19 Nisan 2009 Pazar

Arkadaşlar…

Bugün, bir haftalığına umreye gidiyorum. Siz iman eden okuyucularım için dua edecek, hem bu dünya hem de ahiret hayatındaki yaşamları için Allah’tan mağfiret dileyeceğim. Ancak gerçekleri kabul etmeyip, hainlik ve nankörlükte ısrar ve inat eden okuyucularım için önce ıslah edilmelerini, eğer olmazlar ise helake uğramalarını Allah’tan temenni edeceğim.

Sizleri yaratan Allah’a dayanıp güvenin, vekil ve destek olarak Allah size yeter…

18 Nisan 2009 Cumartesi

Teröristlerle bile kıyaslanamazlar

Teröristler, yanlışta olsa düşünce ve inançları uğruna canlarını verdikleri davalarıyla ilgili sergiledikleri cesur, kararlı ve dik duruşları; bugün terörist olarak yansıtılan korkak ve içi geçmiş çapulcu Ergenekon örgüt üyeleriyle mukayese edilemeyecek bir düzeydedir. Ayılıp bayılmalarından ve yıkmaya çalıştıkları devlet, millet ve insan hakları edebiyatı yaparak saplandıkları bataklıktan kurtulabilmenin riyakar ve haysiyetsiz tavırlarından ve vicdan sömürüsü yapmalarından anlaşılmaktadır.

Millet ve devletin kendilerine verdiği yetki ve makamları ile, yıkıcı ve bölücü ideolojilerindeki silahlı üst düzey hainlerin komutasında onurlarını doğrayan bu melunların sefil görüntüleri, ibrete şayandır.

Özellikle bilim adamı kisvesindeki rektör ve öğretim görevlilerinin ahlâk ve adaletten yoksun pespayelikleri, eğitim gören evlatlarımız aleyhine fevkalade vahim bir süreç, dolayısıyla üniversitelerimizin bilim yuvaları değil, ihanet aracı bozguncu kurumlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Ülke ve millet lehine buluşlar gerçekleştirip bilim ve teknolojide söz sahibi olmayı, ahlaklı ve adaletli nesiller yetiştirmeyi ilke edinmeyerek, halkının hükümetini, dinini, inancını ve ırkını hedef alarak savaş açan bölücüler, bilmediler ki ilmin ve bilimin yüzkarasıdırlar. Şüphesiz onların yetiştirdiği öğrencilerden hiçbir üstünlük ve Türkiye lehine zerre bir yarar beklenmemelidir.

Kopyacı ve ezbercilere sağlanan haksız unvan ve mevkiler, işte bu liyakatsizlerce hazmedilememekte ve kaldırılamamaktadır. Şeytan misali bilgileri ne olursa olsun; fıtratlarının derinliğindeki kötülükleri açığa çıkararak, kin ve nefret kusmak suretiyle ülkenin huzur ve güvenini bozarak karışıklık çıkaranlara profesör ya da eğitici düzeyinde saygı göstermek; Einstein, Newton ve Pascal gibi keşifler gerçekleştirmiş ve dünyaya ışık saçmış bilim adamlarına bir hakaret ve ihanettir. Bundan dolayıdır ki onların uzmanlıkları, doktorlukları, doçentlikleri ve profesörlükleri; sadece ve sadece çöpsel abartılardır. Zaten düşünce ve davranışlarıyla bunu kanıtlamıyorlar mı?

Ülkeyi karıştırıp birbirine kıydırmak ve silahlı darbeyle halkını esarete mahkum etmek adına puştluk düşünen, yalan ve iftiralarla kutsal değerlere saldıran sinsi bir terör örgütünün silahşoru olan ve halkının seçimini aşağılayarak kıymeti harbiye ye tabi tutmayan kepazelere, sahip oldukları unvanlarından dolayı değer verilmemeli ve onlar, hayvandan da daha aşağı sapıklar olarak damgalanmalıdırlar. Şüphesiz onlara değer verenlerde, onlar gibidir. Çünkü kişi, dostunun dini üzeredir.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal; partisinin resmi veya gayri-resmi üyeleri, fikirdaşları ve sempatizanlarınca kurulan Ergenekon Terör Örgütünün yılmaz bir avukatı olduğunu ikrar ederek, cansiperane arka çıkışını sürdürebilmektedir. Aynı bölücü ve yıkıcı ideolojileri adına halka savaş açan örgüt üyelerini "Bu memleketin namuslu, dürüst profesörleri, dekanları cezaevlerinde acı çekiyor. Kimsenin kılı kıpırdamıyor" ahlamasıyla sahiplenmesi, ancak hain darbecilerce getirilebileceği iktidar umudunu kaybetmesinden olsa gerek; hukuka, yargıya ve güvenlik güçlerine fütursuzca saldırmaya devam edebilmektedir. Yoksa Ergenekon’un bir numarası Deniz Baykal mıdır?

Ergenekon Teörö Örgütünün çöküşü ve yargı önüne çıkarılmasının ''Çok acı bir manzara olduğunu'' ifade eden Baykal, ''Bu tabloyu, inanıyorum artık aydınlığa kavuşturacak tek güç milletin kendisidir. Ne çiçek göndererek, ne sempati demeçleri vererek bu gidişi önlemek mümkün değildir. Bu gidişi önleyecek olan milletin iradesidir, milletin kendisidir'' ifadesi hayret vericidir. Savunduğu o kişiler; milletini karanlığa gömmek, acı ve yok olmaya görtürmek ve dehşet saçmak isteyen bir terör örgütü değil midir? Acaba Baykal’ın akli muazenesi yerinde midir?

TBMM Başkanı Köksal Toptan, acaba kimin meclisinin başkanıdır? Sözde temsil ettiği halkı birbirine kıydırmak isteyen amansız fitnecileri kayırırcasına, gözaltına alınmalarından ve delil bulabilmek maksadıyla evlerinin aranmalarından rahatsızlık duyarak “başka bir yöntem olmalı” diyerek, dolaylı da olsa hükümeti, yargıyı ve güvenlik güçlerini eleştirmesi, derhal o meclis başkanlığından istifasını zaruri kılmaktadır. Kendisini seçip layık olmadığı o göreve getiren halkı, hangi şartlar ve yöntemlerle gözaltına alınıp tutuklanıyorlar ise, onlara da aynı muamele yapılmalıdır. Onlara farklı davranılmasını arzu etmesi, asla affedilmemesi gereken bir adaletsizlik ve eşitsizliktir. Kendilerine kelepçe takılmamaları, zaten bir kayırmacılık değil midir? Madem yöntem yanlış; neden bugüne kadar sokaktaki insanlarını müdafaa ederek, aynı tepkiyi göstermedi? Birilerine şirin gözükebilmek uğrunu yalakalık yaparak insanlıktan çıkmayın.., ya dürüst olun, ya da susun…

Başkent Üniversitesinin (!) bozguncu rektörü Mehmet Haberal’ın tutuklanmasıyla ilgili öğretim görevlilerinin tavus kuşu misali cübbelerini giyerek anıtkabire yapacakları yürüyüş ve tanrı belledikleri Atatürk’e şikayet etme planları, ne oldu bilmiyorum. Ancak bir Osmanlı olmasından ve eğitimiyle yetişmesinden dürüst, cesur, kararlı ve ilkeli olan Atatürk, bir mucize eseri bir an mezarından dikilse, inanıyorum ki karşısındakilere aynen şöyle seslenirdi:

“Ey reziller! Bu devleti ve vatan topraklarını ihanet edesiniz, beni tanrı yapasınız, şerefli halkınız arasına nifak sokup birbirine kıydırasınız diye mi bıraktım. Neden görevinize önem vererek gereği gibi keşifler gerçekleştirmiyor, birlik ve beraberliği tesis etmiyor, erdemli ve adaletli nesiller yetiştirmiyor, fikirlerinizi zorbalıkla değil, ikna yoluyla benimsetmiyorsunuz, meclise ve seçtiği hükümete saygı göstermiyorsunuz? Ben, bir ölüyüm, size ne bir faydam, ne de bir zararım dokunabilir. Sizler insan değil de sapıklar mısınız ki benden medet umarak karşıma gelip, hayasızca tapınıp dileklerde bulunabiliyorsunuz. Neden sizi yaratan ve sahip olduklarınızı veren Allah’a secde etmiyor ve yakarmıyorsunuz? Sağlığımda savaştığım haçlıların taşeronluğunu yaptığınız halde; hangi yüz ve cesaretle huzuruma gelebiliyorsunuz. Sizler gerçek birer pislik ve düşmansınız. Yıkılın karşımdan… Hepiniz kahrolun…”

Bırakın herkes inandığı gibi düşünsün… Bırakın yaşasın... Bırakın ibadet etsin… Bırakın giyinsin… Bırakın ırk üstünlüğünü ve bölücü milliyetçilik fenomenlerini… Bırakın saplantısal ideolojileri… Bırakın insanları değiştirmeyi… Bırakın ahlak ve adalet kurallarıyla oynamayı…

Unutmayınız ki kimin ne; modern mi yoksa gerici mi olduğuna karar verici tanrılar değilsiniz.. Herkes kendince modern ya da gerici olma özgürlüğüne sahiptir. Önce kendinizi, eğer başarabilirseniz insanlık erdemi gibi bir üstünlükle değiştirin de, sonra başkalarını düşünün...

16 Nisan 2009 Perşembe

Samimi ve adil olun ki…

Bölücü ve yıkıcı sorunları meydana getiren düşünce ve ilkelerle, o sorunları giderebilmek yahut ıslah edebilmek asla mümkün değildir. Ulus devlet anlayışı temelinde fıtratsal ırk ve din gibi hayati ve hassas değerlere savaş açarak sindirmeye ve başkalaşmaya giden bir devletin birlik, huzur ve barışı sağlayabilmesi, samimi ve adil olabilmesi söz konusu olamaz.

Yaratıcının dahi yapmayıp farklı millet, ırk, din ve kültürleri yaratmasıyla oluşturduğu dünya; ne geçmişte ne de gelecekte tek bir medeniyete dönüştürülememiş ve dönüştürülemez; ortak kültür, simge ve değerler yaratılarak, gelenekler ve mitlerle tek tip kökten bir birleşmeyle, akıl ve duygular tekelleştirilmeye çalışılarak, “ulus devlet” gibi dayanaksız bir yapı inşa edilemez.

Bu ütopyayı baskı, yasak, tehdit, şantaj ve absürt argümanlarla uygulamaya çalışan devlet, ancak isyana, savaşa ve parçalanmaya neden olur. Böylesi tanrısal bir ideali kendi ideolojisi temelinde egemen kılmaya çalışması, zaman içerisinde bir basınç oluşturacak ve sonunda infilak ederek, ortada ne bir devlet, ne bir vatan, ne de bir millet kalacaktır.

Devlet, yalnız halkı için var olan; ırk, inanç ve düşüncelere saygı gösterip, taraf olmaksınız adaletle hükmeden bir kurum ise, o devlet baki kalabilir ve bozgunculara karşı yekvücut bir güç haline gelerek, kötülükleri yenebilir, fitnecileri püskürtebilir.

Yüzyıllardır Müslüman Türkiye toplumunu ve hamisi olan ırkları bir arada tutmayı başaran Allah ve İslâm inancını silip süpürebilmek için Fransa’dan ithal ettiği laik ve ulus devlet anlayışını silah, korku, cinayet ve insanlık onurunu katleden uygulamalarla kabul ettirmeye çalışan devlet, yaşanıla gelen çatışmaların, bölünmelerin, adaletsizliğin, ahlâksızlığın, sömürgeciliğin ve düşmanlığın yegane sebebi olmuş ve olmaya devam etmektedir. Yaldızlı sözlere değil, bizzat yaşanılan tecrübeler ve gelişmelere duyarlı davranarak duruş sergilenmeli; devlet, ancak kendini meydana getirip değere ulaştıran herbir bireyine sevgi ve saygı duyar ise, karşılığını hak etmelidir.

Devlet, öncelikle büründüğü o despotik, ideolojik ve teokratik yapısından sıyrılmalı, idareyle yükümlü oldukları canlıların güdülebilecek hayvanlar sürüsü değil, farklı akıl, inanç ve duygular taşıyan birer “insan” oldukları gerçeğini kabul ederek, ideal ve yapısını oluşturmalıdır. 85 yıldır başaramadığını başarabilmesinin mümkün olamayacağı gerçeğini kavrayabilmeli, gerçekten insanlarını tasa eden bir samimiyet içinde ise, inat ve ısrarından vazgeçerek korkunç gidişatı durdurmalıdır.

Adaletsizliğe ve ayırımcılığa daha fazla tahammül edemeyen kahraman savcı ve hakimlerden oluşan yargının gerçekleştirdiği “devrim”, T.C. kurulduğundan bugüne kadar köşe başlarını tutmuş mevki ve makam sahibi zorba Kemalistlerin millet üzerindeki hegemonyasına son verecek süreci başlatmış, her biri yargı önüne çıkarılarak, nasıl birer sinsi, cani ve hain oldukları gerçeği kamuoyunun dikkatine sunmuştur.

Türkiye milletinin etnik ve dini esaslarına göre yaşamalarına fırsat tanımayarak sürekli dışlayan, tehdit ve şantajlarla köleleştiren ve iktidarlarını engelleyen Kemalist gettolar; silahşorlarının tutuklanmalarına, gözaltına alınmalarına veya soruşturulma açılmalarına öyle tepki göstermiş, haddi aşarak sahiplenmişler ve gözdağı vermek isteyerek terör örgütlerini savunmuşlar ki, böylece devletsi hükümranlığa sahip korkunç bir çeteyle nasıl yaşandığı ve karşı karşıya kalındığı ortaya çıkmıştır. Nasıl bir devlet Türkiye'yi idare etmektedir?!!

Amansız Ergenekon Terör Örgütünün politik temsilcisi CHP, Kemalist medya, gazeteci, dernek ve üniversitelerin yanı sıra, Genelkurmay’ın arka çıkması, şüphesiz TSK’ni istismar ve aleyhine fevkalade vahim bir gelişmedir. Anayasal düzeni silahla ele geçirmeye kalkışan, halkın seçtiği TBMM’ni lağvederek hükümetini devirmeye çalışan, halkın arasına nifak tohumları sokarak bir iç savaşlı planlayan, farklı inanç ve ırk sahibi popüler kişileri öldürterek ve öldürmelerini planlayarak infiale neden olan azılı terör örgütünün elebaşları Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u destek mahiyetinde cezaevinde ziyaret eden Genelkurmay’ın başkanı Org. Başbuğ’un açıklamaları; hukuka, yargıya ve millete apaçık bir meydan okumadır.

Unutulmamalıdır ki yargıyı, hukuku ve adaleti baltalayarak ayaklar altına alan bu kayırma, rütbeleri ve kimlikleri her ne olursa olsun hiçbir bahaneyle haklı görülmemeli, TSK’ni temsil eden komutanların cüretkar bu tavırlarına müsamaha edilmeyerek, asla bağışlanmamalıdır. Adalet karşısında her suçlunun eşit muamele görmesi devleti devlet yapan en önemli unsur olmasına rağmen; gerek doğrudan müdahale edilerek, gerekse sağlık koşulları öne sürülerek, GATA aracılığıyla suçlular yargılanmaktan ve tutuklanmaktan kurtarılmakta, dolayısıyla akıl almaz bir kayırmacılık ve adaletsizlik tüm milletimizi derinden vurarak, ideolojilere göre çete ve terör örgütlerine meşruiyet kazandırılmaktadır.

İrtica adına Müslüman bir Türkiyeli, PKK adına ise ırki bir Kürt, MGK’nın tehlike sıralamasında birinci derecede yer alıp, laik ve Kemalizm adına terörist faaliyette bulunulan kıyıcı çetenin şatafatlı üyeleri meşru gösterilmeye çalışılıyor ise; artık o bir devlet değil, savunduğu o çetenin ta kendisidir.

Deşifre edilerek kamuoyuna yansıyan adamcı birçok telefon görüşmesi dahi üst düzey yetkili destekçilere ve kurumlara geri adım attırmıyor ise, bu, ürkütücü sonun çok yakın olduğuna bir delildir.

Akıl, bilim, çağdaşlık ve ilericilik adına ustalıkla gizlenilen riyakâr yüzlerin burkaları açılmış, artık devekuşluluktan kurtularak berraklaşmışlardır. Tıpkı ahir zamanın canlısı “Dabbetül arz”ın yeryüzüne çıkması ve beraberinde Hz. Musa’nın asası ve Hz. Süleyman’ın yüzüğünü getirerek, insanların yüzüne değdirmesiyle oluşacak siyah ve beyaz noktalarla kimin kafir, kimin Müslüman olduğunun belirlenmesi gibi, bundan böyle kimin gerçekte kim olduğu ortaya çıkmış, Müslümanları ve Kürtleri yok etmek isteyen çağdaş tanımlı Kemalist terörist ve yaltakçıları anlaşılmıştır.

Çağdaşlık; vahye iman etmiş Müslümanlara karşı kullanılan şeytani bir manipülasyondur. Türkiye’deki çağdaşlığın bilim ve teknoloji ile hiçbir ilintisi bulunmamakta, İslâm’a karşı doğrudan karşı çıkmaya cesaret edemeyen Kemalistlerin, kendilerini perdeledikleri bir batılılaşma kavramdır.

Din, ırk ve adalet düşmanı Ergenekon Terör Örgütünün her üyesinden bahsetmeyi vakit kaybı buluyor, puştlukta sınır tanımayan sözde bilim adamı Mehmet Haberal veya Müslüman millete meydan okuyan eski rektör Fatih Hilmioğlu gibi bozguncu çete üyelerini değere tabi tutmuyorum. Faşist diktatör ve katil Veli Küçük’ün, ülke aleyhine APO’dan çok daha tehlikeli bir canavar olduğunun altını çizerek, İmralı’da hapsedilmesi ve APO’ya arkadaş gönderilmesinin halkımızı memnun edeceğinin dikkate alınmasını öneriyorum.

Ancak Türkan Saylan adlı Kemalist, feminist, hümanist (en büyük hümanist şeytandır) ve Hıristiyan bir bozguncunun kurduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği aracılığıyla İslâm’a savaş açtığı, Haçlı Batı ve Siyonist lobilerince gönderilen yardımlarla Müslüman Türkiye çocuklarını İslâm’dan çıkarmak suretiyle fevkalade düşmansı bir misyonu yürüttüğü malumdur. Düşünce, strateji ve eylemlerini bir İslâm karşıtlığı temeline oturtan Saylan, haçlılarla kurduğu ittifakla, tıpkı çağdaşlık gibi Kemalizm’i de arkasına alarak İslâm aleyhtarlığı haçlı görevini sürdürmekte, söz konusu işbirlikçilerden aldığı yardım ve destekle burslar vererek, Türkiye’yi dinen ve ırkken parçalamak niyetiyle yok etmeye çalışmaktadır. Sözde insanlık amacına ve çağdaş bir Türkiye için çalıştığı propagandasıyla, insafsızca vicdanları istismar ederek sömüren Türkan Saylan, amacına ulaşamamanın ızdırabıyla ölümcül hasta yatağında “ölüm aklıma bile gelmiyor, yapacak çok işim var" diyerek, Müslüman Türkiye’yi dininden ve kimliğinden uzaklaştıramamın ve vatan topraklarını efendilerine teslim edememenin öfkesiyle çırpınıyor. O, bir haçlıdır ve haindir.

Dinin araç olarak kullanıldığı iddiasıyla Müslüman cemaatleri düşman sayan Org. Başbuğ, 85 yıldır sözde “sosyal devlet” hilesiyle Kemalistlerce sömürülen, horlanan ve aşağılanan saf ve devlete güvenen milletimizi cemaatlere karşı bileyleyerek, menfaat çıkarların, dinin kullanılarak elde edildiğini işlemek suretiyle, Müslüman cemaatlerinin ekonomik güce kavuşmalarından son derece rahatsızlık duyduğunu vurgulayabiliyor. Ya laik ve Kemalist cemaatler!; yıllardır Atatürk’ü kullanarak din ve namus telakkisini ortadan kaldıranlara, halka ve hükümetlerine darbe yapanlara ve girişenlere, devleti sömürenlere ve vatan topraklarında emelleri olan yabancılarla işbirliği yaparak ihanet etmelerine, neden hiçbir tepki göstermiyor?

Acaba cevap verebilir mi: Müslüman Halkına ve hükümetlerine karşı gösterdiği hasımlığı ve duruşu, hiç, dahili ve harici hainlere gösterebildi mi? Laik, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla idare edilen Türkiye, ideolojisine aykırı düşünenlere karşı 85 yıldır mücadele ederek enerjisini tüketeceğine; neden sosyal devlet olabilmek için gerekli çabayı sarf etmedi?

Hiçbir Müslüman cemaat; unutulmamalıdır ki laiklik ve Kemalizm’den beslenen Çağdaş Yaşam Derneği gibi nice cemaatlerin asli görev edindikleri birlik ve beraberliği bozmamış, halkını asimilasyona tabi tutarak ve düşmanlarla gizli bir işbirliği yaparak ihanet etmemiş, tehditle döndürmeye kalkışmamışlardır. Bu sebeple, bugüne kadar eleştirdiğim ve kınadığım Fethullah Gülen Cemaati başta olmak üzere, tüm İslâm’i cemaatleri, dinilerinin gereği yaptıkları hayırseverliklerinden dolayı destekliyor, diğerleri gibi ülke ve millet aleyhine hiçbir ihanet içinde olmadıkları için tebrik ediyorum. Vahiysel dinlerine ihanet etmişler ama devletlerine asla… Daha ne istiyorsunuz?

Org. Başbuğ ve Genelkurmay’ın içlerine sindiremeyip sürekli kin ve nefretlerini sıcak tuttukları Müslüman cemaatler; eğer inançları gereği zekat, sadaka veya yardımı yapmamış olsalardı, halk isyan eder, bugün keyfiyet içinde yaşayan sömürücülerin mal ve can güvenlikleri olamazdı. Boş lafları bırakın da, ne yaptığınızı açıklayın…

Org. Başbuğ’un şu açıklaması, maalesef tüyler ürpertici. “Diyelim ki bir gencimiz Eskişehir’de oturuyor, Kocaeli’de üniversite kazanıyor. Zaten zar zor okuyacak, yurt bulacak. Devletin öğrenciye yurt sağlaması sosyal bir görev ama sağlayamıyor. Orada işte, geliyor A, B, C, D hemen alıyor. Kendilerine göre yetiştiriyorlar. Sosyal devlet tabii ki önemli ama sosyal devletin hangi boyutta olacağı konusunda yasalar, Anayasa belli.” Acaba o öğrenciler, okuyabilmek için namuslarına bedel biçen birer fahişe, hırsız ve terörist mi olsalardı?

Harp akademilerinde Kemalizm’i öğreterek, birer İslam düşmanı olarak yetiştirdikleri öğrencilerin varlıkları meşru da, Allah ve din sevgisiyle yetişen öğrenciler mi gayri meşru?!?

28 Şubat hıyanet sürecini destekleyebilen Org. Başbuğ, açıkça “laik ve Kemalist değilseniz, bu vatanda yaşama ve yükselme şansınız yok” diyerek, dolaylı da olsa, İslam’a ve Müslümanlara karşı olduğunu deklare etmektedir. Oysa eylemsiz bir felsefe ve düşünceyle insanları mimleyerek düşman belleyen bölücü ve yıkıcı anlayışın bu ülkede yaşam hakkı bulunmamalıdır.

Org. Başbuğ; “Teröristte bir insandır” ifadesiyle, tıpkı CHP’nin çarşaf açılımı gibi yeni bir PKK politikası geliştirmekte, ancak neden teröristleri öldürdüklerine ve askerlerimizin şehit düştükleri sorusu cevapsız kalmaktadır. Oysa Allah, bozguncuları insan olarak görmemekte, hayvan, hatta daha da aşağı sapık olduklarını vurgulayarak, insan olabilmenin erdemlikleri ortaya koyup, iyi ile kötüyü sınıflandırmaktadır. Eğer vatanlarını ve halkını koruyabilmek uğruna canlarını feda eden kahraman askerlerimiz insan ise, katil ve cani teröristlerin de insan olabilmesi mümkün müdür? Bu durumda; TSK, her inanç ve ırkı içinde barındıran Türkiye milletinin kendisi olduğundan, Genelkurmay başkanı, TSK ile eşdeğer görülemez ve başkomutanlık görevini sürdüremez. Dolayısıyla Org. Başbuğ’u istifaya davet ediyorum… Çünkü tamamen dengeleri gözetmekle yükümlü böylesi hassas bir görevi, güvenlik olgusunu yitirmesinden dolayı daha fazla götüremez.

Kim, ne konuşacağına dikkat etmeli, mutlaka adil ve adaletli olmalı, halkını ideolojisinin üstünde tutarak dışlamamalı ve incitmemelidir!!!

Türkiye Müslüman’dır. Ancak Müslüman kalıp kalmayacağını Allah bilir. Bu gerçeği değiştirebiliyorlar ise; haydi, hodri meydan…


Samimi ve adil olun ki, Türkiye milleti layık olduğu gücü ve barışı tadabilsin...





12 Nisan 2009 Pazar

Bir rüya gördüm…

Öncelikle rüyalarla ilgili yapılan yorumlar her ne kadar vahiysel ve bilimsel öğelere dayandırılsa da tamamen hilaf olduğu, Hz. Yusuf peygambere verilen rüya ile ilgili tabirlerin bir mucize ve bir peygamber olmasından ötürü seçilmişe tanınan bir ayrıcalık olduğunun altını çizmek isterim. Rüya, görsel bir düşünce, uyku halindeyken ortaya çıkan tinsel bir ürün olarak tanımlasak da, her halükarda mutlak kontrolün Yaratıcı’da olduğunu kanıtlayan ve iradeyi bertaraf eden kaderin bir başka yansımasıdır. Ancak, tıpkı düşünce ve teoriler gibi ilerisi için bir haber yahut bir yaptırımı olup olmadığı, tıpkı düşünceler misali o rüyaları aksettiren Yaratıcı Allah’ın bir takdiridir, dolaysıyla gelecekteki akıbetlerin bilinebilmesi de mümkün değildir.

Bu gece öyle bir kâbusun pençesindeydim ki; korkmamak, irkilmemek ve aklı yitirmemek elde değildi. Gökyüzünden yağan ve yeraltından çıkan yılanların arasında çığlıklar atarak kaçıp kurtulmaya çalışan insanlar, çırpınarak yılanlarca boğulmakta ve yutularak kaybolmakta, yeryüzü ve gökyüzünü tarif edilemez irilikte ve korkunç görüntülerde yılanların istila etmesiyle tek bir insan, bina ve eşya kalmayıp, denizler dahil her yeri kaplayan yılanlardan başka hiçbir şeyin var olmadığını gördüm.

Alacalı ve dikenli ejderhası bir yılanın beni yutmasıyla insanların birbirlerini öldürmelerini, en vahşi akıl almaz işkenceler yaparken acı çektiklerini, kanlar içinde vücutlarından kopan başların ürkütücü sesler çıkararak konuştuklarını, başsız bedenlerin koşuştuğunu izledim. Böylesi bir dehşete şahit olmamın ürpertisiyle kaçmak istedim ama kaçıp saklanacak hiçbir yer bulamadım. Aklıma; ne eşim, ne çocuklarım, ne kardeşlerim, ne servetim, ne de dostlarım gelmemekte, bu dehşetten nasıl kurutulabilmemin hesabını yaparak, sığınabileceğim güvenli bir yer bulabilmenin ütopik arayışıyla, kökü olmayan pis bir ağaçtan farksız durumdaydım. Çünkü dehşet her yeri sarmış ve her yaratık birbirine saldırıp parçalayarak, yeryüzünde tek bir canlı kalmaksızın yaşamı sonlandırmaya hedeflenmişlerdi. Ne gariptir ki hiç kimse ölmüyor; geriye tek bir kol, bacak veya bir beden parçası kalmış olsa bile, o canlılığından ve hareketinden hiçbir şey kaybetmiyordu.

Her canlı mutasyona uğrayarak acayip yaratıklara dönüşmüş, mezarlara dahi saldırıp açarak, ölüleri dışarı çıkarmalarıyla onları kendi gibi mahlûkatlara dönüştürmeleri de apayrı bir fecaatti. Ölülerin canavarlara dönüşerek dirilmeleri öyle korkunçtu ki, izah edebilecek kelime bulmakta yetersiz kalıyor, hâlâ hafızam ve dilim tutulmuş bir halde etkisinden kurtulamayıp, sadece hatırladıklarımı yazmaya çalışıyorum. Gerçekten bu rüyanın gerçekleşebilmesi mümkün olabilir mi?

Dünyaca ünlü Venedikli seyyah Marco Polo, 25 senelik Doğu seferinden döndüğünde, yazdığı seyahatnameye hiç kimse inanmamış, ölüm yatağındayken arkadaşları ona; bizzat görüp yazdığı felaketlerle ilgili seyahatnamesindeki olayların yalan olduğunu itiraf etmesini istemeleri üzerine; o, “Gördüklerimin yarısını yazmadım” demişti.

Dünya yaratıldığından bugüne kadar meydana gelen kısmi felaketler ve yeryüzünün tamamıyla yerle bir oluşuyla ilgili dehşetler, gelecek nesillere ibret olması hasebiyle geride kalıntılar bırakmasına rağmen, ne garaiptir ki pek çok kimse tarafından inandırıcı bulunmamış, sözde yaratıcı, güçlü, egemen ve özgür irade sahibi insanın, böylesi bir sonla karşı karşıya kalabileceğine ihtimal verilmemiştir.

Benlik, öylesine derin ve sinsi bir felakettir ki, azdıkça kötülükleri ve belaları arttırmakta, zihinsel ve duygusal faaliyetleri durdurarak muhakemeyi yitirtmekte, gerçekleştiremediği ve ulaşamayacağı düşünce ve hayalleri gerçekmiş gibi hissettirmektedir. Bu yüzden doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve Yaratıcıyı yaratılandan ayıramayarak paradoks davranışlar gösterebilmekte, inat ve ısrarla “Mutlak İrade”’ye meydan okuyup, tüm bilgi ve tecrübelerine karşın üstün gelebileceğini zannederek, sağlıklı bir akıl ve düşünebilen bir mantıkla idrak edemediklerini ortaya koymaktadırlar.

Zaman dilimlerinde meydana gelen ve bilinen silici felaketlerin korkunç sonları, nasıl olur da insan gibi güya düşünebilen ve sorgulayabilen üstün bir yaratığa ders olamamaktadır?

Cehennemin dünya uzantısı yanardağlardan fışkıran eritici alevli lâvların gökyüzüne kadar yükselmesi, küllerin yavaşça yayılıp güneşi örtüp dünyayı karanlıklara boğarak gökleri karartması, dünyanın soğuyup tükürüğün yere düşmeden havada donması, şimşeklerin çarpışması, kasırgaların insanları, hayvanları, tekneleri, ağaçları ve evleri uçurması, hortumların yerde hiçbir şey bırakmaksızın bulduğu her şeyi gökyüzüne savurarak dehşet saçması, hayali bile insanı ürküten büyük depremlerin yerleri sarsarak, canlı cansız ne var varsa her şeyi yutması… Bütün okyanuslar karaya binerek, dağları yutacak büyüklükteki dalgaların kıtalara vurarak yumruk gibi inmesi; şehirlerin sular altında kalarak insanların toplu halde boğulmaları; milyonlarca tondaki suyun gök yüzünden yağması… İşte bu, bildiğimiz ama kimilerine göre efsane sanılan o Nuh tufanı…

Suların geri çekilerek,gök yüzündeki kara lâv bulutların dağılmasıyla, Allah’a ve elçisi Nuh peygamber’e inanarak iman eden sayılı mümin ve eceli gelmemiş sayılı havyan, felaketten kurtulmanın sevinciyle dehşet içinde etraflarına baktılar ve geriye tek bir canlının kalmaması ürpertisiyle, ilahi vaatlerin doğruluğuna bilfiil şahit oldular. Hani, nerede o güvendikleri kurtarıcıları?

Nice güçlü, zengin ve kuvvetli toplulukların yerle bir olduğunu bilmiyor musunuz? Peki, onların başına gelenler, sizin başınıza gelmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Yoksa sizin kurtarıcılarınız, ilminiz, bilim ve teknolojileriniz; onlarınkinden daha mı üstün?

Semud kavmi, Ad kavmi, Ba’le Bek kavmi, Eyke halkı, Hicr halkı, Meyden halkı, Ress halkı, Tubba halkı ve Lut kavmi gibi peygamberler gönderilip bilinen, vahiy ve tarihte adlarına rastlanılmayarak bilinmeyen binlerce topluluk ve medeniyet nasıl yerle bir oldu? Troya (Truva), Herkülüm, Knossus, Sodom, Gomorah, Knidos, Pompei, Atlantis halkları ve niceleri; savaş, hastalık, deprem, kasırga, taş yağması, denizlerin alevler fışkırtması, yağan kükürtlü suların taşları dahi tutuşturması ve yanardağlarla yerle bir edilip, heykelleşmiş cesetleri ve eserleriyle kalıntılaşmadılar mı? Acaba günümüz insanları; alışılagelen ve bilinen felaketlerin yanı sıra, üzerlerine yağacak ejderhası yılanlara yem olabileceklerine ihtimal vermiyorlar mı?

Hatırlayacağınız üzere; ünlü İngiliz arkeolog Arthur Evans, Girit adasında yaptığı kazılarda büyük ve köklü bir uygarlık olan Minoan Uygarlığı’nı ortaya çıkarmış, Thera (Santorini) adasındaki yanardağın dehşetsi patlamasıyla, bu medeniyetin de tamamen yok olduğunu belgelemişti.

Roma İmparatorluğunun gözbebeği ve çağdaş kenti Pompei; dönemin en modern, en güzel, en sağlam evlerini, eşyalarını ve sanat eserlerini bünyesinde barındıran zengin sosyetenin ve kralların muhteşem şehriydi. Başta Roma İmparatorları olmak üzere, dünyanın zenginleri, aristokratları, sanatçıları ve nüfuzlu insanlarının ikamet ettiği yada tatile geldiği abidemsi Pompei, her zamanki gibi o günde güven, gösteriş ve refahının verdiği kibirle meydan okumakta; kimileri zevkinin doruğunda eğlenmekte, kimileri öyle bir hayata sahip olmanın ayrıcalıklı ebediyetini hayal etmekte, kimileri daha çekici, etkileyici ve baştan çıkarıcı olabilmek için makyajını yaparak, mücevherlerini takıp takıştırmakta, kimileri politik ve ekonomik kazançlarının hesabını yapmakta, kimileri ilerisi için planlarını gözden geçirmekte, velhasıl herkes, hiçbir şeyi elem ve keder yapmayıp korku duymayarak, olabilecek tehlikelere karşı aldıkları tedbirlerin emniyeti içinde aşırılıklarıyla heyecanlanıyorlardı.

M.Ö.79 yılının o yok edici günü, Veusvius Yanardağından yükselen dumanların korkunç lâvlar fışkırtmasıyla birkaç saat içinde o muhteşem Pompei, hiç beklenmeyen bir anda büyük bir mezarlığa dönüştü ve yaklaşık 200.000 insanın içinden tek bir canlı sağ kalmaksızın herkes kavrularak kalıplaştı ve heykel misali binlerce yıl toprak altında çürümüş cesetleriyle taşlaştı.

1711 yılında bir İtalyan köylüsünün bağda bir çukur kazdığı sırada ortaya çıkardığı bu görkemli medeniyetinin hazin sonu, kendilerinden emin, güçlü, gururlu ve şöhretli daha nice medeniyetlerin hangi derinliklerde keşfedilmeyi bekledikleri ve sırlarıyla birlikte nasıl ahirete göç ettikleri apaçık kanıtlansa da, maalesef günümüzdeki inkârcılar yine de ibret almamakta ve inatlarını sürdürebilmektedirler.

Şüphesiz canlı-cansız her şeyin ve kaderin sahibi Yaratıcı, yarattığı varlıklar üzerinde her türlü hakkı kendinde mahfuz tutmakta, bilinenin aksi bir süreci yaratmaya ve dehşetsi sona ulaştırmaya kadir olduğunu, her vesile sergilemektedir. Birbirinden farklı milyonlarca hayvan, bitki, eşya, ilim ve insanı yaratan Allah, dilediğini dilediği şekle ve biçime sokabilecek, etkileyebilecek ve yok edebilecek bir kudrete sahiptir.

Geçmiş ile ilgili bilgi veren vahye inanmayanların bilimsel verilere güvenmeleri yine de doğru yola gelmelerine yeterli kanıt olmayabilmektedir. Yapılan araştırmada; 250 milyon yıl önce hava ve suda oksijen azalmasından ve lâvlardan dolayı yaratıkların % 96’sı yok olmuştur. Dünya, buzul çağları yüzünden donmuş, sonra da kavrulmuştur. Son buzul çağı 114 bin yıl önce başlamış ve 60 bin yıl sürmüştü. 18 bin yıl önce buzulların hapsettiği sular yüzünden okyanuslar % 5 küçülmüştür. Asya’nın ucundan Amerika’ya yürüyerek geçenler olmuş, o devasa Pasifik Okyanusu, sanki yok olmuştu. Meteor (göktaşı) çarpması sonucu, 65 bin yıl önce yeryüzünde yaşayan yaratıkların % 75’i, dinozorlar dahil yok olmuştur. 12 bin yıl önce Sibirya’ya çarpan bir göktaşı ve buzulların çözülmesiyle çığlar ve seller Kuzey tüm yarımküreyi kaplamış, birçok canlı gibi orada yaşayan Mamut filleri de yok olmuştur. Yine binlerce yıl önce Atlas Okyanusundaki Atlantis kıtası depremle sulara gömülmüş ve bu uygarlıkta tamamen yok olmuştur.

Efsaneler, bilinenler, bildirilenler, iddia edilenler, keşfedilenler; ya bilinmeyenler ve gelecekte tahmin dahi edilemeyenler… Tıpkı Pompei veya diğer medeniyetler gibi, bir saniye sonrasında acı, korku ve dehşet içinde kıvranarak yok olmayacağınıza dair bir garantiniz var mı? Öyleyse kime meydan okuyor ve olmayan iradelerinizle hilkatteki eşlerinizi veya ölülerinizi kurtarıcı belleyerek, umut görebiliyorsunuz? Siz aptal mısınız?!?

Asla dokunulmaması gerek “ahlâk ve adalet” kurallarıyla oynayıp bozan insanoğlu, farkında olmadan zaten o kâbusu ruhsal yaşamakta, ancak topyekun fiziki bir felaketi henüz tecrübe etmemiş olmanın yanılgısıyla kendini aldatmaktadırlar. Kısmi felaketler her ne kadar akıllarını başlarına getirmiyorlarsa da, büyük felaketlerde öleceklerinden, muhakeme edebilecekleri bir akılları ve tövbe ederek iman edebilecekleri bir kalpleri de bulunmayacaktır.. Haddi aşarak sürekli Allahsız, dinsiz, ahiretsiz ve kadersiz bir ebedi dünyadan bahsedenler, malları, makamları ve şöhretleriyle kibir taslayanlar, aslında bitkisel bir hayat sürmektedirler. Geçmişte yaşananları ya unutarak, ya yüzleşmekten korkarak, ya da masal zannederek kendilerini avutmakta, o çok güvendikleri mantıkları, güvenlik güçleri, liderleri, devletleri, bilim veya teknolojileri sayesinde olabileceklere inanmayarak, her şeyin üstesinden gelebileceklerini umabilmektedirler. Çünkü o, “özgür irade” hipotezine inanmış bir tanrıdır ve hiçbir güç ona zarar veremez.

Düşünceler, yasalar, liderler, devletler ve eğiticiler; öncelikle “ahlâk ve adaleti” işlemeli, önce kendilerinden başlayarak hiçbir taviz vermeyerek insanlara örnek olmalıdırlar. Eğer İnsan, derinliklere götüren yolları tıkar, kalbini, kulaklarını ve gözlerini gerçeklerden kaçırır ise, zihnini meşgul edip asıl önemli şeyden uzaklaştıran diğer her şeyi sahiplenir.

Kuralları ancak, “sahip” olan Yaratıcı belirlemeli, kul olan “yaratıklar” değil… Yasa yapıcı ve düzen kurucunun; kaderin sahibi sadece ve sadece Yaratıcı olabileceğini kabule yanaşmayanlar, asla insan değillerdir ve toplum helakinin temel müsebbibidirler. Geçmiştekiler de öyle düşünüyordu, ama sonuç ne oldu? Özgürlük adına kendinizi yerden yere vursanız ve absürt teoriler uydursanız da, kim olursanız olunuz, sizler birer yaratık, Yaratıcı Allah'ın kulları, yani köleleri, Hz.Muhammed'in de ümmetisiniz. Ama kafir, ama münafık, ama Müslüman olun...

Eğer laik ve demokratik anlayış; felaket ve dehşetleri engelleyemiyor, tedbirleri kâfi gelmiyor ise, benliksel diktadan öte temelde hangi sorunu çözebiliyor, yıkıma mani olabiliyor mu? Özellikle ülkemizin kurtarıcısı olarak simgeleşen Mustafa Kemal Atatürk, neden Türkiye’nin ve Türk Halkının başına gelenleri önleyemiyor ve neden zamanında binlerce insanın ölümünü, ızdıraplarını ve yoksulluğunu engelleyemedi? Eğer o ölü ise, yakında başınıza gelecek bütün felaketlerin üstesinden gelebilecek yeni bir kurtarıcınız var mı?

Diğer ülkeler gibi; Türkiye’nin de yakında yok olacağı kadersel bir gerçek ve tüm emareleri ortadayken, güvenilen liderler, laik ve Kemalist devlet, asker, polis, önünde rükua varılarak tanrı seviyesinde tazimde bulunulan anıtkabirdeki Atatürk, ABD, AB ve NATO, olabilecekleri engelleyecek ve milletimizi yok olmaktan kurtarabilecek mi?

Öyleyse akıl oyunlarıyla neyin çağdaşlığı, tartışması, pazarlığı ve savunması yapılıyor, insanlar haince ve acımasızca kandırılıyor?

“Felaketlerin başlıca kaynağı, ölçüsüz arzularımızdır.” Diogenes

Tek kurtuluş yolu; ahlâk ve adaletin olmazsa olmaz kitabı Kur’an’a ve ortaya koyduğu yasalara boyun eğerek, başta ülkem Türkiye olmak üzere tüm dünyanın Kur’an ile yasalaşmasını ve idare edilmesini öneriyorum. Yaratıcı Allah karşısında yaratık insan nasıl bir hiç ise, kendi gibi yaptığı yasalar da hiçtir; insanlığa anarşiden, bozgunculuktan, suçtan, beladan, felaketten, bencillikten, yolsuzluktan ve kötü olan ne varsa hepsinden başka bir şey veremez.

Bir saniye sonrası meçhul bir yaşamın size verdiği ile, ebedi olan ahiret hayatının verebileceği nimetleri bir düşünün… Düşünemiyor yada sorgulayamıyorsanız; af edersiniz…

Her an bekleyin…

10 Nisan 2009 Cuma

Siz kimin adına görev yapıyorsunuz...

Polislerin halkı için canlarını feda etmesinden dolayı hata ve yanlışlardan muaf tutabilmemiz, şüphesiz doğru değildir. Ayrıca cumhurbaşkanı, başbakan veya üst düzey bir devlet erkanının il veya ilçe ziyaretlerinde başta emniyet müdürleri olmak üzere, yetkili emniyet teşkilatının görev yerlerini terk etmesi, mutlaka büyük bir başıboşluk doğurmakta, sorumluluklar yerine getirilmeyerek, şikayet edebilecek bir merci de bulunmamaktadır.

Üniversite dönüşü Fatih’teki kuzenine uğrayan kızım, evin önüne park ettiği aracının camı kırılarak, içinden teybini çalan hırsızlar, gündüz vakti ve işlek bir cadde de bu cesareti gösterebiliyorlar ise, o ilçenin emniyet müdürü ve sorumlu polis teşkilatı derhal görevinden alınıp, haklarında soruşturma başlatılmalıdır.

Hırsızların böylesine inanılmaz bir cüretkarlıkta bulunabilme nedeni; kızımın ve kuzenlerinin Fatih emniyeti gidip, “olay inceleme” polis yetkilileri ile olan diyalogundan anlaşılmış, “boşuna şikayet etmeyin, hiçbir şey çıkmaz, olanla yetinin” sözleri, fevkalade vahim bir gidişata doğru ilerlediğimizi kanıtlamıştır. İstemeyerekte olsa şu eleştiriyi yapmanın kaçınılmaz bir görevim olduğunu düşünerek; kanunları ve adaleti hiçe sayarcasına suçluları böylesine kayırarak cesaretlendirenin emniyet mensupları olduğu apaçık ortadadır. Üstelik, hırsızları kaçarken kovalayan kuzenlerin kendilerini sıkıştırmaları akabinde bıçak çekip ölümle tehdit etmeleri de polis yetkililerine ihbar edilmiş, ama yine de hiçbir tutanak tutmayıp ve eşkal belirleme yoluna gitmeyerek resmi ifadelerini almamaları, asla görmemezlikten gelinemez.

Suçluların ve suçların gittikçe çoğaldığı ülkemizde mal ve can güvenliğini sağlamakta acziyet gösteren, olay sonrası dahi mağdurların ifadelerini almaktan imtina edip çaba sarfetmeyen Fatih Emniyet müdürü ve emniyet teşkilatını kınıyor, derhal görevlerinden alınarak, liyakat sahibi olanların atanmasını talep ediyorum.

Durumu bildirmek ve hesap sormak için aradığım Fatih Emniyet Müdürü Celal Sel ve yardımcılarının cumhurbaşkanı Gül’ün bölgede olmasından kendisine eşlik ettiklerini, dolayısıyla bugün görüşemeyeceğimi bildirmeleri, daha vahim bir sonuç...

Unutulmamalıdır ki onlarca korumaya sahip cumhurbaşkanı Gül, halktan daha önemli ve ayrıcalıklı bir “tanrı” değildir, gereksiz gösterinin ne mal ve canlara mal olduğu ve olacağıda akıllardan çıkarılmamalıdır.

Lütfen aklınızı başınıza alın ve sorumlu olduğunuz halkınızın yararı için dosdoğru görev yapınız ki, size meydan okuyan suçluları daha fazla kışkırtmayın, sonradan sumen altı veya çöpe de atacak olsanız dahi mağdurlara saygı göstererek ifadelerini alma yükümlüğünüzü yerine getiriniz.

Bugüne kadar savunduğum sizlerden, şu anda utanıyorum...

9 Nisan 2009 Perşembe

Türkiye, El Kaide’ye minnet duymalıdır…

Yüzyıllardır süregelen haçlı-Müslüman savaşlarında galebe çalan başta Türkler olmak üzere İslâm toplumları; güçlü ve egemen olmaları akabinde şımarmışlar, asli görevleri olan Hak’kı ve adaleti yayma mücadelelerini terk edip benliklerini ön plana çıkarmalarından bir bir hezimete uğrayarak, akıl almaz ve içi boş bir çağdaşlık ve demokrasi safsatasıyla barbar haçlıların tutsağı olmayı içlerine sindirebilmiş, eşsiz medeniyetlerinden utanır olmuşlardır.

Nefisleri kudurtan düşünceler ve keyfiyeti azdıran kozmetik ürünler yoldan çıkıp gerçeklerden uzaklaşmalarına, dolayısıyla parçalanıp bölünmelerine neden olmuş, hiçbir gücü, kudreti ve yaptırımı olmayan illüzyonist ceberut abartıcıların ardına takılarak, hem bağımsızlıklarını, hem dinlerini, hem de insanlıklarını kaybetmelerine sebep olmuşlardır.

Yaratıcıyı doğrudan veya dolaylı reddeden akıl ve irade üstünlüğü savları, yaratık insan oldukları gerçeğini unutmalarına, böylece yeryüzü ve gökyüzüne hükmeden “özgür tanrı” hayallerine kapılarak, “o kitaba” meydan okuyabilmişlerdir. Ancak düşünce, plan ve senaryolarının aksine diledikleri barışçıl, refah ve güvenli düzenleri kuramayarak taahhütlerini gerçekleştirememişler, ama tüm başarısızlıklarına ve kadersel yenilgilerine rağmen inatlarından vazgeçmemişlerdir.

İnsanı insan yapan, izzet ve güç katan erdemli bir kul olmak yerine, Yaratıcısına başkaldıran nankör ve hainler sürüsü olmayı tercih etmişler, büsbütün canavarlaşarak, kendilerinden başka hiç kimseyi düşünmeyen sömürü düzenler inşa etmekten geri durmayıp, vicdan ve merhamet duygularını doğramışlardır.

Dünyanın gittikçe kötüye gittiği ve dengelerin tamamen değiştiği bir dönemde emperyalist vahşilere karşı kendini adayan Usame Bin Ladin adlı bir kahraman ortaya çıkmış, alçak zalimlerin kabusu olarak, inim inim inleyen mazlumların ve Müslümanların umudu ve İSTİKLAL’’in adresi haline gelmiştir. Böylece Allah vaadini tutmuş, Hak ve adalet adına kendilerini siper eden El Kaide gibi imanlı ve cesur bir toplumu haçlıların başına belâ kılarak, çok daha beter kötülüklerin işlenmesini yavaşlatmıştır.

İşgal edip katlettikleri toplumların çığlık ve ölümlerinden haz duyan haçlılar, onurlu direniş karşısında kendi canlarının derdine düşerek, insan dahi saymadıkları Müslümanlara, zoraki de olsa korkularından saygı duyma zorunda kalmış ve uzlaşma zemini aramaya koyulmuşlardır.

Ancak fıtratlarında ki şeytani arzuları silip atamadıklarından samimi bir barış yerine, manipülasyonlu bir uzlaşıya kalkışmış, yıllardır dost ve ittifak söylemiyle aldattıkları Müslüman ülkelere sempatik görünerek işbirliğine girişmiş, terörist gerekçesiyle El Kaide ve Usame Bin Ladin’e karşı örgütlenip, bizanssı argümanlarla etkiledikleri ve satın aldıkları iktidarları, halkların verebileceği desteği kırabilme adına stratejilerini ustalıkla sahneye koymak suretiyle “özgürlük ve adalet savaşçısı” mücahitleri teröristlikle damgalayabilmişlerdir.

Oysa şu temel soru hiç sorgulanmamıştır: Dünyadaki barışı, huzuru ve güveni bozan başta ABD ve İsrail olmak üzere tüm emperyalist bozguncular; işgal ve katliamlarında kendi benliksel şeytani çıkarları adına önüne geleni yakıp yıkarlarken, bir devletleri dahi olmayan direnişçiler, temel özgürlük hakları ve onurlu bir yaşamı elde etmekten başka hiçbir gayelerinin bulunmadıkları gerçeğiydi. Onların, hiçbir söylem ve eylemlerinde ırki, toprak ve devlet olma iddiaları bulunmayıp, tamamen eşit hakları savunan bir adalet arayışı ve ezilenleri müdafaa azmi olmasına rağmen, maalesef emperyalistlerin yalanlarına kanılabilinmiştir. Köle olmaktansa, insanca ölme daha şerefli değil midir?

Eğer dünya; alçaklara karşı kahramanlar ve bencil politikacılara karşı liderler çıkarmaz ise; insanca yaşayabilmek mümkün müdür?

Türklerin tarihsel şerefi olan Osmanlının yıkılmasıyla İslâm toplumları tek başlarına kalarak güçlerini yitirmiş, halifelik misyonunu kaybetmesinin akabinde dünyadaki adalet lağvedilmiştir. El Kaide’nin Batıyı dize getiren duruşu gözleri Türkiye’ye çevirmiş, bir esinti olarak dahi İslâm toplumları üzerindeki etkisini sürdüren Müslüman Türkiye’nin laik devleti, onlarla aynı düşünceyi paylaşmasına ve birçok paydada ortaklık yapmasına rağmen, o güne kadar adam yerine konmamış, ciddiye alınmamış ve sürekli dışlanmıştır. Ancak Müslüman Türkiye halkının haykırışları, geçmiş tecrübelerinden dolayı haçlıları ürkütmüş, Türkiye’nin dışlandığı bir siyaset arenasından, biranda saygı gören, önemsenen ve işbirliğine ihtiyaç duyulan bir seviyeye yükselmesi; bilinmelidir ki Usame Bin Ladin ve El Kaide sayesinde olmuştur.

Unutulmamalıdır ki evrim hipotezinin ortaya koyduğu gibi, insanlar hayvan değildir, dolaysıyla yemek, içmek, süslenmek, giyinmek ve barınmaktan çok daha üstün değerlere sahiptir. Ayrıca insan, bio-mekanik bir yaratık olmamasından duyguları vardır; bilim, teknoloji ve mantık saçmalamasıyla iktidarlarca denetimi mümkün değildir. Ki bu tartışılmaz değerleri uğruna karşılıksız canı pahasına direnmeleri, onların bir hayvan yada bio-mekanik yaratıklar değil, bir insan olduklarına açık bir kanıttır. Ne var ki insanı insan yapan bu değerleri umursamayan materyalist yaratıklar, her ne kadar hilkatte bir insan görünümünde iseler de, gerçekte hayvanlardan da daha aşağı ucubelerdir…

Terörist; hak ve özgürlük adına mücadele eden onurlu direnişçiler değil, temel hak ve hürriyetleri gasp eden bencil politikacılar ve totaliter barbar devletlerdir.

Ruhunda iman, inanç ve vicdan taşıyan onlardır ki, ancak haksızlıklar karşısından susmayıp, Hak ve adalet adına terörist iktidarlara karşı onurlu ve vakurlu mücadele veren insanlardır.

Başbakan Erdoğan, Davos zirvesinde İsrail Cumhurbaşkanını alkışlayanlara tepki göstermiş, ama İsrail’in insanlık suçlarını “İsrail’in güvenlik kaygılarının meşru olduğu” gerekçesiyle haklı gören Barack Obama’ya övgüler yağdırmış, tanrı misali saygı ve tazimde kusur etmemiştir. Bu aşağılayıcı çelişki, “hangi Erdoğan” sorusunu mecbur kılmaktadır. Öyleyse Davos duruşu, seçim öncesi senaryolaştırılan politik bir şov muydu? Ayrıca milletine göstermediği sevgi ve saygıyı ona duyarak, can güvenliği için Türkiye’yi seferber edip kuş uçurtmamış, dolayısıyla kimin adına o görevi sürdürdüğü de ispatlanmıştır.

Obama’nın ifadesiyle; İsrail’in işgal ve katliamları meşru ise, neden El kaide, Hamas veya diğer direnişçilerin savunmaları gayr-i meşru? Yoksa Müslümanlar insan değil, yahudi ve hıristiyanlar kadar yaşam hakları ve kendilerini savunma özgürlükleri yok mu?

Müslüman Türkiye Milletinin uyanışından fevkalade çekinen Haçlı Batı, El Kaide’ye destek vermemesi adına PKK ile eşdeğer tutmakta, Obama’nın açıklamalarında da görüleceği üzere; şeytani bir manipülasyonla Türkiye milletini, şahsi hiçbir çıkar gözetmeksizin sadece hak, adalet ve bağımsızlık adına CİHAD eden El Kaide’ye karşı kışkırtarak, kendileri gibi ırkçı, vahşi ve çıkarcı PKK ile aynı kefede değerlendirebilmektedir. Zaten beslediği ve Türkiye’nin silmesine izin vermediği PKK’yı, özellikle El Kaide’ye yada İslâm’i bir direnişe karşı joker kullanmakta, zaten laik Türk devleti de gerekli tüm desteği kendilerine vermektedir.

Terörist ABD liderliğindeki NATO çetesinin Afganistan’daki işgal ve katliamları, maalesef kardeş Müslüman Türkleri lekelemiş ve affedilmez bir ihanetin içine sürüklemiştir. Taliban, Afganistan’ın yerli halkı değil mi? Kime ne oradaki rejimden? Seçimle başa gelmiyorlar mı? Filistin’deki Hamas ve diğer İslam ülkelerinde yapılan seçimlerdeki iktidarları halklar belirlemiyor mu? Neden Komünist ve monarşist iktidarlara karşı muadil savaşı sürdürmüyorlar?

Sorun demokratik rejim ise; neden Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez Ülkeleri aleyhine aynı yaptırımı gerçekleştirmiyorlar? G-20 zirvesinde; Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın karşısında eğilerek rükua varan ABD Başkanı Obama değil miydi? İnsani değerler taşımadıklarından para için yapmayacakları hiçbir şeyleri olmadığı gibi, görüldüğü üzere secdeye varıp tapınırlar bile… Nasıl oluyor da bu pespaye Obama’ya güveniyor ve hayranlık duyabiliyorsunuz?

İzlediğim kanallardaki özellikle bayan gazeteci, aydın, sanatçı, politikacı ve bazı kadınların Obama hayranlıkları, iltifat, methiye ve aşk serenatları, neredeyse altına yatmaya hazır bir düzeydedir. Oysa şeytanın ne kadar cazibeli, sempatik ve yüzüne bakanı başka alemlere götüren derecedeki eşsiz güzelliğini, bilgisini, aklını ve tatmin edici cinselliğini biliyor musunuz? Görülmediği halde insanları baştan çıkarabiliyorsa, görülse ne olur, bir hayal edin bakalım…

Adil olun ki dünyada ne bir savaş, ne de bir suç kalsın… Neden adil olmayı deneyerek tüm sıkıntıları kökten çözmek istemiyorlar da, kurguladıkları yeni şeytani plânlarla iblisliklerini sürdürmeye çabalıyorlar?
Çünkü onlar insan değildirler…

“Ya Ol, Ya Öl… İşte bunu bilmiyorsan, zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde.” Goethe

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda CİHAD ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu Allah’ın dilediğine verdiği lütuftur.” Maide. 54

7 Nisan 2009 Salı

Ahmaklar…

Kapalı kapılar ardında yapılan gizli pazarlıklar bir yana; Barack Obama’nın mecliste yaptığı yaldızlı konuşma, tıpkı yakışıklı, zengin, sempatik ve şöhretli bir erkeğin kız arkadaşını iltifat ve vaatlerle kandırması akabinde bakireliğini bozmasının ardından terk etmesinden farksız bir samimiyetsizlik ve çıkarcılık içerdiği, dikkatli bir irdelemeyle anlaşılacaktır.

Hatırlanacağı üzere; ABD başkanlık seçimlerinde ve başkan olmasından sonra Türkiye’ye hiçte öyle ifade ettiği bir sıcaklık duymamış ve dostluk eli uzatmamış olan Obama; Erdoğan ve Gül’e uzak durarak, zoraki bir telefon görüşmesi gerçekleşmişti. Davos sonrası esen negatif havayı dağıtmak ve ruhu olan İsrail ile Türkiye arasını bulabilmek amacıyla böyle bir telefon görüşmesi yaparak ilk adımı atmış, sonrasında hiç planında olmayan Türkiye ziyaretini gerçekleştirmiş bulunmaktadır.

Türkiye’ye karşı fevkalade önyargılı olan Obama, Ermeni Diasporasına peşin ve açık kredi tanıyarak, “Ermeni Soykırım” iddiasını kabul edeceği taahhüdünde bulunmuş, dolayısıyla bugünkü açıklamalarının tam tersi bir politika güdeceğini deklare etmişti.

TBMM’deki sözde milletvekillerinin, generallerin ve Türk kamuoyunun gözlerinin içine bakarak değişmediğini ve Ermeni konusuyla ilgili görüşlerinin devam ettiğini ifade ederek, kendince dönmesi mümkün olmayan söz ve kararlılığının duruşunu sergiledi.

Obama, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığı iftirasına inanmış ve gereğinin yapılması için Türkiye’ye baskı uygulayarak; başlayan müzakereleri izlediğini, böylece Türkiye’yi cesaretlendirerek ve soykırımın tanınmasıyla ilgili yolun hızlı olmasını talep ederek, Türklerle Ermenilerin aynı noktada buluşacakları vurgusu yapmıştır. Zaten “Ermeni Soykırım” yalanını kabule hazır Cumhurbaşkanı Gül’e atıfta bulunarak, başarılı gördüğü çalışmalarını takdir etmiş, kimsenin bu müzakereleri saptırmamasını isteyerek, bu konunun derhal halledilmesi talimatı vermiştir. Obama, Ermenilerin Türkleri değil, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını alçakça savunarak, “Her ülkenin bu anlamda geçmişiyle hesaplaşması gerekir. 1915'te yaşanan olaylar var” cesaretini gösterebilmektedir.
Acaba bu fütursuz cesareti nereden almaktadır?

Yani özetlersek; ya siz doğrudan kabul edin, ya da ben kabul ederek, 1915’teki vahşi ve hain Ermenilerin ağlattığı gibi ananızı ağlatırım demiştir. Önce sınır kapıları açılacak, sonra da namussuz aydınların özür dilemesi gibi devlet özür dileyerek, Ermeni soykırım yalanı meşruiyet kazanmak suretiyle hak, adalet ve merhamet simgesi Türkler, soykırım gibi kapkara bir utançla damgalanacaktır. Azerbeycan Devlet Başkanı Aliyev'i, onurlu protestosundan dolayı tebrik ederim...

Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye’nin başındaki bir siyasetçi olarak; şerefli tarihine ve acımasızca katledilen atalarına ihanet edercesine, “KİM HAKLI, KİM HAKSIZ” sorusuna bir siyasetçi olarak karar veremeyeceğini ifade edebiliyorsa, derhal oturmaya lâyık olmadığı o koltuktan istifa etmeli ve yargılanmalıdır.

ABD, artık İslam dünyasına karşı savaşla bir zafer kazanamayacağını, gerek ekonomik, gerekse askeri açıdan mağlup olmanın hezimetini kavramasından strateji değiştirme zorunda kalmış, barış ve uzlaşma adına yeni bir imaj rüzgarı estirilerek, Obama’nın sahneye konulduğu gerçeği her ne kadar bizim ahmaklarca anlaşılmamakta ise de, yeni politikaları, aynen bir fahişecedir.

ABD Başkanı Baracak Obama, tıpkı bir fahişe gibi önce cezp edecek, sonrada elinde ve avucunda ne varsa alarak, tüyü yontulmuş tavuğa döndürecektir.
Öldürmeyecek, süründürecektir.

Artık, etkileyip satın aldıkları Müslüman kimlikli iktidarları cepheye sürerek, kendilerine tehdit gördükleri Müslümanları vurduracak ve planladıkları sömürge düzenini kurarak, eskiden olduğu gibi doğrudan hedef olmak istemeyeceklerdir.
Yahudi lobisinin egemen olduğu ABD’de Obama bir HİÇTİR ve istesede yapabileceği hiçbir şeyde yoktur.

Davos’taki İsrail gerginliği kendilerini korkutmuş, apar topar Obama’yı Türkiye’ye gönderip sinsi planlarını devreye sokarak, Türkiye-İsrail ittifakının sağlamlaştırılmasına çalışılmıştır. ABD ile İsrail, ruh ile beden gibidir ve bütünlüklerinden hayat bularak, kan ve şiddetle beslenirler. Asla tartışılmaması gereken temel gerçek; İsrail=ABD=İşgal=Soykırım

Obama, TBMM’deki konuşmasında katil İsrail’i kayırarak, “Biz terörün kullanımını dışlamalı ve İsrail'in güvenlik kaygılarının meşru olduğunu anlamalıyız.” sözleriyle, hâlâ nasıl barbar, adaletsiz ve merhametsiz olabildiklerini kanıtlamakta; işgal edilen, vahşice öldürülen, evleri yağmalanan, binlerce bebek, çocuk, kadın ve yaşlı insanları hiç tasa etmemeleri, asla samimi olmadığını ortaya koymaktadır. Obama bilmelidir ki, eğer ifade ettiği barış; bir kölelik, adaletsizlik ve müstemlekesel bir yaşam ise; onu hiçbir Müslüman kabul etmez ve kanının son damlasına kadar savaşır…

Obama’nın, "ABD'de pek çok ailede Müslüman üyeler var. Ben de bunlardan biriyim" sözleri, bana laik ve Kemalistlerin sözlerini hatırlattı. Bilindiği üzere onlarda, İslâm’a ve Müslümanlara olan ezeli hasımlıklarını kamufle edebilmek için, “Benim anam, teyzem veya ninem de başörtüsü takar, namaz kılar ve hacca giderler, dolayısıyla bizde Müslüman bir aileden gelmekteyiz.” derler, sonrada kin ve nefretlerine devam ederler.

Yüzyılın önemli sorunları olarak “İklim değişikliği, ekonomik kriz, terör, ölümcül silahların artması”‘na işaret eden Obama, bütün bu kötülerin ürediği merkez ABD’nin olduğunu itiraf edebilecek bir özürde bulunmaktan ise, sözde endişe duyduğu bu zorlukların aşılmasında kendisine ortaklar aramakta, böylece asıl hedefi şaşırtarak, bizzat sorumlu olduğu felaketlerden sıyrılmaya kalkışmaktadır. İfadesinde; ”Hiçbir ulus bu zorluklara tek başına karşı gelemez. O yüzden birbirimizi dinlemeli, müşterek sorunlarımızı paylaşmalıyız” diyerek, bu mesajı getirdiğini, Gül ve Erdoğan’a ilettiğini söyleyebilmektedir. Peki, bütün bu şeytani zorlukların müsebbibi kendileri değil midir, konuşmaktan öte ne yapmaktadırlar?
Irak, Afganistan, Lübnan Filistin ve kendi insanlarını kan denizine çeviren, milyonlarca masumu katleden, ırzına geçen, dışkılarını yediren, yağmalayan ve işgal eden kimdir? İmha edeci silahları üreten ve dünyaya satan ABD ve İsrail değil midir?

Gerçekten samimi bir barış isteğinde olduğunu kanıtlayabilmek adına; öncelikle Müslüman toplumlardan ÖZÜR ve AF dilemesi gerekmez mi?

Asıl hedeflerinden biri olan ve fevkalade tehlikeli görüp, müstemlekeleri altına alamadıkları ve savaşmaya cesaret edemedikleri İran ile ilgili olarak da; “Bölgede barış İran'ın nükleer silahlardan vazgeçmesiyle olur. Dünyanın bu bölgesi şiddetten yeterince payını aldı. İran liderlerine de gayet net söyledim ki; müşterek hedeflerimize dayanarak, İran'ın da yapması gereken şeyler var. İran çok büyük bir medeniyet. Bu yüzden biz onlara bırakıyoruz seçimi.”

Siz kimsiniz ya… Sürekli şantaj, tehdit ve korkuyla Müslüman halkları sindirebileceklerini mi sanıyorlar? Hak bir ölümün, Müslümanlar için ebedi bir yaşam olduğunu bilmiyorlar mı? Neden önce kendi nükleer silahlarından başlayıp da, silah üreten fabrikalarını kapatmakla ilk adımı atmıyorlar? İran’a karşı gösterdikleri tepki ve savaş çığırtkanlığını, neden kendileri gibi dünyaya meydan okuyarak tehdit eden Kuzey Kore’ye yapmıyorlar?
Yoksa Müslüman olmadıkları için mi?

Obama,dünya ve Ortadoğu’daki Müslüman direnişini ve şahlanışını, ancak Türkiye ile kırabileceğini çok iyi bildiğinden, yumuşak karnı olan AB sürecini kurnaz bir ustalıkla işleyerek; "21. yüzyılda ABD, Türkiye'nin AB üyeliğini şiddetle desteklemektedir. Türkiye önemli bir müttefik ve ortaktır” riyakâr açıklamalarına karşılık, Sarkozy ve Merkel’den tokat gibi cevap geldi. “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusu birliğin işidir. ABD’nin değil. Türkiye’nin AB üyeliğine karşıyız ve karşı olmaya devam edeceğiz.”

ABD, müttefiki olan Suudi Arabistan’a güvenlik,, Mısır ve Ürdün’e ticaret ayrıcalığı ve para, Türkiye’ye de AB üyelik destleğini vererek, İsrai’in egemenliğini muhafaza etmeye çalışmaktadır. Ancak tüm söz ve çabalar beyhude olup, sonunda hem ABD hem de İsrail, yıkılıp yok olmaktan kurtulamayacaklardır. Dünya ekonomisini altüst eden zelil bir devletin, daha kendilerini düzleğe çıkarmayı başaramadan, başkalarına sağlayabileceği bir iyilikten bahsetmesi, ancak kompleksli ahmakların inanılabileceği bir sözdür....

Geçmişteki hezimetlerden ders almayan “Haçlı Ordusu” lideri Obama, 27 AB ülkesi liderine seslendiği konuşmasında, “Batı, İslâm dünyası ile daha yakın başlar ve daha fazla işbirliği için çalışmalı. Türkiye’yi AB’ye almak, bu çabaların önemli bir işareti olacaktır” sözleri, sanırım iktidardaki lejyonerlerin verdiği güvenceden doğmakta, ancak onlar gibi bir kaç söz ve vaatle Müslüman Türkiye milletini satın alamayacağını hesap edilmemektedir. Cumhurbaşkanları Gül gibi, tarihlerinden bihaber olmadıklarını, tarihte ve günümüzde çektikleri acıları her an hissettiklerinden kandırılamayacakları tahmin edilmemektedir. Çünkü Müslüman Türkiye milleti, cazibeli haçlı fahişeleri ve Bizans entrikaları konusunda çok tecrübeli ve uyanıktır.
Sakın ha.., ahmak politikacılar, gazeteciler ve sözde aydınların sevgi gösterileri yanıltmasın…

Tarihteki barbarlıklarına ve zulümlerine son veren İslâm ordularının yeniden kapılarına dayanacakları korkusu ve zaferleri onları öyle endişelendirdi ki, hemen bir senaryo hazırlayıp Medeniyetler İttifakını tezgahlamış ve eş başkanlığına da Türkiye başbakanı R. Tayip Erdoğan’ı getirerek, insan dahi saymayıp teröristlikle aşağıladıkları Müslümanları etkisizleştirebilme çabalarını başlatmışlardır.

Hak ile Batılın bir araya gelemeyeceği Kur’an’da açık bir şekilde vahiy ile belgelenmişken; Başbakan Erdoğan’ın kendini tanrı yerine koyarak, Mevlana’nın sözünü manipüle etmek suretiyle bunun mümkün olduğunun altını çizmesi, onun Kur’an’a, vahye ve Allah’a karşı bir isyan içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa Mevlana; “Ben bir pergel gibiyim. Bir ayağım şeriatta durur, diğer ayağımla dünyayı dolaşırım” diyerek, Kur’an hükümlerinden hiçbir taviz vermemişti.

Başbakan Erdoğan; bir Müslüman mı, kendisine vahiy gelen bir peygamber mi, yoksa Allah’ın ayetlerini politik çıkarları uğruna az bir bedel karşılığı satan bir münafık mı?

Kendinin dahi anlayamadığı mucizevi bir duruşla Davos olayı sonrasında, Obama’nın Türkiye’yi dışlayan düşüncelerinde ani bir dönüşüm gerçekleşerek gelmesini dahi muhakeme edememekte, dolayısıyla vurulmuş mühürden kurtularak dönen entrikayı okuyamamaktadır.

Artık Obama ve maalesef lejyonerleri Erdoğan ve Gül hakkında daha fazla bir bilgiye ihtiyaç duymuyor, önleri ve arkaları perdelenmemişler için her şeyin son derece aleni olduğu gerçeğini vurguluyorum.

Aklıma takılan bir başka garaip ise; 22 aydır Türkiye milletinin meclisini boykot eden Genelkurmay’ın, Obama ziyaretiyle ilgili meclise gelmesi; millet mi, Obama mı sorusunu doğurmuş, sözde ilke ve kararlılığından taviz vermeyen Genelkurmay’ın, halk nezdinde ki güvenirliliği elem bir kayba uğramıştır. Acaba PKK’yı destekleyen DTP, yoksa mecliste değil miydi?

"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez."
Maide. 51

"Sen dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: Doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Şayet sana gelen ilimden (Kur’an’dan) sonra onların arzularına uyacak olursan; andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." Bakara.120

Ancak Allah, bu yüzyılı, gelişmeleri ve ileri bilmekten aciz (haşa) olmalı ki, kendilerini Allah’ın yerine koyarak hüküm vermekte ve Hz.Muhammed’e inen vahyi redde bilmektedirler.

Tanrıları Obama; kendilerini günahlarından arındırıp cennetsi bir hayatla müjdelemiş olsa gerek ki, gelişmelerden çok memnun ve mutlular…

Türkiye lehine alabildikleri somut, elle tutulabilen tek bir şey var mı?



5 Nisan 2009 Pazar

Konuşmak başka şey, yapmak başka bir şey…

Kendilerinden başka hiçbir toplumu ve inancı umursamayan bencil ve zorba emperyalistlerin uluyan varlıkları, kurtuluş adına kendini insanlığa ve adalete adamış cesur bir lider arayışını mutlak kılmaktadır.

Ruh ile bedenin bütünleşmesinden nasıl bir yaşam doğuyor ise, konuştuğunu yapan cüretli ve kararlı bir insandan da ahlâklı bir lider doğmaktadır. Ancak materyalistleşen adi bir dünyada onur ve vicdanlarını az bir bedel karşılığı satabilen alçak politikacı ve iktidara taşıyan yığınların pespaye işbirlikleri erdemliği doğramakta; hakkın, adaletin ve merhametin lağvedilmesinden adil ve dürüst olmayan bir dünya oluşmaktadır.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, G-20 zirvesindeki Müslüman Türkiye milletinin ve işgal edilip ezilen toplumların umutlarını baltalayan keskin dönüşü her ne kadar hayal kırıklığı yaşatsa da, temel politik düşüncesi barbarları kurtarıcı bellemesinden pek hayal kırıklığı meydana getirmemeli, her söz ve eylemi; politik temel düşünce düzeyinde değerlendirilmeli, akılcı bir yargıyla sonuç beklenerek, kesinlikle kanılmamalıdır.

Gerek Türk milletinin, gerekse İslam dininin amansız bir düşmanı olan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel sekreteri olmasına, tartışılmaz haklı gerekçelerle karşı çıkıp, sanki bir değişim olmuşçasına birkaç saat sonra kabul etmesi, takdir edileceği üzere onursuzluğun, satılmışlığın ve adiliğin açık bir kanıtıdır. Erdoğan, bu kahredici ve aşağılayıcı dönüşünü; “Çekincelerimizin sayın Obama’nın garantörlüğünde çözüldüğüne dair bize bilgiler geldi” açıklamasına, literatürde karşılığı olabilen bir söz bulamıyor, kendisine gelen dolaylı bilgilerle geri adım attığını savunabilecek bir gerekçeyi utanmadan ifade edebilmektedir. G-20 zirvesinde Obama ile kol kola pozlar verip konuşabilirken, neden bu fevkalade önemli sorun ile ilgili doğrudan taahhüt alamadı ve Rasmussen’e geri adım attıramadı?
Velev ki Obama’nın doğrudan garantörlüğü mevzu bahis olsun… ABD’nin temel politikası apaçık ortada ve ormanlarda yaşayan hayvanlar dahi onlara inanmazken; bugüne kadar hangi ABD başkanı sözünü tutmuş, Türkiye’nin lehinde samimi bir tavır almıştır?
Rasmussen'in NATO Genel Sekreteri olmasına ilişkin açıklama yapan Başbakan Erdoğan’ın şu ifadelerini okudukça kanım donmakta ve ne acıdır ki, maalesef T.C. vatandaşı olmaktan utanç duyan bir duygu içinde kıvranmaktayım. "Bildiğiniz gibi G-20 seviyesinde de bu konu gündemdeydi. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin bazı liderleriyle de konuştuk ve çekincelerimizi de çok açık ve net bir şekilde iletmiştik. G-20 zirvesinde de tekrar gündeme geldi, orada da anlattık. Sayın Obama ile de bunları yine orada görüştük. Tabi bugün sabahtan itibaren de Avrupa liderlerinden bazıları bizi aradılar. Onlarla da görüşmelerim oldu. Cumhurbaşkanımızla da sürekli irtibat halinde olduk. Çekincelerimizin sayın Obama'nın garantörlüğünde çözüldüğüne dair bize bilgiler geldi. Son gelinen noktada temennimiz odur ki; bu çekincelerimize dair verdikleri garantiler yerine getirilir. Kaldı ki yarın akşam sayın Obama Türkiye'ye geliyor. Sanıyorum parlamentoda yapacağı konuşmada da bu konulara değinebilir. Ayrıca biliyorsunuz Medeniyetler İttifakı'nda Rasmussen'le birlikte katılacağımız bir toplantı olacak. Orada büyük ihtimalle bu konular üzerinde durulacak."

Rasmussen, tanınan alçaltıcı ve yıkıcı kredi öncesinde; acaba özür dilemiş ve göstermelikte olsa geri adım atmış mıdır?

“Türkiye’nin endişelerini anlıyorum. Genel sekreterlik görevi boyunca Türkiye ile yakın işbirliği içinde olacağım.”

Ne de olsa; Türkiye, stratejik olarak önemli bir ittifak taşeronu, Avrupa ve Ortadoğu arasında köprü rolü oynan bir emir eri ve Haçlı Batının üzerinden kolaylıkla geçebildiği bir odalık … Çok bile…

Peki, AB'nin sözde dost liderleri ne demiş?

Rasmussen’in NATO Genel sekreterline adaylığı için ittifak kuran amansız Türkiye ve İslâm karşıtı Haçlı Batı’nın şövalyeleri Almanya, Fransa ve İngiltere’nin baskı ve tehditleri, Türkiye’yi savaşsız mağlup etmiştir. Almanya Başbakanı Angela Merkel, "AB'ye aday olan bir ülkenin AB üyesi Danimarka'nın başbakanını veto etmesi yanlış olur. Türkiye'nin AB sürecine zarar verir."

Alman Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Sekreteri Alexander Dobrindt, “Türkiye'yle sürdürülen AB üyelik müzakereleri bir an önce sona erdirilsin. Kendi kendime, Türkiye'ye her zaman anlayış mı göstermemiz gerektiğini soruyorum. Üyelik müzakerelerini hemen kesmek daha dürüstçe olacaktır. İslami propagandayı NATO'nun geleceğinin ve Avrupa değerler düzeninin üzerinde tutanların AB içinde yeri yoktur."

AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn; “Türkiye, çok beğenilen Rasmussen'i desteklemeyerek hata yapıyor. Ankara'nın tavrının, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkiler. “ Olli Rehn; ROJ TV ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’i aşağılayan karikatürleri savunarak, "Bu durumda, AB üyesi ülkeler ve AB vatandaşları, ifade özgürlüğü gibi değerler konusunda Türkiye'nin uyum düzeyini sorgulayacaktır.”

İtalya’nın “kart zampara” başbakanı ve Erdoğan’ın kadim dostu Silvio Berlusconi; “Erdoğan’ı ben ikna ettim.”

Ey adaletli dinleri, vatanları ve İstiklalleri uğruna şehid düşen yiğitler!

Berzahtan mutlaka lanetli ihanetleri görüyor, geriye gözü yaşlı bıraktığınız dul ve yetimlerinizi tasa etmeyerek, canlarınızı ve mallarınızı feda ettiğiniz hak dininiz ve vatanınızın hain varislerinizce nasıl peşkeş çekildiği ızdırabıyla yanıp tutuşuyorsunuzdur. Ancak merak etmeyiniz… O hainler, mutlaka layık oldukları o cehennemde acı içinde hesap verecek ve birgün, geçici saltanatlarını terk edeceklerdir. Kahrolsun nankör ve hainlere…

Erdoğan, bir taraftan “Almanya, bizi bu şekilde tehdit edemez" derken, diğer taraftan ise teslim olabilmektedir. Bir taraftan NATO’nun en büyük ikinci üyesi olmakla gururlanırken, diğer taraftan NATO Genel sekreterliğine aday olmaya cesaret edememekte, ancak artık bir yardımcılığa bile tenezzül ederek şart koşabilmekte, dolayısıyla övünebilmektedir. Yazıklar olsun…

Kaçınılmaz haklılığının arkasında dimdik duramayan, tehdit ve şantajlara boyun eğen, maddi çıkarları, vazgeçilmez manevi menfaatlerinin üzerinde tutan, gücünü ve aklını pazarlayamayıp, dinine ve milli değerlerine fiyat etiketi koyan bir politikacı; ASLA BENİM BAŞBAKANIM ve CUMHURBAŞKANIM OLMAMAZ…

ABD Başkanı Barack Obama’nın teslimiyetten dolayı Türkiye’ye teşekkür etmesine mukabil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de “Kaygılarımıza hak verilmesinden memnuniyet duydum. Obama’ya teşekkür ederim” açıklaması, Türkiye’yi nasıl trajikomik bir tiyatro sahnesinde oynatabildikleri gerçeğini ortaya koymakta, dolayısıyla milletime, ancak “BAŞINIZ SAĞOLSUN” temennisinde bulunmaktan başka, şimdilik elimden birşey gelmemektedir.

Politik tanrı Obama geldi ve emperyalist vahşi hayallerini sinsice kabul ettirerek geri dönecektir. Kaygılara hak verilmesine yetiniliyor ama sonuçta hiçbir ilerleme kaydedilmeyerek, sürünmeye devam ediliyor... Tanrı Obama’nın gelme şerefi neyimize yetmiyor ki? Dışkısını dahi korumaya alarak, Türkiye’nin kanalizasyonlarına emanet etmeyen müphem bir tanrının Türkiye lehine düşünebileceği bir iyilik ve fayda mümkün olabilir mi?

Suyuna varıncaya kadar herşeyini ülkesinden getiren Obama; madem dost ve müttefik saydığı Türk devletine ve milletine güvenmiyor, neden geliyor? Bu durumda, kendisi misafir sayılabilinir mi?

İslâm peygamberi Hz. Muhammed ve Müslümanları teröristlikle suçlayan ve savaş açan NATO’nun Türkiye ve İslâm ülkeleriyle olan düşmansı politikası, artık gizli değildir ve bu gerçeği hain hiçbir figüran örtbas edemez.

Medeniyetler ittifakı projesi, tamamen İslâm’ı ve Müslümanları bağımsız kılmak istemeyerek ve etkisizleştirmek adına manipüle edilmiş bir düzmece; savaşlarının, işgallerinin, katliamlarının yegane nedeni olan hıristiyan ve yahudi dünyasının satın aldıkları Müslüman kimlikli münafık iktidarlar aracılığıyla İslam dünyasını hapsedip, köleleştirme amacı taşımaktadır. Barış, ancak vahyin emrettiği bir düzende sağlanır ve tarih, bunun birçok örnekleriyle doludur. Hak, adalet, merhametin ve sosyal devletin adresi olan İslam medeniyeti ile; zulmün, barbarlığın, emperyalizmin ve kapatilazmin kendisi olan Batı medeniyetinin ittifakı mümkün olabilir mi? Hak ile Batıl birarada yaşayabilir mi?

Her ne kadar “oy” kullanmadıysam da, Erdoğan’a ve Ak Partiye verdiğim destekten dolayı yakınlarım ve milletimden özür diliyorum…

Yaratıcı Yüce Allah'ın intikamı ve hesabı acı ve çetindir.

2 Nisan 2009 Perşembe

Bir Köle ve Bir Fahişe

Seçimlerdeki tablo öylesine ürkütücü ve umutları yok edici ki, referansları fevkalade berbat olan CHP, MHP, DTP ve SP kurtarıcı addedilerek felâketsel o geçmişe doğru bir talep belirmesi, şüphesiz kadersel lânetten başka bir şey değildir. Kıyası dahi muhakeme etmekten kifayetsiz toplumumuzun kamikaze kararları, nedenlere gerekli cevaptır. AKP’den duyulan rahatsızlıkları ve şikayetleri, bednamların giderebileceğini düşünerek, sanılan ışığın aslında cehennemin ateşi olabileceği gerçeği, ne acıdır ki kütüklerce fark edilememekte ve edilemeyecektir de…

Çünkü lanet, vurulmuş mührün açılmasına fırsat vermemektedir. Aksi, ancak cesaret vaadeden içlerinden birine yoğunlaşılıp adam edilmeye çalışılabilirdi. Tıpkı Tarık Bin Ziyad'ın askerlerini, İmparatorice Theodara'nın İmparator Justinianos'u motive etmesi misali...

Kolay olan şikayet ve isyan etmektense, neden meşakkatli olan yardım ve desteği seçelim ki...

Günümüzün peşlerine düşülerek tanrılaştırılan habis ve sefil liderlerin sanal gösterileri toplumları öylesine kör ve sağır etmektedir ki; geçmişin onurlu, dirayetli, kararlı ve cesur önderlerin haksızlığa, onura ve adalete karşı verdikleri ölümüne mücadelelerle halklarına ve insanoğluna tattırdıkları değer, şeref ve zaferler referans alınmamakta, dolayısıyla hak etmeyenlere tapılırcasına gösterilen olağanüstü güven ve itibar, her türlü kötülüğü yaygınlaştırmakta, sömürü ve adaletsizlikleri meşrulaştırmaktadır.

Her ne kadar imani kıyas mevzubahis değilse de, geçmişi bir köle olan Endülüs Fatihi Tarık Bin Ziyad ile bir fahişe olan Bizans İmparatoriçesi Theodora’nın birbirlerinden farklı kadersel çizgileri, liderliğin şan, soy, para, mektep ve şakşakçı yığınlarla değil, acı, inanç, iman ve yürekle elde edilebilineceğini ortaya koymaktadırlar. Tarihi bir inceleyin de; doğuştan, ölüme mahkûm olunduğu gerçeğini kabul etmeyerek bedel ödemekten kaçınan günün pespaye materyalistlerin nasıl birer hiç olduklarını anlayın.

Tarık Bin Ziyad, Kuzey Afrika ülkelerinden Fas’ta ki Berberiler kavminden olup, bir kölenin oğluydu. Adı bir boğaza (Cebelitarık) ve dağa (Tarık Dağı) verilen Bin Ziyad, dokuz bin kişilik ordusuyla bugünkü Cebelitarık boğazını geçerek İspanya topraklarına girmiş ve 800 yıl sürecek Endülüs İslâm devletinin temellerini atmıştı. Dünyayı kasıp kavuran şeytanlara meydan okuyan bir avuç ordusunu gemilere bindirerek Güney İspanya sahillerine çıkaran Tarık Bin Ziyad, karşısında 100 bin kişilik azılı barbar Gotlara karşı müthiş bir savaşa girişmişti. O dönemde, o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak Roma’yı yağmalayan Batı Gotlar (Vizigotlar) adlı vahşi bir krallık hüküm sürmekteydi. Tıpkı günümüzün ABD ve İsrail’i misali! Gotlar da onlar gibi insanlığı mahvetmekteydi. Ancak günümüzde, geçmişin imanlı ve erdemli cesur Fatihleri ve erdemli orduları bulunmadığı, toplumlar da insanlıklarından çıktığı için, modern barbarların egemenlikleri sürebilmektedir.

Tarık Bin Ziyad, düşman askerlerinin gücü ve sayısal çokluğu karşısında askerlerinin endişeye kapılıp geri çekilebilir kuşkusuyla tüm gemilerini yaktı. Düşman hem çok güçlü, hem çok kalabalık, hem de her türlü lojistik ve askeri desteği alabilecekleri ve de kolaylıkla savunabilecekleri kendi topraklarındaydı.

Tarık, askerlerine şöyle seslendi:
"Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanız deniz, önünüz düşman ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Artık bizim için geri dönüş yoktur. Direnmekten başka hiçbir şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vallahi sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok. Vekil ve destek olarak Allah size yeter. Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, önce bizzat kendi canımdan başlıyorum. Ben düşmana hücum ediyorum, sizde arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem, zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın."

Savaşın sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine, yeryüzünün gelmiş geçmiş nadir cesur liderlerinden biri olan Tarık, tekrar askerlerine dönerek:
“Kahramanlar, nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten daha üstün bir şeref ve izzet var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman arkanız denizdir: Bana bakınız ve ben ne yaparsam sizde onu yapınız.” diyerek, Yüce Yaratıcısına sığınıp ölümüne bir hamleyle düşmana atılıp, barbar sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat ve zaferinden emin bir vakurla oturan Kral Rodrik’i karşısında bulan Tarık, derhal hasmı olan kralı tek bir vuruş darbesiyle öldürdü. Yenilmez ve yıkılmaz tanrı belledikleri o muhteşem krallarının kanlar içindeki cansız bedenini gören gaddar Vizigot ordusu, Allah’ın kalplerine saldığı korku ve dehşetle öyle etkilendiler ki, paniğe kapılarak kaçışmaya başlayıp, darmadağın oldular.

Yaratıcısının lütfüne ulaşarak imanı sayesinde kahramanlıkla payelenen ünlü komutan Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini de alarak, Avrupa’yı titreten 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yerle bir ederek, tarihin karanlık sayfalarına gömdü. Bundan sonra 800 yıl sürecek olan muhteşem İslâm uygarlığı dönemi başlamış, Hıristiyan, Yahudi ve diğer inanç ve etnik sahibi topluluklar, İslam’ın insanı yücelten, hakkı ve adaleti bahşeden düzeniyle huzur, güven ve barış içinde yaşamaya başlayarak kalkındılar. Gotlar gibi yüzlerce şeytanı yeryüzünden silerek iyiliği muhkem kılan insanlar, aslında ABD, İsrail ve benzerlerini de yok edebilecek güçtedirler. Ancak dünyada insan kalmayıp, topyekûn şeytanlaşıldığından vahşet devam etmekte, kanlı paraların keyfi sürülebilmektedir.

İman ve idealle Allah yolunda cihad ederek Endülüs’ü (İspanya) fetheden Müslümanların orada tesis ettikleri medeniyeti Fransız sosyolog Le Bon şöyle değerlendirmektedir: "Müslümanlar Endülüs’e büyük bir medeniyet mesajı ile girdiler. En az bir asır ölü araziyi verimli hale getirmek, harabe haldeki şehirleri imar etmek, görkemli binalar yapmak ve ticareti geliştirmek için uğraşıp durdular. Bunu başardıktan sonra da ilmî ve edebî çalışmalara, Yunanca ve Latince eserlerin tercümesine ve uzun zaman Avrupa’da kültürün kaynağı ve beşiği olacak olan üniversitelerin inşasına yöneldiler. Birkaç asır zarfında İspanya’yı ekonomik ve kültürel yönden geliştirmeyi başardılar. Onu bütün Avrupalı milletlerin çok ilerisinde bir medeniyet seviyesine ulaştırdılar. Cemiyetin ahlâki karakterleri üzerinde de son derece müessir oldular. Onlara insanlığın ve milletlerin görebileceği en kıymetli müsamaha anlayışı ile muamele ettiler. Bu yüce müsamahadan başka, örnek bir davranışla zayıflara acıyor, mağluplara şefkatle muamele ediyor ve onların problemleriyle yakından ilgileniyorlardı.”

Dâhili ve harici haçlıların ittifak içinde “İrtica ve Terör” adına İslam’a karşı hunharca sürdürdükleri baskı, şiddet ve katliamdaki amacın, kanıtlarıyla da anlaşılacağı üzere; insanlığı, ahlâkı, merhameti, hürriyeti, kalkınmayı, paylaşımı, eşitliği, barışı, hakkı ve adaleti elimine etmek ve şeytanı iktidar kılmaktır. Gerek liderlerin, gerekse toplumların iğrenççe yozlaşarak, ne düğü belirsiz süslü yaratıklara dönüşmelerinden fazilet ve erdemlik silinmiş, çağdaşlık adına materyalizm egemen kılınarak insani değerler bitirilmiştir. Bugüne kadar bencil hiçbir korkağın ve fırsatçının bir zaferi, keşfi, başarısı, ilmi ve kahramanlığı vaki olmamıştır. Lideri lider, kâşifi kâşif, milleti de millet yapan ahlâk, inanç, adalet ve cesarettir. Bu kıymetlere sahip kimseler dünyaya hükmetmiş, buluşlar gerçekleştirmiş ve lâyık oldukları yüceliğe ulaşarak gelecek kuşaklara rehber olmuşlardır. Bu liderler; başarılarını, zaferlerini ve kahramanlıklarını günümüz sahtekârları gibi yalanlar, şovlar, taklitler, riyakârlıklar, korkaklıklar, hırsızlıklar, pazarlıklar ve ihanetlerle değil, vücutlarına saplanan oklarla, süngülerle, kılıç darbeleriyle, mermilerle, toplarla, acı çekerek, işkenceler görerek, felâketler yaşayarak, mücadele ederek, zindanı veya idamı şeref addedip kötülüğe meydan okuyarak elde etmişlerdir.

Kaçmamışlar kovalamışlar, satmamışlar fethetmişler, korkmamışlar savaşmışlar, susmamışlar haykırmışlar, sömürmemişler yardım etmişler, yağmalamamışlar imarlaştırmışlar, zulmetmemişler müsamaha göstermişler, izlememişler müdahale etmişler, karşılarındakinin gücü ve sayısı ne olursa olsun insanlıktan asla taviz vermeyerek çıkar uğruna haksızlıkları seyretmemişler, sahiplenmemişler ve adalet adına gerekeni yapmanın sorumluluğuyla örnek olmuşlardır.

Örneğin Tarık Bin Ziyad’ın çok zor şartlar altında denizler aşarak ta Afrika’dan Avrupa’ya gerçekleştirdiği çıkartma, Batılıların açık itiraflarıyla da Avrupa’yı şeytan iktidarlardan ve barbarlıktan kurtararak medenileştirmek, insanlaştırmak, hakkın ve adaletin ne olduğunu sözle değil, bilfiil tatbik ederek yerleştirebilmek içindi. Ancak batılıların fıtratsal lanetleri onları adam etmemiş ve kuduran benliklerini dizginleyememiştir. İnsani hiçbir değer ve vicdan taşımayan ABD ve haçlı ittifakı; sömürebilmek maksadıyla saldırdıkları toplumları taş üstünde taş kalmaksızın ve tek bir canlı bırakmaksızın katletmekte, kendi düşünce ve inançta olmayanlara soykırımı bir hak telakki etmektedirler. Tarihin hiçbir dönemimde böylesi bir şeytanlığı hayata geçirmiş tek bir İslam devletine rastlanılmadığı gibi, zulmettikleri kendi halklarını dahi Müslümanlar kurtararak nefes aldırmış ve seferler sırf bu amaçla yapılmıştır.

Savunma paranoyasıyla aşağılayıcı politikalar güden içe kapanık ürkek ülkeler, güçlü ve koruyucu sandıkları şer yabancılara sığınarak ayakta kalabileceklerini düşünürler, kendilerini tehdit eden ve insanlarını öldüren terörist grupları bile sindirip bertaraf edememenin acziyeti içinde yardım dilenirler. Oysa kaçışın asla bir güven değil bilakis bir bitiş ve yıkım olduğu tarihsel tecrübelerle sabittir. Tıpkı Türkiye gibi, ABD’nin, hatta Kuzey Kuzey Kürt iktidarının önünde diz çökerek, “Ne olur bize yardım edin, PKK’dan bizi kurtarın” yakarışları, o devleti devlet, askeri asker, milleti millet olmaktan çıkarır ve halkını da yerin dibine sokturur.

Öyle şiir, marş ve nutuklarla, laiklik ve Atatürkçülükle, bayrak büyüklükleriyle ve fiiliyatta caydırıcılığı olmayan balondan farksız gövde gösterileriyle hayatta kalınabileceğini, tehlikelerden sakınılabileceğini ve varlığın sürdürebileceğini düşünen ahmaklar yüzünden mücadelesiz teslim oluyor ve şeytana galebe çaldırılmıyor muyuz?

Hayatta öyle değerler vardır ki her neye mal olursa olsun asla dokundurulmamalıdır. İmanı ve cesareti olmayan bir insan, ne deha, ne bilge, ne adil, ne kahraman, ne de lider olabilir. Her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış liderleri olmayan toplumlar, zillet içinde yaşamaya, müstemleke olmaya, yenilmeye, hor ve hakir kalmaya mecburdurlar. Zaten liderler, toplumların aynası değiller midir? Bu sebeple fırsatçı veya zalim hükümetleri iktidara taşıyan toplumlar, onlar kadar sorumludur ve her türlü cezayı hak etmektedirler.

Bugünün sözde mazileri temiz, soylu referansları güçlü, akademik kariyerleri ve unvanları şaşalı, ancak bedel ödemekten korkarak hakkı ve adaleti ayakta tutmaktan yoksun hamiyetsiz liderleriyle, dünün geçmişi fahişe, ancak inancı ve cesaretiyle halkına ve iktidarına siper olan korkusuz imparatoriçesini bir kıyaslayalım.

Bizans İmparatoriçesi Theodora, yabani hayvan bakımı ile uğraşan Kıbrıslı bir babanın üç kızından biri ve yoksul bir ailenin çocuğuydu. Babası küçük yaşta ölmüş ve annesi başka birisi ile evlenmişti. Üvey baba işsizdi ve çocuklar küçük yaşta para kazanmak zorunda bırakılmıştı. Anne, fakirlikten aralarında Theodora da olmak üzere kızlarını sokaklarda dilendiriyordu. Daha sonra Theodora, bir tiyatroda pandomima yaparak, soytarı rollerine çıkmaya başladı. İlerleyen zaman içinde güzelleşmiş ve güzelliği dillerde dolaşmaya başlayınca cinselliğini kullanarak fahişeliğe başlamıştı. Zamanla adi yaşamından sıkılıp, kendince mutlu bir yuva kurabilmek maksadıyla gittiği İskenderiye’de uygunsuz davranışları nedeniyle, herkes tarafından dışlanarak ve horlanarak yoksul ve yüzüstü bırakılmıştı. Tekrar memleketine döndüğünde kendini değiştirebilmek için çaba sarf etmekte ve çekidüzen vermeye çalışmaktaydı. Kaderin değiştirilemez ve engellenemez yazgısıyla İmparator Justinianos, Theodora’yı görüp bir anda delicesine aşık olmuş ve ondan başka hiçbir kadına ilgi göstermeyerek, kalbi onun ateşiyle kavrulmaya başlamıştı.

O dönemlerde yasalar üst düzey yetkililerin geçmişi uygunsuz fahişe kadınlarla evlenmelerini kesinlikle yasaklamaktaydı. Ancak Theodora’sız yaşayamayacağını anlayan Justinianos, bir yasa çıkararak söz konusu yasağı kaldırdı ve onunla evlendi.

Evlenmeden önceki fahişeliğine karşın Theodora, tahta geçer geçmez kaderin programı doğrultusunda ani bir dönüşümle bir İmparatoriçenin görev bilincine çabucak varmış ve kendisinden hiç beklenmeyen davranışlar sergilemeye başlamıştı. Kötü yollara düşen kadınlar için bir sarayı manastır haline getirmiş, sokaklardan toplattığı beş yüz kadının ücretsiz olarak burada hayatlarını doğru bir biçimde sürdürmelerini sağlamış, hastane, kilise ve dini yapılara büyük parasal yardımlarda bulunmuştu. Evliliğinden kısa bir süre sonra İstanbul’da M.S. 532 yılı Ocak ayında "Nika" (zafer) adında İmparatorluğu yerle bir edecek büyük bir isyan patlamış, arasında hastaneler, imparatorluk sarayı ve Ayasofya’nın da bulunduğu güzel yapılar alevler içinde bırakılmış, hapishaneler boşaltılarak azgın suçlular dışarı salıverilmiş, hatta idamlık bir suçlu, İmparator bile ilan edilmişti. Sözde soylu ve eğitimli İmparator Justinianos, paniğe kapılıp öldürülme ve servetini kaybetme korkusuyla çarçabuk kaçmayı düşünürken, fahişe diye aşağılanan eğitimsiz Theodora ise, ölümüne mücadele ederek isyanı bastırma taraftarıydı.

İmparatora şöyle dedi. "Başka hiçbir ümit kalmasa bile ben yine kaçmaktan nefret ederim. Hepimiz doğuştan ölüme mahkûm bulunuyoruz. Ne var ki başlarında taç taşıyanlar, saygınlıklarını ve güçlülüklerini yitirdikten sonra yaşamamalıdır. Tek bir gün bile, kimsenin beni taçsız ve erguvansız olarak görmemesi için Tanrı’ya yalvarıyorum. Beni kraliçe adıyla selamlamanın sona erdiği gün yaşam ışığım sönmüş olmalıdır. İmparator! Kaçmaya karar verdiyseniz, hazineler sizindir. İşte deniz, işte gemileriniz! Ama can kaygısının sizi sefalet içinde bir yaşama ve aşağılık koşullarda bir ölüme uğratmasından korkunuz."

Theodora’nın, her nerede ve hangi şartlarda olursa olsun ölümden kurtulunamayacağı bilinciyle bedel ödemeye hazır korkusuz ve kararlı çıkışı, Justinianos’a cesaret vermiş ve askerleri komuta ettirerek, tarihin en korkunç ve yıkıcı isyanını bastırmasına ve tahtın güvence altına alınmasına neden olmuştu. Yaşamı boyunca İmparator Justinianos’un yanında yer almış olan Theodora, evliliğinin yirmidördüncü yılında kanserden ölmüştü. En soylu kadınlarla evlenebilecek olan İmparator, eskiden fahişe olan ama evlendikten sonra erdemli yaşayan bu ilkeli ve cesur kadının ardından kanlı gözyaşları dökmüştü.

Bu sebeple, kişinin iyi veya kötü geçmişi değil, o anı önemsenmeli, benlikçi ve kompleksli referanslar yanıltmamalıdır. Kadersel yazgının akışı içinde baş gösteren keskin dönüşler, maalesef büyük bir çoğunluk tarafından anlaşılmamakta, güven duyulmamaktadır. Şeytanın, lanetlenmeden önceki cennetteki varlığı nasıl rehber alınabilecek bir ölçü değil ise, iyi veya kötülükle şöhretleşmiş olanlara da önyargıyla bakılmamalıdır. Namuslusunun en namussuz, inançlının en münafık, dürüstünün en sahtekâr, eğiticinin en cahil, merhametlinin en gaddar, güvenilenin en hain olduğu öyle bir kadersel evrede yaşıyoruz ki, kimin gerçekte kim olduğu ürpertici olaylarla fark edilebiliyor, ama yine de ders alınamayarak ilahsal mührün kilidinden kurtulamayıp, başkalaşımı çözemiyoruz.

Yaratıcı’ya karşı benliğini yücelten yaratıkların doğruyu ve iyiyi lağvetmelerinden lânetlenen insanoğlu, her türlü belâya müstahak olmakta, güç, tecrübe ve bilgileriyle sürünebilmektedirler. Hakkın, adaletin ve merhametin olmadığı bir dünyada taşların yerine oturabilmesi, kabaran öfkenin sönebilmesi, biriken enerjinin açığa çıkabilmesi ve evrenin sakinleşebilmesi için felâketler oluşmakta, kötülükler hiç kimsenin yakasını bırakmamaktadır. Allah’a karşı aklı ve kadere karşı iradeyi üstün tutmaya çalışanların olaylardaki çıkmazlığı ve çaresizliği, yine de inat ve ısrarlarından vazgeçmelerine yeterli olmamakta, kötülük daha da derinleşerek ve yaygınlaşarak insanoğlunun tamamını sarmaktadır.

Geçmiş örnekler apaçık ortadayken; lider diye bağırlara basılıp başa taç edinen insafsız yalancılar gömülmedikçe, iyilik, barış, huzur ve güvene kavuşabilmek mümkün olmayacaktır. İnsanlar kendilerini ne kadar saf, masum, temiz ve günahsız addetseler ve hiçbir kötülüğe karışmamış olsalar da, dayanıp ardına takılarak yetki verdikleri liderler, hak ettiklerini bulmalarına yeterli nedendir.

Unutulmamalıdır ki insanlığın yüzkarası onursuzlar, kendileri olmak yerine, hep menfaatlerinin ve yabancıların bir parçası olmak isterler, cesarete değil korkaklığa, vahye değil fiziğe, ruha değil maddeye, Yaratıcı’ya değil yaratığa, erdemliğe değil, görselliğe güven duyarlar. Ölmek veya kaybetmek duygusuyla özdeşleşmiş kibirli yaratıklar, alçak bir süslü hayat sürmeye mahkûmdurlar. İşte liderler, işte toplumlar! Öyleyse neden şikâyet ediyorlar?

“De ki: Kim sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihayet kendilerine vadolunan şeyi, ya azabı veya kıyameti gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” Meryem. 75

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz onlardan öncekilerini de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”
Ankebut. 2

“Siz ne yeryüzünde ne de gökte Allah’ı aciz bırakamazsınız. Allah’tan başka bir dost ve yardımcıda bulamazsınız.” Ankebut. 22

“Sen ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” Furkan. 58

“Andolsun ki biz Kur’an’da insanlar için her çeşit misale yer vermişizdir. İşte hakkı tanımayanların kalplerini Allah böylece mühürler.”
Rum. 58-59