin rızık veren yücelikte konumlandırıldığı bir düşünce öylesine kökleşmiş ki, farkında olmadan herkesi tanrı yapabilme anlayışı insanlarca kabul görebilmektedir.

Daha fazla sözü uzatmadan; lider, patron, komutan v.s gibi yüceltilen yaratıklarla, Yaratıcı Allah’ın işlevlerini, kimin her iş ve her şeyde yöneten, yönlendiren ve mutlak sahibeliğini öğrenmeye çalışın.
Bir bakın bakalım; Yaratıcı Allah’ın sıfatları, o önünde eğildiğiniz, övdüğünüz, kurtarıcı gördüğünüz ve saygı duyduğunuz kimselerde var mı?...

Bir bakın bakalım; Yaratıcı Allah, sadece yaratmaktan, can almaktan ve doğal afetleri meydana getirmekten ve gökyüzüne yerleşip yeryüzündeki hiçbir işe karışmayan bir Tanrı mı?...

Bir bakın bakalım; o yalvarıp yakardığınız, kendinizi muhtaç hissettiğiniz ve himmetine meylettiğiniz sözde güçlü insanlar, Allah’ın sıfatlarını taşıyabiliyor mu?...

Bir bakın bakalım; bizzat tecrübe edindiğiniz düalitesel hayattaki süreçte; kim doğru söylüyor?

ALLAH
Tek tanrı
er-RAHMÂN
Ezel'de bütün yaranılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran;
er-RAHÎM
Pek ziyade merhamet edici;
el-MELİK
Bütün mahlûkatın hakikî sahibi ve mutlak hükümdarı...
el-KUDDÛS
Hatadan, gafletten, acizden ve her türlü eksiklikten çok uzak ve pek temiz...
es-SELÂM
Her çeşit arıza ve hâdiselerden salim kalan; Her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran;
el-MÜ'MİN
Gönüllerde iman ışığı yakan, uyandıran; Kendine sığınanlara aman verip onları koruyan, rahatlandıran...
el-MÜHEYMİN
Gözetici ve koruyucu... Allah, yarattığı mahlûkatının amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O'dur. Hiçbir zerre, hiçbir lâhza, Onun bu lütuf ve atıfetinden boş değildir.
el-AZÎZ
Mağlup edilmesi mümkün olmayan galib. Bu ism-i şerif, kuvvet ve galebe manasına gelen İZZET kökünden gelir. Allah Teâlâ mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir.
el-CEBBÂR
Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan; Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan...
el-MÜTEKEBBİR
Her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren... Büyüklük ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur, varlığı ile yokluğu Allah'ın bir tek emrine ve iradesine bağlı bulunan kâinattan hiçbir mevcut, bu sıfatı takınamaz.
el-HÂLIK
Her şey’in varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri hâdiseleri tayin ve tespit eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden...
el-BÂRİ'
Eşyayı ve her şey'in aza ve cihazlarını birbirine uygun bir halde yaratan...
el-MUSAVVİR
Tasvir eden, her şey’e bir şekil ve hususiyet veren... Allah Teâlâ her şey’e bir suret, bir özellik vermiştir. Her şey’in kendisine göre şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez.
el-ĞAFFÂR
Mağfireti pek bol olan... Gafı, örtmek ve sıyanet etmek (korumak) manasındadır. Allah mü'minlerin günahlarını örter. Dilediği kullarını da günahlardan sıyanet eder, korur. Bu, onlar için en büyük nimetlerden biridir.
el-KAHHÂR
Her şey’e, her istediğini yapacak surette galip ve hâkim...
el-VEHHÂB
Çeşit çeşit nimetleri devamlı bağışlayıp duran...
er-REZZÂK
Yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsan eden...
el-FETTÂH
Her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran...
el-ALÎM
Her şey'i çok iyi bilen...
el-KÂBID
Sıkan, daraltan...
el-BÂSIT
Açan, genişleten... Bütün varlıklar Allah Teâlâ'nın kudret kabzasındadır. İstediği kulundan, ihsân ettiği servet ve sâmânı, evlat ve iyâli, yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken fakir olur yahut evlat acısına boğulur, yahut iç sıkıntısına, ıstırap ve huzursuzluk içine düşer.
el-HÂFID
Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan... Allah Teâlâ, istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir. Şan ve şeref sahibi iken, rezil ve rüsvây eder ve bu muamelesi çok defa, kendisini tanımayan, emirlerini dinlemeyen asiler, başkalarını beğenmeyen mütekebbirler ve hak, hukuk tanımayan zalim zorbalar hakkında tecelli eder.
er-RÂFİ'
Yukarı kaldıran, yükselten... Allah Teâlâ, istediği kulunu indirdiği gibi, istediği kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bazı gönülleri iman ve irfan ışığı ile parlatır, yüksek hakikatlerden haberdar eder.
el-MU'IZZ
İzzet veren, ağırlayan...
el-MÜZİLL
Zillete düşüren, hor ve hakir eden...
es-SEMİ'
İyi işiten...
el-BASÎR
İyi gören...
el-HAKEM
Hükmeden, hakkı yerine getiren...
el-ADL
Tam adâletli...
el-LÂTÎF
En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri yapan; İnce ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran...
el-HABÎR
Her şey'in iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan... En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün eşya ve hâdiselerden Allah haberdardır. Onun haberi olmadan hiçbir hâdise cereyan etmez.
el-HALÎM
Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı olmayana halim denmez. Halim, kudreti yettiği halde, bir hikmete binaen cezalandırmayana denir.
el-AZÎM
Bütün büyüklüklerin sahibi...
el-ĞAFÛR
Mağfireti çok... Allah Teâlâ'nın mağfireti çoktur. Bir kulun kusuru ne kadar büyük ve çok olursa olsun onları örter, meydana çıkarıp da sahibini rezil etmez.
eş-ŞEKÛR
Kendi rızası için yapılan iyi işleri, daha ziyadesiyle karşılayan...
el-ALİYY
Her hususta, her şeyden yüce olan...
el-KEBÎR
Büyüklükte kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen...
el-HAFÎZ
Yapılan işleri bütün tafsilâtıyla tutan, her şey'i belli vaktine kadar afat ve belâlardan saklıyan... Hıfz, korumak, demektir. Bu koruma iki şekilde olur.
el-MUKÎT
Her yaratılmışın azığını ve gıdasını tayin eden, azıkları beden ve kalplere gönderen...
el-HASÎB
Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilât ve teferruatıyla hesabını iyi bilen;
el-CELÎL
Celâdet, ululuk ve heybet sahibi, celâl sıfatları ile muttasıf... Celâdet ve ululuk, Allah'a mahsustur. Onun zatı da büyük, sıfatları da büyüktür. Fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim veya yaşlılık itibarı ile değildir. Zamanla ölçülmez, mekânlara sığmaz.
el-KERÎM
Keremi, lütuf ve ihsanı bol... Allah vaat ettiği zaman sözünü yerine getirir, verdiği zaman son derece bol verir, muktedirken affeder.
er-RAKÎB
Bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan...
el-MÜCÎB
Kendine dua edip yalvaranların isteklerini işitip cevap veren, onları cevapsız bırakmayan...
el-VÂSİ'
Geniş ve müsaadekâr... Allah'ın ilmi, rahmeti, kudreti, afv ve mağfireti geniştir ve her şey'i kaplamıştır. Allah'ın ilminden hiçbir şey gizlenemez, ikram ve ihsanına bir nihayet yoktur.
el-HAKÎM
Bütün işleri hikmetli...
el-VEDÛD
İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya biricik lâyık olan...
el-MECÎD
Zâtı şerefli, ef'âli güzel olan, her türlü övgüye lâyık bulunan...
el-BÂİS
Ölüleri diriltip kabirlerinden kaldıran; gönüllerde saklı olanları meydana çıkaran...
eş-ŞEHÎD
Her zamanda hâdiselerin dış yüzünü bilen ve her yerde hazır ve nazır olan...
el-HAKK
Varlığı hiç değişmeden duran...
el-VEKÎL
Usulüne uygun şekilde, kendisine tevdi edilen işleri en güzel şekilde neticelendiren...
el-KAVİYY
Çok kuvvetli...
el-METÎN
Çok sağlam...
el-VELİYY
İyi kullarına dost olan, yardım eden...
el-HAMÎD
Ancak kendisine hamd ü senâ olunan, bütün varlığın diliyle biricik övülen, methedilen...
el-MUHSÎ
Her şey’in sayısını bir bir bilen...
İlmi her şey’i ihata eden ve her şey’in miktarını bilip eksiksiz tastamam sayabilen Allah'tır.
el-MÜBDİ'
Mahlûkatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan...
el-MUÎD
Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan...
el-MUHYÎ
Hayat veren, can bağışlayan, sağlık veren... Allah Teâlâ, cansız maddelere hayat ve can verir.
el-MÜMÎT
Canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan...
el-HAYY
Diri; her şey'i bilen ve her şey'e gücü yeten...
el-KAYYÛM
Gökleri, yeri, her şey'i ayakta tutan...Kayyûm, kâim'in mübalâğasıdır. "Her şey üzerinde kâim" demektir. Bunun manası "Bir şey'in kıyâmı, yani, bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye bağlı ise, onu veren" demektir.
el-VÂCİD
Hiçbir şey'e ihtiyacı olmayan; istediğini, istediği vakit bulan. Kendisi için lüzumlu olan şeylerin hiç birinden mahrum olmayan...
el-MÂCİD
Kadr ü şânı büyük, kerem ve semahatı bol...
el-VÂHİD
Tek...
es-SAMED
Hacetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek merci', ihtiyaç ve dileklerde kendisine müracaat edilen, arzu ve bütün istekler kendisine sunulan...
el-KÂDİR
İstediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten...
el-MUKTEDİR
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden...
el-MUKADDİM
İstediğini ileri geçiren, öne alan...
Allah Teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Fakat ancak seçtiklerini ileri almıştır. İnsanların bazısını dince, dünyaca bazısı üzerine derece derece yükseltmiştir. Fakat bu yükseltme ve seçme, kulların kendi amelleri ile ona lâyık olmaları neticesinde olmuştur.
el-MUAHHİR
İstediğini geri koyan, arkaya bırakan...
Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi, bazen da kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda semerlendirmez, maksatlarını arkaya bırakır. Bunda birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetleri araştırmalı, sezmeğe çalışmalıdır.
el-EVVEL
Her varlıktan mukaddem olan, başlangıcı olmayan...
el-ÂHİR
Sonu olmayan...
ez-ZÂHİR
Aşikar olan, kat'î delillerle bilinen...
el-BÂTIN
Gizli olan; duyu organları ile idrak edilemeyen... Allah Teâlâ'nın varlığı hem aşikardır, hem gizlidir.
el-VÂLÎ
Mahlûkatın işlerini yoluna koyan; Bu muazzam kâinatı ve her an biten hâdisatı tek başına tedbîr ve idare eden...
el-MÜTEÂLÎ
Yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce ve pek münezzeh...
el-BERR
Kulları hakkında kolaylık isteyen; iyilik ve bahşişi çok olan...
et-TEVVÂB
Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan...
el-MÜNTEKIM
Suçluları, adaleti ile müstahak oldukları cezaya çarptıran...
el-AFÜVV
Afvı çok...
er-RAÛF
Çok refet ve şefkat sahibi... Mahlûkat içinde bilhassa insanlar için, Allah'ın inayeti, kerem ve re'feti hiçbir ölçüye ve ifadeye sığmayacak kadar geniş ve büyüktür.
MÂLİKÜ'L-MÜLK
Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O'nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.
ZÜ'L-CELÂLİ ve'l-İKRÂM
Hem büyüklük sahibi, hem fazl-ı kerem...Celâl; büyüklük, ululuk manasınadır. Büyüklük alâmeti olan ne kadar kemâlât varsa hepsi Allah'a mahsustur.
el-MUKSİT
Bütün işlerini denk, birbirine uygun ve yerli yerinde yapan. Mazluma acıyıp zalimin elinden kurtaran.
el-CÂMİ'
İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan. Birbirine benzeyen, benzemeyen ve zıd olan şeyleri bir araya getirip tutan...
el-GANİYY
Çok zengin ve her şeyden müstağni...
el-MUĞNÎ
İstediğini zengin eden....
el-MÂNİ'
Bir şey'in meydana gelmesine müsaade etmeyen...
ed-DÂRR
Elem ve zarar verici şeyleri yaratan...
en-NÂFİ'
Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan...
en-NÛR
Âlemleri nurlandıran; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nûr yağdıran...
Bütün eşyayı aydınlatan nûr, şüphesiz ki, Allah'ın zâtının nûrundandır. Çünkü göklerin ve yerin nûru O'dur.
el-HÂDÎ
Hidayeti yaratan. İstediği kulunu hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren.
el-BEDÎ'
Örneksiz, misalsiz, acîb ve hayret verici âlemler icat eden...
el-BÂKÎ
Varlığının sonu olmayan...
Bu ism-i şerîf "varlığın devamını" bildiren bir kelimedir. Varlığın devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak mülâhazasıyla Allah Teâlâ'ya Kadîm, sonu olmamak mülahazasıyla Bâkî denir. Bu manalara yakın Ezelî ve Ebedî ism-i şerifleri de vardır.
el-VÂRİS
Servetlerin geçici sahipleri elleri boş olarak yokluğa döndükleri zaman servetlerin hakikî sahibi...
er-REŞÎD
Bütün işleri ezelî takdirine göre yürütüp, bir nizam ve hikmet üzere akıbetine ulaştıran;
Her şey'i yerli yerine koyan, en doğru şekilde nizama sokan...
es-SABÛR
Allah, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre - zamanı gelince - icra eder. Önceden çizdiği zamandan, - bir tembelin yaptığı gibi, geciktirmez. Ve keza - bir acelecinin yaptığı gibi - zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Bilakis her şey'i, hangi zamanda yapılmasını takdir buyurmuş ise, o zaman yapar.

Bu kadar somut gerçekler ışığında hala anlamamakta inat ediyorsanız, işiniz güvendiğiniz tanrılarınıza kalmıştır…