29 Kasım 2008 Cumartesi

ABD değil de, Mücahitler mi terörist?

Muhakeme yetilerini tamamen yitirmiş olan günümüz insanoğlu’nun gerçekleri sorgulamadaki akılsızlıkları öylesine olağanlaşmış ki; sevgi, hoşgörü, barış, huzur ve güvenin kaynağı adalet biçilerek, dünyadan silmektedir. Sadist, emperyalist ve barbarların egemen olduğu düzen, hegemonyası altına alamadıklarını, ya dizginlemeye ya da bitirmeye çalışmakta, gerekirse canlı tek bir mahlukat kalmaksızın önüne geleni yakıp yıkmaktadırlar. Caydırıcı olmak ve üstünlük kurmak maksadıyla inanılmaz tehditler ve aşağılık cürümler gerçekleştirmekte; katletmekle, evlerini başlarına geçirmekle veya yurtlarından sürmekle yetinmeyip, en gaddar zulümleri reva görerek, kadın ve çocuklara sapıkça tecavüz ederek, kemiklerini kırarak, kahkahalarla işkence yaparak ve akla hayale gelmeyecek şeytani hunharlıkları işleyerek caniliklerinin meşruluğuna inanılmaz gerekçeler sıralayabilmektedirler.

Gelmiş geçmiş tüm hukuklarda yasal sayılan “nefs-i müdafaa” hakkının mağdurlar, direnişçiler ve özgürlük savaşçıları tarafından kullanılmasını “terör” ile bağdaştıran zalimler, sözde kamuoyunu ikna edebilmek gayretiyle düşünceleri ve dikkatleri manipüle edebilmektedirler. Özellikle insafsızca Müslüman kanı dökmek ve köleleştirmek amacıyla vahşet saçan ABD, İsrail ve İngiltere’ye karşı girişilen her eylem kaçınılmaz bir hak, yani nefsi müdafaadır. Yoksa, Irak ve Filistin’deki canavarlıkları unuttunuz mu?

Ortaya koydukları ütopik bahaneler, sudan sebepler ve yalanlarla Müslüman toplumları işgal eden haçlı ittifakı ve işbirlikçi dostlarının başlarına gelenler karşısında yakınma hakları bulunmamakta, canı yanan toplumlarında eylemcileri değil, ortamı hazırlayıp teşvik edenleri lanetlemeleri, olabilecek bir barış için tek çıkar yoldur. Bir gün, yapılanlara karşılık bilmukabelenin mutlaka gerçekleşebileceği hatırlanılmalı, her devlet, adaletli davranma zorunluluğuna mecbur edilerek, etraflarına etten duvar çektirip en teknolojik silahlarla korutan yöneticilerin, halktan önce ve ziyade korunmalarına asla izin verilmemelidir. Zaten bütün bu gelişmelerin sorumlusu kendileri değil midir?

Bugün, Hindistan’da yaşanan olaylar, gerçekte bir terör eylemi değil, haçlı ittifakının ve işbirlikçilerin yaptıkları eylemlerin en hafifi bir hak arama ve hesap sormadır. Eğer kendileri yaptıklarının hesabını vermiyor, üstelik alkışlanıp saygı görmeye devam ediyorlar ise, bende Mücahitleri alkışlıyor ve diğerleri gibi hiçbir çıkar düşünmeksizin kendilerini feda etmelerinden dolayı saygı duyuyorum. Hindistan’ın, Keşmir’deki Müslümanlara hangi zulümler yaptığı ve yapmaya devam ettiği hala tazeliğini korumakta olup, Hindistan’ı kınamayıp hesap sormayan dünyanın, Mücahitleri de kınaması ve hesap sorabilmesi kabul edilemez. Önce kendin doğru, merhametli ve adaletli ol ki, başkaları da olabilsin. En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.

En iğrenç ve bağışlanamaz olan ise; sözde Müslüman iktidarların, Müslümanlara karşı çok daha düşmansı tavır sergilemeleri ve haçlı ittifakına destek vermeleridir. Ruhlarını şeytana satan bu münafıklar, Müslümanlar acımasızca katledilirken, ırzlarına geçilirken, yurtlarından çıkarılırken, işgal edilirken ve en ağır işkenceler altında inlerken sessiz kalıp, hatta kayırırken, hak arayan Mücahitleri terörizmle aşağılayıp, şiddetle ve nefretle kınayarak lanetlemeleri; nasıl paradoksal bir dünyada yaşadığımızı, kimin, gerçekte kim olduğunun bilinemediğini belgelemektedir.

Haçlı ittifakı, tarihsel gerçekleri de baz alarak Allah yolunda şehid olmanın ebedi bir kurtuluş olduğuna inanan Müslümanlardan öyle korkuyor ve ürküyor ki, kendileri aleyhine hayati tehlike gördükleri bu imanı bertaraf edebilmek veya etkisini tüketebilmek için, başta Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan olmak üzere İslam referanslı iktidarları ve toplumsal önderleri maddi-manevi satın alarak ya da gözdağı vermek suretiyle korkutarak dışlatmakta, dolayısıyla çığ gibi büyümelerinin önüne geçirtmektedir. Oysa acı çeken ve onurlarını kaybedenin odalık iktidarlar değil, Müslümanların kendileri ve hakları olduğu, dolayısıyla Müslümanların haykırışını ve adaletin tesisini de hiçbir şeytani gücün susturamayacağı er geçte olsa anlaşılacaktır.

Geçici çıkarları ve saltanatları uğruna haksızlar karşısında susarak dünyayı şeytanın egemenliğine teslim edenlerin huzur ve güven içinde yaşayabilmeleri kesinlikle mümkün değildir.

Bilinmelidir ki, kim, ne yapış ise mutlaka karşılığını ödeyecek ve zalimler cezalandırılmadıkça, dünyadaki korku, kan, gözyaşı ve çığlıklar her geçen gün artarak tüm kainatı saracaktır.

“Öl ya da ol! İşte bunu bilmiyorsan, zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde” Goethe

25 Kasım 2008 Salı

Suratlarına inen şamarı anlayabilecekler mi?

Papa 16. Benedict’in, “ Dinler arası diyalog gerçek anlamda mümkün değil” açıklaması, hak ve tek din İslam’ı, iğrenç ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna peşkeş çekmeye çalışan Başbakan R.Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’e indirilmiş okkalı bir tokattır. Papa, açıklamasına devam ederek,”Dinler arası diyalogun, ancak kişinin kendi inancını parantez içine almasıyla gerçekleşebilir” savunması, vahyi, dünya menfaatleri hırsına az bir bedel karşılığı satarak “hain” damgası yiyen münafıklar, düşmanlarca her ne kadar ödüllendirilip desteklenseler ve alkışlansalar da, mutlaka dünyada da hor ve hakir bırakılacakları gün pek uzak değildir.

İslam gibi yüce ve hak dine sahip olmanın onur ve şerefini yaşamaktan ise, yegane güç gördükleri Batı medeniyeti karşısında kendilerini kemiren aşağılık kompleksine kapılanlar, ancak onların hegemonyası altında korunabileceklerini, kurtulabileceklerini ve kalkınabileceklerini zannederek, vahyi, ayaklar altına almakta hiçbir beis görmemektedirler. Gerçek anlamda iman edemeyenlerin ortaya koyduğu böylesi sapkın düşünce ve davranışlar, şüphe yok ki kör, sağır ve mühürlü olmalarının bir sonucudur.

Böylece dinler arası diyalog ve uzlaşmanın nasıl bir ütopya olduğu Papa’ca deklare edilmesi bir yana, Kur’an’da da böyle bir işbirliğin kesinlikle olamayacağı defalarca vurgulanmakta ve iman sahipleri uyarılmaktadır. Batının, dolayısıyla Vatikan’ın güçlü sandıkları örümcek evine sığınarak izzet arama gayretleri boşa çıkmış olsa da, sakın ha, akıllanacaklarını sanmayın. İmanlarına kadar haçlı Batı’ya bağlı böylesi bir gudubet sürüsünden ihlâslı bir dönüş beklenmemelidir.

Dualite gereği iyi ile kötü, doğru ile yanlış, yaşam ile ölüm, savaş ile barış nasıl kaderin değiştirilemez bir hükmü ise; dinler, inançlar ve tanrılar da, aynı fıtratın kaçınılmaz bir gereğidir. Kâinat yaratıldığından itibaren zorlu bu mücadele devam etmekte ve kıyamete kadar da hiç durmayacaktır. Bu gerçek her ne kadar kabullenilmek istenmese de elden hiçbir şey gelmemekte, Yaratıcının kurduğu düzene hiçbir yaratık müdahale edememekte, düşünce ve dilekler doğrultusunda bir yönlendirme başarılamamaktadır.

Bencil yaratıkların benliklerini yücelterek nefsi çıkarları uğruna mücadele ettikleri materyalist çıkarlarına güç kazandırabilmek için vahyi ve putperest dinleri uzlaştırma girişimleri; doğruyu, hakkı ve adaleti lağvetmekte, dolayısıyla yalan, aldatıcılık, istismar ve sömürgeler sınır tanımamaktadır.

Dinler arası diyalog, orijinal olan vahyi tamamen bozup, tıpkı İncil ve Tevrat gibi putperest bir hale getirme amacı taşımasıdır. Söz konusu bu ihanet diyalogunun dinsel bayraktarı Fethullah Gülen’, şakirdi Prof.Dr.Suat Yıldırım’a hazırlattığı Kur’an mealine İncil ve Tevrat’tan alıntılar yaparak bir bütünlük içinde Müslümanların dikkatine sunması, Allah nezdinde kabulü tek din ve kitap olan İslam’ı ve Kur’an’ı Kerim’i nasıl dönüştürmeye çalıştıklarını gözler önüne sermiştir.

Kur’an’ı, Allah tarafından lanetlenen insan kaynaklı putperest kitaplarla aynı seviyede değerlendirerek, onlara mükâfat olarak sunan münafıklar, indiği dönemlerde vahiy niteliği taşıyıp sonradan lağvedilen İncil ve Tevrat’ın kökten tahrif edilmelerine bakmaksızın, Batılılarla sağlamak istedikleri siyasi ve dini entegrasyon hatırına vahyi katletmektedirler. Yüce Allah, Al-i İmran 19. ayette; "Allah nezdinde hak din İslâm’dır" ve Al-i İmran 85. ayette ise; "Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahırette ziyan edenlerden olacaktır." diye buyurmaktadır.

Bu durumda; Allah’ın reddettiği Hıristiyanlık ve Yahudiliği nasıl oluyor da ‘hak dinler’ statüsünde belleyerek İslâm’a denk tutabiliyorlar? Onlar, tıpkı Budistlik, Hinduluk, Zerdüştlük, Bahailik, Taoculuk, Kadiyanilik, Nusayrilik, Yezidilik ve Realienilik gibi putperest dinlerdir. Zaten İslâm’ı, Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı, Allah’ın dini, peygamberi ve kitabı olarak kabul etmeyip reddeden, Hıristiyan ve Yahudiler değil mi? Onlar böyle bir arayışın içinde olmak istemezlerken; neden Müslüman kimlikli önderler, böyle bir arayışın ve bütünleşmenin ısrarındadırlar? Allah, yüce kitabı Kur’an’da, iftira atmalarından ve itaatsizliklerinden dolayı Hıristiyan ve
Yahudileri birer pislik ve kâfir olarak deşifre ettiğine göre; nasıl oluyor da dinler bahçesinden, diyalogdan ve kardeşlik çatısından bahsedebiliyorlar? Unutmasınlar ki izzet, güç ve şeref, Hıristiyanofaşist ABD veya AB de değil, sadece Allah yanındadır.

Yaratıklar içinde en muazzam ilme sahip şeytanın, öncesinde cennette yaşayıp, bilinmeyen ‘bir bilgi’ ye göre lanetlenerek ebedi cehenneme atılması misali, Fethullah Gülen ve benzerlerinin de, öncesinde takva bir Müslüman olup, sonradan saptırılarak yolda çıkmış olabilmelerini asla göz ardı etmemek gerekir.

Fethullah Gülen’in şakirdi ve sözcüsü Prof.Dr.Suat Yıldırım’ın Aksiyon dergisindeki şu sözleri, aslında tüm gerçeği gözler önüne sermektedir. "Müslüman ümmetler ve Hıristiyan ümmetler, isa’nın şahsiyeti etrafında birleşerek hem kendilerini hem de insanlığı kurtarmalıdır."

“Ruhunu kaybeden, dünyayı kazansa ne çıkar.” VICTOR HUGO

20 Kasım 2008 Perşembe

Süper fosların çöküşleri

Her ne etnik, din, devlet ve milletten olunursa olunsun; insanoğlunun karşı karşıya kaldığı küresel lanet, son derece aşikâr olup, her geçen gün daha da beterleşerek; elem, acı, açlık, yokluk, korku, afet ve savaşları arttırıp canlılığı yitireceği tartışılmazdır. Yaratıcının geçici bir süre için kimilerine lütfettiği zenginlik ve üstünlüğü kendilerinden bilerek benliklerini kabartanların düştükleri durum; akılcı, iradeci ve bilimci tüm teorilerin yıkılmasına, dünün sözde başarılara imza atanların günümüzdeki çöküşleri, şüphesiz sorgulamayı mecbur kılmaktadır. Tarihi irdelemeyenlerin bizzat içinde oldukları günümüzü gözlemlemeleri, soruları yanıtlamaya yetecektir. Kozmetik ürünlerin tavan yaptığı bir dünyada iradesel başarılardan söz etmek, irrasyoneldir.

İnsanlık adına kötü olan her düşünce ve eylemi ihtirasında barındırarak dünyayı, hatta kainatı mahvetmeye devam eden ABD’ye karşı iyiyi temsil edebilecek bir ittifakın oluşturulamaması, gerilemenin ve yok oluşun tartışılmaz bir kanıtıdır. ABD ve müttefikleri; insanı insan yapan sevgi, barış, merhamet ve paylaşımın tükendiği öyle bir dünya oluşturdular ki, ahiretteki bir yaşam olan cehennemi dünyada da tattırmayı başararak; iyi, güzel ve helal ne varsa silip süpürdüler.

Yapılan haksızlık ve zulümler neticesinde sözde ekonomileri yıkılmaz zannedilen güçlerin gerçekte nasıl çerçöp çıktıkları anlaşılmış, muvaffakiyetlerini dayandırdıkları bilimsel ve teknolojisel kuramların hiçbir karşılığı olmadıkları kavranabilinmiş ise de, krizden kurtuluşlarını yine o hipotezlere güvenerek yeni yapılanmalara gitmeleri, maalesef gerekli dersi alamadıklarına bir delildir. ABD gibi fevkalade cazibesi ve etki gücü akıcı bir şeytanın inşa ettiği dünya düzeninde huzur, güven ve erdemliğin var olabilmesi mümkün değildir. Çünkü iyilik ve adalet, şeytanın fıtratına aykırıdır. Örneğin; süresi sadece birkaç saniyeden ibaret olan cinsel bir tatmin esnasında başka alemlere uçarcasına zevkin doruğuna erişip, doyum akabinde nasıl ki düşüyorsanız, hiçbir zaman kalıcı olamayan makyaj misali gelişmelerde aynı sonla neticelenmektedir. Bu sebeple özendiren maketlere değil, kalıcı ve yıkılmaz yapılara güvenilmelidir.

Materyalistleşmiş dünyanın felaketler ya da gündemdeki ekonomik kriz karşısındaki acizliği, güçlü sanılan insanoğlu ve devletlerin gerçekte ne kadar zayıf ve biçare olduklarını gözler önüne sermiştir. Gelecek adına rızk endişesi taşıyan insan, rızk verenin Yaratıcı değil de, yaratıklar olduğu sanıyla bir ütopyada yaşamış olmanın sıkıntısı ve üzüntüsüne gark olmaktan kendilerini alıkoyamamakta, dolayısıyla beterin, daha beteri olabileceğini muhakeme etmeksizin sabredemeyerek, umutlarını yine o foslara bağlayabilmektedirler.

Bir saniye sonrası meçhul inişli-çıkışlı bir yaşamda yarınlara yönelik endişe ve korkular veya müspet hayaller, ancak mühürlenmiş insanların düşünce ve hedefleridir ki, böylesi özgür bir iradeye hiçbir yaratık sahip olamamıştır. Düalite gereği hayrı ve şerri tatmakla yükümlü olan insanoğlu, yaratıksal haddinin kaçınılmaz bir gereği her haline şükretmeli, yarını yaşama garantisi olmadığı halde yarını düşünmektense, yaşadığı anının icabını yerine getirmeye çalışmalıdır.

Geçmişteki toplumların başlarına gelmiş o korkunç musibetler, henüz günümüzdeki hiçbir toplumun başına gelmemiş; savurganlığın, israfın ve haksızlıkların dizginlenmesi adına, dünyanın kendine çekidüzen vermesinin yolu açılmıştır. Ancak defaten edinilmiş tecrübelerinde bir işe yaramadığı mutlaktır.

Aslında ekonomik kriz yoktur, ders alınması gereken öğretiler vardır.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Atatürk’ü izleyen Baykal’a kızmayın

CHP’nin son lideri Baykal'ın partisine katılan türbanlı ve özellikle çarşaflı kadınlara bizzat rozet takma şerefini üstlenmesi, kimilerini hayrete düşürerek takiye yapmakla suçlanmasına, kökten laik partililerinde öfkelenmesine neden olduğu gündeme oturmuştur. Oysa partisinin kurucusu ve önderi Mustafa Kemal’de iktidara gelmeden önce; "Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır." diyerek halkı etkilemiş, iktidara geldikten sonra da; “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, onun için din ve namus telakkisini ortadan kaldırmalıyız” kökten değişimi ve dini silip süpüreceği sanılan laikliği muhkem kılmasıyla Deniz Baykal’ın gecikmiş bugünkü politikasını, o, yıllar önce uygulamıştı.

Düşüncesi ve oluşum hedefi tamamen dini yok etmek temelinde olan ve “Laik olmayan insan, insan değildir” felsefesi güden CHP, laiklikle iktidarı ele geçiremeyeceğini fark ederek önderini izlemiş, bütün baskılara, despotik eğitimlere ve kanuni zorlamalara rağmen, devşirmeyi başaramadıkları Müslüman Türk milletinin laikliği benimsemediği ve asla benimsemeyeceği de tartışılmaz bir gerçekçilikle ortaya çıkmış, dolayısıyla ateizmin siyasi terminolojisi olan laiklik bitme noktasına gelmiştir. Ancak iktidara geldikten sonra, geçmişte olduğu gibi “İstiklal mahkemeleri”ne benzer mahkemeler kurup da, rozet taktığı türbanlı ve çarşaflılara idamlık ipleri geçirmek isteyeceği de ayrı bir muammadır.

Amaçladığı şeyi gizleme ve tersini yapma sanatının en ustalıkla işleyenlerin politikacılar olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Türkiye bu konuda profesyonel olup, tüm dünyada politikacı yetiştirebilecek bir potansiyele sahiptir.

Baş örtüsünün bir insan hakkı olmadığını defalarca kamuoyuna deklare eden CHP ve kurmaylarının, Cumhurbaşkanı eşinin baş örtülü olmasından feryat figan ederek Genelkurmay’ı darbeye çağıran, muhtıra verdirten, meclisi boykot eden, üniversiteleri, sendikaları ve Kemalist sivil toplum örgütlerini isyana teşvik eden, yargıyı kanunsuz kararlar almaya yeltendiren, resmi bayramlarda dahil topyekun cumhurbaşkanlığını protesto edip davetlerine katılmayan CHP’nin, seçimler arifesindeki değişimi, CHP konjonktüründe hiçte şaşırılacak bir hareket değildir. Eğer yarın, başta Deniz Baykal’ın eşi olmak üzere, Nur Serter ve diğer kökten laik jakobenler türban bir yana, çarşaf giyecek olurlar ise, sakın ha donup kalmayın…

Büyük bir çoğunluğu Kemalist getto, oportünist ve faşistlerden oluşan CHP’de seçimlere kadar sürecek olan takiye devam edecek, camilerde namaz dahi kılmaya kalkışarak, ağızlarından, gerçekte anmaktan tiksindikleri Allah adını sık sık duyacağımız da görülecektir.

Üniversitelerde kurduğu “İkna odaları” ile türbanlı öğrencilere zorla başını açtırtmakla şöhretleşen CHP milletvekili Prof.Dr.Nur Serter, sanırım CHP Genel Merkezinde de aynı Neonazi misyonunu sürdürerek türbanlı ve çarşaflı parti üyelerini iknaıyla görevlendirilecek. Hatırlanacağı üzere; aslında gizli bir Hıristiyan olan Nur Serter, Hıristiyanların tanrısı İsa’nın ruhuyla ve bizzat kendisiyle temas ettiklerine inanan bir tarikatın üyesidir.

Artık türbanlılar ve çarşaflılar, çağdaş CHP indinde; dünün gerici, çağdışı, yobaz, yasaklı öcülüleri ve pislikleri değil, günümüzün modern, ilerici, akılcı ve pozitivist özgür çağdaşları olacaklardır. Ancak CHP'nin köktenlaik tabanı nasıl tepki gösterir, bir bekleyin bakalım...

“Devlette olduğu gibi insanda da en kötü hastalık, kafadan başlayandır.” Pliny

15 Kasım 2008 Cumartesi

CHP, bir izmihlâldir...

Mustafa Kemal’in CHP’yi kurarken amoralizm felsefesi güderek, ilkesini immoralizm bir temele oturttuğu şu sözleriyle kanıtlanmaktadır. "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz.”

CHP’nin hangi düşünce ve ilkeyle temellerinin atıldığı, imanlı, cesur ve dürüst milletimizi nasıl asimile ederek din ve namus anlayışından uzaklaştırıldıkları, batılılaşma uğruna ne tür akıl almaz gerekçelere sığındıkları, hedeflerine ulaşabilmek için her türlü tehdit, baskı, yasak, şiddet ve cinayetlerin acımasızca işlendiği tarihsel gerçeklerdir. Bu habis düşüncede olan bir partinin geçmişteki ve gelecekteki iktidarı; bütünlüğü, kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü sağlayamamış, ülkeyi erdemliğe, berekete ve dirliğe götürmemiş ve götürebilmesi de imkânsızdır.

Düşüncesi bile sarsmaya yeten yeryüzünün en korkunç ve tiksindirici sapkınlığı olan çocuk pornosundaki dünya birinciliğimiz, sanırım unutulmamıştır. Yüz milyonluk ve milyarlık nice ülkeleri geride bırakarak Müslüman Türk milletinin sapkınlığını belgeleyen bu vesika, ahlâk kurallarıyla oynamanın kaçınılmaz bir bedelidir. Kamuoyunca deşifre olmamışlar hariç, neredeyse her gün şahit olduğumuz sapkınlıklar, özellikle çocuklara karşı yapılanlar o kadar ivme kazanmış ki, en yakınımızdan bile sakınır hale geldiğimiz tartışılmazdır. Artık, ahlâksızlığın ve sapıklığın bir liyakat sayılmaya yüz tuttuğu günümüzde, herkes kendi tacizcisini ve sapığını müdafaaya gayret ederek, sözde ahlâksal erdemliğin bayraktarlığına soyunmaları gidişatı büsbütün korkunçlaştırmaktadır.

Gerçekte kimin sorumlu olması gerekliliği sorgulanmamakta, hilesel başarılara ve hukuksal boşluklara göre sanıklar aklanarak ya da hafif cezalarla cesaretlendirilerek toplumsal çöküşümüzün önüne geçebilecek caydırıcı tedbirleri alma yoluna gidilmemekte ve gerekli yasalar çıkarılmamaktadır. Zinanın yasaklanması başta olmak üzere, çocuk, kadın ve ahlâkı koruyan gerekli yasaların kanunlaşması, malum üzere CHP engeline takılmakta, itirazların değerlendirildiği anayasa mahkemesi de, CHP ilkesi doğrultusunda kararlar alarak, din ve ahlâk prensipleri katledilmektedir. Günümüzde 18 aylık bir bebeğe bile tecavüz edilebildiği dikkate alınırsa, bu gidişle gelecekte neler olabileceğini kestirmek hafızalara sığmamaktadır.

Vahiysel bir emir olan başörtüye karşı faşist yasaklar uygulanırken, zina gibi bednam ve ölümcül hastalıklar yayan bir ahlâksızlığın serbest bırakılması; Kur’an Kursundaki başörtülü kız çocuklar dışlanıp, önlem almayan hükümete karşı darbe girişiminde bulunulmak istenirken, aynı yaşta, hatta daha küçüklerin sokak defilelerinde bikinilerle defile yapmaları ve dans yarışmalarına katılmaları eller şaklatılarak gurur vesilesi sayılabilmektedir. İşte medeniyet, nerede namus…

Devrimlerin ilk fikir babası, din ve bağımsızlık hasmı ünlü hain Abdullah Cevdet’tir. Aslen Kürt asıllı olan Abdullah Cevdet, öylesine amansız Müslüman bir Türk düşmanıydı ki, "Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa'dan ve Amerika'dan damızlık erkek getirmek gerekir." savunmasıyla kalmayıp, Çanakkale boğazını muhasaraya kalkışarak vatanımızı işgal etmek isteyen barbar Batılılar için, “Medeniyet kapımıza kadar geldi, biz geri teptik” diyerek, hiçbir zaman esaret altında yaşamamış olan milletimizi ve kutsal vatanları uğruna şehit olan yüz binlerce kahramanımızı aşağılayarak, hoyrat bir medeniyete peşkeş çekmek istemiştir. Örneğin; şapka gibi sıradan bir kanununa muhalefetten alimleri dar ağacına gönderen Mustafa Kemal, neden Abdullah Cevdet gibi bölücü bir haine hiçbir ceza vermemiş, en azından sürgüne dahi göndermeyip, aksine milletvekilliğine aday gösterebilmişti?

Allah’a, peygamber’e ve İslam’a saldırmasından lakabı "Adüvvullah Cevdet" yani, “Allah düşmanı” olan Abdullah Cevdet; başörtüye karşı ilk yürüyen, şapka gelsin diye ilk çırpınan, kadınlar meclise girebilsin diye ilk yırtınan ve Türkiye’nin ilk materyalistiydi. Günümüzdeki masonlar, laik ve Kemalist maddeci ve pozitivistçiler gibi “dinin bir ayak bağı” olduğunu ilk düşünen Abdullah Cevdet, din ve Osmanlı devleti aleyhine çalışarak tezyif edici, bölücü ve aşağılayıcı yazılar yazmasından defalarca tutuklanarak sürgüne gönderilmiş, Mustafa Kemal’in iktidara gelmesiyle Türkiye’ye dönüp, yönetimi öven yazılar yazmış, İngiliz Muhibler Cemiyetini kurmuş, İngilizlerle işbirliği yapan ve kurucularından olan Kürdistan Teali Cemiyetinde de önemli roller almıştır. Mustafa Kemal’in, Abdullah Cevdet’i Elazığ milletvekili adayı göstermesi üzerine, “Abdullah Cevdet’e Elaziz’de oy değil, selam bile veren olmaz” denilince, Mustafa Kemal onun adaylığını geri almıştı.

Yakın tarihimizin amansız şövalyesi olan Abdullah Cevdet’in CHP’yi inşa eden fikirleri ve düşsel bağları her ne kadar önem teşkil etse de; kendisi politik çıkarlardan ve seçmenlerin inançlarından ötürü ön plana çıkarılmamakta, laiklik ve uygarlık adına vur-kaç taktikleriyle Abdullah Cevdet’in tüm düşünceleri CHP’nin takipçiliğiyle varlığını sürdürmektedir. Abdullah Cevdet’in düşünce ve inançları CHP ile eşdeğer olmasından, CHP’nin, tıpkı masonlara benzer gizli ve sinsi kimliğini, onu örnek göstermek suretiyle deşifre etmeye çalıştım.

Bilinmelidir ki CHP, gerek vatan, gerekse millet aleyhine PKK’dan bile çok daha cehennemî olup, hiçbir çıkar düşünmeksizin mutlaka halkımız aydınlatılmalı, CHP’ce dikta ettirilmiş yıkıcı ve bölücü kanunlar ortadan kaldırılarak; teröre, sapıklığa, ayrımcılığa, düşmanlığa ve ahlaksızlığa son verilmelidir.

CHP mühürlenmediği müddetçe, bu ülke insanlarına huzur ve güven haramdır.

11 Kasım 2008 Salı

Kemalizm’in tanrısı Mustafa Kemal Atatürk

Öncelikle Mustafa Kemal; Osmanlı ordusunda subaylık yapmış, düşmana karşı savaşmış, devleti Osmanlı’yı ve tüm İslam ülkelerinin yönetimini elinde bulunduran hilafeti yıkarak, yerine Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuş bir lider ve ilk Cumhurbaşkanı’dır. 1938 yılından itibaren ölüdür; ne ölümsüzdür, ne uludur, ne kurtarıcıdır, ne de Türkiye’ye artı-eksi katabileceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla herhangi bir ölünün arkasından lehte veya aleyhte konuşmama gibi bir prensip sahibi olmamdan, ancak somut kanıtları ciddiye alır ve tanrılaştırılmaya çalışılan insanların gerçekte kurtarıcı bir Yaratıcı değil, bir yaratık oldukları temelinde delillerle hareket ederim. Hele, %99’u Müslüman olan Türkiye gibi bir ülkede, Allah yerine Atatürk’ün konmaya çalışılmasını, Kemalist gibi azınlık bir grubun tanrısının tüm ülkeye mal edilmesini kabullenemediğimden, toplumumuzu aydınlatmayı da vazgeçilmez bir görev addederim.

Bir toplumu mahvetmenin savaşsız yolu, akılları karıştırmaktır. Böylece karışan akıllar, eğitim ve şartlara göre her türlü yalana itibar ederler. İnsanoğlunu yıpratan, bitiren ve kahrettiren benlik; aklını “tanrı” algılamasıyla yaratıcısını reddetme yoluna gitmiş, kendince zannettiği başarıları, gelişmeleri ve keşifleri “olumlu bilim, irade ve akıl” prensipleri çerçevesinde değerlendirmiştir. Hedefinin her ne kadar akıl ve bilim olduğunu iddia etse de, gerçekte Yaratıcıyı ve vahyi dışlamak olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanoğluna, benliğini cezp etmesinden dolayı son derece mantıklı gelen hilesel bu anlayış, aslında kamufle edilmiş olan ateist özlü hümanist ve materyalist felsefedir, başka bir deyişle evrim teorisidir.

Ünlü mason ve laik Lessing'in, lâik ve putperest devletlerce ve üniversitelerce yasallaştırılmış, şu temel ilkesine bağlı eğitim verilmektedir. "insanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır."

Laik ve Kemalist devletçe, 10 Kasım Atatürk’ün ölüm yıldönümüyle ilgili verilen mesajlar ve atılan nutuklarda, ateist bir Atatürk biyografisi çizilmesi ne kadar doğrudur? Çünkü tarihi incelediğimizde ve Atatürk’ün sözleri incelediğinde, sözleriyle çelişen birbirine zıt Atatürkleri görmekte, dolayısıyla halkımız, hangi Atatürk sorusunu sormaktan kendini alıkoyamamaktadır.

Atatürk bir tanrı mıdır, yoksa bir insan mı? Eğer bir insan ise; neden mezarındaki bir ölü gibi davranılmayıp, tıpkı bir tanrı gibi sürekli ölümsüzlüğünden bahsedilerek kendisinden yardım dilenilmekte, her an ve her yerde anılarak heykellerinin ve fotoğraflarının başında saygı duruşunda bulunulmakta, hatadan münezzeh bir ulu gibi, ilkeleri ve inkılapları eleştirilmeksizin ve değiştirilmeksizin ilahsal bir aşk ve tazimle bağlanılmakta, anıtkabirine gidilmeden ne bir işe başlanabilmekte, ne de bir işe son verilebilmektedir? Ve daha birçok şey….

Evet, hangi Atatürk?

- Mustafa Kemal, 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’deki Zağnos Paşa Camii’ndeki ünlü konuşmasında; "Kanuni esasi Kur’an’ı azimünşandır." demiştir.

- Uğur Mumcu, Kazım Karabekir’in Hatıraları adlı kitabında,
Atatürk’ün şu sözlerine yer vermiştir. "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur." demiştir.

- 27.Ekim.1922 Bursa’daki konuşmasında "Kan ile yapılan inkılâplar daha muhkem olur, kansız inkılâp ebedileştirilemez." demiştir.

- 20 Nisan 1931’de "Yurtta sulh, cihanda sulh" demiştir.

Bir sorgulayalım bakalım; Atatürk, Türkiye'yi Ku'an'ı azimüşan ile yönetmek isteyen bir şeriatçı mı, yoksa din ve namus telakkisini ortadan kaldırmak isteyen ateist bir materyalist miydi?
Atatürk, inkılapları kanla yapmış bir diktatör mü, yoksa barışcıl bir hümanist miydi?

9 Kasım 2008 Pazar

Adalette kıyım

Yargıdaki kararların her geçen gün toplumumuzda oluşturduğu güven erozyonu adaleti baltalamakta, bazı yargıçların söz, davranış ve vicdanları; insanlık erdem ve faziletini biçmektedir. Rüşvet, kayırma ve bölücülüğün çığ gibi büyüyerek kararlardaki adaletsizliği meşrulaştırması, laikliğin koruyucusu olan yargının sorgulanmasını ve eleştirilmesini zorunlu kılmakta, yargı üyelerinin mutlaka dokunulmazlıktan arındırılıp, adalet adına yaptırımlara çarptırılmaları kaçınılmaz tek çıkar yol olmaktadır.

Özellikle köktenlaik yargı üyelerinin din düşmanlıkları “kişiye özel yargı"yı hukuklaştırmakta, böylece kendilerinden olmayanlara karşı hasmahane kararları, ideolojilerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, sözde haklı çıkmalarına yasallık kazandırmaktadır. İman ve inançsız bir vicdandan; doğruluk, adalet ve merhamet beklenebilinir mi? Devlet ile halkı bütünleştirenin, barışı, eşitliği, güveni ve huzuru sağlayanın “adalet” olduğu gerçeğini göz ardı yapan devletlerin nasıl yıkıldıkları, tarihin tecrübelerinde mevcuttur. Adaleti titizlikle ayakta tutmayıp; gerek inançları, gerek ırkları, gerek sınıfları, gerekse tabiiyetlerinden dolayı haksızlık ve kayırıma giden sistem; ancak terörü, isyanı, kaosu ve suç imparatorluklarını üretir.

Tarafsız ve yansız olması gereken devlet ve dolayısıyla yargı; benlikle üreyen laik, Kemalist veya başka bir radikal ideolojiyle hukuklaşmış ise, içinde yaşadığımız haksızlık ve adaletsizlerden başka olumlu bir gidişatın var olabilmesi mümkün değildir. Laiklik ve irticadan başka hiçbir söylemi ve hedefi olmayan yargının toplumuzun vicdanlarını delen, yıkan ve bölen kararlarda rol oynamaları, bağımsızlık gerekçesiyle halkın seçtiği hükümetlerin ve meclisin aldığı hükümleri uygulamayarak tepki göstermeleri veya yorumlarıyla bertaraf etmeleri; doğrudan başıboş kalıp diledikleri gibi karar almalarına, dolayısıyla sorunların çözümlenmeyerek büsbütün kötüleşmesine, eşitsizliğin, kötülüğün ve adaletsizliğin yaygınlaşarak kök salmasına neden olmaktadırlar.

Geçmiş ilkel çağlarda dahi eşine rastlanmayacak birçok vahim ve affedilmez örneklerle dolu yargı kararlarına, alkollü bir ABD yüzbaşısının ölüme neden olan trafik kazasıyla ilgili tüyler ürperten kararı, adaletsizliğin, vicdansızlığın ve kayırmacılığın hangi boyutlarda olduğunu kanıtlamaya yetmektedir.

Adana’da alkollü araç kullanan bir ABD subayının araç hakimiyetini kaybederek bariyerlere çarpıp karşı yola geçmesi ve karşıdan gelen bir otomobile çarpıp gencecik bir Türk’ü öldürmesi, şüphesiz apaçık bir cinayettir. Tüm dünyadaki devletlerin ceza hukukları incelendiğin de; bu tür olayların tamamı cinayet sayılıp, 20 yıldan az olmamak üzere hapisle cezalandırıldığı, şeriat hukukunda ise idama çarptırıldığı bir hüküm iken, Türkiye’nin laik ceza hukukunda ve laik hakimlerin vicdanlarınca alınan karar ise; bilirkişilerce de 8’de 8 kusurlu bulunarak, bir Türk’ü öldüren suçlu bir ABD’linin bir gün dahi hapis yatmamasının altında yatan gerçek nedir? İşte bu sorunun cevabı bulunduğunda; milletimizin nasıl yok edici bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu da anlaşılacaktır.

Eğer söz konusu suçlu ABD’li, kendi ülkesi ABD’de yargılansaydı; birinci derece araç cinayetiyle yargılanacak ve alacağı cezada asgari 20-30 yıl arasında olacaktı. Dünyaca ünlü Paris Hilton adlı milyarder bir aktristin, şöhretine ve kariyerine bakılmaksızın, sadece alkollü araç kullanmaktan hapse atıldığı unutulmamış olsa gerek.

Laik devlette kişilerin vicdanlarıyla baş başa bırakıldığı ilkesi, bu tür adaletsiz ve haksız kararlar alan vicdanları; acaba hangi statüye koymaktadır? Böylesi bir vicdana, insani vicdan denilebilinir mi? Kendi vatanında haksız yere öldürülen o Türk vatandaşı, ABD vatandaşından daha aşağı veya bir hayvanla eş değer miydi ki hakkı savunulmadı, merhamet güdülmedi ve cinayet işleyen ABD’li suçlu bir gün olsa bile hapis yatırılmadı?!?

Artık sözün bittiği yerde, başka ne söylenebilinir ki…

6 Kasım 2008 Perşembe

Değişim umudu taşımayın…

Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesiyle gerek ABD’de, gerek İslam Ülkelerinde ve gerekse dünyada yeşeren değişim umudu; ne yazıktır ki kapitalist, emperyalist ve faşist bir sistemle yönetilen ABD’de ki egemen güçlerin analiz edilememesindendir. Devletlerin tamamı totalitarizm temelinde inşa edilmiş olup, statükodan taviz vermez yönetim biçimleriyle idarelerini sürdürmektedirler. Demokrasi; yalnızca seçimlerde, nutuklarda ve hayallerde bir argüman ve düş olarak yer aldığı her ne kadar büyük bir çoğunlukça bilinse ve tecrübelerle kanıtlansa da, iktidar saltanatından sırayla yararlanmak isteyen politikacıların yaldızlı vaatleriyle yığınlar kandırılmakta, rüyaların gerçekleşebileceği düşünülerek, o yalanın arkasından koşmaktan ve yaşayamayacakları o muhteşem ve ayrıcalıklı hayatı seçtiklerine sunmaktan bıkılmamaktadır.

İnsanoğlunun en korkunç zaafı; geçmişi unutmaları, deneyimlerden yararlanmamaları, temeli sorgulamamaları ve çabuk kanabilmeleridir. ABD’nin geçmiş başkanlarından Ronald Reagan’ın ikinci sınıf bir Hollywood artisti olması nedeniyle aleyhine başlatılan propagandalara karşı üst düzeydeki bir bürokrat, “ABD’yi sistem yönetir, velev ki bir odun dahi başkan olsa, yine de temelde hiçbir şey değişmez” açıklaması hala hafızalardadır. Sosyal adaleti, küresel barışı, paylaşımı, sevgi ve saygıyı, kendinden başkasına özgürlüğü kesinlikle kabul etmeyen ve sadece kendi çıkarlarını düşünen bir mafya yapılanmasıyla özdeşleşmiş ABD, dünyanın beklenti içinde olduğu âdil bir politikayı güdebilmesi asla mümkün değildir. Köklü bir değişimden yana yasalar çıkartan ve derin dikta devletin politikasına karşı çıkan Abraham Lincoln ve John F. Kennedy gibi başkanların nasıl öldürüldükleri ve katillerin de yakalanamadıkları unutulmamalıdır. Bütün bu gerçekleri belleklerinden çıkarmayan Barack Obama’nın köklü bir değişim yapabileceğine, resmi dış politikasında herhangi bir başkalaşım gösterebileceğine, terörist saldırılar ve işgalden vazgeçebileceğine inanan insana, aptallığından dolayı ancak acınır.

Ekonomikken iflas etmiş ABD, dünyayı tehdit ederek ve gözüne kestirdiği ülkeleri işgal ederek varlığını sürdürmekte, “aman bana dokunmasın” kaygısıyla hareket eden devletlerde, yeryüzünün en korkunç terörist mafyası ABD’ye karşı dik duramayıp, emirlerini uygulamak suretiyle onur ve bağımsızlıklarını yitirebilmektedirler. Örneğin; Türkiye başta olmak üzere, İran haricindeki İslam ülkelerinin tamamı ve diğerleri…

Aslında son derece korkak, bir bela karşısında kaçacak ve saklanacak yer arayan ABD gibi merhametsiz materyalist emperyalistler, Batılıların Moğollar için, “Hadesten çıkma cehennem orduları” tabirleri misali, çoluk-çocuk, kadın-yaşlı, kedi-köpek demeden katlederler, hunharca tecavüz ve işkence yapar ve önüne çıkanı yıkıp yok etmekten büyük haz duyarlar. Acımasız çıkarları uğruna insanlığı doğrayan barbarlara, belki ganimetten bir pay kapma düşüncesiyle taşeronluk yapan sefil hükümetlerde, eğer geriye kalmışsa ancak artıklarla yetinirler. ABD’ye Irak’ı işgal ettiren AKP hükümetinin, o artıkları dahi alamaması, hatta PKK’yı başına bela ederek ve Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurdurarak Türkiye’yi kaosa sürüklemesi de halihazırda yaşadığımız bir gerçektir.

Bu sebeple; ABD, sanıldığı gibi şahıslarla değil, ilkeler ve sistemle yönetilir. ABD sistemince yetiştirilmiş bir liderin muhalefetteyken veya seçimdeyken söylediği sözlerin hiçbir bağlayıcılığı ve inandırıcılığı bulunmamakta, başa gelmesiyle iktidardaki gizli güçlerin emir eri olmaktan ileri gidemeyeceği kaçınılmaz bir sonuçtur.

Yegâne müttefiki ve dostu İsrail’le aynı hedefleri ve amaçları taşıyan emperyalist, terörist ve faşist ABD’nin yeni başkanı Barack Obama’nın dünya lehine bir kurtuluş olabilmesi kesinlikle ihtimal haricidir. Ancak gerçekle değil yalanla yaşamaya alışmış insanoğlunu, sanki lanetlenmişçesine ikna edebilmenin zorluğuna en somut delil, içinde yaşanılan berbat dünya değil midir?!?

Geçmişte ırki ayırımcılıktan yüz binlerce insanın öldürüldüğü ve günümüzde aşağılandığı ABD’de, siyah bir ırkın başkan olması da sevindirici bir gelişmedir. Tıpkı Türkiye’deki “türban” ile benzerlik taşıyan bu yıkıcı ayırımcılığın, sakın ha, aynı tartışmalara, isyanlara ve muhtıralara sebebiyet vereceği düşünülmesin. Şüphesiz zenci first lady Michelle Obama, türbanlı Hayrünisa Gül gibi bir tepki ve yasaklarla karşılanmayacaktır. Çünkü ABD’de, CHP gibi halk düşmanı dikta bir Nazi muhalefet ve Türk Genelkurmay’ı gibi Kemalizm’e benzer ku klux klan bir Genelkurmay bulunmamaktadır.

Irkçılık, insanlık tarihinde nasıl bir kanser ise, İslami türban da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde öyle bir kanserdir. ABD, son seçtiği zenci başkanla ırkçılığı aştığını kanıtlasa da, Türkiye’de türban, hala öldürücülüğünü sürdürebilmektedir.

4 Kasım 2008 Salı

BÖLÜCÜLER

29 Ekim Cumhuriyet bayramı kutlamalarında Kemalist subayların ayrılıkçı söz ve davranışları fevkalade vahamet içerse de; gerek cumhurbaşkanlığı, gerek hükümet, gerek genelkurmay ve gerekse medya hiç tepki göstermemiş ve yıkıcı subaylarla ilgili soruşturma başlatılmayarak, gerekli müeyyide uygulanmamıştır. Bizzat yaşadığımız etnik terör ve bölücülükle ülkemizin neredeyse her yerinde ölüm, gözyaşı ve feryatlar yeri göğü inletirken, vatanları uğruna şehit edilenlerin geriye bıraktıkları yetimlerin örtülerine düşman olan subayların faşist davranışları, ne acıdır ki mükafatlandırılmıştır.

Dini, inancı, ırkı ve etnisitisi her ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her bireyin eşitlik ve özgürlükleri kaçınılmaz evrensel haklarıdır. Kemalist subayların öfke ve kin kusan protestoları, olmayan cumhuriyeti ve demokrasiyi ispatlamış, dolayısıyla Kemalist olmayanlara özgürlük gibi bir hakkın bulunamayacağı defaten ortaya konmuştur. İslam’a ve simgelerine karşı aşırı tahammülsüzlük gösteren Kemalistler, temel felsefeleri olan Allah, Peygamber ve vahiy düşmanlıklarını göstermekten kaçınmamakta, özelikle askeri okullarda yetiştirilen evlatlarımız, bu esasta eğitim gördüklerinden kendi Müslüman halklarına, hatta silah arkadaşlarına dahi hasım bir kökten Kemalist olabilmektedirler. Sözde bilim ve çağdaşlık hilesiyle egemen olan Kemalist eğitim devrimleştirilmeli ve cihanşümul bir eğitim seferberliği başlatılarak, huzur, barış, birlik ve beraberlik için gerekli “olmazsa olmaz” farklılıklar herkesçe sindirilmelidir.

Müslümanların taktıkları türbanın niteliği, eğer Hıristiyan rahibelerin taktıkları türban olsaydı, sanırım o subaylar kesinlikle rahatsız olmaz, bulundukları kutlamaları terk etmeyerek ve kazanana ödül vermekten de kaçınmayarak, saygıda kusur etmezlerdi. Sadece iki ilimizde (Şanlıurfa ve Denizli)’de kutlu doğum haftasını kutlayan kızlarımız örtülü diye, hükümete muhtıra verebilen bir Genelkurmay, aynı tarihte sokak defilelerinde bikiniyle mankenlik yapan 10-12 yaşlarındaki kızlarımızı seyreden sübyancı ve sapıkların tahrik olmalarına tek bir eleştiri getirmeyebilmişlerdir.

Kinsel düşünce ve hareketlerle milletimizi bölen ayrılıkçıların mevki ve rütbeleri; milletimizin birliğinden ve barışından üstün sayılmamalı ve adalet katledilmeyerek devlete düşman kitleler oluşturulmamalıdır.

Tarihteki yanlışlardan ve tecrübelerden ders almayanların yönetmekte olduğu devletler, mutlaka acı ve dehşet içinde yıkılmaya mahkumdurlar.

”Kabul edilmiş bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne