31 Mayıs 2009 Pazar

Vatan sağolsun, ama….

Hangi vatan? Ruhun bedenden ayrılmasıyla ölüm nasıl gerçekleşiyor ise, adalet, bağımsızlık ve sadakatin olmamasıyla da ülkeyi kutsallaştıran vatan, ölü bir diyara dönüşür. Vatanı vatan yapan ve uğruna ölümü mukaddesleştiren; kendini halkına adamış bir devlet ve ortaya koyduğu adil siyasettir.

Halkların vatanları adına gösterdikleri cesur ve şehitsel fedakârlığı devletin ve yöneten politikacıların hissetmemesi, o vatanın kutsallığını yok etmekte, ölümcül mücadeleler ve akıtılan kanlar politik iğrenç çıkarlara peşkeş çekilerek, etiketlendirilebilmektedir. Canlarını veren yiğitler, hayatları yıkılan ebeveynler, dul ve yetim kalan eş ve çocuklar, parçalanan aileler devletçe tasa edilmiyor ve vefa duyulmayarak, ihanetsel gizli pazarlıklar yapılabiliniyor ise, o vatan, sanıldığı gibi hiçbir değer taşımamaktadır.

Binlerce ölümü, akan gözyaşı ve feryatları vicdansızca istismar ederek, duygu yüklü insanları bileyleyen devlet, düzenlediği törenler ve samimiyetsiz nutuklarla masa başında yapacağı pazarlıkta güçlü olabilmenin menfur hesabı içindedir.

Halk için var olmayan bir devlet, adaletsiz bir devlet için var olan bir halk; mutlaka yok olmaya ve parçalanmaya mahkûmdur…

'Vatan sana canım feda', 'Şehitler ölmez vatan bölünmez' ve 'akan kan bayrak için' gibi fevkalade ulvî kelimelerle galeyana gelen halkı politik emelleri uğruna coşturan bencil devlet, sadece kendi menfaatlerini düşünerek, merhametsiz ve adaletsiz varlığını sürdürme peşindedir.

Sözde bölücü ve terörist ilan ettikleri PKK’ya karşı savaşılıp on binlerce evladımız ve sokaktaki insanlarımız ölürlerken, nasıl oluyor da PKK, meclisteki temsilcileriyle meşrulaşabiliyor? Öyleyse askerlerimiz; kimin adına ve ne uğruna canlarını veriyor, neden geriye bıraktıkları acılara boğultulmakta ve hayat ışıkları söndürülmektedir?

PKK ya da DTP’nin Kürt toplumunu temsil ettikleri resmiyette de kabul edilmiş ise, bu savaş niye? Eğer etmiyorlar ise, PKK’nın mecliste ne işi var? Dağlardan önce, neden meclisteki PKK ve İmralı’daki APO etkisizleştirilmiyor? Devletin bağımsız olmayıp, batının müstemlekesi altında olmasından dolayı mı, barbar insan hakları ve demokrasi adına sinsice desteklenen sözde vekil teröristler baş tacı edilebiliyor?

Hatırlanacağı üzere; bir zamanların jakoben ve vahiy düşmanı Bülent Ecevit, laik ve Kemalist vekillerine talimat vererek, halkın seçtiği vekil Merve Kavakçı’yı, sırf türbanından dolayı ”Burası devlete meydan okunacak yer değil” direktifiyle meclisten attırmış ve milletin seçtiği Türk insanına vekillik hakkı verilmemişti. Bugün ise, devlete ve millete meydan okuyup, açıkça APO’yu ve güya teröristleri destekleyenler, diledikleri gibi ahkâm kesebilmekte, devlet ve millet bir yana, yargıya dahi meydan okuyabilmektedirler.

Bu, nasıl bir devlet; bu, nasıl bir rejim; bu, nasıl bir siyaset…

Her şart ve koşulda irtica adına vahye ve Müslümanlara saldıran ve yaşam hakkı tanımak istemeyen laik ve Kemalist devlet, vatanını bölmek ve milletin birliğini bozarak parçalamak isteyen laik PKK’ya karşı tavizkar ve koruyucu politikasını sürdürmektedir. Ne de olsa devlet aleyhine birinci derece tehlike irtica (İslam) değil mi?

AB’nin buyruğu ve gözetiminde sürdürülen gizli pazarlıkların bir an önce son bulmasını, dolayısıyla bir hiç uğruna canlarını veren asker ölümlerinin durdurulmasını temenni etmekteyim.

Ancak devlet, hükümet ve idareciler şunu çok iyi bilsinler ki; dostları PKK (DTP)’nın değil, bizzat kendilerinin öldürdükleri o yiğit askerlerimiz, ana, baba, eş ve çocuklarının kanları, gözyaşları ve ağıtları; hem bu dünyada hem de ahirette kendilerine cehennem olacaktır.

Milleti hem dinen hem de ırkken bölerek birbirine düşman kılan ateist bir rejim, sloganlarla vatanın bölünmüşlüğünü engelleyemez.

Gerçeği, yalnızca gerçeği okumaya ve muhakeme etmeye çalışınız…

26 Mayıs 2009 Salı

Tebrikler Kuzey Kore…

Barbar ABD ve İsrail hegemonyasındaki kukla BM’in, Kuzey Kore ya da emperyalist zalimlere meydan okuyan onurlu herhangi bir ülke üzerinde yaptırım hakkı bulunmamaktadır.

Dünyayı kırıp geçiren, katleden, soykırım yapan, işgal, işkence ve tecavüz ederek insanlığı bitirip tüketen ABD ve İsrail’i destekleyen BM ve taşeronu Rusya ve AB’nin ne Kuzey Kore’yi, ne İran’ı, ne El Kaide’yi, ne Taliban’ı, ne de bağımsızlık direnişçilerini eleştirmeleri söz konusu değildir. Kendi çıkarları, iktidarları ve refahları uğruna zulmü meşrulaştıran caniler, diledikleri toplumlara saldırarak yakıp yıkmışlar, beden üstünde can, temel üstünde bina, toprak üstünde ağaç bırakmayarak toz duman etmişlerdir.

Geçmişteki İslam orduları ve toplumlarının zaferleri, tıpkı Kuzey Kore’nin ifade ettiği gibi, hak ve adalet adına orduların ve halkların savaşa tam hazırlıklı olmasıyla elde edilmişti. İnsanlığı ve barışı tehdit eden şeytanlardan korkarak boyun eğmeyen insanlar sayesinde yaşam ve adalet sağlanmış, nefsi arzular gibi az bir bedele tartışılmayacak değerler satılmayarak, ruhlar, esaretsi bir alçalmışlığı sindirmemişlerdi.

Günümüzün kozmetik ürünlerinden müteşekkil materyalist anlayışı insanlığı, dolayısıyla adaleti çökertmiş, yaşamı; yemek, içmek, giyinmek, güzel görünmek ve şaşalı bir hayat sürmekten öte görmeyen yaratıkların çoğalmasıyla esaret, taklit ve artık, bir onur vesilesi sayılabilmiştir.

Belirlenmiş süre dolduğunda her canlının öleceği bilinen bir gerçekken; nasıl oluyor da aldatıcı oyun ve oyuncaklara meyledilebiliniyor, insanlığa yakışır bir mücadeleden kaçınarak, hayatta kalınabilineceğe inanılabiliniyor? Oysa Allah, Ahzab Süresi 16. ayette; “Resulüm de ki: Eğer ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde yaşatılacağınız süre çok değildir.” Bu, fevkalade açık ve seçik olan ayet, mühürlenmemiş olanlar için mutlaka bir yol göstericidir.

Özgürlüklerin, bağımsızlıkların, inançların ve insanlığın acımasız baş belası ABD, tanrılığını kabul etmeyip diz çöktüremediği ülke ve toplumları düşman ilan etmekte, uydurma gerekçelerle her türlü şeytanlığa kalkışarak, acımasız gaddarlığını vicdansızca sergileyebilmektedir. Sözde barış hilesiyle dünyayı aldatan silahşor ve katil ABD, unutulmamalıdır ki küresel güvenlik grubu olan Silahlanma Güvenliği Girişimi’nin öncüsüdür.

Tüm dünyaya meydan okuyarak ulusları sindiren ABD’nin sempatik şeytan başkanı Baracak Obama’nın Kuzey Kore ile ilgili açıklamaları, ancak “pes” dedirten niteliktedir. “Doğrudan ve tehlikeli bir biçimde uluslar arası topluma meydan okuyor. Nükleer ve füze denemeleri, tüm ülkeler için endişe verici bir sorundur. Kuzey Kore’nin tutumu, gerilimi arttırıyor ve kuzeydoğu Asya’da istikrarı baltalıyor.” İşte sinsi şeytanın aynadan kaçırdığı yüzü…

Gerek ABD, gerek AB, gerekse sömürücü ve onursuz devlet ve halkları; ölümden ve sahip oldukları refah hayatı kaybetmekten öylesine korkarlar ki, kendilerinden başkasının lider yahut adaletin egemen olabileceği bir düzene karşı endişe duyarlar, tıpkı aslandan ürküp kaçan yaban eşeklerden farksız bir duyguyla tir tir titrerler. Ancak kendilerinin silahlanmasını, öldürmesini, katletmesini ve işgal etmesini meşru sayarlar.

Bu, nasıl şeytani bir düzendir ki; Kuzey Kore’nin nükleer silah denemesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1718 numaralı kararının açık bir ihlali sayılabiliyor, ama ABD, Rusya ve diğer daimi üyelerin denemeleri ve silahlanmaları ihlal sayılmıyor.

Allah’tan duam odur ki; biran önce üçüncü dünya savaşının çıkması ve bozulan dengelerin yerine oturarak, ezilen ve sömürülenlerin haklarının ve bağımsızlıklarının iade edilmesidir.

Dünyaya sahip olmayanların dünyayı idare etme hezeyanları, mutlaka işbirlikçileri ile birlikte boğulmalarına sebep olacaktır. Zaten korku ve endişeleri, nasıl hiç olduklarına açık bir delildir.

Bırakın yarını, bir saniye sonrası için dahi hiçbir garantileri olmayan sefillerin materyalist teorileri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de yıkılacak, şeytan misali benliğini yücelterek tanrılaşanların feci sonları, tekrar dirilecekleri ahırette de devam edecektir.

Savaş ya da küresel bir felaket; insanlığın kurtuluşu, hak ve adaletin yeniden tesisi için elzem olan tek çıkış yoldur. Bu sebeple herkesi duaya, nasıl olsa ecelin belirlediği gün ile ilgili korkmamaya, aciz yaratıkların değil, Yaratıcı’nın hükümlerine itimat edilerek dik durmaya ve gerektiğinde insanca ölmeye davet ediyorum.

Ne dün, ne bugün, ne de yarın lanetli asiler ve zalimler muvaffak olamadı ve olamayacak, yaratıcımız Yüce Allah’ın o kitapta belirlediği kader, emanetsel güçleri her ne olursa olsun hiçbir yaratık tarafından acze uğratılamayacaktır. Canları geri getiremeyen ve musibetleri durduramayan ekonomik palavralar ve makyajsı gösteriler sizleri aldatmasın.

Haçlı ABD ve onu besleyen münafık müttefikler yok edilmedikçe; barış, huzur ve güven var olmaz, felaketlerin önüne geçilemez…

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Neo-laik diyanetin münafık ilahiyatçıları

Hedefi vahiysel Kur'an'ı kökten reform etmek olan diyanet, bir türlü başaramadığı hıyanetini tamamen bid'at fetvalarıyla aşmaya çalışmakta, temsilcileri vasıtasıyla vahyi bozmak suretiyle akılları karıştırarak laik ve Kemalist devletin dileği doğrultusunda sözde çağdaş ve hümanist bir din olgunlaştırma yolunda ayet ve hadisleri saptırmaktadır.

Hıristiyan ve Yahudi din adamlarından çok daha beter bir anlayışla Kur'an'ı günümüze uyarlama girişiminde bulunarak laikleştirebilme gayreti içinde olan ilahiyatçılar, sanki Allah'ın varolan gelişme ve ilerlemeleri bilmekten aciz bir irade ve görüngüye sahipmişçesine çağdaş bir din yapılaşmaya gitmekte; ayetlerin anlam ve mahiyetlerini, birey, toplum ve devlet ilişki ve yönetimlerindeki tartışılmaz hükümlerini kökten değiştirmeye yönelmektedirler.

Laik devletin koyduğu anayasal çerçevede Allah'ın haram saydığını helal, helal emrettiğini haram kabul edercesine Allah'ın değil, putperest devletin hükümlerine bağlılık gösterip vahyi ayaklar altına alan diyanet, laik yapısıyla açık bir küfür içindedir. Bu sebeple diyanete bağlı ve laik temelle yetişmiş bir hocanın veya bir ilahiyatçının fetvalarına ve hurafesel açıklamalarına asla güvenilmemeli, mutlaka Kur'an'da karşılığı aranarak, muatabakat sağlanmalıdır. Yoksa şeytanın adımlarını takip eden onlar gibi dinden çıkılmış olunur ki, şeytanın da varolma amacı odur.

Türkan Saylan adlı azılı İslam düşmanının cenaze merasimindeki bir müftünün inanılmaz övgüsel dalkavukluğu, tarihte eşine raslanılmamış ve bir daha rastlanılmayacak bir korkuçluktaydı. "Kişi dostunun dini üzerinedir" hadisi şerifinden de anlaşılacağı üzere; bir müftünün bir kafir ile olan dostluğundan gurur duyabilmesi, hak olan tek din İslam'ın kimler tarafından temsil edildiğini ortaya koymaktadır. Münafık müftü İhsan Özkes, laik ve Müslüman ayırımıyla bölücülüğün şovalyeliğini yapan Saylan'ı, "Türkiye'yi kurtaran insan" sözleriyle nasıl abideleştirmeye çalıştığı halkımızı şok etmiştir. Yaşamı boyunca İslam'a küfredip, öldükten sonra gönüldaşı müftü aracılığıyla evliyalığa yüceltilen Saylan, müftününde ifade ettiği gibi, isyankarlığının karşılığı olan ödülünü, mutlaka Allah'tan alacaktır.

Hiçbir dönemde Müslüman olduğunu söylemeyen Saylan, annesini referans göstererek onun üzerinden kendini savunması, kimilerinin dikkatinden kaçsa da apaçık bir manipülasyondur. Kişinin anne, baba, kardeşi veya akrabaları değil, kendinin ne olduğu önemlidir. Kimi peygamberlerin babaları, kardeşleri, eşleri, çocukları ve akrabaları Allah'a iman etmedikleri halde, onlara hiçbir zarar verilmemiş ve sorumlu tutulmamışlardı. Her insan kendinden sorumlu olmasından dolayı, Türkan Saylan'ın kimliği herkesçe bilinmektedir. Münafık müftünün ruhbani günah çıkarma, övgü ve duaları ile cenazesine katılan yığılar, Saylan'a hiçbir fayda getirmeyecektir.

Allah indinde makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve tazimi ona hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, Allah indinde makbul olan bir kimseye bütün insanların yüz çevirmesi de ona hiçbir zarar sağlamaz.


Şeytanın, yaratılan yaratıklar arasında en muazzam ilme ve bilgiye sahip olması baz alındığında, Saylan'ın İslam'ı yok etme temelinde inşa ettiği batıl eğitim seferberliği amacının şeytani olduğu anlaşılacaktır.
Türkan Saylan öylesine şeytaniydi ki, sağlığında iman etmeyip savaştığı dini öldükten sonra kullanmayı planlayarak dostu olan müftüyü kanalize etmiş, ihanetlerini örtbas edebilecek iyi bir ad ve hıristiyanlar misali günahlarını affetirecek Müslüman kimlikli bir papaz bırakmak suretiyle cenaze merasimindeki trajikomik sahneyi yaşatmış, neredeyse yaptıklarını unutturabilecek "eğitim tanrıçası" ünvanıyla bir duygu seli oluşturmuştur. Oysa şeytanın da, muazzam batıl eğitimiyle milyarları etkileyip yoldan çıkardığı unutulmamalıdır.
l
Her canlı, hakkında yazılmış olan rahmani veya şeytani bir yaşamı idame ettirme mecburiyetinde bulunduğundan, kaderini değiştirebilecek yaratıksal bir iradenin vaki olamayacağı muhakkaktır. Gerek peygamberler, gerekse şeytan bu amaçla yaratılmış, herkes o doğrultuda hak ile batıl yollara ayrılarak, yazgılarının gereğini yapmaktadırlar. Şeytan yok edilemedikçe kötülükler ve temsilcileri kötüler sonlandırılamayacaktır.

Yaratık hiçbir insan, benliğini yücelterek çeşitli gerekçelerle Allah ve Resulünün hükümlerini kendi istek ve düşüncelerine göre yorumlayamaz, günün kozmetik şartlarına ve global fikirlere göre uyarlayamaz. Allah'ın iradesine, emir ve hükümlerine başkaldıran kafir ve münafıklar, Müslümanlıkla şereflendirilemez...

"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." Ahzab.36

19 Mayıs 2009 Salı

Saylan’ın cenaze namazı kılınamaz…

Yaşamı boyunca İslam’a ve Kur’an’a karşı savaşarak, Müslümanların amansız hasmı olan Türkan Saylan, vaat edilen o günün tecelli etmesiyle çok sevdiği dünyasından ayrılmış, tüm çaba ve çırpınışlarına, kendince yaratıcı bilimin gücüne rağmen hayatta kalamayarak, küfrettiği şeriatın hükmüne boyun eğmekten kurtulamamıştır.

Kimileri tarafından Hıristiyan, ateist veya deist olduğu belirtilen Saylan, hiçbir zaman Allah’a ve Resulü Hz. Muhammed’e inanıp iman eden bir Müslüman olduğunu deklare etmemiş, Allah’ın yüce dini İslam ve Müslümanlar aleyhine mücadele ederek, bir haçlı bayraktarı olduğunu düşünce ve eylemleriyle kanıtlamıştır.

İslam düşmanlığını Çağdaşlık, Cumhuriyetçilik ve Atatürkçülük zırhına yapışarak gizlemeye çalışan Saylan, eğitim amaçlı kurduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme çalışmalarıyla Müslüman evlatlarımızı zehirleme ihanetinde bulunmuş, Müslüman Türkiye’yi dinlerinden uzaklaştırabilmek gayesiyle misyonerlerle birliktelik sağlayarak, gerekli her türlü yardım ve desteği almak suretiyle hainliğini belgelemiştir.

Acımasızca binlerce Müslüman kız çocuğunu asimile etmek isteyerek ailelere sinsice darbe indiren gaddar Saylan, nefret ettiği Allah’ın şeriatı karşısında hesap vermekten asla kaçamayacaktır.

Türkan Saylan gibi amansız bir vahiy düşmanının cenaze namazının kılınmamasını Allah, açık bir ifadeyle emretmesine rağmen; kafir hıristiyanların dahi cenaze namazlarını kılmakta hiçbir beis görmeyen laik devletin laik diyaneti, yine Allah’ın hükmüne karşı gelerek, Türkan Saylan gibi bir münafığın da cenaze namazını kıldırmaya bir memur atayacak, böylece diyanetin vahiysel İslam’ı değil, laik ve Kemalist odaklı sözde çağdaş bir hümanist dini temsil ettiği anlaşılacaktır.

“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kafirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır.” Tevbe. 68

“Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkar ettiler ve fasık olarak öldüler.” Tevbe. 84

17 Mayıs 2009 Pazar

Eurovision maskaralığı

“Ancak tabela devleti olabildik” başlıklı yazımla kimliğini, gücünü ve onurunu ilkelliğe peşkeş çeken Türk devleti ve milletinin çöküşü üzerinde durmuş, inanılmaz bin bir türlü gerekçelerle nasıl pespayeliğe döndüğümüzü delillerle ortaya koymuştum.

Adı “Eurovision şarkı yarışması” olan sanatsal bir gösteriyi “SEX SHOW”’a dönüştürerek, Müslüman Türkiye milletini rezil rüsva eden hükümet, sözde çağdaş medyanın ve yığınların desteğiyle Türkiye’yi tanıtma adına milli seferberlik abartısıyla bir devletin ve milletin helakını gözler önüne sermişlerdir.

Belçika’da doğarak batı ahlakı ve kültürüyle yetişmiş zavallı bir Belçikalıyı Türkiye adına yarıştıran AKP Hükümeti, cinselliğini fışkırtarak ve gayri ahlaki ilişkilere girerek şarkıcılık yapmaya çalışan liyakatsiz kadına öylesine ağır bir sorumluluk yüklediler ki, kadıncağız yetmiş milyonun ağırlığı altında ezilerek, depresyona girmekten ve hasta olmaktan kurtulamamış, umutla beklenilen sonucun aksine perişan olmuştur. Uluslar arası sıradan bir yarışmayı kurtuluş mücadelesine çeviren ve milli bir dava haline getiren hükümet, olası bir zafer edasıyla destek arayışında dahi bulunmayı içine sindirebilmiştir. Geçmişte kazandılar ne oldu ki, bugün kazanmış olsaydılar ne değişecekti?

DAVOS’taki duruşunun gerçekte bir manipülasyon olduğunu kanıtlayan başbakan Erdoğan, Müslüman Türkiye milletini ve devletini idare eden bir lider olduğunu unutarak, söz konusu zavallı kadına anchormanlık yapmış, canlı yayında bağlanarak, her türlü desteğinin üzerinde olduğunu ve Moskova’ya ziyaret düzenleyeceğini ifade etmek suretiyle dolaylı da olsa ziyaret amacını ortaya koymuştu.

Başta Almanya olmak üzere birçok ülkenin canlı yayın dahi yapmaya tenezzül etmediği alelâde bir şarkı yarışmasına, dünyadaki hiçbir lider, sarkıcı temsilcisine böylesine açık bir destek vermemiş, insanlarını galeyana getirmemiş, milli ve manevi menfaatlerinden üstün tutmayarak, sadece halklarının boğuştuğu ekonomi kriz ve siyasi çıkarlarını dert edinme erdemliği ve sorumluluğuyla siyasi bir duruş sergilemişlerdi. Böylesi bir tabloda; başbakan Erdoğan’dan bir lider, ülke lehine bağımsız bir hizmet beklenebilir mi?

Seks ve cinsel fahişesel show’un değil; sözün, bestenin, sanatın ve ilkelerin kazanabileceğini idrak edemeyen kompleksi sefiller, hem yarıştırdıkları o kadını kahramanca yücelterek psikolojisini bozmuşlar, hem de Müslüman halkına ihanet ederek; inanç, iffet ve onurlarına kapkara leke sürmüşlerdir.

Hatırlanacağı üzere; bir zamanlar “çocuk pornosu” izleme sapkınlığını hiçbir ülkeye kaptırmayarak dünya birincisi Türkiye, başları öne düşüren sabıkasını Eurovision’da da yinelemiş, utandırıcı cinsellikten öte bir değeri olmayan seks show’uyla şehvetleri kabartmıştır. Azerbaycan ve Ukrayna’nın show’undan daha beterini ortaya koyarak, çocukların seyretmemesi için “kırmızı nokta” ile yayınlanması gereken pornografik bir gösteriyi dünyaya izletmeleri, hangi temel kriterde Türkiye’nin tanıtılmaya çalışıldığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Çağdaş bir batı ülkesi olabilmeyi cinsellik ve seksle bağdaştıran sapkınlar, her geçen gün bir zamanların ünlü seks ve sapkınlık merkezlerinden biri olan knisos’a benzemekte, dolayısıyla aynı akıbete uğrayacağına da şüphe duyulmamalıdır.

Sanatsal, bestesel ve kültürel bir kıymet taşımayan, yalnızca seksiliği ve çıplaklığıyla ön plana çıkan Eurovision temsilcisine kayıtsız destek veren başbakan Erdoğan, izlediği pornografik gösteriden ne kadar tatmin oldu ve memnun kaldı bilemiyorum. Ancak şu bir gerçek ki, temsilcinin tamamen cinsel içerikli seksi show’nun en doruk noktasında cehennemden kaçmış zebani misali kavalye ile sarmalayışı ve yüzeysel sevişme sahnesi, sebep olanların boynunda bir ar yaftası olarak asılı kalacaktır.

Türkiye’yi ve Türkiye milletini tanıtma adına yapıla gelen rezaletler, artık kimsenin suratına bakılamayacak bir hal almıştır. Oysa gerek batı, gerekse doğu Türkiye’yi ve halkını hem şerefli tarihinden hem de günümüzdeki dönekliğinden çok iyi tanımaktadır. Acaba onlar tanıyor mu?

Cahiliye dönemi, ilk ve orta çağın yegane kültürleri ve yaşam biçimleri olan cinsellik, kendilerini kabul ettirmeye çalışan üçüncü dünya ülkelerinde fevkalade önem arz etmekte, kendilerince tanılanacağı ve saygı görüleceği yönünde bir arayışa itmektedir. Oysa maddi veya manevi fahişelik, hiçbir dönemde itibar görmemiş, saygınlık kazanmayarak toplumlarca sindirilmemiştir. İnat ve ısrarla kazanma adına başkalaşarak değişime uğrayan hainlere güvenilemeyeceği, fıtratsal bir olgudur.

Başbakan Erdoğan, hükümet, medya ve çağdaş özentili yığınlara soruyorum; inançları, özgü sanatları ve kültürlerini tanıtmak amacıyla düzenlenen yarışmalara iffetli Müslüman Türk kadınları ve erkeklerin cinselliğini pazarlama girişimleri, kendilerine batı nezdinde bir kazanç mı sağladı, yoksa alçaltıcı bir kayıp mı? Uygar olabildiler mi?!?

8 Mayıs 2009 Cuma

Sempatik Şeytan

Gıdası kan olan ABD’nin Müslüman ve sivil vahşeti devam etmekte; asla vazgeçmeyeceği kıyımlarla Afganistan’da çok sayıda çocuk-kadın-yaşlı demeden önüne geleni yok etmesi, ne lanettir ki iktidarlarca hukukî sayılabilmektedir. ABD gibi barbar bir devletin başına geçen Obama, estirdiği barış, dostluk,adalet ve hümaniste rüzgarının şeytani bir aldatmaca olduğu öncesinden bilinse de, parçalanmış masum cesetlerden kalkınacağını zanneden fırsatçı ve çıkarcı yandaşlarınca cezp edici bir ambalajla “umut kapısı” olarak toplumlara sunulabilmişti.

ABD Başkanı Obama, Afganistan’ın gayri meşru ve kukla devlet başkanı Karzai ve müstemlekesi Pakistan devlet başkanı Zerdari’ye kendi vatandaşlarını katlettirmekte, dünya ve diğer İslâm ülke hükümetleri de her türlü siyasi desteği acımasızca verebilmektedirler. Obama’nın bir ay önce açıkladığı Pakistan ve Afganistan ile ilgili şeytani stratejisini, bu iki ülkeyle birlikte geliştirip uyguladıklarını ifade etmesi, Hamid Karzai ve Asıf Ali Zerdari’nin nasıl birer hain olduklarını belgelemektedir.

Yaklaşık iki yüzden fazla masum insanı parçalayıp, köy, kasaba ve binaları yerle bir eden, yarım milyona yakın insanın ev ve yurtlarını terk edip sığınacak güvenli bir yer aramalarına neden olan ABD ve NATO, terörün tüm korkunçluğunu ortaya koymaktadırlar.

ABD’nin Müslüman halklara ve sömürgeci egemenliğini kabul etmeyen toplumlara karşı kurduğu komplolar ve canavarlıklar; haklı olarak hak, adalet ve istiklal uğruna mücadele veren direnişçileri meşrulaştırmakta, böylece insanlık onurunun kıyametsi ölümü engellenip, canlılığı sürdürebilinmektedir.

Halkın oylarıyla iktidara gelen Taleban, sırf Müslüman olduğu ve iman ettiği Allah’ın yasalarıyla ülkeyi idare etmek istemesi haçlıları ürkütmüş, geçmişteki çöküşlerini bir kez daha tatmamak adına demokrasi ve terör bahanesiyle yok edici saldırılara yöneltmiştir. Aynı gerekçeyle mazlum halkların savunucusu ve haçlı emperyalizmine direnen kahraman El-Kaide’yi de hedef alarak topyekun savaşa girişmeleri, İslâm egemenliğinden duydukları korkudan dolayıdır.

Hakkı, adaleti ve insanlığı mahveden caniler; güç ve kuvvetleri doğrultusunda kendilerince “doğru” saydıkları düşünce çerçevesinde katletmekte, dolayısıyla güçleri nezdinde haklı ya da haksız sayılarak, ya mükafatlandırılmakta ya da mahkum edilmektedirler.

Oysa tek doğru, yaratıcı Allah’ın vahiy ettiği doğru olduğu için, “o doğru” temel alınmalı, dolayısıyla o doğrulukta olanların kazanacağı, zalimlerin ise hezimete uğrayacaklarına şüphe duyulmamalıdır. Onlar, Allah için bir zaman mefhumu olmayıp, belirlenmiş bir süre bulunduğundan, zelil azabı tadacakları ve sürünecekleri gün ile ilgili hiç merak etmemelidirler… Bu dünyada gizli kalan yahut tam karşılığı bulmayan cezalar, mutlaka başka bir alemde görülecektir.

Bugün Türkiye’yi şok eden ve kırk dört masum insanın öldürüldüğü Mardin katliamı, tıpkı ABD ve İsrail canileri gibi, suçluların “kendi doğru” gerekçelerinden işlenmiştir. ABD ve İsrail’in katliamlarını meşru görüp sessiz kalan iktidar ve çevreler, onların ve diğerlerinkini de meşru saymalıdırlar. İnsanlığı bozarak korkunçlaştıran eğitimli ABD, İsrail ve müttefikleri, sokakta meydana gelen tüm vahşetlerin azmettiricileri ve sorumlularıdırlar. Unutulmamalıdır ki böylesi katliamlar tüm dünyayı saracak, mutlaka devletler ektiğini biçecektir. Dün izleyenler, bugün izlenmekte, yarın ise ne izleyen ne de izlenen kalıp, herkes acı ve dehşet içinde kıvranacaktır.

Her cani, aynı ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın yaptığı gibi katliamlardan sonra derin üzüntü duyduğunu ifade etse, hiçbir değer taşır, karşılıksız bırakılır ve affı mümkün olabilir mi? Üstelik devletsi o barbarların hiçbir yaptırıma uğratılmayıp bir de takdir almaları, şüphesiz katliamların sürmesini cesaretlendirmektedir.

Biliniz ki sokaktaki katiller, onlardan çok daha insaflı ve merhametlidirler. En azından pişman olabiliyor, özür dileyebiliyor ve yaptıklarından dolayı göz yaşı dökerek, vicdan azabı duyabiliyorlar. Onlar ise şeytandan da daha aşağı öylesi acımasız yaratıklardır ki, katlettikleri insanlardan haz duyup tatmin olabiliyor, amaçlarına ulaşabilmenin iğrenç zaferi içinde gururlanabiliyorlar. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez, Gazze’de giriştikleri korkunç soykırım ve yıkım ile ilgili kesinlikle özür dilemeyeceğini beyan edebiliyor ise, sokaktakilerine kızabilmek ve yargılayabilmek akılcı mı?

Hakkı, doğruyu ve adaleti lağveden materyalist devletler, şeytani politikalar ile zulmetmekte, vatandaşlarını ve insanlığı ya sömürerek, ya kıyarak, ya köleleştirerek, ya asimile ederek, ya da işgal ederek değerlerini biçmekte, kendilerine benzetmektedirler.

ABD ve İsrail’e geçit veren hiçbir devlet, sokaktaki suçluyu kınayamaz ve yargılayamaz…

Haydi, Müslüman referanslı başbakan Erdoğan ve dışişleri bakanı Davutoğlu; kardeşlerinizi katleden dostunuz ABD’ye göstermelik ve cılız da olsa bir tepki vermeyecek misiniz?

5 Mayıs 2009 Salı

Bir gazeteci Ruhat Mengi…



“En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.” Malcom X.



Eşi Ahmet Eşref Biliktan’dan kirli bir pazarlık sonucu boşanıp, gazeteci Güngör Mengi ile evlenerek şöhreti yakalayan Ruhat Mengi’nin vatan, devlet ve millet edebiyatı, apaçık bir aldatmaca ve acımasız bir sömürüdür.

Geçmişte ilişki içinde olduğum insanların gerçek yüzlerini deşifre etmeyi pek etik bulmamış, hatta “Akıl mı Kader mi” adlı kitabımda bahsi mevzu olan kişilerin isimlerini, dini gerekçeyle açıklamaktan kaçınmıştım.

Ancak riyakarlıkları ayyuka çıkan münafıkların üzerine gitmeyi nefsim adına değil, aldatılan halk ve adalet adına uygun görerek, akıl ve duygu oyunlarıyla fitne çıkarıp hilekarlık yapan sinsilere karşı insanları uyarmayı kaçınılmaz bir görev addettim.

Kendilerini dürüstlükle yüceltenlerin sözde millet ve mazlum lehine hak arama feryatları, gizledikleri pis çıkar ilişkilerinden başka bir şey değildir. Özellikle cinsellik adına çağdaşlığı ve vatan sevgisi adına Atatürkçülüğü savunan laik gazeteciler, kitleleri çıkarları doğrultusunda kışkırtıp manipüle ederek öylesine insanlık onur ve şerefini doğramaktadırlar ki, gerçeklerden bihaber yığınlarda onlara inanabilmekte, dolayısıyla ülkede olması gereken birlik, bütünlük, barış ve dürüstlük yok edilerek; kimin doğru yahut yanlış, neyin iyi veya kötü olduğu bilinmemektedir.

Önce aynaya baksınlar, sonra konuşsunlar…

Türk devletine ve milletine güvenmeyen Ruhat Mengi, geleceğinden korktuğu ikinci kızının doğumunu İngiltere’de yapmış, masrafı ile ilgili giderleri de, kocası vasıtasıyla benden almıştı. Sanırım aynı gerekçelerle büyük kızını da yurt dışında doğurmuştu.

1986 ve 1987 yıllarında tanıştığım Ahmet-Ruhat Biliktan çifti ve kız kardeşi Vuslat Ünaldı, ortak oldukları tekstil işinden iflas etmiş ve piyasaya büyük borçlar takarak, hiç kimseye kredileri kalmamıştı. Ruhat Hanımın doğum günü yaklaşmış, ancak masraflarını karşılayacak parayı bulmak bir yana, uçak biletini dahi temin edemiyorlardı. Sürekli beni ağırladıkları Fenerbahçe’deki evlerinde kendisine neden Türkiye’de değil de, İngiltere’de doğum yapmak istediğini sorduğumda; “Türkiye’ye güvenmiyorum, çocuğumun geleceğini garanti altına almak istiyorum” demişti. Bunun üzerine kendilerine talep ettikleri parayı vermiş ve İngiltere’ye giderek doğumunu gerçekleştirmişti. Konumuzu ilgilendirmediğinden daha fazla detaylara girmeyi ahlaki bulmuyorum.

Ancak; Ruhat’ın arzu ve isteklerine para yetiştirmekte zorlanan Ahmet, İngiltere’de spot bulduğu tekstil ürünlerini Nijerya’ya satacağını iddia ederek, Umman Prensi Talal Bin Tarık Al Said’i 400.000 USD. dolandırarak, Ruhat’ı memnun etmeye çalışmış, böylece kendini bitirip tüketmiş, neticede çocuklarına verdiği soyadı dahi devam ettirememişti. Şimdi hangi yüzle ahlâktan, yolsuzluktan ve dolandırıcılıktan söz ederek, başkalarını suçlayabiliyor? Acaba prensin ve mağdur ettiğii insanların paralarını ödedi mi? Kendisini o kadar seven, sayan ve her fedakarlığı yaparak adına dolandırıcılık yapan kocasını neden boşadı ve vicdansızca kızlarının dahi soyadlarını değiştirebildi?

Türkiye’ye güvenmeyerek gelecek garantisini İngiltere’de arayan Ruhat Mengi, bugün gazete ve televizyonlarda ahkam kesebilmekte, utanmadan Türk halkını sömürebilmekte, çetelerin ve darbecilerin sözcülüğünü yaparak, halkın seçtiği hükümete ve Müslüman Türkiye milletine kin kusup gericilikle aşağılamakla kalmayıp, namus ve dürüstlükten dem vurabilmektedir.

Neden o çok güvendiği İngiltere’ye yerleşemedi, asıl mesleği olan kimya mühendisliğini, kitap çevirmenliğini, tekstil işini ya da gazeteciliğini yapamadı? Acaba Türkiye’den gözü gibi sakındığı kızları nerede yaşıyor? Kendini şöhrete kavuşturan, kalkındıran ve besleyen 70 milyonluk Türk milletinin İngiltere vatandaşlığı gibi sözde bir garantisi bulunmazken, hangi yüzle vatan ve millet sevgisinden bahsedebiliyor? Parası biten eşine tekme vurana, bu asil ve vefakâr millet geçit vermez…

Türkiye milleti; politikacıları, gazetecileri ve sözüm ona sanatçıları ile sömürülmekte ve gaddarca istismar edilmektedir. Birkaç gün önce 20 bin lira borcundan dolayı intihar eden bir oyuncunun cenaze merasimindeki vicdansız ve sahtekar şöhretlerin hükümeti suçlayan sözleri, riyakarlığın ta kendisiydi. Devlet sanatçılarına sahip çıkmıyor ve acı içinde yaşamalarına ve intiharlarına neden oluyormuş. Oysa aralarında bir yemek parasına mukabil dayanışma göstererek, arkadaşlarına yardım edemezler miydi? Hangi yüzle cenazeye gelebiliyor, konuşabiliyor ve hedef şaşırtarak, 70 milyonun haklarını kendilerine peşkeş çekilmesini talep edebiliyorlar? Kimdir onlar? Yoksa şehitlerden de mi üstündürler?

İman ve inancın olmadığı benliksi bir akıl ve kalpten; doğruluk, adalet, merhamet, paylaşım, yardım ve vicdan beklenemez.

Nerede vicdansız bir politikacı, gazeteci, oyuncu veya şarkıcı görürseniz onları bağrınıza basarak alkışlamayınız, suratlarına tükürünüz ki, ananızın ak sütü gibi helal olan haklarınızı daha fazla sömürmesinler ve üzerinizden yükselmesinler. Unutmayınız ki onları şımartan ve layık olmadıkları düzeye çıkartan sizlersiniz…

“Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur.” Sophokles


3 Mayıs 2009 Pazar

Döndüm, ama…

Müslüman olmayanların girmesinin haram emredildiği kutsal Mekke ve Medine’deki gözlemlemelerim, neden Müslüman toplumların hor ve hakir bir yaşama ve siyasi bir müstemlekeye mahkum edildiklerini tartışılmaz bir gerçekle müşahede etmeme neden olmuştur.

Sözde ibadet amacıyla toplanan yığınların samimiyetsiz itikatları, saygısız ve şirksel davranışları; taptıkları yaratıcı Allah’larına dosdoğru iman edememelerinin bir sonucudur. Materyalizmin maneviyatsal mutasyonu akıl almaz paradoksları doğurmuş, dolayısıyla Allah’ın ve vahyin ruhsal önemi, maddeye indirgenerek bambaşka inançların ve gizli tanrıların oluşmasına yol açmıştır. Farklı inanç yorumları ve görüşleri her ne kadar İslâm’dan türemiş olsa da, kayıtsız-şartsız imanı bir teslimiyet taşımadıklarından Allah’la bütünleşememekte, kendilerince dini bir mastürbasyon yaparak tatmin olmakta, böylece Allah’ın vahyettiği kulluğa erişememektedirler.

25 yıl önceki o duygusal yoğunluğu ve rahmeti tadamamış, başta ceberut Suudi askerleri olmak üzere farklı milletlerdeki insanların yanlışlarına müdahale etmekten, maalesef gerekli hazzı alamamış olmanın üzüntüsüyle ziyaretimi tamamlamış bulunmaktayım. Kâbe ve Mescidi Nebevi’yi hapseden o modern ve ürkütücü yüksek binalar, kendini tanrılaştıran barbar Suudi yönetimi; materyalist kapitalizmin ve totalitarizmin tüm çirkinlik ve benliğini sergilemektedir.

İlk İslam devletinin kurulduğu yer olan ve peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) halifelik yaptığı Medine, artık merhametin, hakkın, adaletin, eşitliğin ve hoşgörünün olmadığı oligarşi derebeycilerce idare edilmektedir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde asla görülmemiş bir diktotarya, Suudi emirlerince uygulanmakta, emir’in geçtiği yollar kapatılmakta, inananlarla aralarına aşılamaz duvarlar örülerek, hoyrat emirlere tanrısal hüviyet kazandırılmıştır. Kölelerine sevgi ve saygı göstererek her şeylerini paylaşan, imani kardeşi açken kendi tok olmayan, halkının barınağı olmadan kendine barınak yapmayan, toplumunda en alt seviyede yaşayanları kendilerine düstur edinen, Müslümanlar güven içinde olmadan kendilerini emniyette hissetmeyen, zaruri geçimlerinin dışında bir harçlık, hatta bir elbise ve bir tas fazla yemeği dahi kendilerine haram sayan, devlet gelirini halkına eşit paylaştırıp ayırım, gösteriş ve israftan ısrarla kaçınan, inançları her ne olursa olsun zulme uğrayan her kesime ekonomik ve askeri yardım eden, tamamen eşit şart ve koşullarda yaşayan asrı saadet bir devrin kapanıp, sömürgeci bir alçak düzenin egemen olması, kutsal Medine’nin ehemmiyet ve ayrıcalığını bitirmiş, tüm İslâm dünyası etkilenerek, zillete mahkum olmuşlardır.

Kâbe’nin 128.4 metrekare alan üzerine kurulu ve yaklaşık 13 metre olan yüksekliğine hoyratça meydan okuyan Suudi Krallığı, tam yanı başına yüzlerce metre yüksekliğinde korkunç binalar yaparak, güya Allah ile yarışmakta, ama ne ABD, ne de İsrail’e karşı aynı cesareti gösteremeyerek, Müslüman toplumların aleyhine işbirliğine girişip, geçmişte Osmanlı’ya yaptığı gibi hainliğini sürdürmektedir.

Materyalist ve kapitalist Suudi Krallığının Kâbe’ye olan saygısızlığı, Kral Halid’in Kâbe’nin yanı başına yaptırdığı saray ile başlamış ve günümüzde 500 metreyi aşan yükseklikteki otel ve binalarla doruk noktaya ulaşmıştır. Oysa Osmanlı Devleti, yüce Allah’ın müminlere hediye ettiği mabet olan Kâbe’ye öylesine saygı göstermişti ki, Kâbe’nin etrafını çeviren kubbeli yapıları (revaklar), Kâbe yüksekliğini aşmayacak şekilde inşa edilmiş, planları da Mimar Sinan tarafından hazırlanmıştı.

İslâm düşmanı haçlıların taşeronu münafık Suudi Kralı Abdullah, Allah’a secde eden Müslümanların kıblesi Kâbe’nin eteklerine boyun eğmektense, kendine 595 metre yüksekliğindeki yedi yıldızlı Al Baid kulesinin tepesinde saray yaptırarak, Kâbe’ye, Müslümanlara ve dolaylı olarak Allah’a meydan okumakta, dolayısıyla şeytandan farksız bir azametle benliğini yüceltip, Kabe’ye hükmeden sarayını kıble, kendine de secde ettirmek istemektedir. Çünkü o, şeytandan da daha alçalmış bir benlikle kendini tanrı görmekte ve zannınca yerleşeceği gökyüzünden ahkam kesebileceğini düşünmektedir.

Müslümanlara ait olan kutsal Mekke ve Medine’nin Suudi Krallığının yönetiminden kurtarılması, umulur ki İslâm’ın dünyadaki egemenliğinin yeniden tesisine yol açacak bir tetiklemeyi yapacaktır.

Müslümanların bütünlüğü, rahmet ve bereketi, ancak Mekke ve Medine’nin işgalden kurtuluşuyla mümkündür. Doyumsuz bir aşk ve tazimle gelen Müslümanları aşağılayan, darp eden, hırpalayan ve horlayan Suudi yönetimi, mutlaka hakkettiği karşılığı görmeli ve işgal ettiği topraklardan püskürtülmedikçe, Müslüman dünyasının bağımsızlığa kavuşabilmesi ve layık olduğu düzeye ulaşabilmesi mümkün olamayacaktır.

Mekke ve Medine ağlıyor... Destek veren yahut sessiz kalan tüm Müslümanlara (kimliklere) lanet yağdırıyor…

Fiziki varlıklarını sürdürmesi asla yanıltmamalı, ilâhî maneviyatı çökerten Suudi yönetiminin turistik maddi çıkarları, iktidarıyla birlikte mutlaka kökten lağvedilmelidir…

Mekke ve Medine birer haram şehridirler, kâfirlerin girmesi nasıl yasak ise, münafıkların girmesi de yasaktır. Suudi Krallığı; Allah’a, İslâm’a ve Müslümanlara ihanet etmelerinden dolayı münafıktırlar, dolayısıyla Mekke ve Medine’ye girmeleri yasaklanmalıdır. Aksi takdirde o lanet, daha da artarak tüm insanlığı yerle bir edecek, huzur, barış ve iyi olan ne varsa yok olacaktır.

Emperyalist barbar ABD ve İsrail’in Müslüman toprakları işgal etmeleri gibi, kadim dostları Suudi Krallığı da, Müslümanların kutsal şehirleri Mekke ve Medine’yi işgal etmiştir. Dünyadaki barışın ve adaletin yolu, ancak Mekke ve Medine’nin hain Suudi Krallığından kurtulmasından geçer…

Zorba ve azgın Suudi Krallığı; 2001 yılının Ramazan ayında, Kabe imamlarından Şeyh Muhammed El Musini’nin Müslümanları katleden ABD ve İsrail karşıtı bedduasından ötürü gözaltına almış ve tutuklamıştır. Sözde Müslüman olan Suudi halkı, ne acıdır ki haksızlık karşısında susarak dilsiz şeytan olabilmişlerdir. Zaten bu halk, barbar münafık Krallığı devam ettiren sefil halk değil midir?

O dua…

Ey şan şeref ve izzet sahibi Allah’ım...
Ey alemlerin en büyüğü, en mükemmeli, en yükseği, en yücesi Allah’ım!
Senden izzet ve kuvvet istiyoruz.
Yolunda savaşan mücahidlere yardım et.
Allah’ım onların her daim yanındasın ve onlar da Sen’inle,
Onlara zafer ver, onları güçlendir.
Allah’ım onların görüşlerini birleştir,
Onların silahlarını aynı hedefte birleştir,
Kelimelerini birleştir ve Allah’ım onların kalplerini ıslah et,
Allah’ım o mücahideri kendi elinle düşmanlarından koru.
Allah’ım düşmanların birliklerini yerle bir et,
Ve onların birliklerini mahfet,
Ve onların gücünü zayıflat,
Ve onların gönüllerine korku yerleştir.
Allah’ım bizim kaderimiz senin elindedir,
Ve bizim işlerimizin tümü, Sana döner,
Ve bizim durumumuzdan habersiz değilsin,
Biz ızdırabımızı Sana bildiririz,
Üzüntümüzü ve şikayetimizi de Sana bildiririz,
Zalimlerin adaletsizliğini yalnız Sana şikayet ediyoruz,
Ve facirlerin zulmünü,
Ve ihanet eden suçluların cezasını,
Sanadır Allah’ım, Hristiyanların tüm kinini nefretini, adaletsizliğini Sana şikayet ediyoruz,
Allah’ım karanlığı (kötü hükümdarlık) zalimler gerçekten uzattılar,
Dinsizlerin kinleri derine uzanmış,
Ve yöneticiler suçlular...
Allah’ım onları üzerine doğruluk eli gönder,
Kötülüğü onunla kaldır,
Ve bizim izzetimizi geri döndür,
Ve onunla düşmanımızı yok et,
Allah’ım, onların zulüm ve adaletsizliklerini Sana bildiriyoruz...
Allah’ım, küfrün ve fesadın merkezi olan Amerika’nın kuvvetini başlarına geçir,
Allah’ım onların tümü Senin farkında, onlar senin arzında fesadı yayıyorlar,
Ve onlar senin kullarını öldürdü ve onlar Senin dinini aşağıladılar,
Allah’ım Sen hepsinden haberdarsın ve hepsinden güçlüsün,
Allah’ım onlara gücünle karşılık ver,
Allah’ım onlara Ad kavmine gönderdiğin fırtınayı gönder,
Ve onlara Semud’un çığlığını, Nuh kavminin tufanını gönder,
Allah’ım gökyüzünü onların başlarına geçir,
Ve yeryüzünden dağıt,
Allah’ım onların devletlerini parçala,
Allah’ım onların ülkelerini böl ve şiddetle parçala,
Hay ve Kayyum Allah’ım,
Kullarını güçlü yumruklar kıl,
Allah’ım mücahidlere direnişli kalmayı bahşet,

AMİNAMİNAMİNAMİNAMİNAMİNAMİNAMİN


“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah sana yeter.” Ahzab.48

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yaratabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.”
İsra.37

“Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez.” Nahl. 23